Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Seymour Hersh yazdı: Hamas ile İsrail arasında mahkum takası konusunda yeni bir fırsat doğdu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’li araştırmacı gazeteci Seymour Hersh, Hamas’ın 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısında ele geçirdiği rehinelere karşılık İsrail’de tutuklu bulunan Filistinli mahkumların takas edilmesini görüşmeye başladığını iddia etti.

Hersh, Substack bülteninde yayımladığı makalede, ilk tekliften sonuç çıkmadığın, ancak İsrail tarafının görüşmeye fazlasıyla istekli olduğunu belirterek, Hamas’ın son dakika teklifinin rehinelerin çoğunun hayatta olduğunu gösterdiğini kaydetti.

Hersh, “Hamas’ın ilk teklifi başarısızlıkla sonuçlandı. Hamas, aralarında kadınlar, yaşlılar, gençler ve yabancıların da bulunduğu toplam 113 rehineyi serbest bırakmayı önerdi. Karşılığında ise hapisteki 240 Hamaslı kadın ve gencin serbest bırakılmasını istedi. Teklifin bir şartı vardı: Hamas tutukluları yabancı bir tarafın eline teslim edilmeden rehineler serbest bırakılmayacaktı. Konuyla ilgili bilgi sahibi bir İsrailli bana ‘Hamas’ın söylediği hiçbir şeye inanmadıkları için’ İsrail’in bu teklifi derhal reddettiğini söyledi. Ancak İsrail’in Hamas’la takas konusunu görüşmeye devam ettiğini de sözlerine ekledi,” dedi.


Hamas’ın Alamo’su

Seymour Hersh

14 Kasım 2023

El Şifa Hastanesi’nin İsrail ordusunun hedefinde olmasıyla birlikte Hamas ve İsrail arasında rehine ve mahkûm takası konusunda yeni bir fırsat doğdu ve savaşta olası bir çözüme ulaşıldı.

Lider kadrosu firarda olan ve savaşçıları Gazze’deki hastanelerin yakınlarında keskin nişancı ateşiyle kuşatılmış ve silahsızlandırılmış olan Hamas, 7 Ekim’deki sürpriz terör saldırısında ele geçirdiği rehinelere karşılık İsrail’deki mahkumların takas edilmesini görüşmeye başladı. İlk tekliften bir sonuç çıkmasa da İsrailli yetkililer görüşmeye fazlasıyla istekliydi. Hamas’ın son dakika teklifi, rehinelerin çoğunun hala hayatta olduğunu gösteriyor.

Hamas’ın ilk teklifi başarısızlıkla sonuçlandı. Hamas aralarında kadınlar, yaşlılar, gençler ve yabancıların da bulunduğu toplam 113 rehineyi serbest bırakmayı önerdi. Karşılığında ise hapisteki 240 Hamaslı kadın ve gencin serbest bırakılmasını talep etti. Teklifin bir şartı vardı: Hamas, mahkumları yabancı bir tarafın eline teslim edilmeden rehineler serbest bırakılmayacaktı. Konuyla ilgili bilgi sahibi bir İsrailli bana, “Hamas’ın söylediği hiçbir şeye inanmadıkları için” İsrail’in bu teklifi derhal reddettiğini söyledi. Ancak İsrail’in Hamas’la takas konusunu görüşmeyi sürdürdüğünü de sözlerine ekledi.

Yaklaşım değişikliği, İsrail’in Hamas’ın iki önemli liderinin, Gazze’deki siyasi büro lideri Yahya Sinvar ve askeri lideri Muhammed Deyf’in Gazze’den güneye kaçtığını öğrendiği güne denk geldi. İçeriden bir İsrailli bana, “Ya ölürsün ya ölürsün lider kadrosu ölmeye hazır değil,” dedi. Teklif, El Şifa Hastanesi ve Gazze kentindeki diğer beş hastanenin keskin nişancı ateşine maruz kaldığı günün ardından geldi: “Artık onları bombalamaya gerek kalmadı.”

İsrail’in takas konusunda isteksiz olmasının bir başka nedeni daha vardı. İsrail’in sürekli bombardımanının bir sonucu olan Hamas tünel sisteminin çökmeye devam etmesi, İsrailli rehinelerin nerede tutulabileceğine dair ipuçları sundu. İsrail özel harekâtından, rehineleri pazarlık yapmadan kurtarabilecek Entebbe tarzı bir baskını düşünmeleri yönünde baskı vardı.

Bana Hamas’tan bir teklif daha geldiği söylendi. Hamas, 72 saatlik bir ateşkes öneriyordu ve eğer kabul edilirse, 7 Ekim saldırısında Gazze kenti sakinlerinin, sınırın aniden açılmasını fırsat bilerek soygun ve hırsızlık yapan ve belki de evlerine bir İsrailli rehineyle dönenlerin elindeki rehineleri bulup kurtarmak için zaman kazanacaktı. Hâlâ hayatta olan böyle birkaç kişiden daha fazlası olabilir. En az iki başka terör örgütü de kente girdi ve rehinelerle geri döndü. İçeriden bir yetkili, bu olasılıkla ilgili görüşmelerin de devam ettiğini dile getirdi.

Bana söylenene göre bu ton değişikliği savaşın hızla çözüme doğru ilerlediğinin bir işaretiydi. Konuyla ilgili bilgi sahibi bir Amerikalı yetkili, bana mahkûm takası görüşmelerinin Amerikan istihbarat camiasında umut yarattığını, zira “ya teslim olacak ya da ölecek olan Hamas’ın rehinelerden herhangi bir fayda elde etmek için son şansı olduğunu” söyledi: “Hamas, Allah adına ölmek istemeyen herkesi korkak olarak görüyordu. Göreceğiz.”

Bu ani gelişme, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun rehinelerin serbest bırakılmasıyla ilgili son dakika görüşmeleri ihtimalini ortadan kaldırdığı ve İsrail Kara Kuvvetleri tarafından sistematik olarak kapatılan labirent tünellerde, Yahudi devleti açısından korkunç bir mazisi olan isyan kontrol kimyasalının kullanılması anlamına gelse bile Hamas’ın yok edilmesine kararlı olduğu yönündeki haberlerin ardından geldi.

Bu haberi yayımlamayı geciktirdim, zira Amerikalı yetkili bana hayatta kalan rehinelerin —çoğunluğu İsrailli olmakla birlikte aralarında Amerikan, Rus ve Tayland vatandaşları da var— yeraltındaki esaretlerinin altıncı haftasında tünel sisteminden El Şifa Hastanesi’nin ikinci ya da üçüncü bodrum katına taşındıklarını ya da taşınmakta olduklarını belirtti. Geniş bir yerleşkeye sahip olan hastane, İsrail istihbaratı tarafından uzun zamandır Hamas’ın üssü ve belki de Gazze’deki mevcut son komuta ve kontrol merkezi olarak biliniyordu. Geçtiğimiz pazar günü yazdığım üzere, İsrail Savunma Kuvvetleri ile herhangi bir bağı olmayan bazı rehinelerin son anda serbest bırakılması ve Hamas’ın serbest bırakılması karşılığında takas edilmesi umutları söz konusuydu. Ancak henüz bir gelişme yok. Yetkili, bana “İsrail hala rehineler için bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor ama önce Hamas teslim olmalı ve rehineleri serbest bırakmalı,” dedi.

İsrail istihbarat camiası, sinyal istihbaratındaki üstün becerisiyle daha önce hayatta kalan rehinelerin tünellerden El Şifa’nın bodrumuna nakledilmiş olabileceğini değerlendirmişti. Hamas’ın son zamanlarda tıbbi bakım ve ilaç taleplerine ilişkin dinleme kayıtları, çoğu yetmiş yaş ve üzeri olan rehinelerden bazılarının esaret altında öldüğünü gösteriyor. Hastaneye komşu olan 35 ila 45 blokluk mahalle ağır bombardıman altında ve El Şifa, yetkilinin ifadesiyle “son direniş” (Alamo) olarak görülüyor. Yetkili, “Ateş ederek gelmeyi planlıyorlar,” diyerek İsrail Hava Kuvvetlerinin görevinin hastaneyi pek çok kanadıyla birlikte yok etmek ve devamında piyade kuvvetleri için tünel açıklıklarını ortaya çıkarmak olduğunu dile getirdi.

Devam eden bombardıman, Gazze kentinde Hamas’ın tünel kompleksinin son yeraltı bağlantılarını gizlediğine inanılan son tahliye edilmiş apartman ve ofis binalarını yok etmeyi amaçlıyor. Bu binalar, Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği ve aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların da bulunduğu 1200 İsraillinin hayatını kaybettiği sürpriz sınır ötesi terör saldırısının ardından savaşın başlamasından bu yana İsrail Hava Kuvvetlerinin öncelikli hedefleri oldu.

İsrail’in, Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre bugüne dek çoğu çocuk olmak üzere 11 binden fazla can alan bombardımanlar ve su ve yiyecek arayışındaki sayısız sivilin Gazze’nin güneyindeki aşırı kalabalık çadır kentlere zorla yerleştirilmesi şeklindeki tepkisi, dünyanın dört bir yanında düzenlenen protesto yürüyüşlerinde geniş çapta kınandı. Yürüyüşler, Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırılarını desteklemek için değil, uluslararası hukuku ihlal eden orantısız bir askeri müdahale olarak görülen bu duruma karşı düzenleniyor. İsrail içinde bombardımana karşı çıkanlar susturulurken, Amerika’nın dört bir yanında İsrail’in Gazze’deki bombardımanlarını protesto eden ve yürüyüşler düzenleyenler susturulmuyor.

Biden yönetimi her zamanki bocalamasını yaptı. Krizin başlarında Başkan Biden’ın meşhur “arkanızdayız” sözleriyle İsrail’in tepkisine verdiği ilk destek, İsrail bombardımanına karşı protestolar arttıkça yumuşadı. Biden, İsrail’e iki acil ziyarette bulundu ve Dışişleri Bakanı Tony Blinken, Netanyahu Gazze’de dilediğini yapmaya devam ederken sürekli bir şaşkınlık içindeydi. CIA Direktörü Bill Burns, güya rehinelerin serbest bırakılması konusunda çaba göstermek üzere birkaç günlüğüne Orta Doğu’ya geldi ve Biden birkaç gün önce Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan Sorumlu Ulusal Güvenlik Konseyi Koordinatörü Brett McGurk’ü aynı konuyu görüşmek üzere bölgeye gönderdi.

On yıllardır Orta Doğu meseleleri üzerinde çalışan konuya aşina bir yetkili, bu ziyaretlerin etkisi sorulduğunda şifreli bir yanıt verdi: “Bibi’den o üç kör fareye: ‘Hadi oradan’.” Yetkili şöyle açıkladı: “Washington’da bir güç boşluğu var. Amerika İsrail’e günde bin kadar bomba göndermeye devam ederken kimse şovu yönetmiyor. Beyaz Saray’da kaos hâkim. Aynı şeyleri tekrar tekrar söylüyorlar. Başkanın yeniden seçilmesini sağlayacaklarını düşündükleri şeyleri yapıyorlar. O bir Üçüncü George. Bu korkutucu ve utanç verici.”

Ertelenen ceza davasında suçlu bulunmaktan korkan Netanyahu’nun, Gazze’deki savaştan sorumlu generallerle birlikte İsrail’i Hamas’tan kurtarmaya ve bir dönem daha başbakanlık yapıp bir gün bile hapiste kalmamaya kararlı olduğu aşikâr.

İyi donanımlı ve iyi eğitimli bir ordu olan İsrail Savunma Kuvvetleri, şu anda 360 bini yeni aktif hale gelen yedek askerler de dahil olmak üzere 520 binden fazla askerle ilmiği sürekli sıkıyor. Yeraltında yaşayan Hamas askerleri, Gazze’den geriye kalan yerlerde giderek artan bir tehlikeyle karşı karşıya. Konuya aşina bir yetkili bana, “Tüm endişelerin aksine, sahada işler çocuk oyuncağına dönüyor,” dedi. Yetkili, “İsrail Savunma Kuvvetleri son derece kontrollü bir ateş disiplini altında hareket ediyor. Aşağıdaki tünellerin artık kullanılamaz hale gelmesini sağlamak için daha önce bombalanan yapıları yok ediyorlar ve böylece aşağıda mühürlenmiş binlerce Hamas askerinin denize, kuzeye ve güneye erişimini kesiyorlar,” diye konuştu. İsrail istihbaratı, 7 Ekim saldırısı sırasında ele geçirilen yaklaşık iki yüz Hamas askerini sorgularken Hamas’ın gücüne ilişkin tahminlerinin —yirmi bin civarında— on bin savaşçı kadar yanılmış olabileceğini öğrendi. Yetkili, “Ve şimdi Gazze kenti artık 1943’teki Hamburg’un görünümüne sahip,” diye ekledi.

Savaşçılar izole edildikten sonra İsrail’in ilk planının tünelleri CS göz yaşartıcı gaz ve patlayıcılarla doldurmak olduğu söylendi. CS, isyan kontrol kimyasalı olarak yaygın bir şekilde kullanılan göz yaşartıcı gazın geliştirilmiş bir formu. Ayrıca tünel sistemlerine saldırmaları halinde İsrail askerlerinin hayatını da kurtarabilir. Yetkili, “Bu son hamlede Hamas’ı tünellerde gaza boğarlarsa dünya çapındaki tepkiyi bekleyin. Benim açımdan gizemli olan, İsraillilere kayıp olarak ya da 7 Ekim’in dehşetini görmezden gelenlerin eleştirileri olarak neye mal olursa olsun, insanların neden bunun kalıcı olduğunu anlamadığıdır,” ifadelerini kullandı.

Bu noktada herhangi bir gazeteci görüş almak için derhal Hamas’a başvururdu ama yorum almanın bir yolunu bulamadım. Hamas, o sırada Kahire’de bulunan eski New York Times muhabiri Chris Hedges’e, Substack’teki köşesinde yazdığı üzere, askeri zaferlerinin son günlerde Gazze’de yirmi yedi tank da dahil olmak üzere 160’tan fazla İsrail araç hedefini imha ettiğini söyledi. Hamas yetkilileri, Hedges’e ayrıca İsrail kara birliklerini El Şifa Hastanesi yakınlarında pusuya düşürdüklerini de dile getirdi. Bu ifadelerin her ikisini de teyit edemedim.

Savaş gazisi olan İsrailli içeriden biri bu haberlerle alay etti ve bana saldırı başladığından beri sadece kırk bir İsrail askerinin öldürüldüğünü söyledi. Bir İsrail tankının bir Hamas askeri tarafından etkisiz hale getirildiğini kabul etti ama göğüs göğüse çarpışmaların az olduğunu belirtti: “Hamas askerlerinin bu kadar az çatışmaya girmesi İsrail’i şaşırttı.”

Medyadan anlayan İsrail Savunma Kuvvetleri, 1993’te ilan edilen ileriye dönük Oslo Anlaşmaları İsrail hükümetleri tarafından sürekli olarak baltalandıkça taraftarları artan İslami direniş örgütü Hamas’ın son çırpınışlarına tanık olmak için dünyanın dört bir yanından İsrail’e gelen televizyon ve basılı yayın muhabirlerine sürekli bilgi ve haber akışı sağlıyor.

Hamas, 7 Ekim’de Gazze kentini İsrail’in güneyindeki onlarca kibbutz ve küçük tarım köyünden ayıran duvar ve çitleri yıkarak İsrail’i şaşkına çevirmişti. Sabahın erken saatlerinde başlayan ve İsrail Savunma Kuvvetlerinin sekiz saat gibi uzun bir süre boyunca karşılık vermediği saldırılar, yüzlerce İsrailli genç kadın ve erkeğin katıldığı gece eğlencesi sona ererken gerçekleşti. Burada tecavüz ve cinayet de dahil olmak üzere Hamas vahşeti başladı ve civardaki köy ve kibbutz’larda saatlerce devam etti. Yüzlerce İsrail askeri bulundukları yerlerde öldürüldü ve diğerleri de esir alındı. Netanyahu soruşturma sözü verdi ama Tel Aviv’deki karargâhının odak noktası neyin yanlış gittiğini bulmaya dönük bir soruşturma değil, Gazze’de intikam almak oldu.

Netanyahu, savaşın sonunda Hamas’ın yok edilmesiyle birlikte, 7 Ekim Hamas saldırısıyla tetiklenen ve giderek artan yerleşimci şiddetine sahne olan Gazze ve Batı Şeria’daki yönetim yapısının yeniden oluşturulmasını planlıyor. Tüneller olmaksızın yeniden inşa edilecek olan Gazze kenti, İsrail polisi ya da askeri gücü tarafından korunacak ve İsrail tarafından onaylanan yeni bir liderlik altında yeniden canlandırılan Filistin Yönetimi, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da yönetimden sorumlu olacak. Sıkılaştırılmış kontrol, İsrail’in gelecekte buradaki yerleşim faaliyetlerini genişletmesi için elzem olacaktır. İsrail’in hakimiyetindeki yeni Filistin Yönetimi bürolarını yönetmesi konusunda adı geçenlerden birinin Gazze’deki El Fetih gençlik hareketinin eski lideri Muhammed Dahlan olduğunu öğrendim. Oslo Anlaşmalarına verdiği destekle ve Gazze’deki güvenlik güçlerinin başına getirildikten sonra Amerikan istihbaratına yakınlığıyla biliniyordu. Daha radikal olan Hamas’a olan nefreti, görevde olduğu yıllarda Hamas şüphelilerine işkence yaptığı iddialarına yol açtı ve sınır geçiş ücretlerinden milyonlarca doları zimmetine geçirdiğinin ortaya çıkmasıyla sona erdi. Şu anda multimilyoner olarak Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşıyor.

Netanyahu’nun savaş sonrası planları hakkında güncel bilgilere sahip olan İsrailli içeriden biri, Netanyahu’nun Hamas olmadan yeniden inşa edilen Gazze Şeridi’nde askeri ve polis kontrolünü sürdürmenin ötesinde hedefleri olduğunu bana doğruladı. Bana, “İsrail’in planı, Gazze Şeridi’ndeki mevcut savaş bittikten ve Hamas artık olmadıktan sonra Gazze’nin tamamını Oslo Anlaşmaları uyarınca şu anda İsrail güvenlik kontrolü altında olan Batı Şeria’daki bölgelerden birine dönüştürmek. Gazze’de güvenliği sağlayacak olanlar bizim halkımız olacak ve halkımız Gazze’ye girip çıkabilecek. Mısır ile olan sınırlar geçmişte olduğu gibi Mısır tarafından değil İsrail tarafından korunacak. Amaç Gazze’ye kaçakçılığı kontrol etmek ama bunu Gazzeliler yapmayacak,” dedi.

Kaynak, Tel Aviv’de geriye kalan en önemli sorunun “yeniden inşa edilen Gazze’de sivil kontrolden kimin sorumlu olacağı” olduğunu ve şu anda seksen sekiz yaşında olan etkisiz Mahmud Abbas’ın yerine Filistin Yönetimi’nin başına kimin geçeceği dile getirdi. Filistin Yönetimi, diğer konuların yanı sıra Batı Şeria’da güvenliği sağlamakla da görevli ancak İsrailli yerleşimciler yerleşim yerlerini genişletirken ve bunu yaparken Araplara ait topraklara el koyarken buradaki Filistinli nüfusun güvenliğini sağlamakta başarısız oldu. İsrail ayrıca her iki bölgede de Filistin Yönetimi’nin gelecekteki potansiyel lideri olarak Muhammed Dahlan’ın ismini ortaya attı.

Hamas’ın gitmesiyle İsrail ve başbakanı için Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da her şey mümkün olacaktır.

DÜNYA BASINI

The National: İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Lübnan’da iletişim cihazları üzerinden geçekleştirdiği saldırıların tarihsel gelişimine ışık tutuyor. Makalenin yazarı, bu saldırıların Hizbullah’ın uzun vadede dijital misillemesini tetikleyebileceği görüşünde.

***

Stuxnet’ten Gospel’e ve çağrı cihazı bombalarına kadar İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor

İbrahim Al-Marashi

Lübnan genelinde meydana gelen bir dizi çağrı cihazı patlaması ve ertesi gün telsizlere yönelik ikincil saldırılar çok sayıda Hizbullah mensubunun yanı sıra aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivilin ölümüne ve sakat kalmasına neden oldu. Saldırılarda aralarında İran’ın Beyrut Büyükelçisi’nin de bulunduğu binlerce kişi de yaralandı.

Genelde yabancı topraklardaki saldırıların sorumluluğunu üstlenmeyen İsrail bu saldırıları da üstlenmedi ancak Savunma Bakanı Yoav Gallant çarşamba günü yaptığı bir konuşmada Mossad’ın sabotajdaki rolüne dair güçlü işaretler verdi.

Gallant ayrıca neredeyse bir yıldır Gazze’de Hamas’la mücadele eden İsrail’in savaşta yeni bir aşamaya geçtiğini söyledi. “Ağırlık merkezi kuzeye doğru kayıyor, yani güçlerimizi, kaynaklarımızı ve enerjimizi giderek daha fazla kuzeye yönlendiriyoruz” diye ekledi.

Lübnan saldırıları İsrail’in uzak mesafeden vurma yeteneğini gösteriyor; bu da bir tür caydırıcılık sağlarken makul bir inkâr olasılığı yaratıyor ve Washington’un Başbakan Binyamin Netanyahu’ya Hizbullah’a saldırmaması yönünde baskı yaptığı bir dönemde ABD’nin tepkisinden kaçınma imkânı sunuyor. Bununla birlikte, Lübnanlı grubun da dijital dünyayı silahlandırma yeteneği var, bu da şiddet yanlısı devlet dışı aktörlerin düşmanlarına misilleme yapma ve dijital savaşı yapay zekâ alanına taşıma olasılığını artırıyor.

Son birkaç gündeki saldırılara yönelik belirsiz imalar bir yana, tarihsel örnekler, iletişimin silahlandırılmasının İsrail devletinin bir çalışma yöntemi olduğunu gösteriyor.

1972 yılında Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli sporcunun öldürülmesine misilleme olarak Mossad ajanları Filistinli yetkili Mahmud Hamşari’nin Paris’teki evinde telefonuna yerleştirdikleri bir patlayıcıyı infilak ettirmişlerdi. O telefon analog bir cihazdı, ancak dijital devrim İsrail için uzun mesafeli suikastları daha kolay hale getirdi. Başka bir telefon 1996 yılında silah haline getirildi; bu sefer İsrail’in iç güvenlik servisi Şin Bet, Hamas’ın bombacısı Yahya Ayyaş’ın Motorola Alpha cep telefonunu hedef aldı. Bir Filistinli işbirlikçisiyle çalışan Şin Bet, cihaza 50 gram patlayıcı yerleştirerek, Ayyaş telefonu kulağına götürdüğünde onu öldürmeyi başardı.

Son dönemde Lübnan’da yaşanan ölümler, postmodernizmin bir örneğidir; dijital kültürün, bilgiyi kolayca düzenleme olanağı sunan bir dönemin ürünü. Bilim ve teknoloji, mesafeleri neredeyse yok eden bir şekilde bilgiyi değiştirme ve kodlar üzerinden kolayca manipüle etme imkânı sağlıyor.

Countdown to Zero Day: Stuxnet and the Launch of the World’s First Digital Weapon kitabı, İsrail’in 2010 yılında Stuxnet olarak bilinen kötü amaçlı bir dijital kod ile İran’ın Natanz nükleer tesisinin bazı bölümlerini yok etme yeteneğine atıfta bulunuyor. Bir USB sürücüsüne gizlice yerleştirilen bu kod, nükleer santrifüjlerin kendilerini imha edecek kadar hızlanmasına neden oldu.

Buna karşılık, 1981’de İsrail F-15 ve F-16 uçakları, Irak’ın Osirak nükleer tesisini yok etmek için uzun mesafeler kat etmek, havada yakıt ikmali yapmak ve bombalar atmak zorundaydı; bazıları hedefi bile ıskaladı. İsrailli pilotlar vurulma veya kaza yapma riski taşıyordu ki bu, Bağdat dışındaki hedeflerine giderken telefon tellerine takılmaktan kıl payı kurtulduklarında bu risk neredeyse gerçekleşiyordu.

Stuxnet, İran’ın nükleer tesisini hedef alırken hiçbir İsrailli ajanı riske sokmadı. Bu kod, geleneksel bir bombanın aksine kolayca düzenlenebilir, bir USB sürücüsüne yüklenebilir, uzun mesafeler kat edebilir, hedefine ulaşabilir ve İsrail’in sorumluluğunu inkâr etmesine olanak sağlayabilirdi.

Binlerce haberleşme cihazına müdahale etmenin teknolojik zorluğuna rağmen, İsrail son iki gün içinde Lübnan’ın dört bir yanındaki, hatta komşu Suriye’deki hedefleri nispeten kolaylıkla vurabildi, zira bireyleri hedef almak için hiçbir ajanının orada bulunması gerekmiyordu. Bu, uzaktan kumandayla gerçekleştirilen bir suikasttı.

Caydırıcılık oluşturmak, bir düşmana zarar verebilme yeteneğini göstererek ve sinyaller vererek sağlanır. Can kaybı nispeten düşük olmasına rağmen, İsrail, Lübnan’ın egemenliğini ihlal etmek zorunda kalmadan, Hizbullah’a üyelerinin ülkelerinde hiçbir yerde güvende olmadığı mesajını verdi.

Ne yazık ki bu saldırıların bir başka etkisi daha oldu: sivillerin ontolojik güvenliğini bozdu. Bu, gündelik yaşamın düzeninden ve sürekliliğinden, hatta sıradanlığından kaynaklanan zihinsel durumu ifade eder. Elektrik kesintileri nedeniyle ülkede tıbbi çalışanlar bile çağrı cihazları kullanıyor ve her vatandaş cep telefonunun silah haline getirilip getirilmediğini merak ediyor.

Ancak caydırıcılık ölçülemez. İsrail, Hizbullah’ı caydırmak yerine, grubun misilleme yaparak itibarını koruma baskısı altında kalmasına yol açabilir. İsrail’in 1970’lerde bölgeye getirdiği ve temmuz ayında İsrail’i uzun mesafeli bir insansız hava aracıyla doğrudan vuran Husiler de dahil düşmanları arasında yaygınlaşmasına neden olan insansız hava aracı teknolojisinden ders alması gerekirdi.

Ortadoğu’da insansız hava araçlarını ilk kez 1973 yılında İsrail kullanmış ve bölgede bu konuda tekel olmuştu. Ancak Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörü Rami Khouri’nin bir keresinde insansız hava araçları konusunda dünyanın en önde gelen uzmanı Peter W Singer’a söylediği gibi “İHA’lara verilecek yanıt kendi İHA’larınızı elde etmektir. Onlar sadece savaş araçlarıdır. Her araç bir karşı tepki doğurur.” Nitekim, 2024’e gelindiğinde Hizbullah, İHA’larının İsrail’in egemenliğini ihlal ettiğini ve Hayfa kentine ulaştığını gösteren videolar yayımladı.

Yapay zekâ destekli İHA’ların kullanılıp kullanılmadığı belirsiz olsa da İsrail’in Gazze’deki askeri harekâtı için Gospel adlı bir yapay zeka programını hedef belirlemek amacıyla kullandığı biliniyor.

Dijital alanın silah haline getirilmesiyle birlikte Hizbullah misilleme yapma ihtiyacı hissedecektir. Ancak bu misillemenin İsrail’in önleyebileceği kaba bir roket ya da füze saldırısı olması pek olası değil. Grup, kendi dijital zaferini kazanmak için uzun vadeli bir strateji izleyebilir ve belki de bu hedefe ulaşmak için yapay zekayı silahlandırma yoluna başvurabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: 20. yüzyılda, ABD’deki siyah hakları için kafasıyla ve vücuduyla mücadele edenleri saymaya kalksak, James Baldwin bunlar arasında nadide bir yerde duracaktır. O medeni haklar hareketi, siyahların ötesinde, dünyadaki tüm ezilenlerle de kendilerini aynı yerde görmüş ve “canavarın ağzında”, ABD’de mücadele etmenin bilinciyle kendilerini aynı davanın bir parçası olarak hissetmişlerdi. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı bitiminde, ezilen bir siyah, ataları kölelik zulmünü, plantasyonları görmüş bir siyah, “bir zenci”, demişti, “kendini Yahudi ile özdeşleştirir.” Aynı Baldwin’in, 1961’de İsrail’e gidince, Arapların Yahudiler tarafından “kontrol edildiğini” ve “mülksüzleştirildiğini” görerek İsrail devletine karşı tutum almaya başlaması da bu nedenle şaşırtıcı değildir. Baldwin, İsrail devletinin şahsında, acılı Yahudi halkının kurtuluşunu değil, batılı sömürgecilerin koçbaşını görüyordu. Dolayısıyla ezilen siyahların kendini özdeşleştirdiği “kimlik”, tersine dönüyordu: Baldwin, Amerika’da Yahudiyi, beyaz adam olarak teşhis ediyor ve yeni siyasetini buna göre düzenliyordu. İsrail, Avrupa’nın “suçlu Hıristiyan vicdanı” ile Filistinlilere çektirdiği acının adıydı. Aşağıdaki mektup da, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, BM Büyükelçisi Andrew Young’ı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) temsilcisiyle görüştüğü için kovmasına yönelik öfkesinin bir ürünüdür. Mektup, yayınlandığı andan itibaren büyük tartışma yaratmıştı. Malum antisemitizm suçlamalarına Baldwin’in ironiyle verdiği cevap ise, “siyahların antibeyaz oldukları için antisemitik de oldukları” yönündeydi. The Nation, tam 45 yıl sonra, Baldwin’in mektubunu yeniden yayınladı.


Yeniden Doğmuşlara Açık Mektup

James Baldwin
The Nation
29 Eylül 1979

Bu makale ilk olarak The Nation dergisinin 29 Eylül 1979 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Andrew Young’la tanışmadan önce Martin Luther King Jr. ile tanışmıştım. Andy ile tanışmamızın Martin sayesinde olduğunu biliyorum. Andy bana göre Martin’in “sağ kolu” idi, kendisini öyle tanımladığı için değil. O oradaydı, kesinlikle oradaydı. Neler olduğunu gördü. Bildiklerini bilme ve gördüklerini görme sorumluluğunu kendi üzerine aldı. Andy’nin kendisini tanımlamaya çalıştığını sadece bir kez duydum: o da benimle ilgili bir şeyi bir başkasına açıklamaya çalışırken. Böylece, bir akşam, Hıristiyan ibadetinin onun için ne anlama geldiğini öğrendim. Bunu biraz açıklayayım.

Metin Matta İncilinden, 25:40: En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz.

Batı dünyasına iletmem gereken haberler olduğu için yorucu ve sıkıcı olmaktan uzak bir konumdayım – örneğin: siyah, köle ile eşanlamlı değildir. Size tavsiyem, bu çarpıcı, hantal ve istenmeyen mesaja karşı kendinizi savunmaya kalkışmayın. Bunu tekrar duyacaksınız: gerçekten de Batı dünyasının bundan sonra duyacağı tek mesaj bu olacaktır.

Bunu biraz sert bir üslupla ifade ediyorum çünkü gerekli ve çünkü şimdi bir kölenin torunu, yeniden doğmuş bir Hıristiyan’ın soyundan gelen biri olarak konuşuyorum. Countee Cullen’ın dediği gibi, benim ihtidam pahalıya mal oldu / Ben İsa Mesih’e aitim. Ayrıca Müjde’nin eski bir hizmetkârı ve dolayısıyla yeniden doğanlardan biri olarak konuşuyorum. Bana açları doyurmam, çıplakları giydirmem ve hapistekileri ziyaret etmem emredilmişti. Gençliğimden ve babamın evinden çok uzaktayım ama bu talimatları unutmadım ve asla unutmamam için ruhumla dua ediyorum. Bugün kendilerini “yeniden doğmuş” olarak adlandıran insanlar, dünyanın en zengin, en seçkin özel kulübünün, Celileli adamın girmeyi umamayacağı ya da istemeyeceği bir kulübün üyeleri haline gelmişlerdir.

En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz. Bu zor bir söz. Bununla yaşamak zor. Birbirimize karşı sorumluluğumuzun acımasız bir tanımı. İnsanın ahlaki seçimini yaptığı o sert ışık. Batı dünyasının ahlaki seçim diye bir şeyin var olduğunu unutmuş olması, benim tarihim, bedenim ve ruhum için bir ibret vesikasıdır. Dünyanın en ünlü yeniden doğmuş Hıristiyan’ının Bay Andrew Young’ı içine atmayı başardığı çıkmaz da öyle.

Batı dünyasının “enerji” krizi olarak adlandırdığı şeyin, piyasaları artık kontrol edemediğinizde, sömürgelerinize zincirlendiğinizde (tam tersi yerine), köleleriniz tükendiğinde (ve hâlâ sahip olduğunuzu düşündüklerinize güvenemediğinizde) neler yaşandığını, titizlikle düşündüğünüzde Deniz Piyadelerini ya da Kraliyet Donanmasını herhangi bir yere gönderemeyeceğinizi ya da küresel bir savaşı göze alamayacağınızı, müttefikiniz olmadığını, sadece iş ortaklarınız ya da “uydularınız” olduğunu ve herhangi bir yerde, herhangi birine verdiğiniz her sözü tutmadığınızı beceriksizce gizlediği bariz gerçekler olduğunun üzerinde fazla durmayalım. Neden bahsettiğimi biliyorum: büyükbabam vaat edilen “kırk dönümlük araziyi ve bir katırı” asla alamadı, o soykırımdan kurtulan Kızılderililer ya rezervasyonlarda ya da sokaklarda ölüyorlar ve Birleşik Devletler ile Kızılderililer arasında yapılan tek bir antlaşmaya bile uyulmadı. Bu büyük bir rekor.

Yahudiler ve Filistinliler verilen sözlerin tutulmadığını bilirler. Balfour Deklarasyonundan bu yana (I. Dünya Savaşı sırasında) Filistin beş İngiliz mandası altındaydı ve İngiltere hangi atın önde göründüğüne bağlı olarak toprakları Araplara ya da Yahudilere vaat etti. Siyonistler –Yahudi olarak bilinen insanlardan farklı olarak– birinin deyimiyle “mevcut siyasi mekanizmayı”, yani sömürgeciliği, örneğin İngiliz İmparatorluğunu kullanarak İngilizlere, bölgenin kendilerine verilmesi halinde İngiliz İmparatorluğunun sonsuza kadar güvende olacağı sözünü verdiler.

Fakat kimse Yahudileri umursamıyordu ve Yahudi olmayan Siyonistlerin sıklıkla antisemitik olduğunu gözlemlemek ilginçtir. Siyah köleleri Liberya’ya (Firestone Kauçuk Fabrikası için hâlâ köle olarak çalıştıkları yere) göndermekten sorumlu olan beyaz Amerikalılar bunu onları özgür bırakmak için yapmadılar. Onları adam yerine koymuyor ve onlardan kurtulmak istiyorlardı. Lincoln’ün niyeti köleleri “özgürleştirmek” değil, kölelerine “kaçmaları” için bir neden vererek Konfederasyon Hükümetinin “istikrarını bozmaktı.” Özgürlük Bildirisi, tam olarak, henüz bir Birlik olarak teminat altına alınamayan bir ülkenin Başkanının yetkisi altında olmayan köleleri serbest bıraktı.

Örneğin Franco’nun İspanya’sı ile İspanyol Engizisyonu; Hıristiyan kilisesinin ya da daha açık bir ifadeyle Katolik Kilisesi’nin Avrupa tarihindeki rolü ile Yahudilerin kaderi; Yahudilerin Hıristiyan dünyasındaki rolü ile Amerika’nın keşfi arasındaki bağlantıyı kimsenin kuramaması beni her zaman hayrete düşürmüştür. Çünkü Amerika’nın keşfi, Engizisyon ve Yahudilerin İspanya’dan kovulmasıyla aynı döneme denk gelmiştir. Hiçkimse Venedik Taciri ile Tefeci(*) arasındaki bağı görmüyor mu? Bu iki eserde de, sanki zaman hiç geçmemiş gibi, Yahudi, Hıristiyan’ın çıkar amaçlı pis işlerini yapıyor olarak tasvir edilir. Gördüğüm ilk beyaz adam kirayı tahsil etmek için gelen Yahudi yöneticiydi ve binanın sahibi olmadığı için kirayı o tahsil ediyordu. Aslında, yetişkin ve ünlü bir adam olana kadar, içinde uzun süre temizlik yaptığımız ve acı çektiğimiz binaların sahiplerinden hiçbirini görmedim. Hiçbiri Yahudi değildi.

Ve aptal değildim: örneğin bakkal ve eczacı Yahudiydi ve bana ve bize karşı çok çok iyiydiler. Polisler beyazdı. Şehir beyazdı. Tehdit beyazdı ve Tanrı da beyazdı. Hayatımda bir an bile “İsa’yı Yahudiler öldürdü” gibi aşağılık ve korkakça bir suçlama yankılanmadı. Bir katili gördüğümde tanırdım ve beni öldürmeye çalışan insanlar Yahudi değildi.

Fakat İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı; Batının çıkarlarının kurtuluşu için kuruldu. Artık netleşen şey budur (benim için her zaman net olduğunu söylemeliyim). Filistinliler otuz yılı aşkın bir süredir İngiliz sömürgeciliğinin “böl ve yönet” politikasının ve Avrupa’nın suçlu Hıristiyan vicdanının bedelini ödüyorlar.

Nihayet: Avrupa’nın olanca kibriyle Orta Doğu (Avrupa ne anlar ki? Hindistan’a bir geçit bulmakta bu kadar başarısız olduktan sonra) olarak adlandırdığı yerde Filistinlilerle muhatap olmadan barışı kurmak katiyen –tekrar: katiyen– umut edilemez. İran Şahı’nın çöküşü sadece dindar Carter’ın “insan hakları” konusundaki endişelerinin derinliğini ortaya çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’e kimin petrol ve İsrail’in kime silah sağladığını da ortaya çıkardı. Hecelemek gerekirse, bu beyaz Güney Afrika idi.

Pekâlâ. Yahudi, Amerika’da beyaz bir adamdır. Öyle olmak zorunda, çünkü ben siyah bir adamım ve onun varsaydığı gibi, onu Amerika’ya sürükleyen kadere karşı tek korumasıyım. Ama hâlâ Hıristiyanların kirli işlerini yapıyor ve siyahlar bunu biliyor.

Arkadaşım Bay Andrew Young, muazzam bir sevgi ve cesaretle ve sessiz, kusursuz, tarif edilemez bir asaletle, bir soykırımı önlemeye çalıştı ve ben onu korkakların ihanetine uğramış bir kahraman olarak ilan ediyorum.


(*) Tefeci (The Pawnbroker) Sidney Lumet’in 1964 yapımı filmi. Filmde Rod Steiger, Doğu Harlem’de küçük bir rehinci dükkânı işleten, Holokost’tan sağ kurtulan bir Alman-Yahudi’yi canlandırır ve çaresiz müşterilerle olan günlük etkileşimleri ile gitgide kararan bir kişi haline gelir. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Wolfgang Streeck: Kapitalizm evcilleştirilmelidir

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, kapitalizm üzerine araştırmalarıyla bilinen sosyolog Wolfgang Streeck ile Die Zeit’te yapılmış ve Thomas Fazi tarafından İngilizceye çevirmişti (her nedense, Fazi bu mülakatı yayınladığı sayfayı yayından kaldırmış). Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) “entelektüel beyni” olarak da görülen Streeck, eşitlikçi dünya görüşünü bir tür refah devleti savunusu (veya nostaljisi?) ile birleştiriyor ve demokratik bir yenilenme için ulus-devlet ölçeğine dönmeyi (veya o ölçeği yeniden kazanmayı) vaaz ediyor. Streeck’in BSW’den asgari beklentisi, kapitalizmin altın çağında, kapitalizmi de evcilleştiren dayanışma mekanizmalarının ortadan kalkmasının ardından, yeni dayanışma mekanizmalarını başka bir düzlemde yeniden kurmasından ibaret görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


“Kapitalizm evcilleştirilmelidir”

Wolfgang Streeck’in Die Zeit için Lars Weisbrod’a verdiği röportajın İngilizce çevirisi. [Orijinal röportaj]

Wolfgang Streeck, Köln’deki Max Planck Toplum Araştırmaları Enstitüsü’nün emeritus direktörü olan Alman sosyolog ve politik iktisatçıdır. Streeck’in çalışmaları kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilimlere, özellikle de iktisadi sistemlerin toplumsal ve siyasi yapıları nasıl etkilediğine odaklanmaktadır. Önemli kitapları arasında  neoliberal politikaların uzun vadeli sonuçlarını incelediği Buying Time: The Delayed Crisis of Democratic Capitalism [Zaman Kazanmak: Demokratik Kapitalizmin Ertelenmiş Krizi] yer almaktadır. Streeck, gelişmiş ekonomilerde kapitalizmin geleceğine ilişkin tartışmalara yaptığı katkılarla tanınmaktadır.

Zeit: Şu anda ne düşünüyorsunuz, Bay Streeck?

Wolfgang Streeck: On yıllardır politik iktisat üzerine çalışan benim gibi biri, bugün, toplumlara bakış açımızın uzun zamandır sınırlı olduğunu, çünkü genellikle ulusal toplumlarla uğraştığımız gerçeğini göz ardı ettiğimizi fark etmekten kendini alamıyor. Örneğin demokratik kapitalizmin tarihi, ancak tek tek ulusal toplumlar ile küresel toplum arasındaki bağlantıları incelediğimizde anlaşılabilir.

Zeit: Sahra Wagenknecht’in siyaseti üzerinde önemli bir entelektüel etkiye sahip olduğunuz düşünülüyor. Sahra Wagenknecht İttifakı’nın (BSW) Saksonya ve Thüringen’deki başarısından memnun musunuz?

Streeck: Tanrım, nadiren memnun oluyorum ama büyük bir sempati ile bakıyorum. Alman siyasi sisteminin krizi yadsınamaz ve bu sadece Almanya’ya özgü bir olgu olmayıp tüm Batılı kapitalist toplumlarda gözlemlenebilir: merkezin çöküşü, sosyal demokrasinin gerilemesi ve daha önce yerleşik parti yelpazesinde yeri olmayan çıkar ve değerleri temsil eden yeni partilerin ortaya çıkışı. Bu genellikle bir çürüme süreci olarak tanımlanır, en azından eski partilerin perspektifinden bakıldığında bu şekilde görülebilir. Fakat demokrasiyi vatandaşların farklı deneyimlerine yer veren, bu deneyimleri ifade etmelerine ve siyasete taşımalarına olanak tanıyan bir kurum olarak anlıyorsanız, bunu bir demokratik yenilenme süreci olarak da tanımlayabilirsiniz. Bu yeni partilerin birçoğu gerçekten de hiç sempatik değil: örneğin Trump ve Hollanda, İtalya, Fransa’daki benzerleri. Fakat demokrasiyi başarısız siyasi elitleri oylama fırsatı olarak anlıyorsanız, o zaman yine de şunu kabul edebilirsiniz: evet, demokrasi seçmenlerin iradesinin bu tür bir şekilde ifade edilmesi için vardır.

Zeit: Fakat bu sağcı popülist partiler antidemokratik hedefleri takip ediyor.

Streeck: Evet, eğer demokrasiyi birbirimize iyi davranmak, Habermasçı bir söylem kültürünü sürdürmek ya da başkalarının sahip olmadığı bazı değerlere sahip çıkmak olarak tanımlıyorsanız, bu tanıma göre bu yeni partiler kesinlikle demokrat değildir. Fakat seçimlerle ilgili yorumlarda yeterince tartışılmayan bir konu, bu iki federal eyalette seçime katılımın yaklaşık yüzde on puan artmış olmasıdır. Bu sansasyonel bir durum, zira seçimlere katılım sürekli olarak düşmekteydi. İnsanların bu seçimleri yeniden ciddiye almaya başlaması, bir demokrasi destekçisi olarak benim kötü olarak görmediğim bir şey. Özellikle de Wagenknecht’in partisi daha önce oy kullanmayan seçmenleri harekete geçirdi. Ayrıca tüm bu merkezci mobilizasyon çabalarının –çoğunluğu yüz binlerle ifade edilen duyarlı insanların sokaklara döküldüğü bu gösterilerin– AfD’nin sonuçları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmadığı da ortaya çıktı. Bu da benim merkezci endoktrinasyon olarak adlandırdığım şeye karşı nüfusun bazı kesimlerinde ilginç bir direnç olduğunu gösteriyor. Merkezci siyasetin bariz sorunlarını bir cephe yaratarak örtbas etmeye çalışan bir endoktrinasyon: “Biz, demokratlar, otoriterliğe karşıyız!” Bu arada, kendinden menkul demokratik güçler altyapının çürümesinden, eğitim sisteminin sefaletinden, okullardan, kreş eksikliğinden, demiryollarından, 1960’lar ve 1970’lerden kalma fiziksel ve kurumsal altyapının çöküşünden sorumludur; buna bir de göçmen politikasını ekleyin. Merkez, bu sorunlar karşısında durmakta ve bu konuda nasıl hiçbir şey yapılamadığına hayret etmektedir. Ve sonra bu harekete geçememe durumu, sözde popülistler tarafından verilen sözde basit cevapların aksine, karmaşık sorunlara karmaşık bir yanıt olarak ilan ediliyor.

Zeit: BSW ile kişisel bir ilişkiniz var mı?

Streeck: Ben bir sempatizanım, ama aynı zamanda 78 yaşındayım ve çok sabırsız olduğum için artık parti toplantılarına katılamıyorum. Aktif bir üye değilim. Fakat son yıllarda yazdıklarımın çoğunun parti çevrelerinde kabul gördüğünü görüyorum ve bence bu iyi bir şey. Yeniden siyasi sorumluluk alabileceğimiz bir yere ihtiyacımız var ve bu yer de ancak demokratik ulus-devlet olabilir. Dahası, Almanya’da sorulması gereken önemli sorular şu anda sadece marjlardan gelebilir; CDU, SPD veya [FDP’li Christian] Lindner’den  gelemez. Fakat Wagenknecht gibi kendi metinlerini yazarak kendini diğerlerinden ayıran bir siyasetçi bunu yapabilir.

Zeit: Az önce birçok siyasi sorunu sıraladınız ve ardından göç konusunu eklediniz. Ama Solingen’deki saldırıdan bu yana asıl mesele bu değil mi?

Streeck: Sorun sadece insanların festivallerde bıçaklanmak istememesi değildir. Toplumlar kendilerini, yeni gelenlerin de benimsemesini bekledikleri önceki anlayış ve anlaşmalarla tanımlarlar. Ve burada, Avrupa toplumları artık büyük ölçekli göçle nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikre sahip değil. İnsanları nasıl entegre edersiniz, gettoların oluşmasını nasıl engellersiniz? Bizler “Habermasçı insanlar” değiliz; ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz, fakat tabiri caizse, belirgin görünümleri güveni teşvik eden gelenek ve görenekler var. Ayrıca, göç koşulları altında ortaya çıkan yabancılaşma etkisinin siyasi olarak yönetilebilir olması gerekir; bunun için bir şeyler bulmalısınız. İnsanları ırkçı olmamaları konusunda uyarmakla yetinemezsiniz. Bu ülkedeki göçmenlerin büyük çoğunluğunun toplumun merkezine girmeyi başarmasını sağlamak zorundasınız. Çünkü bunu başaramayanlar, bu topluma karşı siyasi açıdan verimsiz ve tehlikeli hınçlar biriktiriyor.

Zeit: Siz ve Wagenknecht kendinizi kapitalizm eleştirmeni olarak görmeye devam ediyorsunuz. O halde bu tür kültüralist kategorilere başvurmak tuhaf değil mi? Rekabetçi bir toplumun zorunlu olarak ürettiği kaybedenlerin şehrin bazı bölgelerinde varlıklarını sürdürmelerine yol açan iktisadi nedenler vardır. Bunun kültürel farklılıklarla hiçbir ilgisi yoktur.

Streeck: “Kapitalizm eleştirmeni” terimine katılmıyorum. Ben bir kapitalizm teorisyeniyim. Kapitalizm eleştirisinin sosyolojik, tarihsel ve siyaset bilimi geleneğini, kapitalizmin sürekli değişen biçimiyle neyle ilgili olduğunu anlamak istediğim anlamında ciddiye alıyorum. Mesele sadece belirli insanların rekabetçi bir ortamda kaybetmeleri değil, bu konuda bir şeyler yapabilecek kaynakların ortaya çıktığı bir yaşam bağlamında var olup olmadıklarıdır. Sosyalleşme ve eğer böyle adlandırmak isterseniz, sömürü kolayca birbirinden ayrılamaz. Kapitalizmde siyaset aynı zamanda onun yaratıcı yıkıcı gücünü kontrol altına alma girişimidir ve bunun ön koşullarından biri dayanışmadır. Fakat dayanışma koşulları artık karşılanmıyorsa, o zaman kapitalizm evcilleştirilemez. Ve evcilleştirilmelidir, aksi takdirde cinayet ve adam öldürme hüküm sürecektir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen dayanışma kaynaklarının çoğu –güçlü sendikalar veya kitlesel siyasi partiler gibi– neoliberal yıllarda temelden zayıfladı. Kitlesel siyasi partiler üye kaybediyor, reklam profesyonellerinden –ya da ısıtma uzmanlarından (Almanya’nın tartışmalı ısıtma yasasınabir gönderme)– oluşan bir çekirdeğe doğru küçülüyor. Geriye kalan yerel dayanışma toplulukları göçmenleri entegre etmeyi başarmalı ve ardından birlikte mücadele etmelidir. Bugün federal düzeyde bile sözde göçmen kökenli insanlardan çok güçlü bir şekilde etkilenen IG Metall gibi iyi örnekler her zaman vardır. Fakat tüm bunların öğrenilmesi ve inşa edilmesi gerekiyor ve hiçbir şekilde bir gecede gerçekleşemez.

Zeit: Bunun için neden Sahra Wagenknecht İttifakı’na ihtiyacınız var? CDU’da da benzer şekilde göçe şüpheyle yaklaşan pozisyonlar bulabilirsiniz.

Streeck: Çünkü doğru sorular sorulmalı ve çünkü sorulara boş cevaplar verilmemesini sağlamalısınız. Parlamento ne için vardır? Kürsünün arkasında hükümetin hayatını zorlaştıracak kadar bilgili insanların olması içindir. AfD bunu yapamaz; sadece kızgınlıklara hitap eder. Başka bir örnek vermek gerekirse, göç politikasının yanı sıra: dış politikamız hakkında gerçek bir tartışma nerede yapılıyor? BSW dışında doğru soruları kim soruyor? Şansölye bir basın toplantısında 2026’dan itibaren Almanya’da nükleer kapasiteli orta menzilli Amerikan füzelerinin konuşlandırılacağından bahsediyor. Arkasından hiçbir tartışma gelmiyor. Aslında bu, Avrupa’nın güvenlik mimarisinde benzersiz bir değişiklik. Bunu istiyor muyuz? BSW parlamentoda bu tür soruları gündeme getirmeyi başarabilir ve böylece bu sorulardan artık kaçınılamaz. Amaç, eski merkezin üstünü örtmeye, piyasaya bırakmaya veya Brüksel’e kaydırmaya çalıştığı gerçek sorunları ele almak için ulusal siyasi arenayı geri kazanmaktır. Belki de yeniden canlanan demokratik bir kamusal alanda duyarlı bir devleti yeniden tesis etmeyi başaracaktır. Her şey burada başlar; demokrasinin dayandığı kaynak budur. “Otoriterlere karşı demokratlar” gösterileriyle gerçek soruların üstünü örterek bu kaynağın kasıtlı olarak etkisizleştirilmesi, kasıtlı olarak altını oymaktadır. O zaman resmi sözde söylem şu hale gelir: “Wagenknecht milliyetçidir!” Evet, başka ne olabilir ki, ulus-devletlerimiz var ve nihayetinde bu, bir toplum olarak çıkarlarımızı formüle etmek ve savunmak için potansiyel olarak etkili tek aracımız.

Zeit: Liberalizm ve kapitalizm de sağ tarafından özenle teorize ediliyor ve eleştiriliyor. Sizin pozisyonunuzu muhafazakâr ya da gerici bir pozisyondan ayıran nedir?

Streeck: En önemli hocam New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Amitai Etzioni adında bir adamdı. Sosyologların sosyoloğuydu. İlginç bir hayatı vardı. Köln’de doğmuş, İsrail’de bir kibbutzda büyümüş, Martin Buber’in öğrencisi olmuş ve doktorasını Berkeley, Kaliforniya’da yapmıştı. Etzioni daha sonra komüniteryanizmin mucidi olarak kabul edildi. Bu teori, Etzioni’nin toplumlar arasındaki yaşam deneyimini ve belirli topluluklarla olan bağlantısını bir araya getirmiştir. Örneğin kibbutz onu hiç terk etmedi. Deneyimleri, insanların bir topluluğa entegre olamazlarsa ve kendilerini diğer gruplardan ayıran bir ortaklık duygusu geliştiremezlerse yaşayamayacakları yönündeydi. Fakat aynı zamanda insanlar, herkesin eşit derecede insan olduğu bir bağlama uyum sağlamaya da muhtaçtır. Bu, Habermasçı evrenselcilerde ortaya çıkan ve insan topluluklarının aslında ahlaki açıdan meşru tek bir insan topluluğu olan bir bütün olarak insanlık olana kadar daha da yukarılara çekildiği aşırı seyreltmeye bir alternatiftir. Etzioni’nin komüniteryanizmi böyle bir kavramın sosyolojik olmadığını ve bu nedenle de başarısız olmaya mahkum olduğunu anlamıştır. Günümüz koşullarında sorun bana, gerçekte sadece depolitizasyon ve teknokrasi anlamına gelen bir evrenselciliğin nasıl daha da ilerletileceği değil, gerçek “çeşitliliğin” kendi evinde olduğu taban denilen şeye nasıl biraz daha inileceği gibi görünüyor. İnsanlar içinde yaşadıkları somut topluluklarda kendilerini nasıl güçlendirebilirler?

Zeit: Eğer durum buysa, neden AfD’yi ve Björn Höcke’yi desteklemiyorsunuz?

Streeck: Aman Tanrım. Höcke ve takipçilerinin tek bir tutarlı düşüncesini bile bilmiyorum. Hepsi alaycı sembolik provokasyonlardan ibaret. Ama bir şekilde muhafazakâr olsaydı bile, onunla hiçbir işim olmazdı. Sağ muhafazakârlar doğal bir hiyerarşiye, daha iyi olanların daha az iyi olanlara ne yapmaları gerektiğini söylemek için orada olduğu bir dünyaya inanırlar. Fakat ben din değiştirmemiş bir eşitlikçiyim: tüm insanlar eşit değerdedir. Dahası, sağcı muhafazakârlar bu dünyada barış olamayacağına inanırlar: Schmittçi varoluşsal düşmanlar vardır ve ancak onların yaşamasına izin vermezsek yaşayabiliriz. Bu sonuncusu, Amerikan neoconlarının ve dışişleri bakanımız da dahil olmak üzere Avrupalı NATO muhafazakârlarının ana teması haline gelmiştir.

Zeit: Annalena Baerbock’u Höcke ile mi kıyaslıyorsunuz?

Streeck: Eğer bu savaşın ancak Putin’i Lahey’e teslim ettiğimizde sona erebileceğini söylüyorsanız, bu nihai zafer anlamına gelir: Alman tankları Moskova’da. Ben de bunu tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyorum.

Zeit: Bu retoriğe eleştirel bir gözle bakabilirsiniz, fakat aslında bu evrenselci değerler adına bir taleptir – Schmittçi düşman düşüncesi adına değil. Tam tersi: tikelci, cemaatçi konumunuz aslında kendinizden farklı bir düşmanın varlığına dayanıyor.

Streeck: Of, hadi ama. Dünyada başkalarının da olduğu gerçeği, başa çıkmamız gereken bir gerçektir. Onları sevmek zorunda değilsiniz ama onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız. Etzioni’ye geri dönecek olursak: dünya topluluklardan oluşur ve siyasetin görevi, şans ve beceri ile bunları mümkün olduğunca iyi bir şekilde topluluklar topluluğu olarak organize etmektir; bu arada, bu oldukça orijinal olmayan bir şekilde Birleşmiş Milletler Şartı’nda yazılmıştır. Bir kez daha, herhangi bir sağcı gruba katılmamın neden imkansız olduğunu anlıyorum: aşağı yukarı hepsi, doğal olarak ait oldukları bir azınlığın çoğunluğa ne yapması gerektiğini söyleme hakkına sahip olduğu varsayılan elitist bir dünya görüşüne bağlılar. Ben bunu destekleyemem; ben son derece eşitlikçiyim. Benim için her insanın yaşam deneyimi eşit derecede değerlidir, işte bu nedenle bir demokraside, Nobel Ödülü sahibi olsun ya da olmasın, herkesin lise notlarına göre ağırlıklandırılmamış tam olarak bir oyu ve yalnızca bir oyu vardır. Buna karşı çıkan biri benim arkadaşım olamaz. BSW ile ilgili olarak: siyasi hareketleri kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört çeyrek oluşturur ve bunlardan üçü doludur. Dördüncü çeyrek, kültürel olarak muhafazakâr ve sosyo-politik olarak ilerici, şimdiye kadar işgal edilmemiştir. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English