Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Sahra Wagenknecht ile yeni partisi ve Almanya’nın geleceği üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Almanya’da Sol Parti’den ayrıldıktan sonra kendi partisini kuran ve anketlerde şimdiden %7,5 civarında oy alıyor görünen Sahra Wagenknecht, yayınlandıktan sonra büyük ilgi (ve hatta tepki) çeken New Left Review mülakatında, Almanya’nın iç ve dış siyasetinden AfD’nin yükselişine, Ukrayna ve Gazze savaşlarından kişisel formasyonunu oluşturan isimlere ve unsurlara kadar geniş bir alanı tarıyor. Hemen başlarda, Wagenknecht’in Alman ekonomisinin ‘belkemiği’ olarak nitelendirilen, tam olarak ‘KOBİ’ statüsünde olmayan (çünkü bazıları büyük ihracat pazarlarında önemli paylara sahiptir) ama büyük tekellere (finansmana erişim bağlamında) de benzemeyen Mittelstand şirketlerinin sözcülüğüne soyunması manidar; zira bu siteyi takip edenler daha önce Wagenknecht partisinin hedef ‘tabanının’ Mittelstand olacağına dikkat çektiğimizi hatırlayacaktır. Alman siyasetçinin Almanya’da işçi sınıfının ‘bilinç düzeyine’ dair söyledikleri de araştırılmaya muhtaçtır. Wagenknecht’in CDU ve SPD’nin geçmişine dair iyimser bakışı tartışmaya açıktır; ama bu partilerin ‘halk’ tabanının eridiğine, dahası anaakım siyasetin ‘halksız’ hale geldiğine dair tespitleri yerinde görünüyor. Buna rağmen, BSW’nin de bir ‘halk’ tabanından ziyade ‘seçmen’ tabanına sesleneceği, bu bağlamda neoliberal dönemde yerleşen siyaset yapma biçimini fazla zorlamayacağı da anlaşılıyor. Yeşil dönüşüme itiraz, sanayi altyapısının korunması, Mittelstand’ın sözcülüğü, göçün sınırlandırılması, ‘kimlikçi’ siyasetten uzaklaşmak, dışarıda ‘barış’ ve Rusya’nın dahil olduğu yeni bir Avrupa güvenlik mimarisi planı… Sahra Wagenknecht ve arkadaşlarının partilerine biçtikleri rol budur. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Almanya’nın Durumu

Thomas Meaney & Joshua Rahtz
New Left Review
Mart/Nisan 2024

Almanya ekonomisi hem yapısal hem de konjonktürel olarak birbiriyle bağlantılı birçok krizle karşı karşıya. Rusya ile savaş nedeniyle artan enerji maliyetleri; yüksek enflasyon, yüksek faiz oranları ve düşen reel ücretlerle birlikte hayat pahalılığı şoku; Amerikalı rakipleri mali genişlemeye giderken anayasal borç freninin dayattığı kemer sıkma; otomobil endüstrisi, çelik ve kimyasallar gibi kilit sektörleri vuracak yeşil dönüşüm ve Almanya’nın en önemli ticaret ortaklarından biri olan Çin’in elektrikli araçlar gibi sektörlerde bir rakibe dönüşmesi. Öncelikle bize krizden en çok hangi bölgelerin etkilendiğini söyleyebilir misiniz?

Almanya’nın diğer büyük ekonomilerden daha kötü durumda olduğu, son on yılların en şiddetli genel krizi yaşanıyor. En çok etkilenen bölgeler, bugüne kadar Alman modelinin belkemiği olan sanayi bölgeleri – Büyük Münih, Baden-Württemberg, Ren-Neckar, Ruhr. Pandemi sırasında en kötü etkilenenler perakende ve hizmet sektörleriydi. Fakat şimdi Mittelstand firmalarımız büyük bir baskı altında. 2022 ve 2023 yıllarında enerji yoğun sanayi firmaları üretimde yüzde 25’lik bir düşüş yaşadı. Bu daha önce görülmemiş bir şey. Toplu işten çıkarmaları daha yeni duyurmaya başladılar. Birçoğu uzman mühendislik işleri ya da makine aletleri, otomobil parçaları, elektrikli ekipman üreticileri olan bu küçük ve orta ölçekli aile şirketleri Almanya için gerçekten çok önemli. Çoğunlukla sahiplerinin yönetiminde ya da aile tarafından işletiliyorlar, yani borsada işlem görmüyorlar ve genellikle oldukça sert bir karaktere sahipler. Fakat kendilerine has bir iş kültürleri var ve üç aylık getirilerden ziyade uzun vadeye, gelecek kuşağa odaklanıyorlar. Yerel topluluklarına bağlılar ve genellikle işletmeler arası ticaret yapıyorlar. Büyük şirketler gibi her boşluktan yararlanmak yerine çalışanlarını ellerinde tutmak istiyorlar – ki bunlardan bizde de çok sayıda var.

Mevcut krizden asıl zarar gören Mittelstand firmaları. Yüksek enerji fiyatlarının devam etmesiyle birlikte, imalat işlerinin büyük ölçekte yok olma tehlikesi bulunmaktadır. Ve endüstri yok olduğunda her şey yok olur; uygun ücretli işler, satın alma gücü, toplumsal uyum. Sadece İngiltere’nin kuzeyine ya da doğudaki eyaletlerin [Länder] sanayisizleşmesine bakmanız yeterli. Bu sağlam sanayi temeline sahip olmamız, hâlâ nispeten yüksek sayıda iyi ücretli işe sahip olduğumuz anlamına geliyor. Fakat Mittelstand firmaları uzun süredir baskı altında. Almanya’’da çok popüler oldukları için ana akım politikacılar onlara övgüler düzmeyi severler; şirket satın almaları ve küreselleşme baskılarına karşı bu küçük, yüksek vasıflı aile şirketlerini korumak büyük bir başarıdır. Kısmen ucuz avro ve düşük fiyatlı Rus doğalgazının da yardımıyla bu şirketlerden bazıları gizli şampiyonlar ve dünya pazarının liderleri haline geldi. Fakat küresel sermaye tarafından kışkırtılan Alman hükümetleri, bu şirketlerin faaliyet gösterdikleri koşulları sıkılaştırıyor. Bu, milenyumun başında Gerhard Schröder’in kırmızı-yeşil koalisyonu altındaki neoliberal dönüşün bir parçasıydı. Schröder, yerel bankaların yerel şirketlerde büyük bloklar halinde hisse sahibi olduğu eski modeli kaldırdı; bunun en azından hisselerin çoğunun serbestçe alınıp satılmaması gibi bir avantajı vardı, dolayısıyla finansal grupların ya da hedge fonların getirileri maksimize etmeye yönelik hissedar-değeri baskısı yoktu. Schröder ayrıca bankaları sanayi hisselerini satmaya teşvik etmek için kâr vergisi muafiyeti tanıdı; bunu yapmasaydı, model muhtemelen bozulmayacaktı.

Mittelstand’ı idealize etmek istemiyorum. Çalışanlarını oldukça acımasızca sömüren aile şirketleri de var. Fakat yine de bu kültür, sadece çift haneli getiri peşinde koşan uluslararası ve ağırlıklı olarak kurumsal yatırımcılara sahip borsada işlem gören şirketlerden farklı bir kültür. Mittelstand’ın yok olmasına izin vermek gerçek bir siyasi hata olur, çünkü ekonomik krizin pek çok yönünün kökleri kötü siyasi kararlara dayanıyor: Rusya ile savaş, yeşil dönüşümün ele alınış şekli, Çin’e karşı düşmanca tutum gibi kararlar, bunların hepsi açıkça Almanya’nın ekonomik çıkarlarına aykırı. Schröder, der Genosse der Bosse, yani bizim deyimimizle patronların yoldaşıydı ama en azından duruma baktı ve uygun fiyatlı boru hattı gazı akışının sağlanmasının önemini anladı. Mevcut hükümet tamamen siyasi nedenlerle yüksek fiyatlı Amerikan sıvılaştırılmış doğalgazına geçiş yaptı. İktidardaki koalisyonda yer alan üç parti de (SPD, FDP ve Yeşiller) anketlerde dibe vurdu çünkü insanlar ülkenin yönetilme şeklinden bıkmış durumda.

Berlin’deki savaş karşıtı mitinge Sahra Wagenknecht partisi damga vurdu

Bu siyasi kararlara teker teker bakacak olursak. İlk olarak, Alman enerji maliyetlerindeki muazzam artış Ukrayna’daki savaşın doğrudan bir sonucu. Size göre Rus işgali önlenebilir miydi? Yaygın olarak söylenen, bunun rövanşist Büyük Rus milliyetçiliği tarafından yönlendirildiği ve ancak silah gücüyle durdurulabileceğidir.

Benim izlenimim Washington’un Rus işgalini askeri yöntemler dışında durdurmaya çalışmadığı yönünde. Ukrayna’nın AB ve NATO üyeliğine doğru hızla ilerlemesiyle birlikte, Rus devletinin ulusal güvenlik çıkarları için güvence olarak üzerinde anlaşılmış bir tür güvenlik rejimine ihtiyaç duyulduğu açık olmalıydı. Fakat ABD 2020’de tüm silah kontrol anlaşmalarını ve güven arttırıcı önlemleri sona erdirdi ve 2021-22 kışında Biden Yönetimi Rusya ile Ukrayna’nın gelecekteki statüsü hakkında konuşmayı reddetti. Rusya’nın Ukrayna’nın NATO için önemli bir üs haline getirilmesine neden daha fazla seyirci kalamayacağını düşündüğünü açıklamak için ‘rövanşist Büyük Rus milliyetçiliğine’ ihtiyacınız yok.

Almanya, Çin ile iktisadi bağlarını zayıflatması için ABD’den büyük baskı görüyor. Siz bu ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Durum Rusya’ya kıyasla biraz daha belirsiz. Çin’in bir rakip haline gelmesi Almanya’nın suçu değil, bu açık. Fakat kendimizi ucuz enerjiden mahrum bırakmanın yanı sıra Çin pazarından da mahrum bırakırsak, o zaman Almanya’da ışıklar gerçekten söner. Bu nedenle büyük şirketler arasında bile izolasyonist bir strateji benimsememe konusunda belli bir baskı var. GSYİH’nin yüzdesi olarak Çin’e ABD’den çok daha fazla ihracat yapıyoruz, dolayısıyla ekonomimiz Çin’e çok daha fazla bağlı. Fakat Yeşiller bu konuda fanatik bir tutum sergileyerek ABD’ye o kadar bağlı ki, şiddetle Çin karşıtı bir tutum benimsedi. Yeşil Dışişleri Bakanı [Annalena] Baerbock gerçek diplomatik hatalar yaptı. En azından bir örnekte, Saarland’da, çok sayıda istihdam sağlayan önemli bir Çin yatırımını korkuttu. Dolayısıyla bu endişe verici yeni bir gelişme. Çinliler Almanya’da çok sayıda şirkete sahipler ve bu şirketler genellikle Amerikan hedge fonları tarafından devralınan şirketlerden daha iyi durumda. Kural olarak Çinliler, birçok Amerikan finans şirketini karakterize eden üç aylık düşünme tarzını değil, uzun vadeli yatırımları planlıyorlar. Elbette kâr elde etmek istiyorlar ve teknolojiler de çıkarsız değil; ama aynı zamanda güvenli istihdam da sağlıyorlar.

Bu ekonomimiz için çok önemli. Scholz’un kendisini nasıl konumlandıracağına henüz tam olarak karar verdiğini sanmıyorum. FDP de Alman iş dünyasının güçlü baskısı altında manevralar yapıyor. Rusya’nın dondurulmuş döviz rezervleri konusunda paralel bir tartışma yürütüyorlar ve eğer bunlara, hatta sadece gelirlerine el koyarlarsa, Çin’e mümkünse avro cinsinden rezervlerden kaçınması için açık bir sinyal göndermiş olacaklar. Bazıları zaten altınla değiştiriliyor. ABD’nin Rus rezervlerine el koymamasının iyi bir nedeni var. Yani bir kez daha, kendilerini aptal yerine koyanlar sadece Avrupalılar. İktisadi beklentilerimizi mahvediyoruz ki Çinliler –çünkü aslında bunu hedefliyorlar– giderek daha fazla kendi kendilerine yetebilsinler. Ticarete hâlâ ihtiyaçları var ama belki de yirmi yıl içinde bizim onlara duyduğumuz ihtiyaçtan daha az ihtiyaç duyacaklar.

Sahra Wagenknecht ve arkadaşlarından ortak açıklama: Sol Parti’den neden ayrıldık?

Ekonomi Bakanı ve Yeşiller’in eski eş lideri Robert Habeck’e göre, Almanya’nın en büyük iktisadi meselesi, hem vasıflı hem de vasıfsız işçi açığı ve yaklaşık 700.000 boş pozisyon doldurulamadı. Yaşlanan toplumu göz önüne alındığında, hükümet 2035 yılına kadar ülkenin 7 milyon işçi açığı olacağını tahmin ediyor. Eğer Alman kapitalizminin selameti yeni partiniz BSW için bir öncelikse, bu önemli düzeyde bir göçü gerektirmez mi?

Alman eğitim sistemi içler acısı bir durumda. Okul diploması olmayan genç yetişkinlerin sayısı 2015’ten bu yana sürekli artıyor. 2022 yılında, 20 ila 34 yaş arasındaki 2,86 milyon kişi resmi bir yeterliliğe sahip değildi ve bunların arasında göçmen kökenli birçok kişi de bulunuyordu. Bu, bu yaş grubundaki tüm insanların neredeyse beşte birine karşılık gelmektedir. Almanya’da her yıl 50.000’den fazla öğrenci diploma almadan okuldan ayrılıyor ve bunun hem kendileri hem de toplum için dramatik sonuçları oluyor. Onlar için nitelikli eleman eksikliği tartışması bir alay konusu gibi geliyor. Bizim önceliğimiz bu insanları mesleki eğitime kazandırmak.

Bununla birlikte, Almanya’daki demografik durum göz önüne alındığında bir miktar göçe ihtiyaç var. Fakat bu göçün tüm tarafların çıkarlarını gözetecek şekilde yönetilmesi gerekmektedir – göç veren ülkeler, göç alan ülke nüfusu ve göçmenlerin kendileri. Bunun için hazırlık gerekiyor; şu anda böyle bir hazırlık yok. Herkesin istediği yere gidebildiği ve sonra da bir şekilde uyum sağlayıp hayatta kalmaya çalıştığı neoliberal bir göç rejiminin iyi bir fikir olduğunu düşünmüyoruz. Ülkemizde çalışmak ve yaşamak isteyen insanları hoş karşılamalıyız ve bunu yapmayı öğrenmeliyiz. Fakat bu, halihazırda burada yaşayanların hayatlarının altüst olmasıyla sonuçlanmamalı ve insanların uğruna çalışıp vergi ödediği kolektif kaynakları aşırı zorlamamalıdır. Aksi takdirde yerlici [nativist] sağ siyasetin yükselişi kaçınılmaz olacaktır. Aslında AfD bugünkü haliyle büyük ölçüde Angela Merkel’in mirasıdır. Almanya’da özellikle düşük gelirli insanlar için dramatik bir konut sıkıntısı yaşıyoruz ve devlet okullarındaki eğitim kalitesi yer yer korkunç bir hal aldı. Göçmenlere ekonomimize ve toplumumuza eşit katılım şansı verme kapasitemiz sonsuz değil. Ayrıca, insanların kendi ülkelerinde eğitim ve iş bulabilmelerinin çok daha iyi olduğunu düşünüyoruz ve demografik boşluklarımızı doldurmak için bu ülkelerdeki en girişimci ve yetenekli gençlerin bazılarını ekonomimize çekmek yerine, en azından yatırım sermayesine daha iyi erişim ve adil bir ticaret rejimi ile onlara bu konuda yardımcı olmak zorunda hissetmeliyiz. Ayrıca doktorlar gibi Almanya’ya taşınan yüksek vasıflı işçilerin eğitim masraflarını da menşe ülkelere geri ödemeliyiz. Ve göçün insan kaçakçılığı boyutunu, gerçekten sığınmaya ihtiyacı olmayan insanların Avrupa’ya girmesine yardım ederek milyonlar kazanan çeteleri ele almalıyız.

BSW’ye sempati duyabilecek pek çok kişi, geçtiğimiz kasım ayında Berlin’de düzenlenen göç politikası zirvesi hakkında yaptığınız yorumda olduğu gibi ”Almanya bunalmış durumda, Almanya’nın daha fazla yeri yok” yabancı düşmanı bir atmosfere katkıda bulunduğunuzdan endişe duyuyor. Adil bir göç politikasının ne olabileceğini tartışırken ırkçılık veya yabancı düşmanlığı imalarından kaçınmak konusunda net olmak önemli değil mi?

Irkçılıkla her zaman mücadele edilmeli; ondan sadece kaçınılmamalı, aynı zamanda mücadele edilmeli. Fakat gerçek toplumsal eksikliklere –talebin kapasiteyi aşması– işaret etmek yabancı düşmanlığı değil. Bunlar sadece gerçekler. Örneğin Almanya’da 700.000 konut açığı bulunuyor. On binlerce öğretmenlik pozisyonu boş durumda. Elbette savaşlardan kaçan çok sayıda sığınmacının aniden gelmesi –2015’te Suriye, Irak ve Afganistan’dan bir milyon; 2022’de Ukrayna’dan bir milyon– kapasitede herhangi bir artışla karşılanmayan büyük bir talep artışı yaratıyor. Bu da kıt kaynaklar için yoğun bir rekabet yaratıyor ve yabancı düşmanlığını körüklüyor. Bu yeni gelenler için adil değil ama aynı zamanda uygun fiyatlı konuta ihtiyaç duyan ya da sınıfın yarısı Almanca bilmediği için çocukları öğretmenlerin tamamen bunaldığı okullara giden Alman aileler için de adil değil. Ve bu durum her zaman insanların zaten stres altında olduğu yoksul yerleşim bölgelerinde yaşanıyor.

Bu sorunları inkar etmenin ya da görmezden gelmenin bir faydası yok. Diğer partilerin yapmaya çalıştığı da buydu ve sonuçta AfD’yi güçlendirdi. Göç her zaman açık bir dünyada gerçekleşecektir ve çoğu zaman her iki taraf için de zenginleştirici olabilir. Fakat bunun ölçeğinin kontrolden çıkmaması ve ani göç dalgalarının kontrol altında tutulması çok önemlidir.

Irkçılıkla mücadele edilmesi gerektiğini söylüyorsunuz, fakat BSW Avrupa Parlamentosu manifestosu Fransa ve Almanya’da ‘çocukların Batı kültüründen nefret ederek büyüdüğü’ ‘İslamcı etkiye sahip paralel toplumlar’ olduğunu ilan ettiğinde, bu tamamen şeytanlaştırma gibi geliyor. Ama aynı zamanda, BSW’nin lider kadrosu ve parlamentodaki temsili şüphesiz Alman partileri arasında en çok kültürlülüğe sahip olanı. Buna nasıl yanıt verirsiniz?

Almanya’da da bu tür yerler var, İsveç ya da Fransa’daki kadar çok değiller ama dikkat çekiyorlar. İnsanları sadece üretim faktörleri, toplumu da sadece polis gücüyle korunan bir ekonomi olarak görürseniz, bunun sizi çok rahatsız etmesine gerek yok. Karşılıklı güvensizlik ve düşmanlık sarmalından kaçınmak istiyoruz. Grubumuzdaki sizin ‘çok kültürlü geçmişe sahip’ dediğiniz kişiler her iki tarafı da tanıyor ve tüm insanların sömürüden uzak, barış içinde bir arada yaşayabileceği bir toplumda hayati bir çıkara sahipler. Neoliberal göç politikalarının –“açık sınırlar” tam olarak budur– vaatleri yerine getirme konusunda ne kadar boş olduğunu ilk elden biliyorlar. Ve özellikle grubumuzdaki kadınlar, ataerkilliği büyük ölçüde aşmış bir ülkede yaşamaktan mutlular ve bunun arka kapıdan yeniden gündeme getirildiğini görmek istemiyorlar.

Almanya’da Sarah Wagenknecht partisinin başarı şansı var mı?

Yeşil dönüşüm politikalarının Almanya’nın iktisadi çıkarlarına aykırı olduğunu belirttiniz. Aklınızda ne vardı?

Yeşillerin çevre politikasına yaklaşımı çoğu insan için iktisadi olarak cezalandırıcıdır. Yüksek CO2 fiyatlarından yanalar, fosil yakıtları daha pahalı hale getirerek bu yakıtlardan vazgeçmek için bir teşvik yaratıyorlar. Bu, elektrikli araba almaya gücü yeten varlıklı insanlar için işe yarayabilir, fakat fazla paranız yoksa, sadece daha kötü durumda olmanız anlamına gelir. Yeşiller daha yoksul insanlara karşı kibir yayıyor ve bu nedenle nüfusun büyük bir kısmı tarafından nefret ediliyor. Bu da AfD’nin Yeşiller’e ya da Yeşiller’in izlediği politikalara duyulan nefretten beslendiği bir şey. İnsanlar siyasetçiler tarafından ne yiyeceklerinin, nasıl konuşacaklarının, nasıl düşüneceklerinin söylenmesinden hoşlanmazlar. Yeşiller de sözde ilerici gündemlerini dayatırken bu misyoner tavrın tipik bir örneğini sergiliyorlar. Elbette, elektrikli bir araba alabiliyorsanız, bir tane almalısınız. Fakat başka bir şeye gücü yetmediği için eski bir dizel orta sınıf araba kullanan birinden daha iyi bir insan olduğunuza inanmamalısınız. Bugünlerde, Yeşil seçmenler çok varlıklı olma eğilimindeler: anketlere göre en ‘iktisadi olarak tatmin olmuş’ seçmenler, hatta FDP seçmenlerinden bile daha fazla. Geçim sıkıntısı çeken insanların hayat pahalılığını artırırken bile bir kendinden memnun olma duygusunu temsil ediyorlar: “Biz erdemli olanlarız, çünkü organik gıda almaya gücümüz yetiyor. Bir kargo bisikleti alabiliyoruz. Bir ısı pompası kurmaya gücümüz yetiyor. Hepsini karşılayabiliriz.”

Yeşiller’in yaklaşımını eleştiriyorsunuz ama siz olsaydınız hangi çevre politikalarını izlerdiniz?

Ülkemizdeki insanların büyük çoğunluğunun iktisadi ve toplumsal olarak birlikte yaşayabileceği politikalar. Şehir planlamasından ormancılığa, tarımdan toplu taşımaya kadar iklim değişikliğinin acil sonuçları için kapsamlı kamu hizmetlerine ihtiyacımız var. Bu pahalıya mal olacaktır. İklim değişikliğinin azaltılmasına yönelik kamu harcamalarını, örneğin ‘savunma’ bütçemizi GSYİH’nin %3’ü ya da daha fazlasına çıkarmaya tercih ediyoruz. Her şeyi aynı anda ödeyemeyiz. ‘Küresel ısınmaya’ karşı savaş ilan edebilmemiz için komşularımızla barışa ihtiyacımız var. Sadece keyfi emisyon standartlarını karşılamak için elektrikli otomobilleri zorunlu hale getirerek yerli otomobil endüstrisini yok etmek desteklediğimiz bir şey değil. Şu anda hayatta olan hiç kimse, karbon emisyonlarını ne kadar azaltırsak azaltalım, ortalama sıcaklıkların tekrar düştüğünü görecek kadar yaşamayacak. Öncelikle yaşlıların evlerini, hastaneleri ve çocuk bakım merkezlerini, masrafları kamu tarafından karşılanmak üzere klima ile donatın ve nehirlere ve akarsulara yakın yerleri sellere karşı güvenli hale getirin. İddialı emisyon azaltım tarihlerini takip etmenin maliyetinin, zaten geçimlerini sağlamakta zorlanan sıradan insanlara yüklenmemesini sağlayın.

Almanya aynı zamanda şu anda İsrail’in Gazze’de 30.000’den fazla Filistinliyi katletmesi nedeniyle kültürel bir krizle çalkalanıyor. Almanya’da İsrail’e yönelik eleştirilerin yasaklanmasına karşı çıkan ve ABD ve Birleşik Krallık ile birlikte Almanya’nın Netanyahu hükümetine silah sağlamasına karşı çıkan az sayıdaki siyasetçiden birisiniz. Mevcut Siyonist yanlısı kültürel saldırı Almanya’daki popüler görüşü temsil ediyor mu?

Elbette Almanya’nın farklı bir tarihi geçmişi var, bu nedenle İsrail ile diğer ülkelerden farklı bir ilişki içinde olmamız anlaşılabilir ve doğru. Almanya’nın Holokost’un faili olduğunu unutamazsınız, bu gerçeği asla unutmamalısınız. Fakat bu durum Gazze Şeridi’nde işlenen korkunç savaş suçları için silah temin etmemizi haklı çıkarmaz. Kamuoyu yoklamalarına bakarsanız, halkın çoğunluğunun bunu desteklemediğini görürsünüz. Elbette medya haberleri her zaman seçicidir, ama yine de insanların buradan ayrılamadığı, acımasızca bombalandıkları aşikârdır. İnsanlar açlıktan ölüyor, hastalıklar kol geziyor, hastaneler saldırı altında ve son derece yetersiz donanıma sahip. Tüm bunlar ortada ve Almanya’da sahada kesinlikle çok eleştirel pozisyonlar var. Fakat siyasette, eleştirilerini dile getiren herkes hemen antisemitizm sopasıyla dövülüyor. Aynı durum Berlinale [Berlin Film Festivali] ödül töreninde olduğu gibi toplumsal ve kültürel söylemde de geçerli: İsrail hükümetinin icraatlarını eleştirdiğiniz anda –ki elbette pek çok Yahudi eleştiriyor– antisemitik olarak damgalanıyorsunuz. Bu da doğal olarak korkutucu bir durum, çünkü kim antisemitik olmak ister ki?

Ekim 2021’de pek çok kişi, Merkel’in on altı yıllık başbakanlığının ardından, SPD liderliğindeki bir hükümetin sola dönüşü temsil edeceğini düşünüyordu. Bunun yerine Almanya sağa savruldu. ‘Trafik lambası koalisyonu’ savunma bütçesini 100 milyar avro arttırdı. Alman dış politikası agresif bir şekilde Atlantikçi bir hal aldı. Scholz’un Zeitenwende’si [dönüm noktası] sizin için sürpriz oldu mu? SPD’nin koalisyon ortakları bu yola itilmesinde nasıl bir rol oynadı?

Bu eğilimler bir süredir mevcuttu. SPD Almanya’yı 1999’da Yugoslavya’ya karşı savaşa, ardından 2001’de Afganistan’ın askeri işgaline sürükledi. Schröder en azından Irak’ın işgali konusunda Amerikalılara karşı çıktı ve SPD içinden güçlü bir destek aldı. Fakat SPD eski kişiliğini tamamen kaybetti ve şimdi bir tür savaş partisi haline geldi. Asıl korkutucu olan ise parti içinde çok az muhalefet olması. Partinin şu anki liderleri gerçekten de kendilerine ait hiçbir pozisyonları olmayan kişiler. CDU-CSU’da olabilirler, Liberallerle birlikte olabilirler. Bu yüzden SPD’nin kamuoyundaki imajı büyük ölçüde yok oldu. Artık hiçbir özgün yanı kalmadı. Artık toplumsal adaleti temsil etmiyor, aksine ülke giderek daha adaletsiz hale geldi, toplumsal uçurum büyüdü ve gerçekten yoksul olan ya da yoksulluk riski altında olan insanların sayısı giderek arttı. Ve yumuşama [détente] politikasını tamamen terk etti. Tabii ki SPD de Yeşiller ve FDP tarafından bu istikamette yönlendiriliyor. Yeşiller şu anda Almanya’daki en şahin parti konumunda. 1980’lerdeki büyük barış gösterilerinden doğan bir grup için dikkate değer bir gelişme. Bugün en büyük militaristler onlar; her zaman silah ihracatını ve savunma harcamalarının artırılmasını savunuyorlar. Bu da SPD içindeki eğilimi güçlendiriyor.

Rusya’ya karşı yapılanma bu dinamik tarafından yönlendirildi. Başlangıçta Scholz’un bazı konularda baskıya boyun eğdiği, ama diğerlerinde boyun eğmediği görülüyordu. Örneğin Ukrayna için özel bir fon oluşturdu ancak çatışmanın içine çekilmekten çekindi ve başlangıçta sadece 5.000 kask teslim etti. Fakat daha sonra bu durum değişti ve bir model ortaya çıktı. Scholz ilk başta tereddüt etti. Ardından CDU-CSU muhalefetinin lideri Friedrich Merz tarafından saldırıya uğradı. Ardından koalisyon ortakları Yeşiller ve FDP baskıyı artırdı. Sonunda Scholz bir konuşma yaparak bir kırmızı çizginin daha aşıldığını duyurdu. Tartışma zırhlı personel taşıyıcılarına, ardından savaş tanklarına, sonra da savaş uçaklarına taşındı. Scholz önce hep ‘Nein’ [Hayır] dedi, sonra hayır ‘Jein’e, [yani] ‘Havet’e ve bir noktada da ‘Ja’ya [Evet] dönüştü.

Şimdi iş, NATO ülkeleri ve Ukrayna’nın Almanya’dan Moskova’ya kadar uzaktaki hedeflere saldırabilen Taurus seyir füzeleri tedarik etmesini istediği noktaya geldi. Bunlar bugüne kadarki en tehlikeli tırmanışı temsil ediyor çünkü açıkça Rus hedeflerine karşı saldırı amaçlı kullanılacaklar. Almanya’nın bunları teslim etmesinin gerçekten Amerika’nın çıkarına olup olmadığından emin değilim çünkü risk son derece yüksek. Kırım ile anakara arasındaki Kerç Köprüsü gibi Rus hedeflerini imha etmek için Alman silahlarını tedarik edersek, Rusya Almanya’ya tepki gösterecektir. Umarım bu, onların tedarik edilmeyeceği anlamına gelir. Fakat Scholz’un omurgasızlığı ve pes etme eğilimi göz önüne alındığında emin olamazsınız. Bu kadar kötü bir sicile sahip bir şansölye düşünmek zor. Tüm koalisyon da öyle; Almanya’da sadece iki buçuk yıldır iktidarda olmasına rağmen bu kadar cansız bir hükümet hiç olmamıştı. Ve tabii ki CDU-CSU bir alternatif değil. Merz savaş ve barış konusunda daha da kötü ve iktisadi konularda da daha kötü. Sağın bir stratejisi yok ama hükümetin kötü sicilinden en çok yararlanan da o olacak.

Wolfgang Münchau: Wagenknecht’in partisi ciddiye alınmalı

Belki de Luftwaffe şeflerinin Taurus füzeleri için karada Alman botlarına ihtiyaç olup olmayacağını tartıştıkları ve İngiliz ve Fransız birliklerinin Ukrayna’da Storm Shadow ve Scalp füzelerini ateşleyerek zaten aktif olduklarını ortaya çıkaran dinleme kaydı bunu şimdilik askıya alacaktır. Fakat Merz’in stratejisi sağa kaymak, AfD seçmenlerini çekmek değil mi? Bunda oldukça başarılı olmadı mı?

Merz’in çoğu konuda inandırıcı bir pozisyonu yok. AfD üç konuda destek kazandı: Birincisi göç, yani Almanya’daki sığınmacı sayısı; ikincisi pandemi sırasındaki sokağa çıkma yasakları; üçüncüsü de Ukrayna’daki savaş. Merz sığınmacılar konusunda çok farklı düşünüyor. Bazen AfD’liye dönüşüp küçük paşalar [pashas] hakkında atıp tutuyor, sonra saldırıya uğruyor ve her şeyi geri alıyor. Ama elbette bu Merkel’in mirasıydı, bu yüzden CDU bu açıdan inandırıcı değil. Covid krizinde de aynı şey oldu: CDU-CSU da sokağa çıkma yasakları ve zorunlu aşılamadan yanaydı ve herkes kadar kötü davrandı. Sonra barış meselesi ortaya çıktı ve bu Almanya’da fazlasıyla kalleşçe olan şey de budur. BSW’yi başlatmadan önce AfD, müzakere edilmiş bir çözümü tutarlı bir şekilde savunan ve doğudaki pek çok seçmen için hayati bir konu olan Ukrayna’ya silah sevkiyatına karşı çıkan tek partiydi. CDU-CSU daha fazla silah tedarik etmek istiyordu ve Sol Parti [Die Linke] bu konuda bölünmüş durumdaydı. Eğer yumuşama politikasına geri dönülmesini istiyorsanız, müzakere istiyorsanız, silah sağlayarak savaşın bir tarafı olmak istemiyorsanız, başvurabileceğiniz başka kimse yoktu. Elbette İsrail konusunda AfD daha da fazla silah sağlamaya kararlı çünkü İslam karşıtı bir parti ve orada yaşanan korkunç şeyleri açıkça onaylıyor. Nihayetinde yeni bir parti kurma adımını atmamızın temel nedenlerinden biri de buydu; böylece ana akımdan meşru bir şekilde memnun olmayan ama aşırı sağcı olmayan insanlar –ki AfD seçmenlerinin büyük bir kısmı da buna dahildir– başvurabilecekleri ciddi bir partiye sahip olacaklardı.

Peki şu anki CDU’yu Helmut Kohl’ün partisiyle nasıl kıyaslarsınız? Yeni eyaletleri entegre etmek için Grundgesetz’i [Anayasa] ayaklar altına alan oydu.

Kohl yönetimindeki CDU’nun her zaman güçlü bir sosyal kanadı, güçlü bir işçi kanadı olmuştur. Norbert Blüm ve ilk günlerinde Heiner Geißler’in savunduğu şey buydu. Sosyal hakları ve sosyal güvenliği savundular ve bu da CDU’yu bir tür halk partisi haline getirdi. Her zaman işçilerden, kleinen Leute olarak adlandırılan düşük gelirli sıradan insanlardan güçlü bir destek aldı. Merz, sadece BlackRock için çalıştığı için değil, siyasal iktisat açısından bu bakış açısını temsil ettiği için BlackRock kapitalizmini savunuyor. Emeklilik yaşını yükseltmek istiyor, bu da yeni bir emeklilik kesintisi anlamına geliyor. Sosyal yardımları azaltmak istiyor; refah devletinin çok büyük olduğunu ve parçalanması gerektiğini söylüyor. Daha yüksek bir asgari ücrete karşı çıkıyor  – CDU’nun eskiden desteklediği şeylerin hepsi. Bu, CDU’da yeri olan Katolik sosyal doktrininin bir parçasıydı. Evcilleştirilmiş bir kapitalizmi, güçlü bir sosyal bileşene, güçlü bir refah devletine sahip bir iktisadi düzeni savunuyorlardı. Ve inandırıcıydılar çünkü Almanya’da sosyal haklara yönelik gerçek saldırı 2004 yılında Schröder ve SPD-Yeşiller hükümeti döneminde gerçekleşti. Yani İngiltere’den biraz farklı. CDU aslında neoliberal saldırıyı geciktirdi. Merz onlar için bir dönüm noktası.

Bunca yılın ardından Sol Parti’den ayrılmaya neden karar verdiğiniz açıklayabilir misiniz?

Asıl önemli olan Sol Parti’nin kendisinin değişmiş olmasıydı. Artık Yeşiller’den daha yeşil olmak istiyor ve onların modelini kopyalıyor. Kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal konular bir kenara itilmiş durumda. Sol Parti eskiden oldukça başarılıydı –2009’da yüzde 12 ile 5 milyonun üzerinde oy almıştı– fakat 2021’e gelindiğinde oyları sadece 2,2 milyon ile yüzde 5 barajının altına düştü. Bu ayrıcalıklı söylemler, eğer böyle adlandırabilirsem, metropol akademik çevrelerinde popüler, fakat eskiden sola oy veren sıradan insanlar arasında popüler değiller. Onları uzaklaştırıyorsunuz. Sol Parti eskiden Doğu Almanya’da güçlü bir yere sahipti, fakat oradaki insanlar çeşitlilikle ilgili bu tartışmalarla, en azından bu tartışmaların yapıldığı dille başa çıkamazlar; bu tartışmalar düzgün emeklilik maaşları, düzgün ücretler ve elbette eşit haklar isteyen seçmenleri yabancılaştırıyor. Biz herkesin dilediği gibi yaşayabilmesi ve sevebilmesinden yanayız. Fakat abartılı bir kimlik siyaseti var ki, bir konu hakkında konuştuğunuzda eğer göçmen kökenli değilseniz özür dilemeniz gerekiyor ya da heteroseksüel olduğunuz için özür dilemeniz gerekiyor. Sol Parti bu tür bir söylemin içine daldı ve bunun sonucunda oy kaybetti. Bazıları oy vermeyenler kampına, bazıları da sağa kaydı.

Artık partide çoğunluğa sahip değildik çünkü Sol Parti’yi destekleyen çevre değişmişti. Partinin kurtarılamayacağı açıktı. Bir grubumuz kendi kendimize, ya partinin batışını izlemeye devam edeceğiz ya da bir şeyler yapmamız gerekecek dedik. Memnun olmayanların gidebilecekleri bir yer olması önemli. Pek çok insan artık kime oy vereceğimizi bilmiyoruz, AfD’ye oy vermek istemiyoruz ama başka kimseye de oy veremeyiz diyordu. Kendi başımıza bir şeyler yapalım ve yeni bir parti kuralım dememizin motivasyonu buydu. Hepimiz soldan gelmiyoruz; tabiri caizse sol bir dirilişten biraz daha fazlasıyız. Diğer gelenekleri de bir ölçüde bünyemize kattık. Bunu kitabım Die Selbstgerechten’de [Kendini Beğenmişler] ‘muhafazakâr-sol’ olarak tanımladım.

Başka bir deyişle: toplumsal ve siyasi olarak solda yer alıyoruz, fakat sosyal-kültürel açıdan insanlarla oldukları yerde buluşmak istiyoruz, onlara reddettikleri şeyler hakkında propaganda yapmak değil.

2018’de başlattığınız Aufstehen [Ayağa Kalk] hareketinin deneyimlerinden olumlu ya da olumsuz ne gibi dersler çıkardınız?

Aufstehen kurulduğunda 170.000’den fazla kişinin ilgisini çekerek büyük bir yankı uyandırdı. Beklentiler çok büyüktü. O zamanki en büyük hatam, buna gerektiği gibi hazırlanmamış olmamdı. Başladığımızda yapıların oluşacağı yanılsaması içindeydim; çok sayıda insan olur olmaz her şey çalışmaya başlayacaktı. Fakat çok geçmeden, işleyen bir hareket için gereken yapıların –eyaletler, şehirler, belediyeler– bir gecede kurulamayacağı anlaşıldı. Bunlar zaman ve özen gerektirir. Bu BSW’nin gelişimi için önemli bir dersti: tek bir kişi bir parti kuramaz, iyi organizatörlere, tecrübeli insanlara ve güvenilir bir ekibe ihtiyaç vardır.

BSW etkileyici bir parlamenter grubu tarafından hayata geçirildi. Ne tür uzmanlıklara sahipler, uzmanlıkları ve özel angajman alanları nelerdir?

Federal Meclis’teki BSW grubu güçlü bir kadroya sahip. Başkan yardımcısı Klaus Ernst, IG Metall’den deneyimli bir sendikacı, WASG’nin(*) ve daha sonra Sol Parti’nin kurucularından ve başkanlarından biri. Alexander Ulrich de bir başka sendikacı ve aynı zamanda deneyimli bir parti politikacısı. Sol Parti’nin parlamento grubuna başkanlık eden Amira Mohamed Ali, aktif siyasete atılmadan önce büyük bir firmada avukat olarak çalıştı. Sevim Dağdelen, Almanya ve dünya çapında geniş bir ağa sahip deneyimli bir dış siyaset uzmanıdır. Diğer BSW parlamenterleri Christian Leye, Jessica Tatti, Żaklin Nastić, Ali Al Dailami ve Andrej Hunko’dur. Federal Meclis dışında da önemli isimler var.

Alman ekonomisi: Avrupa’nın iktisadi motoru dağılıyor mu?

BSW’nin programı nedir?

Kurucu belgemizin dört temel maddesi var. Bunlardan ilki iktisadi sağduyu politikası. Bu kulağa bulanık geliyor ama Almanya’da hükümet politikalarının endüstriyel ekonomimizi yok ettiği durumu ele alıyor. Ve eğer sanayi yok olursa, bu aynı zamanda çalışanlar ve refah devleti için de kötü bir durumdur. Yani: mantıklı bir enerji politikası, mantıklı bir sanayi politikası; ilk öncelik budur.

Bu, 1970’lerde Tony Benn’in etrafındaki İngiliz solunun geliştirdiği gibi emek temelli alternatif bir iktisadi strateji anlamına mı geliyor, yoksa geleneksel bir milli-endüstriyel siyaset olarak mı düşünülüyor?

Almanya’da, bugün artık var olmasa da, 1970’ler ve 80’lerde madencilerin grevi sırasında Britanya’da olduğu gibi bir işçi sınıfı kimliği bilinci hiçbir zaman olmadı. Federal Cumhuriyet her zaman daha çok bir orta sınıf toplumuydu ve işçiler kendilerini orta sınıfın bir parçası olarak görme eğilimindeydi. Almanya’da önemli olan Mittelstand, yani kendilerini büyük şirketlere karşı konumlandırabilen küçük firmaların oluşturduğu güçlü bloktur. Bu karşıtlık, sermaye ve emek arasındaki karşıtlık kadar önemlidir. Almanya’da bunu ciddiye almak zorundasınız. İnsanlara sadece sınıf temelinde hitap ederseniz, bir yanıt alamazsınız. Fakat onlara, kârları hissedarlara ve üst düzey yöneticilere aktarılan, işçilere neredeyse hiçbir şey aktarılmayan dev şirketlerin aksine, mülk sahibi şirketler de dahil olmak üzere toplumun zenginlik yaratan kesiminin bir parçası olarak seslenirseniz, bu karşılık bulur. İnsanlar ne söylediğinizi anlayabiliyor, kendilerini bununla özdeşleştirebiliyor ve kendilerini savunmak için bu temelde harekete geçebiliyorlar. Küçük firmalarda aynı muhalefeti bulamazsınız, çünkü genellikle kendileri de mücadele ediyorlar. Büyük oyuncular tarafından kendilerine düşük fiyatlar dikte edildiği için ücretleri yükseltecek hareket alanlarına sahip değiller. Fakat Almanya’nın bu açıdan Fransa, İngiltere veya diğer ülkelere kıyasla biraz farklı olduğunu biliyorum. Dolayısıyla, sağduyulu bir enerji politikası ve sanayi politikası Mittelstand’ın ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak başlayacaktır; bu da şirket sahiplerini ve ailelerini, şirketlerini finansal yatırımcılara satmak yerine ayakta kalmaya teşvik edecektir.

Bu, en azından son yirmi yıldaki hükümet politikasının zımni temeli ile –Mittelstand hakkındaki tüm parlak konuşmalara rağmen– Merkel’in stratejisinin açıkça büyük şirketlere ve biraz çevrecilikle birlikte büyük şehirlere yönelik olduğu bir ayrıma işaret edecektir. Aynı şey elbette FDP ve pratikte Yeşiller için de geçerli. Yani sizin için en önemli sınır mali sermaye ile bölgesel ya da orta kademe sermaye arasındaki fark mı?

Evet, ama dediğim gibi bunu da idealize etmek istemiyorum. Kesinlikle her seviyede sömürü var. Fakat yine de, örneğin Amazon ya da bazı DAX(**) şirketleriyle karşılaştırıldığında arada bir fark var. Örneğin bugün, ekonomi küçülüyor olsa da, DAX şirketleri her zamankinden daha fazla temettü dağıtıyor. Bazı durumlarda şirketler yıllık kârlarının tamamını, hatta daha fazlasını dağıtıyor. Almanya’nın yatırım oranı yıllardır çok düşük, çünkü küresel finans gruplarının baskısı nedeniyle çok fazla para ödeniyor. Mittelstand şirketleri oransal olarak çok daha fazla yatırım yapıyor.

BSW’nin programında yer alan diğer başlıklar nelerdir?

İkinci başlık sosyal adalet. Bu bizim için kesinlikle merkezi bir öneme sahip. Ekonominin iyi gittiği zamanlarda bile, artan yoksulluk ve sosyal eşitsizlikle birlikte büyüyen bir düşük ücretli sektörümüz vardı. Güçlü bir refah devleti hayati önem taşıyor. Alman sağlık hizmetleri muazzam bir baskı altında. Bir uzmana görünmek için bile aylarca bekleyebiliyorsunuz. Hemşirelik personeli korkunç derecede fazla çalıştırılıyor ve düşük ücret alıyor. 2021’deki grevlerini güçlü bir şekilde destekledik. Okul sistemi de başarısız. Daha önce de söylediğim gibi, Realschule veya Hauptschule’den(***) ayrılan gençlerin önemli bir kısmı çırak veya stajyer olarak işe alınabilecek temel bilgilere sahip değil. Almanya’nın altyapısı da giderek bakımsızlaşıyor. Onarılmayan ve bir noktada yıkılmak zorunda kalacak olan yaklaşık üç bin harap köprü var. Demiryolu hizmeti veren Deutsche Bahn devamlı kesintiye uğruyor. Kamu idaresi eski ekipmanlara sahip. Ana akım politikacılar tüm bunların farkında ama bu konuda hiçbir şey yapmıyorlar.

Üçüncü başlık ise barış. Alman dış siyasetinin askerileşmesine ve çatışmaların savaşa doğru tırmanmasına karşıyız. Hedefimiz, uzun vadede Rusya’yı da içermesi gereken yeni bir Avrupa güvenlik düzenidir. Nükleer bir güç olan Rusya ile çatışma masadan kalkmadıkça Avrupa’da barış ve güvenlik istikrarlı ve kalıcı bir şekilde garanti altına alınamaz. Ayrıca Avrupa’nın ABD ve Çin arasındaki herhangi bir çatışmanın içine çekilmesine izin vermemesi gerektiğini, fakat çeşitli ticaret ve enerji ortaklıkları yoluyla kendi çıkarlarını gözetmesi gerektiğini savunuyoruz. Ukrayna konusunda ise ateşkes ve barış müzakereleri çağrısında bulunuyoruz. Savaş, ABD ve Rusya arasında kanlı bir vekalet savaşı. Bugüne kadar Batı tarafından müzakere yoluyla sona erdirilmesi için ciddi bir çaba sarf edilmedi. Var olan fırsatlar da heba edildi. Sonuç olarak Ukrayna’nın müzakere pozisyonu önemli ölçüde kötüleşti. Bu savaş nasıl sona ererse ersin, Avrupa’ya yaralı, yoksullaşmış ve nüfusu azalmış bir ülke bırakacak. Fakat en azından mevcut insani acılar sona erdirilebilir.

Ve dördüncü başlık?

Dördüncü başlık ifade özgürlüğü. Burada izin verilen görüşlerin daralan spektrumuna uymak için giderek daha da ağırlaşan bir baskı var. Gazze hakkında konuştuk ama mesele bunun çok ötesinde. SPD’li İçişleri Bakanı Nancy Faeser, hükümetle alay etmeyi suç haline getirecek bir ‘Demokrasiyi Teşvik’ yasa tasarısı sundu. Biz buna doğal olarak demokratik gerekçelerle karşı çıkıyoruz. Federal Cumhuriyet’in her zaman yeni çiçekler açan çirkin bir geleneği var. ‘Aşırı solcuların’ kamu sektöründeki işlerden men edilmeye çalışıldığı 1970’li yıllardaki baskılara geri dönmeye gerek yok.(****) Pandemi sırasında ideolojik baskıya hemen başvurulmuştu ve şimdi Ukrayna ve Gazze’de daha da fazla başvuruluyor. İşte bunlar dört ana başlık. Genel hedefimiz yeni bir siyasi başlangıca ön ayak olmak ve hoşnutsuzluğun son yıllarda olduğu gibi sağa kaymaya devam etmemesini sağlamaktır.

BSW’nin önümüzdeki Avrupa Parlamentosu ve Eyalet seçimleri için seçim planları nelerdir? Eyalet parlamentolarında hangi koalisyonları göz önünde bulunduracaksınız?

Koalisyonlara gelince, dediğimiz gibi, ayı öldürülmeden postunu paylaşmayalım. Koalisyonlar ya da hoşgörü veya esnek çoğunluklar gibi yönetime katılımın diğer biçimleri hakkında yapmak isteyebilecekleri herhangi bir öneriyi değerlendirebilmek için diğer tüm partilerden yeterince farklıyız. Şimdilik sadece mümkün olduğunca çok sayıda yurttaşımızı çıkarlarının bizimle emin ellerde olduğuna ikna etmek istiyoruz. Yeni bir parti olarak, yeni siyaset yaklaşımımıza destek aramak için ilk fırsatımız olan Avrupa seçimlerinde güçlü bir performans sergilemek istiyoruz. Seçmenlere, Avrupa toplumlarının ve ekonomilerinin sorunlarının çözümünde Brüksel bürokrasisi ve jüristokrasisinin değil, AB’nin demokratik üye devletlerinin esas sorumlu olması gerektiğini anlatacağız.

AfD ve Almanya: Avrupa İhracatçılar Federasyonu mu?

Kendinizi ‘muhafazakâr-sol’ olarak tanımlamanızla ilgili olarak: eski CDU geleneğinden, onun sosyal doktrininden ve ‘evcilleştirilmiş kapitalizm’den sıcak bir şekilde bahsettiniz. Eğer Willy Brandt’ın dış siyasetiyle ittifak halinde olsaydınız, BSW’yi eski CDU’dan nasıl ayırırdınız?

Savaş sonrası Hıristiyan Demokrasisi neoliberal olmamak anlamında muhafazakârdı. Eski CDU-CSU hem muhafazakâr hem de radikal-liberal bir unsuru bir araya getiriyordu; bunu yapabilmesi Konrad Adenauer gibi bir adamın siyasi hayal gücüne bağlıydı – her ne kadar buna benzer bir şey İtalya ve bir dereceye kadar Fransa’da da mevcut olsa da. O dönemde muhafazakârlık, neoliberal (sözde) muhafazakârlıkta olduğu gibi toplumu kapitalizmin ihtiyaçlarına göre ayarlamanın aksine, toplumu kapitalist ilerlemenin girdabından korumak anlamına geliyordu. Toplumun bakış açısından neoliberalizm muhafazakâr değil devrimcidir. Bugün Merz gibi biri tarafından yönetilen CDU, ekonominin topluma hizmet etmesi gerektiği, bunun tersinin geçerli olmadığı şeklindeki eski Hıristiyan-Demokrat anlayışın kökünü başarıyla kazımıştır. Eskinin SPD’si olan sosyal demokrasi de muhafazakâr bir unsura sahipti ve merkezde bir bütün olarak toplum yerine işçi sınıfı vardı. Bu durum Birleşik Krallık’ta Üçüncü Yol ve Almanya’da Schröder’in işgücü piyasasını ve ekonomiyi küreselci-teknokratik bir piyasa demokrasisine teslim etmesiyle sona erdi. Tıpkı dış siyasette olduğu gibi, kendimizi hem savaş sonrası muhafazakârlığın ‘evcilleştirilmiş kapitalizminin’ hem de Brandt, Kreisky ve Palme döneminin hem iç hem de dış siyasetteki sosyal demokrat ilerlemeciliğinin günümüzün değişen siyasi koşullarına uygulanmış meşru mirasçıları olarak görmeye hakkımız olduğuna inanıyoruz.

Uluslararası alanda, AB’de ya da ötesinde hangi güçleri BSW için potansiyel müttefik olarak görüyorsunuz?

Bu konuda soru sormak için en uygun kişi ben değilim, zira benim odak noktam iç siyaset. İnsanların yurt dışından bizi genellikle çarpıtılmış bir şekilde gördüklerini biliyorum ve umarım ben de diğer ülkeleri çarpıtılmış bir şekilde görmüyorumdur. İlk günlerde La France insoumise [Boyun Eğmeyen Fransa] ile yakın ilişkilerimiz vardı ama son yıllarda nasıl gelişti bilmiyorum. Sonra İtalya’da Beş Yıldız Hareketi vardı, bu yine biraz farklı ama orada da bazı örtüşmeler var. Genel olarak, sosyal adalete güçlü bir şekilde yönelen ancak kimlikçi söyleme kapılmayan herhangi bir sol parti ile aynı dalga boyunda oluruz.

Sol Parti’nin toplumsal meseleleri marjinalleştirerek ‘Yeşillerden daha yeşil’ hale geldiğini söylüyorsunuz. Ama Yeşiller’in bir zamanlar güçlü bir toplumsal programı vardı; güçlü bir toplumsal bileşene sahip yeşil bir sanayi stratejisi ve elbette Avrupa’nın askerden arındırılması. Sizce 1990’larda ne oldu da bu boyutu kaybettiler?

Birçok eski sol parti için de durum aynıydı. Cevabın bir kısmı, destekleyici çevrenin değişmiş olmasıdır. Sol partiler, entelektüeller tarafından yönetiliyor olsalar bile geleneksel olarak işçi sınıfına dayanmaktaydı. Fakat seçmenleri değişmiştir. Piketty, Capital and Ideology [Sermaye ve İdeoloji] kitabında bunun izini ayrıntılı bir şekilde sürüyor. Son otuz yılda yeni, üniversite eğitimli, profesyonel bir sınıf kitlesel olarak genişledi, neoliberalizmden nispeten zarar görmedi çünkü iyi bir gelire ve artan servete sahip ve refah devletine bağımlı olmak zorunda değil. Bu ortamda yetişen gençler hiçbir zaman toplumsal korku ya da sıkıntı yaşamadı, çünkü en başından beri korunuyorlardı. Şu anda Yeşiller’in ana çevresi budur; nispeten iyi durumda, iklim konusunda endişeli –ki bu onların lehine bir durumdur– fakat sorunu bireysel tüketici kararlarıyla çözmeyi amaçlayan insanlar. Hiç yokluk çekmemiş insanlar, yokluk çekmenin günlük yaşamın bir parçası olduğu kişilere feragat vaaz ediyor.

Ama anaakım partiler için de durum böyle değil mi? Yeşiller belki de 1980’lerdeki durumlarına kıyasla en dramatik olanı. Fakat dediğiniz gibi CDU sosyal bileşenini terk etti. SPD neoliberal dönüşe öncülük etti. Bu sağa ya da mali veya küresel sermayeye doğru hareketin daha derin bir nedeni var mı?

Birincisi, Andreas Reckwitz gibi sosyologların çok iyi analiz ettiği gibi, burada kamuoyunun şekillenmesinde öncü rol oynayan güçlü ve büyüyen bir sosyal çevreyle karşı karşıyayız. Bu çevre medyada, siyasette ve kanaatlerin oluştuğu büyük şehirlerde baskındır. Bunlar büyük şirketlerin sahipleri değil; bu farklı bir katman. Fakat bu güçlü bir etki ve tüm siyasi partilerdeki oyuncuları şekillendiriyor. Burada, Berlin’de, tüm siyasetçiler bu çevre içinde hareket ediyor –CDU, SPD– ve bu da onlar üzerinde güçlü bir etki yaratıyor. Küçük insanlar, küçük kasaba ve köylerde yaşayanlar, üniversite mezunu olmayanlar, siyasete giderek daha az erişebiliyorlar. Eskiden partiler geniş tabanlı, gerçek halk partileriydi – kiliseler aracılığıyla CDU, sendikalar aracılığıyla SPD. Şimdi bunların hepsi yok oldu. Partiler çok daha küçük ve adayları daha dar bir tabandan, genellikle üniversite eğitimli orta sınıftan seçiliyor. Genellikle deneyimleri konferans salonu, düşünce kuruluşu ve genel kurul odasıyla sınırlı. Profesyonel siyasi hayatın ötesindeki dünyayı hiç tecrübe etmeden milletvekili oluyorlar.

BSW ile, bu ortamdan olabildiğince uzaklaşmak için, başka alanlarda, toplumun diğer pek çok alanında çalışmış yeni siyasetçiler getirmeye çalışıyoruz. Fakat eski halk partisi modeli ortadan kalktı, çünkü bunun tabanı artık mevcut değil.

Son olarak size kendi siyasi ve kişisel formasyonunuz hakkında sorular sorabilir miyiz? Dünya görüşünüz üzerinde en önemli etkilerin neler olduğunu düşünüyorsunuz tecrübeye dayalı, entelektüel?

Hayatım boyunca çok okudum ve yeni bir yönde düşünmeye başladığım aydınlanma anları oldu. Goethe’yi derinlemesine inceledim ve o zaman siyaset ve toplum hakkında, insanların bir arada yaşaması ve olası gelecekler hakkında düşünmeye başladım. Rosa Luxemburg benim için her zaman önemli bir figür oldu, özellikle de mektupları; onunla özdeşleşebiliyordum. Thomas Mann, elbette bana belirgin bir biçimde nüfuz etti ve etkiledi. Gençliğimde yazar ve oyun yazarı Peter Hacks önemli bir entelektüel muhatabımdı. Marx benim üzerimde büyük bir etkiye sahipti ve kapitalist krizler ve mülkiyet ilişkileri üzerine yaptığı analizleri hâlâ çok faydalı buluyorum. Topyekûn millileştirme ya da merkezi planlamadan yana değilim, fakat özel mülkiyet ile devlet mülkiyeti arasında üçüncü seçenekleri araştırmakla ilgileniyorum. Örneğin, bir şirketin hissedarlar tarafından yağmalanmasını önleyen vakıflar veya vekillikler; Prosperity without Greed’de [Açgözlülükten Uzak Refah] tartıştığım noktalar.

Bir başka biçimlendirici deneyim de düzenlediğimiz etkinliklerde insanlarla etkileşimde bulunmak oldu. Ülkeyi dolaşmak, çok sayıda toplantı yapmak ve insanlarla konuşmak için her fırsatı değerlendirmek, onları neyin harekete geçirdiğini, nasıl düşündüklerini ve neden bu şekilde düşündüklerini anlamak için bilinçli bir karardı. Sadece bir balonun içinde dolaşmamak, sadece zaten tanıdığınız insanları görmemek çok önemli. Bu benim siyasetimi şekillendirdi ve belki de beni biraz değiştirdi. Bir siyasetçi olarak her şeyi seçmenlerden daha iyi anladığınızı düşünmemeniz gerektiğine inanıyorum. İlgi alanları ve bakış açıları arasında her zaman birebir olmasa da bir örtüşme vardır, fakat üzerinde düşünürseniz insanların yaptıkları şeyleri neden söylediklerini anlayabilirsiniz.

1990’lardan bu yana siyasi yolculuğunuzu nasıl tanımlarsınız?

Otuz yıldır siyasetin içindeyim. PDS(*****) ve Sol Parti’de önemli görevlerde bulundum. 2009’dan beri Federal Meclis üyesiyim ve 2015’ten 2019’a kadar Sol Parti’nin parlamento grubunun eş başkanlığını yaptım. Fakat siyasete ilk girdiğim hedeflere sadık kaldığımı söyleyebilirim. Kârı değil insanı merkeze koyan farklı bir iktisadi sisteme ihtiyacımız var. Günümüzde yaşam koşulları aşağılayıcı olabiliyor; yaşlı insanların geçimlerini sağlamak için çöp kutularını karıştırıp depozitolu şişe araması alışılmadık bir durum değil. Bu tür şeyleri görmezden gelmek istemiyorum, bunların altında yatan koşulları daha iyi hale getirmek istiyorum. Çok sık seyahat ediyorum ve nereye gidersem gideyim, artık hiçbir parti tarafından temsil edilmediğini düşünen çok sayıda insan olduğunu hissediyorum. Büyük bir siyasi boşluk var. Bu da insanların öfkelenmesine yol açıyor ki bu demokrasi için iyi bir şey değil. Yeni bir şey inşa etmenin ve ciddi bir siyasi müdahalede bulunmanın zamanı geldi. Bir noktada kendime şunu söylemek zorunda kalmak istemiyorum: Bir şeyleri değiştirebileceğin bir fırsat penceresi vardı ve sen bunu yapmadın. Yeni partimizi, Berlin balonunun beceriksizliği ve küstahlığıyla birlikte ülkemizi bölen ve geleceğini riske atan mevcut politikaların üstesinden gelebilmek için kuruyoruz.


(*) Alm. Arbeit und soziale Gerechtigkeit – Die Wahlalternative (WASG): Emek ve Sosyal Adalet – Seçim Alternatifi. 2005 yılında iktidardaki SPD-Yeşiller koalisyon hükümetinden hoşnut olmayanlar tarafından kurulan siyasi parti. WASG, 16 Haziran 2007 tarihinde Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) ile birleşerek Sol Parti’yi (Die Linke) oluşturdu. (ç.n.)

(**) Alm. Deutscher Aktien Index: Frankfurt Borsası’nda işlem gören en büyük 30 şirketi temsil eden endeks. (ç.n.)

(***) Alman eğitim sisteminde ortaöğretime tekabül eden okullar. Alman gençler Hauptschule veya Realschule türündeki okullardan sonra meslek öğrenimine başlayabiliyorlar. (ç.n.)

(****) 1972 yılında, dönemin SPD’li Şansölyesi Willy Brandt tarafından yürürlüğe konan ‘Radikaller Kararnamesi’ kastediliyor. Bu antikomünist kararnameden 3 milyonun üzerinde Federal Alman Cumhuriyeti yurttaşı etkilenmiş, onbinlerce insan hakkında soruşturma açılmış, yüzlerce kamu görevlisi mesleklerinden uzaklaştırılıp, kovuşturmaya tabi tutulumuş hatta hapis cezası ile cezalandırılmıştır. (ç.n.)

(*****) Alm. Partei des Demokratischen Sozialismus (PDS): Demokratik Sosyalizm Partisi. Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) yönetici partisi Sosyalist Birlik Partisi’nin (SED) devamcısıydı. 2005’te bazı başka partilerle de bir araya gelerek Sol Parti’yi oluşturdu. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

2024 İran için zor geçti ama asıl sınav 2025’te

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale 2024 yılının İran açısından nasıl geçtiğini özetliyor ve 2025’e dair öngörülerde bulunuyor:

***

İran 2024’ü zor geçirdi ve 2025 daha kolay olmayabilir

Arash Azizi

İran bu yıla 1 Ocak’ta Batı’ya alternatif güç merkezlerini bir araya getiren BRICS’e katılarak hayırlı bir başlangıç yapmıştı. Böylece, geçen yıl Suudi Arabistan’la ilişkilerin yeniden kurulması ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olmasının ardından diplomatik başarılarına bir yenisini daha eklemiş oldu.

2022-2023 protestolarının üstesinden geldikten sonra, hükümet yeniden dengesini buluyor gibi görünüyordu. Ancak, çok az kişi İran’ı ne kadar fırtınalı bir yılın beklediğini tahmin edebilirdi. 2024, hükümetin ve dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in politikalarının sürdürülemezliğinin her zamankinden daha belirgin hale geldiği bir yıl oldu.

Bölgesel olarak Tahran, yıllardır dış politikasının merkezinde yer alan Batı ve İsrail karşıtı milislerden oluşan ve Direniş Ekseni olarak adlandırılan koalisyonun eşi benzeri görülmemiş bir şekilde hırpalanmasına tanık olmak zorunda kaldı. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını sürdürmesiyle birlikte, Eksen üyesi Hamas kapasitesinin büyük bir kısmını kaybetti. İsrail Hamas lideri İsmail Heniyye’yi Tahran’da, Yahya Sinvar’ı ise Gazze’de öldürdü. Ayrıca Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile birlikte örgütün Lübnan’daki pek çok komutanını da öldürdü.

Eksen’in bu şekilde zayıflaması, Suriye’de on yıl süren iç savaşın ardından Beşar Esad hükümetinin devrilmesinde önemli bir etken oldu. Bu aynı zamanda İran’ın bölgedeki ana devlet müttefikini kaybetmesi anlamına geliyordu.

Eksen’i desteklemek, bu yıla kadar Tahran’ın İsrail’le doğrudan askeri çatışmaya girmek zorunda kalmadan mücadelesini sürdürmesini sağlayan bir stratejiydi. Ancak bu “Hamaney Doktrini” İran ve İsrail’in Nisan ve Ekim aylarında ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesiyle başarısızlığa uğradı.

Fırtınalı bir yıl geçiren İran, iki nükleer güç olan İsrail ve Pakistan’a ait toprakların yanı sıra Irak ve Suriye’ye de saldırılar düzenledi. Hamaney’in savaşı ülkeden uzak tutma iddiası o zamandan beri inandırıcı görünmüyor. Ve yıl sona ererken hem Direniş Ekseni hem de Hamaney Doktrini harabeye dönmüş durumda.

İran ayrıca kendisini Batı’dan diplomatik olarak daha da izole olmuş bir halde buldu.

Haziran ayında Kanada, Devrim Muhafızları Ordusu’nu terör örgütü listesine alarak ABD’ye katıldı. İranlı-Alman bir siyasi mahkûmun idam edilmesine tepki olarak Berlin, Ekim ayında üç İran konsolosluğunu kapattı. Yılın başlarında da Hamburg’da 1950’lerden beri faaliyet gösteren İran destekli bir camiyi kapattı. Almanya ayrıca Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına verdiği destek nedeniyle Tahran’a yeni yaptırımlar uygulanmasında Fransa ve ABD’ye katıldı.

İç politikada ise Hamaney ve müesses nizamdaki diğer kişiler baskıların devam etmesinin hükümetleri için iyi olmayacağını anlamış görünüyorlardı. Şubat ayında yapılan parlamento seçimlerine katılım yüzde 40’ta kaldı ki bu İslam Cumhuriyeti tarihindeki en düşük orandı.

Mayıs ayında meydana gelen bir helikopter kazası durumu bir nebze değiştirdi. Bu kaza İran’ın o zamanki muhafazakâr (ve Hamaney’e sadık) Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ölümüne yol açtı. Bu ani ölüm, Tahran’a reformist ve merkezci grupları tekrar siyasi arenaya dahil etme fırsatı verdi. İki tur cumhurbaşkanlığı seçimi (yine İran tarihindeki en düşük katılımla) sonrasında halk, yaklaşık 20 yıl sonra ilk kez bir reformisti, Mesud Pezeşkiyan’ı Cumhurbaşkanı seçti.

Pezeşkiyan, 1997-2005 yılları arasında cumhurbaşkanlığı yapan ve ülkeyi demokratikleştirme sözü veren Muhammed Hatemi gibi reformist seleflerine kıyasla daha mütevazı bir programla seçime girdi. Buna karşılık yeni Cumhurbaşkanı, iyi yönetişim ve internet özgürlüğü ve kadınlar için zorunlu başörtüsü gibi alanlarda sınırlı reformlardan biraz daha fazlasını vaat etti.

Dr. Pezeşkiyan’ın yönetimi daha önce ABD ile müzakerelerde yer almış deneyimli isimlerle dolu. Pezeşkiyan, ülkenin diplomatik izolasyonunu hafifletmek ve halkına ekonomik rahatlama sağlamak amacıyla Batılı güçlerle angajmana geri dönme sözü verdi. Başkanlık görevine zor bir başlangıç yapan Dr. Pezeşkiyan’ın işi oldukça zor.

Muhafazakarların çoğunlukta olduğu Parlamento kısa bir süre önce Pezeşkiyan’ın vaatlerine ters düşen acımasız bir hicap yasasını kabul etti. Salı günü, üyelerinin çoğu Dr. Pezeşkiyan’a karşı sorumlu olmayan Siber Uzay Yüksek Konseyi nihayet WhatsApp ve Google Play üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını kabul etti, ancak bu sadece devede kulak.

Bu arada İran, modern tarihinde çok az örneği olan enerji kıtlığı ve elektrik kesintileriyle karşı karşıya.

Ancak 2024 yılı İran için ne kadar zorlu geçmiş olsa da Dr. Pezeşkiyan ve ülke için en önemli sınav yeni yılda, ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın göreve başlamasıyla başlayacak.

Trump, İran’a karşı “maksimum baskı” politikasını sertleştirme sözü verdi. Son haberlere göre İsrail yönetimindeki birçok kişi İran topraklarına yönelik saldırıları yeniden başlatmayı planlıyor. Trump’ın bu saldırılara onay verip vermeyeceği belirsiz, ancak Tahran üzerindeki baskıyı arttırmak için bu tehdidi kullanacağı kesin.

Trump’ın ikinci dönemi ne kadar tehditkâr görünse de önümüzdeki dört yıl Tahran’a bir fırsat da sunabilir. Seçilmiş başkan İran’la bir anlaşma yapmayı tercih ettiğini defalarca dile getirdi ve Tahran’ın esneklik göstermesi halinde bu anlaşma gerçekleşebilir. Japonya basınında İran yönetiminin Tokyo’dan Tahran ve Washington arasında arabuluculuk yapmasını isteyebileceğine dair haberler çıkmaya başladı bile.

İran hükümeti Trump ile bir anlaşma yapmak istiyorsa, kayıplarını ve İsrail’i “yok etme” yönündeki romantik ama gerçekçi olmayan vaadinin halkına yalnızca izolasyon ve sefalet getirdiği gerçeğini kabul etmeli. Hükümet, başarısızlıklarını kabul etmeli ve bölgedeki güç dengelerine uygun bir anlaşmayı kabul etmelidir. Ayrıca hem Batı ile bir anlaşmaya hem de ülkedeki popüler taleplere verilecek herhangi bir tavize karşı çıkan kendi içindeki muhafazakarlarına karşı koyması gerekecektir.

Yine de riskler, İran’ın müesses nizamı içindeki pek çok kişiyi daha uzlaşmacı bir yol izlemeye motive edecek kadar yüksek. Dolayısıyla yeni yıl ülke için zorlu geçebilecek olsa da tarihi bir değişim ve reform yılı da olabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English