Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Lübnan’ın Hayaletleri: İsrail, 1982 işgalinden ders almadı mı?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Celile Barış Operasyonu olarak adlandırdığı 1982 Lübnan işgali ile bugünkü Gazze katliamları arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor. O zamanki İsrail hükümetinin belirlediği FKÖ’yi ve diğer Filistinli grupları bitirme hedefi ile bugün Netanyahu’nun Hamas’ı bitirme hedefini tartışan makalenin yazarı Johns Hopkins Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası Çalışmalar bölümünde yardımcı doçent olan Sarah E. Parkinson, İsrail’in geçmişte bu hedefe ulaşamadığını bugün de ulaşamayacağını söylüyor. Lübnan’daki Filistinli gruplar üzerine çalışması bulunan Parkinson, “Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak” diyor:

***

Lübnan’ın Hayaletleri

Gazze’yi Nelerin Beklediğini Görmek İçin İsrail’in 1982’deki İşgaline Dönüp Bakın

Sarah E. Parkinson

İnsanlar artık buraya Mukhayyam el-Shuhada yani Şehitler Kampı diyor. İsrail sınırına yakın güzel tepeler ve narenciye bahçeleri arasında yer alan mülteci yerleşimi, Filistinli örgütler tarafından kurulan kapsamlı bir sosyal hizmet, siyasi ve militan toplama aygıtına ev sahipliği yapıyordu. Dolayısıyla işgal başladığında kamp İsrail’in listesinde üst sıralardaydı. Önce İsrail destekli paramiliter güçler, topluluğu kuşatarak sivilleri içeride hapsetti. Ardından iki düzine İsrail Savunma Kuvvetleri tankı geldi. Görgü tanıklarına göre, IDF tankları kaçış yollarını yok etmek ve yeraltı sığınaklarına girmek için binaların merdivenlerine -genellikle bir yapının en zayıf noktası- ateş açtı. Bu ateşi yoğun hava bombardımanı takip etti. Bir bomba toplum merkezine isabet etti; orada barınan 96 sivilden sadece ikisi hayatta kaldı. Kamptaki Filistinli milisler üç buçuk gün boyunca direndi. Sonunda IDF onları bastırmak için beyaz fosfor da kullandı. Hayatta kalanlar, kimyasalın havada bıraktığı izleri ve insanların derisinde oluşan siyah, kratere benzer yanıkları hatırladıklarını söylüyorlar. Topluluk liderlerine göre bu savaşta kampın 16 bin sakininden yaklaşık 2 bin 600’ü öldü.

Bu saldırı, IDF’nin Filistin şehirlerine ve mülteci kamplarına yönelik saldırılarında tanklar, hava saldırıları ve (insan hakları gruplarına göre) beyaz fosfor kullandığı İsrail’in Gazze’deki mevcut savaşından bir sahne olabilir. Ancak bu savaş aslında 41 yıl önce yaşanan bir çatışma sırasında meydana geldi. Şehitler Kampı’nın resmi adı olan Burj el-Şamali’ye yapılan saldırı, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali sırasında yaşanan ilk şehir savaşlarından biriydi. Savaş, Filistinli bir grubun İsrail’in Birleşik Krallık Büyükelçisine suikast girişiminde bulunmasının ardından başlamıştı. İşgalin ilk hedefi Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, gerilla gruplarını (El Fetih ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi) ve diğer Filistinli militan grupları ortadan kaldırmaktı. Ancak İsrailli yetkililerin başka emelleri de vardı. Güney Lübnan’da Filistinlilerin askeri ve sivil altyapısını hedef alan İsrailli liderler, İsrail-Lübnan sınırı boyunca bir tampon bölge oluşturmayı, Suriye’nin Lübnan’daki varlığına son vermeyi ve Beyrut’ta dost canlısı, sağcı bir Hıristiyan hükümet kurmayı umuyordu.

İsrail’in Lübnan’ı işgali ile Gazze’deki operasyonları arasındaki benzerlikler sadece taktik seçiminin ötesine geçiyor. O zaman da şimdi olduğu gibi işgal, Filistinlilerin şok edici bir saldırısının ardından başlamıştı. O zaman da şimdi olduğu gibi İsrail’in şahin liderleri maksimalist bir karşılık vermeyi tercih ettiler. O zaman da şimdi olduğu gibi, çatışmaların çoğu yoğun nüfuslu kentsel alanlarda gerçekleşmiş ve militanlar genellikle sivillerin arasına karışmıştı. Ve şimdi olduğu gibi o zaman da IDF orantısız güç kullandı.

Bu paralellik iç açıcı değil. Eğer Lübnan bir yol göstericiyse, İsrail’in Gazze’deki savaşı hem Filistinliler hem de İsrailliler için kötü sonuçlanacak. Askeri üstünlüğüne rağmen İsrail, FKÖ’yü ortadan kaldırmayı hiçbir zaman başaramadı. Bunun yerine, IDF’nin başlıca başarıları on binlerce sivili öldürmek; Filistinli grupları yıllarca vur-kaç operasyonları yürüten daha küçük hücrelere bölmek; yeni bir Lübnanlı militan parti olan Hizbullah’ın yükselişine ilham vermek ve 2000 yılına kadar süren bir işgalde binden fazla kendi vatandaşını kaybetmek oldu. Bu, halihazırda yeniden yaşanmakta olan bir model. IDF’nin saldırısı sonucu Gazze’deki birçok hastaneyle iletişimin kesildiği 12 Kasım itibariyle, çatışmalar nedeniyle en az 11 bin Filistinli sivil hayatını kaybetti ve bu rakam artmaya devam edecek. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısında çoğu sivil olmak üzere yaklaşık bin 200 İsrailli katledildi ve Hamas, saldırı sırasında alınan 240 İsrailli rehineden bazılarının IDF bombardımanlarında öldüğünü iddia etti. İsrail ordusu da Gazze’de en az 39 askerini kaybetti.

Her şey söylenip yapıldığında İsrail’in Hamas ya da İslami Cihad’ı ortadan kaldırması pek olası değil. IDF’nin 1982’de FKÖ ve birçok gerilla grubuna yaptığı gibi onları önemli ölçüde zayıflatabilir. Ancak gruplar kendilerini yeniden yapılandıracak ve tıpkı 1980’lerin sonunda İslamcı grupların yaptığı gibi, boşluğu doldurmak için başka örgütler ortaya çıkacak. Bunun yerine İsrailli karar vericilerin keşfedeceği şey, zaten anlamış olmaları gereken ve bölge uzmanlarının yıllardır bildiği bir şey: İsrail-Filistin çatışmasının askeri bir çözümü yok.

İSRAİL’İN VİETNAM’I

Filistinli mülteciler, 1948 Nakba yani “felaket” olarak adlandırılan dönemden beri Lübnan’da yaşıyor. Bu dönemde 700 binden fazla Filistinli, İsrail’in oluşacağı topraklardan Arapları sürmeyi hedefleyen Siyonist paramiliter gruplar tarafından zorla yerlerinden edildi. Bu mültecilerin 100 bin ila 130 bini Lübnan’a kaçtı. Filistinlilerin çoğu Lübnan’ın sahil kasabalarına -geçici olarak- yerleşti. Aralarında en yoksul olanlar mülteci kamplarına gitti. Yasalar Filistinlilerin mülk sahibi olmasını, 72 farklı meslekte çalışmasını ya da vatandaşlığa geçmesini engelleyerek birçoğunu kalıcı yoksulluğa ve ikinci sınıf statüsüne mahkûm etti.

1969’da Lübnanlı ve Filistinli yetkililer, mülteci kamplarının yönetimini Lübnan istihbaratının bir kolundan FKÖ’ye devreden Kahire Anlaşması’nı imzaladı. FKÖ daha sonra Lübnan’da, kendisini oluşturan militan gruplar aracılığıyla geniş bir yönetim ve sosyal hizmet aygıtı oluşturmak için yıllarını harcadı. El Fetih ve Filistin Demokratik Kurtuluşu Cephesi gibi bu gerilla grupları anaokulları ve sağlık klinikleri inşa ederken izci birliklerine ve dans takımlarına sponsor oldular. Eş zamanlı olarak eğitim kampları kurdular ve marjinalleştirilmiş mülteci nüfusun yanı sıra Lübnanlı topluluklardan da yoğun bir şekilde eleman toplayarak güney Lübnan’ı kuzey İsrail kasabalarına Katyuşa roketleri ve ölümcül isyan operasyonları düzenlemek için bir üs haline getirdiler. İsrail de buna Filistin kamplarını ve Lübnan sınırındaki köyleri defalarca bombalayarak, hedefli suikastlar ve komando baskınlarıyla karşılık verdi.

IDF aynı zamanda daha büyük operasyonlar da gerçekleştirdi; İsrail’in 1982’deki işgaline verdiği isim olan “Celile için Barış” bunlardan ilki değildi. Aslında IDF, dört yıl önce onlarca İsraillinin ölümüne neden olan El Fetih’in öncülük ettiği sınır ötesi bir otobüs kaçırma eylemine yanıt olarak Güney Lübnan’ı işgal etmişti. 1978 işgali 1982 işgalinden daha küçüktü ama yine de 285 binden fazla insanı güney Lübnan’dan sürmüş ve binlerce Lübnan vatandaşı ve Filistinliyi öldürmüştü. İşgal, İsrail’in çekilmesini isteyen iki BM kararının kabul edilmesi, bu kararları uygulamak üzere Lübnan’da BM Geçici Gücü’nün kurulması ve İsrail ile FKÖ arasında bir ateşkes anlaşmasıyla sona erdi. Ancak Filistinli militan hareketi zayıflatmadı.

Celile Barış Operasyonu 1978 planından daha kapsamlı ve kesin olacak şekilde tasarlanmıştı. Ancak başlangıçta hızlı olması da gerekiyordu. Askeri ve istihbarat karar vericileri başlangıçta operasyonu 48 saatlik bir görev olarak planlamıştı. IDF geri çekilmeden önce 40 kilometrelik bir sınır bölgesi içindeki FKÖ altyapısını ve gerilla tesislerini ortadan kaldıracaktı.

Ancak haziran başında başlatılan Celile Barış Operasyonu, görev sürüncemesinden ve ortak fikirden hemen etkilendi. IDF Genelkurmay Başkanı Rafael Eitan ve Savunma Bakanı Ariel Şaron özellikle kavgacı bir tutum sergileyerek ordunun Lübnan topraklarında planlanandan çok daha derinlere inmesi için bastırdılar. Şaron, şimdiki İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu gibi, savaşı kendi siyasi çıkarlarına hizmet etmek için sürdürmekle suçlandı. (İsrail’de yapılan kamuoyu yoklamaları, yolsuzluktan yargılanan ve savaş sona erdiğinde görevden alınması muhtemel olan Netanyahu’ya desteğin çok düşük olduğunu gösteriyor).

Netanyahu’nun kabinesi, 1982’de İsrail Başbakanı Menachem Begin’in kabinesi gibi, sertlik yanlılarının hakimiyetinde ve bu nedenle agresif bir yol izliyor. İsrail güçleri Gazze’nin en büyük kentinin içinde savaşıyor ve hükümetin maksimalist hedefi -Hamas’ı ortadan kaldırmak- savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğine dair belirgin bir strateji olmadığı anlamına geliyor. Lübnan’da da benzer şekilde kavgacı ve kesin olmayan bir strateji on binlerce sivilin hayatına mal oldu ve ülkenin altyapısını yerle bir etti. Hatta Şaron ve Eitan 1982 yazında IDF’yi Beyrut’u kuşatmaya yönlendirerek 620 binden fazla nüfusa sahip başkente bir ay boyunca su, gıda, elektrik ve ulaşımın kesilmesine neden oldu. İsrail sonunda FKÖ’yü ve gerillaları geri çekilmeye zorladı ama ancak aralarında 5 binden fazla sivilin de bulunduğu en az 6 bin 775 Beyrutluyu öldürdükten sonra.

İsrail Gazze’ye yönelik çok daha kapsamlı bir kuşatma yürütüyor ve bunun sonuçları da benzer şekilde feci oluyor. Ancak İsrailli liderler insani maliyetlerden rahatsız görünmüyor. Örneğin İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, ülkesinin “insansı hayvanlarla” savaştığını ve buna göre hareket edeceğini açıkladı. Gallant’ın bu sözleri, Nisan 1983’te İsraillilerin “toprağa yerleştikten sonra Arapların yapabileceği tek şeyin şişedeki uyuşturulmuş hamamböcekleri gibi oradan oraya koşuşturmak olacağını” söyleyerek övünen Eitan’ın duygularını yansıtıyor.

Eitan’ın şaşırtıcı derecede insanlıktan dışı değerlendirmesi, IDF’nin güney Lübnan’da neden bu kadar sorun yaşadığının bir kısmını gösteriyor. Üstünlüklerine inanan İsrailli askeri liderler, yoğun bir Filistinli ya da Lübnanlı direnişi beklememiş ya da buna uygun bir eğitim almamışlardı. Sonuç olarak, İsrail kuvvetleri Lübnan’ın büyük şehirlerini birbirine bağlayan sahil otoyolunda ilerlediklerinde, yoğun nüfuslu, yoksul mülteci kamplarında ve yerel Lübnanlı topluluklarda karşılaştıkları şiddetli muhalefet karşısında çoğu zaman bunalıma girdiler. Birçok Filistin Kurtuluş Ordusu birliği çökerken ve gerilla komutanları IDF ateşi altında kaçarken bile, kamp düzeyindeki milisler yani kendilerini kendi topluluklarını savunmaya adamış gruplar, bireysel olarak IDF’yi şehir savaşına çekerek, tankları havaya uçurarak ve çok sayıda İsrailli subayı öldürerek günlerce oyalamayı başardılar.

Örneğin IDF’nin Sayda kentindeki bir mülteci kampı olan Ayn el-Hilve için verdiği mücadeleyi hatırlayın. Bütün bir hafta boyunca Filistinli milislerden oluşan gruplar, İsrail güçlerini pusuya düşürmeden önce dolambaçlı sokaklardan, derme çatma binalardan ve yeraltı tünellerinden kaçarak İsrail ordusunu engelledi. Sadece küçük silahlar kullanarak IDF’nin zırhlı personel taşıyıcılarını ve tanklarını havaya uçurdular. En azından bir Filistinli genç, roket güdümlü el bombalarıyla tank kulelerini tam doğru noktadan vurma, tankların bağlantılarını tahrip etme, araçları etkisiz hale getirme ve içindeki askerleri açığa çıkarma becerisiyle ünlendi. Kamp İsrailliler için o kadar öldürücüydü ki IDF, güvenlik için her gece geri çekiliyor ve gündüz elde ettiği toprak kazanımlarını feda ediyordu. Sonunda IDF kampı ele geçirmek, kalıntılarını buldozerle yıkmak ve kuzeye doğru ilerlemeye devam etmek için konvansiyonel mühimmat ve beyaz fosfor da dahil yangın çıkarıcı silahlarla bombardımana başvurdu.

İsrail’in direnişi ortadan kaldırmaya çalıştığı tek yol kara savaşı değildi. Ordu aynı zamanda kitlesel tutuklamalara da başvurdu ve sadece 1982 yılında tek bir esir kampında 9 bin 064 Filistinli ve Lübnanlı erkeği gözaltına aldı. Ancak bu da IDF için geri tepti. Sorgulamalara ve dayağa maruz kalan mahkumlar -hepsi militan değildi- hem ayaklandılar hem de firar ettiler. Gerilla savaşçısı olan pek çok kişi eski gruplarına geri döndü ve savaşmaya devam etti. Kitlesel hapis ve kampların yıkılması, İsrail güçlerinin yardım etmeye hazır olmadığı ve IDF’nin en güçlü eleştirmenlerinden bazılarına dönüşen geniş bir evsiz Filistinli kadın, çocuk ve yaşlı nüfusu da yarattı. Örneğin Ayn el-Hilve’deki Filistinli kadınların öncülük ettiği bir protesto hareketi, içinde bulundukları kötü duruma dikkat çekmek için uluslararası insan hakları grupları, medya kuruluşları ve Birleşmiş Milletler ile temasa geçti. Gösteriler düzenlediler, yolları kapattılar ve Birleşmiş Milletler’in sağladığı yetersiz çadırları sembolik olarak yaktılar; bu eylemler hem gazeteciler hem de insan hakları örgütleri tarafından haberleştirildi. İsrail’in zaten zor durumda olan uluslararası itibarı bir darbe daha aldı.

Bugün de İsrail’in itibarı pek iyi durumda değil. Hamas’ın acımasız saldırısının ardından artan sempatinin ardından, çatışmayla ilgili haberler giderek Gazze’de IDF’nin neden olduğu katliama odaklandı. Uluslararası yayın organları Batı Şeria’da İsrailli yerleşimci milislerin uyguladığı şiddete ilişkin haberler de yayınladı. The New York Times, The Washington Post, Reuters ve insan hakları örgütlerinin raporlarına göre Batı Şeria’daki yerleşimciler 7 Ekim’den bu yana biri çocuk olmak üzere sekiz Filistinliyi öldürdü. Yerleşimcileri koruyan IDF ise 45’i çocuk olmak üzere en az 167 kişiyi daha öldürdü. Yerleşimciler Filistinlileri öldürmenin yanı sıra kundaklama, silahlı saldırı ve ölüm tehditleri kullanarak yaklaşık bin Filistinliyi köylerinden kovdu. Bu saldırılar 1982 ve 1983 yıllarında Lübnanlı sağcı milislerin Sayda’da yine IDF’nin gözetimi altında Filistinli nüfusu tehdit edip kovduğu şiddet olaylarına benziyor.

Aslında IDF-milis ittifakı Celile Barış Operasyonu’nun en kötü şöhretli katliamının gerçekleşmesine yol açtı. Eylül 1982’de İsrail’in müttefiki ve Lübnan Cumhurbaşkanı seçilen Beşir Gemayel’in bir bombayla öldürülmesinin ardından IDF Batı Beyrut’u işgal etti ve Sabra-Şatilla mülteci kampını kuşattı. IDF daha sonra Filistinlilerin kampa ya da çevresindeki mahallelere giriş çıkışlarını engelledi. Ancak IDF’ye bağlı Hıristiyan Lübnanlı milislerin bölgeye girmesine izin verdi. Bu milisler iki gün boyunca Sabra-Şatilla kampını çevreleyen bölgeye saldırarak en az 2 bin Filistinli sivili öldürdü ve işkence ve cinsel şiddet eylemleri de dahil bir dizi başka zulme imza attı. Bu arada IDF askerleri bölgeyi bombaladı ve işaret fişekleriyle aydınlattı.

Katliam, İsrail de dahil olmak dünyanın dört bir yanındaki insanları öfkelendirdi. Yaklaşık 350 bin İsrailli Begin ve Şaron’u istifaya çağıran ülke çapındaki protestolara katıldı ve hükümeti katliamla ilgili bir kamu soruşturması yürütmeye teşvik etti. Sonuçta ortaya çıkan Kahan Komisyonu, Şaron’un şiddetten şahsen sorumlu olduğuna karar verdi ve Eitan’ın eylemlerinin “görev ihlali ile eşdeğer” olduğunu ilan etti. Şaron istifa etmek zorunda kaldı ve Eitan da 1983 yılında emekli oldu. Begin de aynı yıl içinde istifa etti.

EMSAL OLARAK GEÇMİŞ

Kısmen ABD’nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Philip Habib’in aracılık ettiği müzakereler 1982 yazına yayıldı. Ağustos ayında taraflar ateşkes üzerinde anlaştı. Ateşkes şartlarına göre FKÖ ve gerilla gruplarının üyeleri -toplam 14 bin 398 kişi- Lübnan’ı terk etti. İsrail ve Suriye birlikleri de Beyrut’tan çekilmeyi kabul etti. Tahliyeyi kolaylaştırmak, Filistinli sivilleri korumak ve ateşkesin sürdürülmesine yardımcı olmak üzere ağustos ayında İngiltere, ABD, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan barışı koruma misyonu oluşturuldu. FKÖ ve El Fetih merkezlerini Tunus’a taşırken, diğer gerilla grupları da çeşitli Arap ülkelerine dağıldı. Sabra-Şatilla katliamı bir aydan kısa bir süre sonra meydana geldi.

Katliam, FKÖ’nün yenilgisinin savaşın sonu olmadığının pek çok göstergesinden sadece biriydi. FKÖ’nün de sonu değildi. İsrail birçok gerilla komutanını öldürmeyi ve FKÖ’nün Lübnan’da üslenmesini engellemeyi başarmış olsa da örgüt Tunus’ta yeniden toparlandı. İsrail güney Lübnan’ın büyük bölümünü işgal etmeye devam etti ve Celile Barış Operasyonu’ndan sağ kurtulan Filistinli savaşçılar yeni hücreler ve birimler oluşturarak İsrail’le savaşmaya devam etti. Resmi bir komuta ve kontrol yapısından kopuk olan bu gruplar, İsrail işgal güçlerine karşı şiddetli, kaotik saldırılar düzenleyebildiklerini ve IDF işbirlikçilerini hedef alabildiklerini kanıtladılar. Filistinli gruplar ayrıca, IDF’yi kovmak için kurulan Hizbullah ve Lübnan Komünist Partisi gibi solcu gruplar da dahil İsrail işgaline karşı yerel Lübnan direnişinin şekillendirdiği bir ortamda faaliyet gösterdi. Bu örgütleri toplu olarak yenmek imkansızdı. İsrail birlikleri güney Lübnan’ın bazı bölgelerini 18 yıl daha işgal etti, baskın üstüne baskın düzenledi ve tutuklama üstüne tutuklama yaptı. Ancak hava saldırıları ve istihbarat ajanları, cip devriyeleri ve komando birlikleri gibi tüm kapasitesine rağmen IDF muhaliflerini ortadan kaldıramadı.

Gazze’deki sonuçlar Lübnan’dakinden çok farklı konular üzerinde yapılacak müzakerelere bağlı olacak. Lübnan kendi hükümeti, vatandaşları, ekonomisi ve karmaşık dinamikleri olan egemen bir ülke. (FKÖ’ye ve Filistinli gerillalara ev sahipliği yapmak Lübnan’ın iç siyasetinde bir kama oluşturdu ve ülkenin 15 yıllık iç savaşını körükledi). Uluslararası örgütlerin ve insan hakları gruplarının İsrail’in işgal ettiğini söylediği ve İsrail’in Mısır’la birlikte 16 yıldır abluka altında tuttuğu bir Filistin toprağı. Bağımsız bir ekonomisi olmadığı gibi elektrik ve suyu üzerinde de kontrolü yok.

Ancak Lübnan’dan alınan askeri ve insani dersler, Gazze’deki mevcut felaket koşullarının daha da şiddetli hale geleceğini ve tüm taraflar için uzun vadeli, feci sonuçlar doğuracağını güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. İsrail’in şehir savaşına uzun süredir devam eden yaklaşımı, işgal planları (Netanyahu, İsrail’in Gazze’nin “genel güvenlik sorumluluğunu belirsiz bir süre için” üstleneceğini söyledi), devlet dışı milislerle ittifakları ve kitlesel hapis cezası kullanması hepsi Lübnan’da olanları yansıtıyor. Bu nedenle sonucun önemli ölçüde farklı olacağını hayal etmek zor.

Bu ne yazık ki ölü sayısına da yansıyor. 1982 savaşında tam olarak kaç kişinin öldürüldüğünü kimse bilmiyor; resmi kayıtlarda enkaz altında kalanlar, ailelerini avlulara, yamaçlara gömenler, Sabra-Şatilla katliamı gibi olaylarda kaybolan kişiler yer almıyor. Ancak Lübnan hükümeti ve hastane yetkililerinin tahminlerine göre, Celile Barış Operasyonu başladıktan sonraki dört ay içinde 19 bin 085 Lübnanlı ve Filistinliyi öldürdü; bunların yaklaşık yüzde 80’i sivildi. FKÖ, 49 bin 600 sivilin öldürüldüğünü veya yaralandığını ve 5 bin 300 askerin öldüğünü tahmin ediyor. Aynı dört ayda 364 İsrail askerinin çatışmada öldürüldüğü ve 2 bin 388 askerin de yaralandığı bildirildi. Tüm Lübnan savaşı ve ardından 1982’den 2000’e kadar güney Lübnan’ın işgali boyunca, çoğu Hizbullah’la olan çatışmalarda olmak üzere bin 216 İsrail askeri öldü.

Elbette Filistinlilerin kayıp sayıları İsrail’inkileri gölgede bırakıyor; bu da IDF taktiklerinin ne kadar orantısız olduğunun bir başka göstergesi. Bu, İsrail’in bedelini önemsiz kılmıyor. Hasar son derece gerçek ve ölümlerin ve fiziksel yaralanmaların ötesine uzanıyor. İsrail Travma ve Dayanıklılık Merkezi tarafından yapılan bir araştırma, 1982 savaşında görev yapan 70 bin İsraillinin yaklaşık yüzde 20’sinin travma sonrası stres bozukluğu belirtileri gösterdiğini ve bunların yalnızca yüzde 11’inin tedavi aradığını tahmin ediyor. Lübnan’a haklı sebeplerden dolayı “İsrail’in Vietnam’ı” deniyor.

Bugünkü muhtemel sonuçlarına rağmen İsrail, Hamas’ın zaferi anlamına geleceğini iddia ederek ateşkesi düşünmeye istekli değil. Bu yanıltıcı. Ateşkesin gerçek kazananları, birçoğu işgalin, ablukanın, yasa dışı İsrail yerleşimlerinin sona ermesini ve hem İsrail hem de Filistin’in güvenliği için Filistin’in eşitliğinin tanınmasını uzun süredir savunan siviller ve şiddet içermeyen toplumsal hareketler olacak. Buna karşılık ateşkesin kaybedenleri, ideolojik hedeflerine ulaşmak için her ne kadar devlet ordusunun gücü ve geniş bir gözetleme aygıtı tarafından desteklense de aşırı şiddet biçimleri izleyen İsrailli katı görüşlüler ve Hamas olacak. Örneğin bazı İsrailli aşırılık yanlıları açıkça Gazze’nin temizlenmesi veya Gazzelilerin Mısır’a itilmesi yönünde çağrıda bulundu. Kurşun sıkılmadan bu sonuçların hiçbiri gerçekleşemez.

Mevcut yüksek tansiyon göz önüne alındığında, bu savaşın nasıl ya da ne zaman sona ereceğini söylemek zor. Katar; Hamas, İsrail ve ABD arasında arabuluculuk yaparak bu çatışmada giderek daha merkezi bir konuma geldi. Ancak Washington, İsrail hükümetine Gazze’deki toplu katliamları ve Batı Şeria’daki şiddeti durdurması için etkili bir şekilde baskı yapabilecek tek aktör. ABD Başkanı Joe Biden’ın yönetiminin bunu yapıp yapmayacağını göreceğiz. Şu ana kadar Biden, İsrail’in ateşkesin Hamas’ın yararına olacağı iddiasını yineleyerek bu tür talepleri kesin bir dille reddetti. ABD’li yetkililer İsrail’i yardımları kabul etmesi için dört saatlik “insani molalar” dizisini kabul etmeye zorlamayı başardı. Ne kadar çok yardıma ihtiyaç duyulduğu ve çatışmaların şiddeti göz önüne alındığında, bunların Gazze’deki sivillerin refahı üzerinde çok az kalıcı etkisi olacak. Ancak umarız Biden sonunda gerçek bir son için bastırmaya karar verir.

Eğer Biden bunu yaparsa, başka bir ABD başkanının belirlediği bir emsali takip etmiş olacak: Ronald Reagan. Lübnan savaşı başladığında Reagan yönetimi ikiye bölündü: bazıları İsrail’in yaptırım tehdidi altında derhal çekilmesini isterken, diğerleri FKÖ ve Suriye’nin de çekilmeye zorlanması gerektiğini düşünüyordu. Ancak çatışma insani bir kâbusa dönüştükçe Başkan daha eleştirel olmaya başladı. Temmuz 1982’de Beyaz Saray İsrail’e misket bombası sevkiyatını durdurdu ve İsraillilerin bu silahları sivil bölgelerde kullanmamaya yönelik silah anlaşmalarını ihlal ettiğini ilan etti. Beyrut Kuşatması sırasında IDF’nin başlattığı özellikle ölümcül bir yaylım ateşinin ardından Reagan, Begin’i aradı ve IDF’den bombardımanı durdurmasını talep etti. Bunu yaparken de son derece duygusal ifadeler kullandı. Reagan, “Burada, televizyonumuzda, her gece halkımıza bu savaşın sembolleri gösteriliyor ve bu bir holokosttur” dedi. Nisan 1983’te kamuoyuna, yönetiminin İsrail’e F-16 satışlarını durdurduğunu ve devlet Lübnan’dan çekilene kadar satışların devam etmeyeceğini söyledi.

Yönetimin taleplerinin İsrailli karar alıcıları davranışlarını değiştirmeye zorladığına dair kanıtlar var. Temmuz 1982’de Washington Post, İsrail hükümetinin davranışlarındaki “çarpıcı” ılımlılık hakkında yazdı ve bunun başlıca nedeni olarak Reagan’ı gösterdi. Makalede, “İsrail medyası Begin hükümetinin yeni ‘esnekliğindeki’ kilit faktörün geçen hafta Başkan Reagan’dan gelen sert bir mektup olduğunu bildirdi” deniyordu.

Bugün Biden, İsrail savaşının sona ermesi için ABD’nin nüfuzunu bir kez daha kullanmak zorunda. Ateşkes, özellikle de Washington’un Orta Doğu’da saygın bir oyuncu olarak kalma umudu varsa, siyasi açıdan makul, güvenliği artırıcı ve ahlaki açıdan savunulabilir tek politikadır. Bunun alternatifi, çoğu Hamas’a karşı olan Gazze halkını daha fazla bombaya, kurşuna ve yanmaya mahkûm etmektir. Onları sürekli susuzluğa, açlığa ve hastalığa maruz bırakmaktır. Zaten yoksullaşmış, aşırı kalabalık bir yerleşim bölgesini alıp kalkındırma şansını onlarca yıl geriye götürmektir. İsrail’le savaşmak için hayatlarını riske atacak yeni bir militan nesli yaratması muhtemeldir. “Bunların hepsi daha önce de oldu” ifadesi bir şeyin tekrar olmasını engellemek için kullanılabilecek en güçlü argümandır.

DÜNYA BASINI

‘Gazze sonrası İsrail-Suudi normalleşmesi mümkün’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini odaklayacağınız makale İsrail-Hamas savaşı ve İsrail’in Gazze’deki saldırılarına rağmen Suudilerin İsrail’le normalleşmesinin hâlâ mümkün olduğunu savunuyor. Makaleye göre Washington, Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan İsrail’in Gazze’den çıkamayacağını düşünüyor. Makalede, “ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor” deniyor.

Makalenin yayınlandığı Londra merkezli yayın yapan Majalla sitesinin Suudi sermayeli olduğunu da hatırlatmakta fayda var.

Gazze savaşından sonra Suudilerin İsrail ile normalleşmesi hâlâ mümkün

KHALED HAMADEH

Kalıcı bir barış için, Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ve Arap ve uluslararası garantörlerin olası formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Ateşkes sona erdi ve İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı yeniden başladı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu dünya kamuoyuna meydan okudu ve kalıcı bir ateşkes için yapılan uluslararası çağrıları reddetti.

İsrail kapsamlı bombardımanına geri dönüp silahlarını Gazze’nin güneyine çevirirken, görüşmelerin devam etmesi ihtimali de zayıf görünüyor.

ABD’nin İsrail’e sivilleri korumak için daha fazla çaba göstermesi, askeri hedeflerini ve savaş alanlarını daha net bir şekilde tanımlaması yönünde talimat verdiğini iddia etmesine rağmen İsrail “savaşına” daha da yoğun bir şekilde devam etti.

Çatışmalara ara verildiğinde, 88 İsrailli rehine ve 22 yabancı uyruklu kişi İsrail hapishanelerindeki Filistinli kadın ve çocuklarla takas edildi. Takas nispeten sorunsuz geçti ve bir başarı olarak lanse edildi.

Ancak İsrail, Hamas ile esir takası konusunda yürütülen müzakerelerin Gazze’nin geleceğini tartışmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanılmayacağı konusunda kararlıydı.

Kalıcı barış için Gazze’deki yeni otoritenin niteliği ile Arap ve uluslararası garantörlerin beklenen formüldeki rolleri üzerinde anlaşmaya varılması gerekecek.

Bu durum, ateşkesin sağlanmasına yardımcı olan Mısır ve Katar gibi Arap arabuluculardan oluşan mevcut çevrenin genişletilmesini gerektirebilir.

Zaman kazanma

Sonra İsrail Filistinli sivillere yönelik katliamlarına devam etti ancak bu kez ABD’nin bölgede bulunmaması dikkat çekti.

Bu durum, çatışmanın başında Washington’un savaşın kapsamını genişletecek müdahaleler konusunda bölgesel güçleri uyardığı yoğun diplomatik faaliyetleriyle tezat oluşturuyor.

Bu arada ABD Başkanı Joe Biden, Dışişleri Bakanı Blinken ve Savunma Bakanı Lloyd Austin ile birlikte Gazze’deki sivil kayıpları en aza indirme ihtiyacını vurgulayarak Gazze’yi çatışmanın “ağırlık merkezi” olarak nitelendirdi. Sivillerin korunmasını hem ahlaki bir sorumluluk hem de stratejik bir gereklilik olarak nitelendirdi.

Austin’in yorumlarına rağmen, ABD bunu yapmanın en iyi yolunun kalıcı bir ateşkese varmak ve ardından bunu düşmanlıklara kalıcı bir son vermeye dönüştürmek olduğunu açıkça ifade etmedi.

Mısır ise İsrail’in Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya iterek ikinci bir Nakbe’ye zorlamasından açıkça endişe duyuyor.

Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Şükri şunları söyledi: “Dünya tarafından reddedilen ve uluslararası hukukun ihlali olarak görülen zorla yerinden etme ve kitlesel göç İsrail’in hedefi olmaya devam ediyor.”

“Bu sadece İsrailli yetkililerin açıklamaları ve çağrıları yoluyla değil, aynı zamanda Gazze’deki Filistinli nüfusun topraklarından sürülmesini, anavatanlarından tecrit edilmesini ve vatanlarının ele geçirilmesini amaçlayan acı bir gerçeklik yaratarak da gerçekleşmektedir.”

Ancak Mısır ekonomisi zaten zor durumdayken, olası yeni bir zorunlu göç dalgasının etkileri Mısır’ı olduğu kadar, kıyılarında daha fazla göçmen görmek istemeyen Avrupa’yı da endişelendiriyor.

Mısır’ın bu konudaki tutumu üst düzey destek gördü. ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Dubai’deki COP28 iklim konferansı çerçevesinde düzenlenen bir toplantı sırasında Kahire ile ortak bir açıklama yayınladı.

Her iki ülke de Filistinlilerin Gazze ya da Batı Şeria’dan zorla göç ettirilmesini, Gazze ablukasını ya da Gazze’nin sınırlarının yeniden çizilmesini kesinlikle reddediyor.

İsrail ise tampon bölgenin Gazze için gelecekteki güvenlik planlarının anahtarı olduğunda ısrar ediyor. İsrailli kaynaklar şunları söyledi: “Bu, İsrail’in Gazze’den toprak alacağı anlamına gelmiyor, daha ziyade Filistinlilerin İsrail’e girme kabiliyetlerini sınırlamak için Gazze’nin içinde kendi statüsüyle birlikte güvenli bölgeler kurulacağı anlamına geliyor.”

Reuters’in geçen günlerde geçtiği bir habere göre İsrail, savaş sonrasında bölgedeki durumla ilgili önerilerinin bir parçası olarak, Gazze sınırlarının Filistin tarafında, gelecekteki saldırıları önlemek için bir tampon bölge kurma isteğini bazı Arap ülkelerine bildirdi.

Ancak İsrail’in istediği “tampon bölge” konusunda uluslararası ya da bölgesel aktörlerden herhangi bir resmi yorum gelmedi.

Siyasi belirsizlik

Bu durum ABD’nin pozisyonu ve İsrail’e askeri saldırılarını durdurması için baskı yapması halinde Washington’un ne elde etmek istediği konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Washington Arap arabuluculuğunu diğer Arap ülkelerini -özellikle de Suudi Arabistan’ı- kapsayacak şekilde genişletmek mi istiyor, yoksa Hamas’ı onaylamadığı bilinen Riyad’ı görüşme çemberinin dışında mı tutuyor?

Beyaz Saray Orta Doğu’da daha iyi bağlantılar kurulmasını istiyor ve İsrail’i Suudi Arabistan’la diplomatik ilişkiler kurmaya teşvik ediyor olabilir.

New York Times köşe yazarı Thomas Friedman, Kasım ayında şöyle yazmıştı: “İran destekli Hamas’ın Suudi-İsrail normalleşmesini engellemek ve Tahran’ın izole edilmesini önlemek için savaş başlattığını anlamak için Arapça, İbranice ya da Farsça bilmenize gerek yok.”

Suudi-İsrail normalleşmesi hâlâ mümkün

Netanyahu, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının sona ermesinin ardından Suudi Arabistan’la ilişkileri normalleştirmeye devam etme olasılığını gündeme getirdi.

Netanyahu, 27 Kasım’da İsrail’e gelen ve 7 Ekim’de Hamas tarafından saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinden birini ziyaret eden Amerikalı işadamı Elon Musk ile yaptığı görüşmede şunları söyledi:

“Hamas’ı yendikten sonra Suudi Arabistan ile barışa dönebileceğiz ve inanıyorum ki Arap ülkeleriyle barış çemberini iddialı beklentilerimizin ötesinde genişletebileceğiz… Ama önce kazanmamız gerekiyor.”

Görünen o ki Gazze’deki savaş Netanyahu’nun Riyad’la ilişkileri normalleştirme görüşünü değiştirmemiş.

Eylül sonunda CNN Arabic’e konuşan Netanyahu şunları söyledi: “Suudiler İbrahim Anlaşması’na katılmayarak ve kendilerini bunun dışında tutarak hata yaptılar.”

İsrail’in Suudi Arabistan’la normalleşme karşılığında Filistinlilere ne gibi tavizler vereceği sorulduğunda ise şu yanıtı verdi: “Tüm paketi bir kerede sunmak daha iyi olur. Suudi Arabistan Krallığı ile barış yapmanın ve esasen Arap-İsrail çatışmasını sona erdirmenin Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmemize yardımcı olacağına inanıyorum.”

“Önce Filistin-İsrail çatışmasını sona erdirmeniz ve ardından Arap dünyasına içeriden dışarıya doğru bir yöntem izlememiz gerektiğine inanıyorlar. Bence dışarıdan içeriye yaklaşımın hem Arap ülkeleriyle hem de Filistinlilerle olan çatışmaları sona erdirmek için şansı daha yüksek.”

Netanyahu, Batı Şeria ve diğer belirlenmiş bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin durdurulmasının masada olup olmadığı sorusuna şu yanıtı verdi: “İsrail’in ulusal çıkarlarını ve güvenliğini tehlikeye atmayacağım ve bunu kamuoyu önünde tartışarak başarıyı riske atmayacağım.”

İki devletli çözüm

ABD’nin Gazze’ye ilişkin tutumundaki belirsizlik, Hamas’ın kovulması halinde Gazze’yi kimin yöneteceği konusundaki endişesinden daha fazlasını yansıtıyor gibi görünüyor. Aslında, iki devletli bir çözüme destek vermeye doğru ilerliyor olması oldukça olası.

Washington, İsrail’in Filistin Yönetimi ile bir barış sürecine ihtiyacı olduğunu ve İsrail’in Gazze’yi yönetecek güvenilir bir Filistinli ortak olmadan Gazze’den çıkamayacağını anlıyor.

ABD, Suudi Arabistan da dahil arabulucular çemberini genişleterek ve henüz şekillenmemiş nihai bir çözüm karşılığında İbrahim Anlaşmalarını masaya koyarak savaşı sona erdirmek istiyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

‘İsrail ABD’ye rağmen Gazze’yi işgal ederse kimse şaşırmasın’

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’in yine de Gazze’yi  yeniden işgal etme olasılığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Steven Cook’a göre ABD’nin ortaya koyduğu ve kimseyi memnun etmeyen ertesi gün planı hem uygulanabilir değil hem de İsrail’in güvenliğini garanti altına almıyor. Cook; “Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı” diyor:

 

İsrail Neden Muhtemelen Gazze’yi Yeniden İşgal Edecek?

Herkes bunun kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir ama yine de olabilir.

Steven A. Cook

Orta Doğu’da savaşın sürdüğü son iki ay boyunca Washington’da ya da başka bir yerde hiç kimse Gazze Şeridi’ndeki çatışmalar sona erdiğinde ne olması gerektiği konusunda iyi bir fikir ortaya koyamadı. Aynı zamanda herkes İsrail’in Gazze’yi yeniden işgal etmesinin kötü bir fikir olduğu konusunda hemfikir görünüyor. Biden yönetimi İsrail hükümetini bölgede askeri yönetime geri dönülmesini desteklemeyeceği konusunda uyardı bile.

Yine de İsrail işgalinin yenilenmesi ihtimali pek çok kişinin düşündüğünden daha yüksek. Çünkü İsrailliler güvenlik istiyor ve Gazze için mevcut fikirlerin hepsi uygulanamaz ya da siyasi olarak savunulamaz (ya da her ikisi de). Aynı zamanda İsrailliler Hamas’la mücadeleyi varoluş nedeni olarak görüyorlar ve e bu nedenle hayatta kalmanın bedeli ise uluslararası tepkileri göze almaya hazır gibi görünüyorlar.

Gazze’de “ertesi günü” düşünürken, İsrail’in 2005’te bölgeden çekilmesiyle ilgili bazı ayrıntıları anlamak önemli. Dönemin Başbakanı Ariel Şaron, İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgalinin artık maliyetine değmeyeceğine karar verdiğinde, birçok İsrailli de aynı fikirdeydi. Kalmak için ikna edici bir neden yoktu.

Batı Şeria’nın aksine Gazze Şeridi hiçbir zaman tarihi İsrail topraklarının bir parçası olmadı. Ve İkinci İntifada’nın son günlerinde orada güvenlik sorunu devam etse de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) liderliği, askerler artık bölgede olmasa bile, bunun yönetilebilir olduğuna inanıyordu. Dahası, İsrail yerleşim yerlerini boşaltıp bölgeyi terk ettiği için dünya çapında itibar kazanacaktı. Açıkça belirtilmeyen şey ise Şaron için Gazze’den çekilme, Batı Şeria’nın her zaman İsrail kontrolünde kalmasını istediği kısımlarında İsrail’in kontrolünü sıkılaştırma çabalarını sürdürmek için tüm kaynaklarını kullanabileceğiydi.

İsrail’deki pek çok kişi için Gazze Şeridi’nin işgali Haziran 1967 zaferinin zehirli kadehiydi ve burayı Filistin Yönetimi’ne (FY) devretmek bir kazanım gibi görünüyordu. Ancak tüm İsrailliler böyle destekleyici değildi. Yerleşimciler Şaron’un ihaneti olarak algıladıkları bu durumu kınadılar ve bazıları direndi. Dönemin Ulaştırma Bakanı Avigdor Lieberman muhalefeti nedeniyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Ve Likud partisi bölündü. Şaron, Ehud Olmert ve Tzipi Livni gibi tanınmış Likud üyeleriyle birlikte Kadima adında yeni bir parti kurdu. Lieberman ve aralarında eski Knesset Başkanı Yuli Edelstein’ın da bulunduğu diğer muhaliflere göre Gazze’den çekilmenin iyi niyet ya da güvenlik getireceğine inanmak hataydı. Şaron’un aksine, egemen İsrail’de İsraillilerin güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun Gazze’nin işgalini sürdürmek olduğuna inanıyorlardı.

Takip eden yıllarda, çekilmeden bu yana Gazze’den atılan roketler düzenli aralıklarla İsrail’e düşerken ve Birleşmiş Milletler İsrail’i birçok İsraillinin var olmadığını söylediği bir işgal nedeniyle eleştirmeye devam ederken, İsrail sağı Şaron’un çekilmesinin büyük bir hata olduğunu savundu. Bu görüş, 7 Ekim’deki terör saldırılarından bu yana İsrail’de daha fazla taraftar bulmuşa benziyor. Kısa bir süre sonra yapılan bir ankette İsraillilerin yüzde 30’u Gazze’nin işgalini ve askeri yönetimini destekliyordu.

Elbette bu anket, devlet tarihindeki en büyük güvenlik başarısızlığının hemen ardından yapılmıştı. Hiç şüphesiz, kanlı ve yaralı İsrail’de duygular çok yoğundu (ve hâlâ öyle). Anketin yansıttığından çok daha az İsrailli Gazze’yi yeniden işgal etmek istiyor olabilir. Ancak bu durum 2005’teki çekilmeye karşı çıkanların o zaman olduğundan daha ikna edici bir anlatıya sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor: İsrail, Gazze Şeridi’ni işgal ettiğinde göreceli bir sükûnet vardı ve ülkeye çok az roket düşüyordu; IDF çekildiğinden beri ise mini savaşlardan (2008-09, 2012, 2014, 2021) başka bir şey olmadı ve şimdi de tam ölçekli bir çatışma yaşanıyor.

Bana söylenenlere göre İsrail savunma teşkilatında hiç kimse -Hamas’ın planlarına ilişkin uyarıları yıllarca görmezden gelen aynı kişiler- Gazze’yi yeniden işgal etmek istemiyor. Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaşın üçüncü aşamasının “İsrail’in Gazze şeridindeki sorumluluğunu ortadan kaldırmayı ve İsrail vatandaşları için yeni bir güvenlik gerçekliği oluşturmayı gerektireceğini” söyleyecek kadar ileri gitti ve Hamas yok edildikten sonra IDF’nin Gazze’yi terk edeceğini ve İsrail’den izole edileceğini öne sürdü. Bu onun (gerçekçi olmayan) niyeti olabilir ama başkalarının söylediği tam olarak bu değil.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 6 Kasım’da ABC News’e verdiği demeçte “İsrail belirsiz bir süre için … [Gazze’de] genel güvenlik sorumluluğuna sahip olacak çünkü sahip olmadığımızda neler olduğunu gördük” dedi. Elbette başbakan IDF’nin savaştan sonra Gazze’yi işgal edip yöneteceğini kesin bir dille ifade etmedi ancak bunu da reddetmedi.

Bir de Netanyahu’nun en yakın danışmanlarından biri olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer var. Dermer geçen günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada İsrail ordusunun 17 yıldır Gazze’de bulunmadığını ve dolayısıyla Batı Şeria’da rutin olarak gerçekleştirdiği güvenlik operasyonlarını yapamadığını belirterek 2005’teki çekilmenin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığını ima etti. “Açıkçası (bunu) tekrarlayamayız” diyerek Netanyahu’nun daha önce söylediklerini, özellikle de IDF’nin Gazze’de “süresiz olarak öncelikli güvenlik sorumluluğuna” sahip olacağını teyit etti.

Buradan, İsrail’in güvenliğini sağlamanın en iyi yolunun işgalden geçtiğini öne sürdükleri anlaşılıyor; ancak elbette her iki adamın sözlerinde de belli bir miktar dolambaçlı ifade var. Bununla birlikte, yeniden işgale karşı olsalardı, “İşgale karşıyız, ancak X, Y ve Z’yi yaparak egemen İsrail’i güvence altına alacağız” demek kolay olurdu.

Netanyahu söylediklerinde ciddi olsun ya da olmasın hatta İsrail siyaseti savaştan sonra şu ya da bu şekilde onu iktidardan alsa bile çatışmanın sonunda Gazze Şeridi’nin yeniden işgali edilebilir. Bir beyin fırtınası yapalım: İsrail yönetiminin Gazze Şeridi’ni işgal etmek istemediğini ancak Hamas’ın yok edilmesinin İsrail’in hedefi olmaya devam ettiğini varsayalım. Ve İsrail halkının oldukça şahin olduğunu düşünelim. Şimdi ne Washington’un ne de diğer büyük küresel ya da bölgesel güçlerin savaş sonrası Gazze için uygulanabilir ve siyasi olarak savunulabilir bir plan geliştiremediğini durumda İsraillilerin tam olarak neyle karşı karşıya kalıyor?

Biden yönetiminin, bazı kısımları Dışişleri Bakanı Antony Blinken tarafından kamuoyuna açıklanan mevcut planına göre, yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi kontrolü ele alana kadar Gazze’de bir tür uluslararası istikrar sağlanacak ve ardından ABD’nin iki devletli çözüm arayışı yeniden başlayacak.

Bu planın hiçbir aşaması gerçekçi değil. Gazze’de çok uluslu bir güç olması pek olası değil çünkü İsrail, Hamas’ı İsrail’in güvenliğini tehdit edemez hale getirse bile bu son derece tehlikeli olacaktır. Filistin Yönetimi yolsuzluk, işlevsizlik ve meşruiyet eksikliği nedeniyle -İsrail’e bağımlılığı ve İsrail’le koordinasyonunun yanı sıra Filistin lideri Mahmud Abbas’ın seçimlere katılmayı reddetmesi nedeniyle- yardım edilemeyecek kadar zor durumda. Reforme  edilse bile Netanyahu ve danışmanları Filistin Yönetimi’ni bir ortak olarak görmediklerini açıkça ortaya koydular ve Ramallah’taki Filistinli liderler de İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki vekili olmayacaklarını açıkça belirttiler. Son olarak, ABD’li politika yapıcıların İsraillileri ve Filistinlileri barışa zorlamak için daha önce denenmemiş pek bir şey sunması mümkün görünmüyor.

İsrail halkının Gazze Şeridi’ni işgal etmek isteyip istemediği açık bir soru olmaya devam ediyor, ancak İsrailli dostlarımın ve muhataplarımın son iki aydır bana aktardığı üzere, mevcut çatışmada imkânsız bir durumla karşı karşıyalar. Filistin meselesinden ellerini çekmek ve güvenliğe kavuşmaktan başka bir şey istemiyorlar. Gazze’den çekilmenin bu hedefleri gerçekleştireceğini düşünüyorlardı ama 7 Ekim saldırıları bu inançlarını yerle bir etti. Bu nedenle İsrailliler Gazze’yi yeniden işgal ettiğinde kimse şaşırmamalı. Güvenlik isteyen İsrailliler için muhtemelen başka seçenek yok.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Batı’nın uzun yıllardır ucuz iş gücü fırsatları için sanayisizleşmeyi göze alması karşısına Çin gibi bir tehlikeyi çıkardı. Ve Çin ve onun şirketleri, ABD ve AB’nin boşalttığı yerleri mükemmel bir şekilde dolduruyor. Afrika’nın ve Asya’nın tamamında ve ayrıca Latin Amerika’da, akıllara seza devasa altyapı projelerinin çoğunun altında Çin’in imzası var. Pekin kaz gelecek yerden tavuk esirgemiyor ve gittiği yerlerdeki muhataplarını borçla harçla uğraştırmıyor. Bu fena bir dönüşümün belirtileri ve sancılar şiddetli.


Britanya’nın Afrika ajandası: Güçlü ve zayıf yönler

Natalya Eremina

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC)

4 Aralık 2023

İngiliz küresel stratejisindeki (“Küresel Britanya”) Afrika tarafı pek açık tanımlanmadı, İngiliz devletinin kıtadaki hedeflerini belirlemedi ve Birleşik Krallık parlamentosundaki Afrika gündemine ilişkin tartışmanın da gösterdiği üzere hem iş dünyası hem de siyaset kurumu arasında soru işaretlerine yol açıyor. Bu nedenle, Britanya’nın Afrika’daki stratejisi şu anda, gözlerimizin önünde şekilleniyor ve hala ülkenin sömürge deneyimine dayanıyor. Ne de olsa bu, daha önce dominyon (mesela Güney Afrika), Britanya İmparatorluğu’nun protektorası (mesela Nijerya), koloni (mesela Gambiya, Kenya, Malavi, Sierra Leone, Uganda, Zambiya) ya da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra manda bölgesi (mesela Tanzanya) olan ülkelerden oluşan İngiliz Milletler Topluluğu’na dayanıyor. Ayrıca İngiliz Milletler Topluluğu, olumsuz bir sömürge tadı taşıyan ortak bir tarihle (Mozambik, Gabon, Ruanda) Britanya’ya bağlı olmaksızın fayda arayan Afrika ülkelerini de içeriyor. Ayrıca Afrika ülkelerinin İngiliz Milletler Topluluğu’ndan ayrıldıklarında bir süre sonra yeniden üye olduklarını da gözlemlememiz gerek (Güney Afrika, Gambiya). Yalnızca Zimbabve 2003 yılında ayrıldığı örgüte geri dönmedi. Dolayısıyla aslında Birleşik Krallık, Afrika’nın yönünü önemli ve umut verici olarak görmese bile kıtadaki varlığını her zaman sürdürdü. Fakat yaklaşık beş yıl önce durum değişmeye başladı: Çin kendi ticari ve iktisadi ilişkiler ağını kurarak Afrika’da net bir yer edindi, Rusya güvenlik ve iktisadi işbirliği projeleriyle Afrika’ya geri döndü, AB, Global Gateway programı çerçevesinde Afrika’nın önemini ilan etti, ABD, Afrika’da yeni bir strateji açıkladı ve genel olarak, büyüme ve iktisadi kalkınma hususlarının küresel Güney denilen bölgeye kayması belirginleşti, bu da özellikle Birleşik Krallık için yatırım konusunu keskinleştirdi. Çeşitli Avrupa ülkelerinin sömürgecilik sorunu ve sömürgecilik sonrası yaklaşımlarının tam da şu anda aktif bir şekilde ele alınması ve yeniden değerlendirilmesi tesadüf değil ve bunun için diğerlerinin yanı sıra İngiliz siyaset kurumunun ve İngiliz kalıtsal aristokrasisinin temsilcilerinin sorumluluk alması gerekiyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Birleşik Krallık, Afrika’nın önemini ve ülkenin kıtadaki hedeflerini ifade etme ihtiyacı sorusunu gündeme getirme konusunda ortaklarını takip etti (Afrika Stratejisi 2019’da yayımlandı ve aynı yıl Afrika Birliği ile mutabakat zaptı imzalandı, Afrika yönü de ülkenin dış politika incelemelerinin bir parçası olarak kabul edildi). Mevcut koşullarda Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine yönelik önerdiği yaklaşımların güçlü ve zayıf yönlerini kısaca ele alalım.

Birleşik Krallık’ın Afrika ajandasının güçlü yönleri

Afrika, farklı aktörlerin çıkarları arasında önemli bir kesişme noktası olarak nitelendiriliyor ve Birleşik Krallık’ın Afrika meselelerine katılımı kaçınılmaz olarak ülkenin profilini ve uluslararası ilişkilerdeki önemini artırıyor.

Birleşik Krallık, küresel enerji katılımı ve yatırımları açısından Afrika’nın iktisadi önemi konusunda oldukça net. Bu durum, 2020 yılında Afrika ile yapılan İlk Yatırım Zirvesi’nde de ortaya konmuştu. O dönemde İngiliz tarafı, Afrikalı ortaklarına 2027 yılına kadar tüm G7 ülkelerinden 80 milyar dolara kadar özel sektör yatırımı sağlama sözü bile vermişti. İngilizler, Afrika’daki çeşitli projeler için yaklaşık 4 milyar pound (bunun 2,4 milyar pound’u özel yatırım) toplamaya hazır olduklarını söylediler. İlk zirvede ayrıca 6,5 milyar pound değerinde sözleşmeler de yapıldı. Nisan 2024’te Birleşik Krallık Afrika ile İkinci Yatırım Zirvesi düzenlemeyi planlıyor (24 Afrika ülkesinden delegasyon bekleniyor: Cezayir, Angola, Kamerun, Fildişi Sahili, Kongo, Mısır, Etiyopya, Gana, Kenya, Malavi, Moritanya, Mauritius, Fas, Mozambik, Namibya, Nijerya, Ruanda, Senegal, Sierra Leone, Güney Afrika, Tanzanya, Tunus, Uganda ve Zambiya). Buna ek olarak, İngiliz hükümeti, işletmelerini riskleri azaltmaya ve Afrika’da yeni ortaklar bulmaya davet eden yatırım araçları oluşturdu. Bu araçlar arasında İngiliz Uluslararası Yatırım grubu, UKEF (Britanya İhracat Finansmanı) ve Growth Gateway programı bulunuyor.

Birleşik Krallık için Afrika’daki varlığının oldukça ciddi olumlu yönlerinden biri de askeri ortaklıkların ve hatta askeri üslerin varlığı. Kenya ve Nijerya, siyasi-askeri alanda sürekli bir ilişkinin olduğu iki Afrika ülkesi olarak öne çıkıyor. 2018 yılında Birleşik Krallık ile Nijerya, İngilizlerin Nijeryalı askerleri eğittiği ve ekipman tedarik ettiği Güvenlik ve Savunma Ortaklığı Anlaşması imzaladı. Kenya’da ise İngilizler 1963’ten bu yana düzenli olarak güncellenen bir savunma anlaşması aracılığıyla yakın askeri işbirliği geliştirdi.

Afrika, Birleşik Krallık’ın imaj hedeflerinin gerçekleştirilmesi açısından önemli bir bölge olmaya devam ediyor; zira ülke, gayri safi milli gelirinin yüzde 0,5’ini başta Afrika olmak üzere insani yardıma ayırmakla iftihar duyuyor. Ayrıca İngilizler, iç çatışmalar ve doğal afetler nedeniyle ülkelerinden kaçan Afrikalı mültecilere verdikleri desteği de vurguluyor (şu anda 1,5 milyondan fazla kişi kendisini siyah, siyah İngiliz, siyah Galli, Karayipli veya Afrikalı olarak tanımlıyor).

Britanya’nın Afrika ajandasındaki zayıflıklar

Afrika, Britanya’nın dış politika ajansında bir “yüze” sahip değil, hala küresel Güney’in bir parçası olarak görülüyor ve mevcut bağlamda farklı Afrika ülkeleri için farklı yaklaşımlar formüle etme girişimi dahi yok. Dolayısıyla, Afrika hala tek bir varlık olarak algılanıyor ve daha ziyade Arap Afrika’sı için bir istisna yapılıyor ama bu durum Afrika stratejisinin metninde ortaya konmuyor. Buna ek olarak, söz konusu kıta İngiliz çıkarlarının “geniş çevresi” kavramına dahil, yani ülkenin dış politika öncelikleri hiyerarşisinde son sırada yer alıyor. Aynı zamanda Afrika, bir işbirliği bölgesi olmaktan ziyade Çin ve Rusya ile bir rekabet alanı olarak görülüyor.

Britanya’nın Afrika kıtasındaki konumunun bir başka zayıflığı da özellikle uzun bir sömürgecilik mazisinden (halkların sömürgeciler tarafından ayrılması) kaynaklandığı için, krizleri önlemek ve dengelemek üzere operasyon başlatma konusunda bağımsız bir kabiliyete sahip olmaması. Birleşik Krallık askeri operasyonlar yürütmek için çoğunlukla Fransa ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Bu durumda Birleşik Krallık, kendi stratejisinden ziyade Fransa’nın stratejisinin yerine getirilmesinin altında kalıyor. Aynı durum Birleşik Krallık’ın ABD ile ortaklığı için de geçerli. Aynı zamanda, İngiliz tarafının Afrika ülkelerindeki iç krizleri ortaklarıyla birlikte bile çözemeyeceği kabul ediliyor. İngilizler, Afrika’nın geleneksel olarak krizlerle boğuşan bu bölgelerine Sahel bölgesini de dahil ediyor. Afrika’daki iç risklerin çokluğu, askeri işbirliğini haklı gösterse de İngiliz tarafının iktisadi varlığını güçlendirmesini engelliyor. Bu nedenle Britanya, Afrika’daki güvenlik programlarında tek başına hareket etmiyor, yalnızca uluslararası işbirliğine ve makro-bölgesel sürdürülebilirliğe bel bağlıyor. Diğer hususların yanı sıra Britanya, bu amaçla Afrika Birliği ile bir anlaşma imzaladı.

Birleşik Krallık’ın sözde yumuşak gücü son derece karmaşık bir konu olmayı sürdürüyor. Bir yandan British Council, 19 Afrika ülkesinde faaliyet gösteriyor ve eğitim programları (örneğin Chevening programı) bulunuyor. Fakat bu tür programlar hala pek çok Afrika ülkesi için erişilmez olmaya devam ediyor. Buna ek olarak, Afrika’da sömürgeciliğin kalkınmadaki rolü ya da her zaman iktisadi ortaklık eksikliğinden kaynaklanan “kalkınamama” konusunda son derece aktif bir tartışma mevcut. Afrika’dan çıkarılan değerli eşyaların iadesi konusu sık sık gündeme geliyor.

Sonuçlar

Britanya, Afrika’daki konumunu güçlendirmek için mevcut iktisadi (yatırım) programlarını ve kurumlarını oluşturabildi, girişimcilerine Afrikalı ortaklarıyla daha rahat etkileşim yolları sunabildi; bu sadece ülkenin Afrika’daki imajı ve konumu için değil, aynı zamanda İngiliz iş dünyasının kendi hükümetine olan güvenine de katkıda bulunuyor. Ancak krizlere yalnızca iktisadi araçlarla karşı koymak mümkün değil. Bunun yanında Afrika’da hala Britanya’ya bağımlı bir grup ülkeden bahsedebiliriz. İngiliz Milletler Topluluğu içinde Britanya ile işbirliklerini analiz edersek İngiliz askeri üslerinin varlığı da dahil olmak üzere askeri-politik işbirliği faktörünün yanı sıra ticaret ve iktisadi etkileşime ilişkin mevcut verileri, Afrika ülkelerinin Britanya ve bir bütün olarak Batı dünyasıyla dayanışma sergilemek için önemli olan Rusya karşıtı kararlara ilişkin tutumlarını dikkate alırsak, Britanya’ya en “koşullu bağımlı” ülkeler olarak (bağımlılığın zayıflama sırasına göre) şu ülkeleri seçebiliriz: Sierra Leone, Malawi, Zambiya, Kenya, Nijerya ve Zambiya. Afrika ülkeleriyle işbirliği geliştirmeye çalışan Rus karar alıcıların bu koşulları göz önünde bulundurmaları muhtemelen mantıklı olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English