Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Suikastlar Hamas’ın direncini kırabilir mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Salih el-Aruri suikastı üzerine kaleme alınan makalede, Hamas ve Hizbullah’ın İsrail’e karşılık verip vermeyecekleri değerlendiriliyor. Aruri’nin Hamas içinde Devrim Muzafızlarına en yakın isim olduğunu ileri süren makalenin askeri ve savunma konularında önde gelen İsrailli gazetecilerden biri olan yazarı Amos Harel, Gazze’de İsrail’in kesin zafer kazanma kapasitesini sorguluyor. Harel, İsrail’in kesin zaferden ziyade “zafer tablosu” elde etmeye çalıştığını belirtiyor ve İsrail’in suikast hedeflerini bu pencereden yorumluyor. Harel, “Ancak suikasta uğramaları halinde örgütün savaşçı ruhunun tamamen kırılacağına dair bir kesinlik yok. Şimdilik ordu ve Şin Bet güvenlik servisi yakın gelecekte Hamas liderlerinin yerini tespit edebileceklerinden bile emin değil” diyor.

***

Lübnan’da Hamas Yetkilisinin Öldürülmesi Hizbullah’la Gerginliğin Daha da Artmasına Yol Açacak mı?

Savaş başladığından bu yana Hizbullah, İsrail’e yönelik günlük saldırılarını sınıra yakın bölgeyle sınırlandırarak savaş seviyesinin altında kalmaya özen gösterdi. Asıl soru, Hizbullah’ın kendi sahasında gerçekleşen bir suikasta nasıl karşılık vereceği.

Amos Harel

Hamas’ın üst düzey yetkililerinden Salih el-Aruri’ye Beyrut’ta düzenlenen suikast, savaşın başlamasından bu yana İsrail’in (resmi olarak üstlenmese de) örgütün lider kadrosundan böylesine kilit bir ismi vurmayı başardığı ilk kez rapor ediliyor.

Gazze Şeridi’nde bunun için büyük çaba sarf edilmesine rağmen, Hamas liderleri suikast girişimleri başladığı anda tünellerine sığındı.

Suikastın Hamas’tan, özellikle de Lübnan’dan sert bir karşılık alacağı tahmin ediliyor. Asıl soru, Hizbullah’ın kendi sahasında, yani Beyrut’un güneyindeki Şii mahallesi Dahiye’de gerçekleşen bir suikasta nasıl karşılık vereceği.

Hamas’ın yurt dışındaki lider kadrosu şu anda Katar, Türkiye ve Lübnan arasında dağılmış durumda. İsrail, Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’in güneyinde gerçekleştirdiği katliama karşılık olarak örgütün tüm üst düzey yetkililerine suikast düzenlemeyi planladığını açıklamış olsa da Doha’nın daha fazla İsrailli rehinenin serbest bırakılması için anlaşmaya varma çabalarına dahil olduğu göz önüne alındığında, Katar’da yaşamanın şu anda kendilerine bir sigorta poliçesi sağladığını varsaymış olmaları makul. İsrail’in şu anda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile gerilimi tırmandırmak istediği de açık değil.

Dolayısıyla Lübnan bir suikast için en uygun yerdi. Ancak belirtildiği gibi bu, Hizbullah ile gerilimin daha da tırmanması tehlikesini beraberinde getiriyor.

Geçen yaz Başbakan Binyamin Netanyahu Aruri’yi öldürmekle açıkça tehdit etmişti. Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah o zaman verdiği yanıtta hedefin Lübnanlı, İranlı ya da Filistinli olmasının örgüt için fark etmediğini, İsrail’in Lübnan topraklarında düzenleyeceği herhangi bir suikastın Hizbullah’ın sert tepkisine yol açacağını söylemişti. Ancak Gazze’deki savaşın ışığında işler şimdi biraz farklı görünüyor.

Savaş başladığından beri Hizbullah, İsrail’e her gün düzenlediği saldırılarla Filistinlilere olan borcunu ödüyor. Ancak bu saldırıları sınıra yakın bir bölgeyle sınırlı tutarak savaş seviyesinin altında kalmaya özen gösteriyor.

Yine de Nasrallah ve İranlı hamilerinin politikası aynı kalsa bile, Lübnan’dan gelecek tepki düzeyindeki artış, manevra alanını daraltacak ve karşılıklı yanlış hesaplama olasılığını artıracaktır.

7 Ekim’deki kitlesel vahşetin ardından Hamas’ın Gazze’deki lideri Yahya Sinvar’ın planlanan saldırının niteliği ve zamanlaması konusunda yurtdışındaki üst düzey Hamas yetkililerinin yanı sıra İran ve Hizbullah’ı da bilgilendirmediği ortaya çıktı. Görünüşe göre İsrail istihbaratından gizlemeyi başarmasının ana nedeni de bu.

Bununla birlikte İsrail artık Gazze’deki Hamas ile Gazze dışındaki Hamas arasında ya da örgütün askeri kanadı ile sözde siyasi kanadı arasında herhangi bir ayrım yapmıyor. Katliamdan bu yana İsrail’in hepsiyle hesaplaşmak niyetinde olduğuna dair çok sayıda açık ifade var.

Aruri, İsmail Heniyye ve Hamas’ın diğer dış liderliğinin 7 Ekim’de Katar’da bir tören düzenleyerek saldırının başarısı için şükranlarını sunmaları da bu kişilerin öldürülmesi kararını güçlendirmiş görünüyor.

Grubun ilk öldürülen üyesi olan Aruri’nin eski Mossad şefi Zvi Zamir’in öldüğü gün öldürülmesinin de tarihsel bir sembolizmi var, zira Zamir 1972 Münih Olimpiyatları’nda İsrailli atletlere yönelik katliamın faillerinin aranmasına başkanlık etmişti.

Hamas’ın İsrail’in merkezine roket atma kabiliyeti hâlâ sınırlı. Örgütün Lübnan’daki faaliyetlerinde de bir yenilik olan ve etkisi olması muhtemel başka türden bir tehlike bulunuyor. Hamas hücreleri, Hizbullah’la koordineli olarak Güney Lübnan’dan roket atmaya başladı bile. Nasrallah’ın onlara daha alan tanıyıp tanımayacağına ve daha güneydeki Acre ve Safed’e ateş açılmasına izin verip vermeyeceğine karar vermesi gerekecek.

Aruri, Hamas’ın İran Devrim Muhafızları nezdindeki en önemli adamıydı ve Nasrallah ile sık sık bir araya geliyordu. Şii ekseninin geçen hafta Şam’da üst düzey Devrim Muhafızları yetkilisi Razi Musavi’ye düzenlenen suikast nedeniyle İsrail’le hâlâ görülecek bir hesabı var.

Musavi, Nasrallah’a yakındı ve 1990’ların başında Hizbullah genel sekreteri olduğundan beri ona eşlik ediyordu. Nasrallah’ın çarşamba günü Beyrut’ta bir konuşma yapması bekleniyordu. Konuşmanın planlandığı gibi yapılıp yapılmayacağı konusunda çelişkili haberler var. Eğer konuşmayı seçerse, ne yönde ilerlemek istediğini anlamak daha kolay olabilir.

Aruri suikastı, intikam sembolizminin ve İsrail’in üst düzey Hamas yetkililerini vurmada başarılı olduğunu gösterme ihtiyacının ötesinde pratik bir önem de taşıyor. Üç yıl boyunca yargılanmadan hapiste tutulduktan sonra 2010 yılında Şin Bet güvenlik servisiyle yaptığı anlaşma uyarınca Batı Şeria’dan ayrıldı.

O tarihten bu yana Hamas’ın Batı Şeria’daki terör faaliyetlerini uzaktan yönetiyordu. Ayrıca Filistin Yönetimi’nin yönetimini zayıflatma girişimlerinin de arkasındaydı. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, Şin Bet’in 2014 yılında Aruri’nin Batı Şeria’da faaliyet gösterdiği ve geniş bir şebekeyle Filistin Yönetimi’ne ve İsraillilere karşı saldırılar planladığını ortaya çıkarmasının ardından Aruri’ye öfkelenmişti.

Yahya Sinvar da muhtemelen Aruri için bir damla gözyaşı dökmeyecek. İkili son yıllarda örgüt içindeki pozisyonlar ve nüfuz için rekabet etti. Gazze ile Hamas’ın yurtdışındaki karargahları arasındaki iç güç mücadelesinin merkezinde yer aldılar.

Yerin altında kontrol

İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Hamas taburlarını vurmasının ardından Gazze’nin kuzeyindeki çatışmaların azalması, bölgede kalan Filistinlilere, yıkılan mahalleler de dahil daha fazla özgürlük sağlıyor. Aynı zamanda Gazze’nin güneyinden de ürkütücü haberler gelmeye devam ediyor, ancak oraya neredeyse hiç gazeteci gitmiyor ve haberlerin çoğu Filistinli muhabir ve kaynaklara dayanıyor.

İki Amerikan gazetesi, New York Times ve Wall Street Journal, son günlerde Gazze Şeridi’ndeki zor koşullarla ilgili haberler yaptı. Haberlerde 2,2 milyon Gazzelinin yaklaşık yarısının açlık riski altında olduğu ve bölge sakinlerinin yaklaşık yüzde 90’ının “düzenli olarak bir gün boyunca yiyeceksiz kaldıklarını söylediği” belirtiliyor.

Gazzelilerin yaklaşık yüzde 20’si kıtlığın ilk kriteri olan “aşırı gıda yetersizliğinden” muzdarip. Yiyecek bulunan yerlerde ise fiyatlar çok yüksek: bir çuval un savaş öncesi fiyatının 10-11 katına mal oluyor. Gazze’deki evlerin yaklaşık yüzde 70’i ve konutların yüzde 50’si İsrail’in hava saldırıları ve bombardımanı nedeniyle yıkıldı ya da ağır hasar gördü.

Hamas’ın askeri kabiliyetleri Gazze’nin kuzeyinde ciddi şekilde hasar gördü ama tamamen ortadan kalkmadı. Hamas’ın Gazze Şehri ve çevresindeki küçük güçlerini yeniden organize etmeye çalışması nedeniyle, buradaki 12 taburdan oluşan iki Hamas tugayı artık tugay olarak işlev görmüyor.

Bazı teröristlerin tüneller aracılığıyla yavaş yavaş savaş alanına geri döndüğü görülüyor. Hamas’ın kuzeydeki sivil idaresi tamamen çökmüş durumda, güneyde ise bölgeyi yönetecek ve bölge sakinleriyle ilgilenecek idari kapasiteye sahip.

Ancak yönetim oldukça zayıf ve büyük ölçüde uluslararası kuruluşlardan gelen yardımlara dayanıyor. Hamas yönetiminin, örgütün 7 Ekim’de Gazze sınırındaki topluluklara yönelik terör saldırısının ardından zor durumda kalan halkla ilgilenmek için fazla zaman ya da çaba harcadığı şüpheli.

İsrail çatışmalarının çoğunu 98. Tümen’in faaliyet gösterdiği güneydeki Han Yunus bölgesine yoğunlaştırıyor. Gazze’nin merkezindeki mülteci kampları çevresinde ise daha az çaba sarf ediyor; 36. Tümen güneyden saldırırken 99. Tümen kuzeyden baskınlar düzenliyor.  İsrail, Han Yunus’taki çabalarının yeraltındaki tüneller arasında saklandığına inanılan Hamas liderlerini hedef aldığı gerçeğini artık gizlemiyor. Muhtemelen kendilerini canlı kalkan olarak İsrailli rehinelerle çevrelemişler.

Han Yunus’taki operasyonlar Hamas liderlerinin ve İsrailli rehinelerin yerini tespit etmeye yönelik geniş çaplı bir çabayı içeriyor. Şehri çevreleyen büyük güçler banliyölere yerleşerek tünelleri, teröristleri ve mühimmatları metodik olarak arıyor.

İsrail, Yahya Sinvar’ın başını çektiği liderlerin hâlâ bölgede yeraltında olduğuna inanıyor. Bu varsayım, 7 Ekim’den önce orada toplandıkları ve şu anda örgütün zorlu savaş koşullarına ve kitlesel yıkıma rağmen işlemeye devam eden komuta zincirinin çoğunu yönettikleri anlayışına dayanıyor.

401’inci Zırhlı Tugay Komutanı Albay Benny Aharon salı günü Gazze’de son bir hafta içinde yaşanan çatışmalarla ilgili olarak gazetecilere yaptığı açıklamada, Hamas’ın kentteki askeri komuta kademesine hizmet eden ve kent merkezi ile doğu mahallelerinde ortaya çıkarılan son derece karmaşık bir tünel ve sığınak ağından söz etti.

Bu düzenek Hamas’ın yıllar boyunca savaş için ne kadar hazırlık yaptığını ve İsrail’in topraklarının derinliklerine girme ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor. Buna karşılık Aharon, ordunun Hamas’ın askeri kabiliyetlerini metodik ve sabırlı bir şekilde kontrol edip dağıttıklarını ve Hamas’ın orduyu durduramadığını anlattı.

Yine de bazıları Sinvar’ın tüneller üzerinden bir kaçış rotası hazırlamak yerine neden uzun süre Han Yunus’ta, IDF güçlerine yakın bir yerde kalmayı tercih ettiğini merak ediyor.

(Savunma Bakanı Yoav Gallant Sinwar’ın yakında “İsrail silahlarının namlularıyla” karşılaşacağı tehdidinde bulundu.)

Bir başka zorluk da Refah bölgesiyle ilgili. Silah yapımında kullanılan malzemelerin çoğu ve ithal edilen birçok mühimmat son yirmi yılda Mısır’dan tüneller aracılığıyla Gazze’ye sokuldu.

Mısır ordusu çoğu zaman kasıtlı olarak göz yumdu, çoğu zaman da bundan doğrudan yararlandı. Hamas’ın ana takviye kanalını, İsrail’in bölgede askeri bir harekâta girişmeden ve yeni sınır denetim düzenlemelerini yürürlüğe koymadan kapatmanın mümkün olmayacağı açık.

Ancak İsrail, Mısır’la karşı karşıya gelmekten korktuğu ve İsrail’in başka yerlerdeki saldırıları nedeniyle çoğu mülteci, yaklaşık bir milyon Filistinli Refah ve çevresine gitmek zorunda kaldığı için şimdiye kadar bunu yapmaktan kaçındı.

Eğer ordu önümüzdeki ay savaşın üçüncü aşamasına geçerse, tugaylar Hamas’ın kalan kalelerine baskın düzenleyecek. Ancak Refah’ta harekete geçmek daha büyük kuvvetler ve daha fazla zaman gerektiriyor. Şimdilik bu planların bir parçası gibi görünmüyor ve İsrail’in savaşı kesin olarak kazanma kapasitesinin ne kadar olduğu sorusunu gündeme getiriyor.

Gözlemciler, ordu ve siyasi liderlerin öncelikle savaşta bir “zafer tablosu” elde etmeye çalıştığını düşünüyor. Genel olarak Hamas’ın askeri liderliği, özel olarak da Sinvar, örgütün son yıllardaki stratejisinin şekillenmesinde ve katliam kararının alınmasında olağanüstü bir etkiye sahipti.

Ancak suikasta uğramaları halinde örgütün savaşçı ruhunun tamamen kırılacağına dair bir kesinlik yok. Şimdilik ordu ve Şin Bet güvenlik servisi yakın gelecekte Hamas liderlerinin yerini tespit edebileceklerinden bile emin değil.

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.

İsrail Hegemon Olamaz

İsrail hükümeti, bölgesel hakimiyet için hamle yapıyor; ancak bu büyük ihtimalle başarılı olmayacak.

Stephen M. Walt, 16 Haziran 2025

İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.

Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?

İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?

Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.

Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.

Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.

Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.

Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.

İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.

En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.

Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.

Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English