Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Taylor Swift, Cumhuriyetçileri yabancılaştırmayı göze alamaz

Yayınlanma

Editörün notu: Aslında “taşralı beyaz Amerikalı kız”ın vücut bulmuş hali gibi görünen country müziğin yeni yüzü Taylor Swift, Demokratlara meyletmesinden bu yana Cumhuriyetçilerin, ama özellikle de Trump’çı “MAGA” yandaşlarının hedefinde. Öyle ki, kimi muhafazakârlar Swift’in bir CIA unsuru olduğunu bile iddia etmişlerdi. Bununla birlikte, aşağıda okuyacağınız çeviri, Swift’in ve Demokrat yönelimli kültür endüstrisi ürünlerinin, kılıçtan keskin bir çizgide yürümek durumunda olduklarını da gösteriyor. Swift, belli ki üzerinde düşünülmüş bir PR kampanyasıyla, aslında Trumpçı-Cumhuriyetçi Amerikalılarla da dostluk geliştirdiğini, Cumhuriyetçilerin de kültür endüstrisinin alımlayıcı olduğunun altını çizerek, kendisini kültür savaşlarının ötesinde konumlandırmaya çalışıyor. Bu, ABD’nin bugünkü eğilimleri ile de tutarlı görünüyor. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Taylor Swift’in politikasının gücü: “Miss Americana” Cumhuriyetçileri yabancılaştırmayı göze alamaz

Sarah Ditum
Unherd
12 Eylül 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Politikacılar için önemli bir derstir: Düşmanlarınıza asla isim takmayın. Hillary Clinton bunu yaptı, hem de trajik bir şekilde, “bir sepet zavallı” ifadesini kullandığı o hazırlıksız açıklamasıyla…Peki bu ona seçim kaybettirdi mi? Tek başına hayır, ama kazanmasına yardımcı olmadığı da kesin. Ne var ki Trump destekçileri bunu benimsedi. Kadın hayranları [ufak bir revizyonla] kendilerini “sevimli zavallılar” olarak niteledi ve bu sloganı beyzbol şapkalarına elleriyle işledi.

Sekiz yıl sonra bu kez Cumhuriyetçiler aynı hatadan mustarip, fakat bir farkla: Bu trajik ifade başkanlık kampanyasından yıllar önce ortaya çıktı. 2021 yılında (o zamanlar Senato için yarışıyordu) J.D. Vance, [muhafazakâr kimliği ile bilinen] Fox News sunucusu Tucker Carlson’a verdiği röportajda “çocuksuz sol” olarak tanımladığı kesime açıkça saldırmıştı. Vance, Carlson’a ABD’nin “kendi hayatlarından ve yaptıkları seçimlerden mutsuz olan ve bu yüzden ülkenin geri kalanını da perişan etmek isteyen bir avuç çocuksuz kedili kadın” tarafından yönetildiğini söylemişti.

Çocuksuz kedili kadınlar… Ne yazık ki Vance ve genel olarak Cumhuriyetçiler için bu muazzam bir ifade: Keskin, akılda kalıcı  ve yeniden değerlendirilmeye müsait. İşte tam da bu nedenle Taylor Swift geçtiğimiz salı günü Demokratları desteklediğini açıkladığında, bunu Instagram’da üç kedisinden birini (ismi Benjamin Button olan bir ragdoll kedisi) tutarken çekilmiş bir fotoğrafını paylaşarak yaptı. Ve şu sözlerle bitirdi: “Taylor Swift, ‘çocuksuz kedili kadın’.” Elon Musk ise X’te ona hamile kalması yönünde cesur bir teklifle karşılık verdi, ki bu da Trump destekçilerinin “tuhaf” olduğu yönündeki suçlamaları azaltmayacaktır.¹

Aslına bakılırsa Swift’in Harris’e destek duyurusu pek de şaşırtıcı değildi. Swift 2020’de de Biden/Harris’i desteklemiş ve yine daha önceden de silah kontrolü ve kürtaj hakları gibi liberal taleplere destek vermişti. Ancak bu her şeye rağmen merakla beklenen bir açıklamaydı. Nitekim diğer pop yıldızları başkanlık seçimindeki tercihlerini ilan edeli epey uzun bir zaman olmuştu: Charli XCX, Harris Beyaz Saray adaylığını açıklar açıklamaz “Kamala IS brat”² şeklinde bir tweet atmıştı. Swift’in paylaşımından yalnızca birkaç saat önce ise The Guardian, “Taylor Swift gizli bir Trump destekçisi mi?” başlıklı bir yazı yayımladı. Bunu dayandırdığı şey ise Swift’in Instagram’da Trump paylaşımını beğenen bir arkadaşına sarılırken çekilen fotoğrafıydı (McCarthycilik şekil değiştirebilir ama asla ölmez, evet).

Bu önemli bir adımdı. Swift’in “kültürel” etkisi, onu korkutucu bir siyasi güç haline getiriyor. Swift 2023 yılında bir seçmen kayıt sitesinin linkini paylaştığında, o gün 35,252 yeni kayıt yapılmıştı; özellikle de Demokratlara oy verme olasılığı daha yüksek olan 18 yaşındakilerde yüzde 115’lik bir artış olduğunu söylemek gerek. Swift’in kitlesi çoğunlukla kadınlardan oluşuyor, bu da Yüksek Mahkeme’nin “Roe vs Wade” kararının³ iptali gölgesinde yapılan bir seçim için oldukça önemli. Daha açık bir ifadeyle, ne kadar fazla kadın oy kullanırsa, Trump’ın kazanma şansı o kadar azalacaktır.

Swift her ne kadar şu anda bir politik gücü elinde tutuyor olsa da, geçmiş yıllar düşünüldüğünde aslında bugüne kadar epey temkinli davrandı. Nashville sahnesinden genç bir şarkıcı-söz yazarı olarak genel hatlarıyla apolitik bir duruş sergiledi. Çocukken ilham aldığı country gruplarından Dixie Chicks (şimdi kısaca Chicks deniyor) 2003 yılında, grubun bir üyesinin konser sırasında George W. Bush’u eleştirmesinin ardından grubun o güne dek inşa ettiği tüm kariyerin ayağına sıkmıştı. Swift 2019’da bu olaya atıfla “Onlar öyle bir örnek oldular ki, onlardan sonra gelen her country sanatçısı ya da her plak şirketi size ‘Ne olursa olsun bu meselelere bulaşmayın’ mesajı veriyor” demişti.

Fakat aradan geçen beş yılda Swift, siyasi duruşunu sergileme konusunda artık çok daha rahat. Ne var ki hâlâ, 2020 yapımı belgeselin adındaki gibi, bir nevi “Miss Americana” olmanın getirdiği yükü taşıyor. Belki Nashville artık geride kalmış olabilir, ancak bu kez de muhafazakâr eğilimli Ulusal Futbol Ligi [National Football League, NFL] hayatında önemli bir yer teşkil ediyor. Kuşkusuz bunun ardında önceki partnerlerinin hepsinden daha fazla göz önünde olan futbolcu erkek arkadaşı Travis Kelce var. Hayranlık uyandırıcı bir ikili onlar: Aralarında spor ve pop müzik dünyalarını, erkek ve kadın olmayı, sağ ve sol eğilimleri bölüşüyor gibiler adeta.

Ama Swift bir kişiden daha fazlası. O bir işletme. Michael Jordan’ın “Cumhuriyetçiler hâlâ spor ayakkabı satın alıyor” sözü müzik endüstrisi için de geçerli: Cumhuriyetçiler de şarkı dinliyor, konser bileti ve daha başka ürünler satın alıyor. Swift için sanat, kendini gerçekleştirirken potansiyel ABD pazarının yarısını yabancılaştırmadan bunu yapabilmek biraz da. Bu, Swift’in siyasi çıkışından beri, daha açık bir biçimde politik meselelere dahil olmuş olan/olacak diğer sanatçıların da nasıl denge kuracaklarını öğrenmeye çalıştıkları bir alan. Örneğin Chappell Roan, LGBTQ davasını sonuna kadar destekliyor. Ancak röportajlarında sık sık Ortabatı’dan gelen kökenlerini ve karşıt görüşlü insanlarla kurduğu empatiyi de vurguluyor: “Onların nereden geldiğini biliyorum. Mesele o kadar da siyah-beyaz değil.”

Swift’in kullanabileceği “zavallılar” minvalinde bir ifadenin bedeli muhtemelen Clinton için olduğundan daha ağır olurdu. Bu nedenle, Demokratlar’a verdiği destek duyurusunun dikkatlice kurgulandığı görülüyor. Peki ya Trump yanlısı olduğu bilinen futbolcu eşi Brittany Mahomes ile sarılması? Kehanet okurları bu sarılmayı Mahome’nin siyasi aidiyetinin bir onayı olarak görürken yanılmışlardı, ancak bunun kasti olarak duyurulduğunu düşünmekte haklılar. Sarılmanın verdiği mesaj dostluğun partizanlıktan önce geldiğiydi. Swift’in dünyasında farklı inançlara sahip oldukları için insanları hayatımızdan çıkarmaya gerek yok, çıkarmadan da bu ilişkiler pekâlâ sürdürülebilir.

Bir paparazzi fotoğrafından çok fazla anlam çıkarmaktan çekiniyorum fakat belki de bu Amerikan demokrasisi için iyiye işarettir. Swift’in sessiz kaldığı dönemlerde, üzerinde siyasete dair konuşma baskısını çok da hissetmiyordu, zira 2000’lerin başında genç bir pop yıldızının siyasi görüşlerini açıklamasına dönük güçlü bir beklenti de yoktu. Onların işi sadece güzel görünmek ve kafa karıştırmayacak şekilde tehlikesiz olmaktı: Diğer bir deyişle, kimse Britney Spears’ın kime oy vereceğini merak etmiyordu.

Tüm bu manzara, 2000’li yılların ortalarında meydana gelen her şeyin büyük ölçüde politikleşmesiyle değişti. İlk olarak, “feminist” kavramı endişe verici derecede çatışmacı bir kadın imajından hızla uzaklaşarak, heyecan verici, hatta seksi bir anlama kavuştu: Hatırlayın, Beyoncé 2013 yılında bu kelimenin önünde dans bile etti. “Sessizlik şiddettir” türünden sloganlar popüler hale geldi ve bırakın kampanya örmeyi, aksi her şeyin kötülükle suç ortaklığı anlamına geleceği konusunda uzlaşıldı. Belki de daha önemlisi sosyal medyanın “sessizliği tespit etmeyi” kolaylaştırmasıydı. Örneğin “Siyah Hayatlar Önemlidir (Black Lives Matter)” hareketine destek vermek, Instagram hesabınıza bir siyah kare koymak kadar kolay, peki ya bu kadarını dahi yapmıyorsanız? Belki de gizli bir ırkçısınız.

Kişisel ilişkiler bir savaş alanı olarak görülüyor artık. Trump’ın başkan seçilmesi sonrası Şükran Günü’nün nasıl kutlanacağına dair sol eğilimli rehberler çoğalmaya başladı: Mic adlı internet sitesinde yayımlanan bir makalede “Eve gidip aile üyelerimizle zor konuşmalar yapmak bizim sorumluluğumuzda, çünkü sadece biz, onlara ulaşma ve toplumdaki bağnazlığın kökünü kazıma işine başlama kudretine sahibiz” deniyordu. Bunların benzeri sağdan da geliyordu: Muhafazakâr Heritage Foundation’ın bir yan kuruluşu olan Daily Signal, “liberal akrabalarınızı siyaseten nasıl ikna edebileceğiniz” konusunda ipuçları sunuyordu.

Swift’in geçmişi onu dilini tutmaya zorluyordu, fakat yeni düzen ona konuşmasını salık veriyor. Nitekim kendisini ilk kez 2014 yılında “feminist” olarak tanımladı. Oysa bundan sadece iki yıl kadar önce, feminist olup olmadığı yönündeki bir soruya “Ben olaylara pek de erkekler ve kadınlar arasındaki karşıtlık üzerinden bakmıyorum” yanıtını vermişti. Belki de daha önemlisi, bu iki uç nokta arasında, bir DJ tarafından cinsel saldırıya uğraması ve sonrasında bu kişiye karşı açtığı davayı kazanması da var. Swift’in siyasi evrimi işte tam da bu noktadan sonra istikrarlı şekilde gelişti ve bugün Trump’ın Swift’in desteğini aldığını ima eden sahte görüntüler paylaşacak kadar onun onayını arzuladığı bir noktaya gelindi.

Vance’in “çocuksuz kedi kadınlar” ifadesi her şeyin ama her şeyin – evcil hayvan sahibi olmaktan çocuk sahibi olup olmamaya dahi uzanan- politize edildiği bu dönemin en saçma ve en tepe noktasıdır. Anti-feminist sloganlar Tucker Carlson gibi [Cumhuriyetçilerin] sadık izleyici kitlesine iyi gelebilir, fakat dışarı dünyada pek çok kadın bunu Cumhuriyetçilerin kendilerini reddetmesi olarak algılayacaktır: eğer “çocuksuz kedili kadın” olmak onları liberal yapıyorsa, haydi öyle olsun – oylarını emin olun ki buna göre kullanacaklardır.

Swift’in yanıtı dikkatli, ağırbaşlı ve pek kararlı gibi görünüyor. Vance ve ekibinin yanına dahi yaklaşamadığı bir politik mesaj anlayışını ortaya koyuyor: Pop yıldızları geniş kitlelerin gücünü öğrenirken, sağcı politikacılar hayran kitlelerini hoşnut edebilmek için çırpınıyorlar. Bu elbette olması gerekenin tam tersi, ancak Swift tarzı siyaset ABD için umudu içinde barındırıyor. Belki de insanları artık sepetlere doldurmayı bırakmanın zamanı çoktan gelmiştir.


¹ Daha önce ABD başkanlık yarışında Trump’ı destekleyeceğini duyuran Musk, sahibi olduğu sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı paylaşımda Swift’e dönük, “Tamam Taylor… sen kazandın… sana bir çocuk vereceğim ve kedilerini hayatım pahasına koruyacağım” ifadelerini kullanmıştı. (ç.n.)
² İngiliz şarkıcı Charli XCX, “brat” albümü ile geri döneceğini duyurmuş, yeni albümü ile medyanın ilgisini kendisine çekmeyi başarmıştı. Charli, Harris’I ve yeni albümü eş zamanlı imleyen şekilde, “Kamala IS brat” paylaşımını yaptı. (ç.n.)
³ ABD Yüksek Mahkemesinin Texas eyaleti mevzuatının yasakladığı kürtaj uygulamasını kaldıran ve böylece tüm ülkede kürtajı yasallaştıran 22 Ocak 1973 tarihli sembolik önemi büyük olan kararı. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Kamusal kemer sıkma ve özel lüks çağı

Yayınlanma

Yazar

Amerika’nın neoliberal Yeni Soğuk Savaşı’nın ülkenin eski endüstriyel ve buna bağlı ekonomik gücünü geri getirebileceğine dair hiçbir işaret yok. Ekonomi, günümüzün borç yükü ortadan kalkmadığı sürece toparlanamaz. Borç ödemeleri, konut maliyetleri, özelleştirilmiş sağlık hizmetleri, öğrenci harçları ve çöken altyapı, Amerikan ekonomisini tepetaklak etti. Ancak, neoliberalizmin ekonominin ve yaşam standartlarının tamamen finansal yollarla, borçlanma ve şirket tekellerinin rant elde etmesiyle gelişebileceğine dair inancının doğasında var olan sınıf savaşına alternatif sunacak çok az “gerçekçi ekonomi” yaklaşımı var. ABD ise üretimini geri dönülemez bir şekilde rekabet edemez hale getirdi.

Rantiye sınıfı, Amerika’nın neoliberal özelleştirme ve finansallaşmasını geri döndürülemez kılmaya çalıştı. Bunu öylesine başardı ki, aksini talep eden hiçbir parti ya da seçmen grubu kalmadı.


Kamusal kemer sıkma ve özel lüks çağı

Melinda Cooper ile neoliberalizmin yakın tarihi ve yeni kitabı Counterrevolution: Extravagance and Austerity in Public Finance (Karşıdevrim: Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma) üzerine mülakat.

Daniel Steinmetz-Jenkins, Kate Yoon, The Nation

Son on yılda neoliberalizmin tarihi, David Harvey’in Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ndeki Marksist yorumundan Quinn Slobodian’ın neoliberalizmin Avrupa’nın yıkılan imparatorluklarının kalıntılarından doğduğunu savunan Küreselciler kitabına kadar büyük ilgi gördü. Daha pek çok kitap sıralanabilir, ancak en çok tartışılan ve son zamanlarda etkili olanlardan biri, Melinda Cooper’ın Family Values (Aile Değerleri, 2017) adlı kitabıdır. Bu eser, 1970’lerin neoliberal iktisadi söyleminin –kemer sıkma, mali sorumluluk ve enflasyonla mücadele tedbirleri talepleriyle– ahlaki kısıtlama, geleneksel aile değerleri ve Protestan çalışma etiği müjdesiyle dini sağ gibi sosyal muhafazakârlar tarafından nasıl benimsendiğini göstermeye çalışır. Cooper, bu benimsemeyi aynı dönemde ortaya çıkan kadın ve Black Power hareketleri gibi sol ilerici hareketlere bir tepki olarak görüyor ve sosyal muhafazakarların neoliberalizmin yükselişinde kayda değer bir rol oynadığını savunuyor.

Cooper’ın son kitabı Karşıdevrim: Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma, Aile Değerleri’nin devamı olarak düşünülebilir. Kitap, 1980’’lerde neoliberalizme dönüşü, sol kamu maliyesi ajandasını kontrol altına almak amacıyla kamu maliyesinde –bütçe dengeleme, zenginler için vergi indirimleri, merkez bankası para politikası ve benzeri tedbirler yoluyla– bir tür karşı devrim olarak çerçeveliyor. Bu dönemi, “karşı devrim” olarak adlandırıyor, zira sadece Keynesyen refah devletinin değil, Keynesçiliğin kontrol altında tuttuğu sol sosyal güçlerin de altını oymaya çalışıyordu. Cooper’a göre Keynesçilik, hükümetin kamu hizmetlerini, sosyal yardımları ve ücretleri sübvanse etmesini sağladığı ölçüde, işçilerin daha yüksek ücret talep edebileceği ve politikacıların oy kazanmak için servetin yeniden dağıtılmasını isteyebileceği bir devrime açık kapı bıraktı. Başka bir deyişle, Cooper’a göre, “sosyal devletin kurumlarının aşağıdan ele geçirilmesi ve devlete bağımlı olanların yeni bir tür sosyal devrimin aracıları haline getirilmesi mümkündü”. Cooper, bu tür toplumsal devrimci güçlerin 1960’ların sonunda ABD’de ortaya çıkmaya başladığına inanıyor. Karşıdevrim, teknik ekonomik gerekçelerle uygulamaya konulan ancak yoksulları güçsüzleştirip zenginleri güçlendirmek gibi siyasi bir amaç güden “bütçe mekanizmalarını” uygulayarak bu güçleri engellemeyi amaçlamıştı. Cooper’a göre bu karşı devrimin üstesinden gelmenin tek yolu solun “para yaratma ve kamu harcaması sürecini kolektifleştirmesi”. Peki ama bunu nasıl başarabilir?

The Nation, Cooper ile karşı devrim, onun iktisadi pratiklerinin itici gücü olan politikalar, solun bu devrimin üstesinden gelmekte neden bu kadar zorlandığı ve gelecekte neler yapabileceği hakkında konuştu. Mülakatımız uzunluk ve anlaşılırlık açısından düzenlenmiştir.

***

Daniel Steinmetz-Jenkins: 1970’lerde kamu harcamalarında ve merkez bankası para politikasında ortaya çıkan “karşıdevrim” ile özellikle neyi kastettiğinizi anlatarak başlayalım.

Melinda Cooper: Benim temel argümanım Aile Değerleri’nde geliştirdiğim argümanla aynı. 1980’lerin başındaki neoliberal karşıdevrimin Keynesçiliğe karşı bir tepki olduğu fikrini sorguluyorum. Bunun yerine, 1960’ların sonu ve 70’lerin solcu toplumsal hareketlerine karşı bir tepki olarak görüyorum ki bu hareketler halihazırda var olan Keynesçiliğin bir tür içkin eleştirisiyle meşguldü.

Bu kitapta yeni olan, uzun neoliberal karşı devrimin mali ve parasal boyutlarına odaklanılması. Neoliberaller tarafından sol toplumsal isyanın vaatlerini dizginlemek, köreltmek ya da etkisiz hale getirmek için kullanılan çeşitli bütçe mekanizmalarının haritasını çıkarmaya çalışıyorum. Bu mekanizmalar arasında eyalet ve yerel yönetimler üzerindeki vergi ve harcama sınırlamaları, vergilendirmede oy çokluğu kuralları, federal düzeyde denk bütçe ideali, reel ücret enflasyonuna karşı merkez bankası tabusu ve varlık fiyatı enflasyonunun iyi niyetli bir şekilde ihmal edilmesi yer alıyor. Bunlar son derece teknokratik ve siyasi açıdan tarafsız araçlar gibi görünse de belirli toplumları haklarından mahrum etmek ve diğerlerini güçlendirmek için çok hedefli şekillerde kullanıldılar.

Benim temel argümanım, farklı çizgilerdeki neoliberallerin, bir yandan finansal varlık sahipleri için radikal bir harcama ve parasal savurganlık rejimi başlatırken, diğer yandan öncelikle ücret gelirine bağımlı olanlar için aşırı bir kamu harcaması kemer sıkma rejimi yaratmayı başardıkları. Denklemin sadece kemer sıkma tarafını görme eğilimindeyiz, dolayısıyla bunun tamamen devletin geri çekilmesiyle ilgili olduğu yanılsamasına kapılıyoruz. Fakat, finansal servetin devlet tarafından aktif olarak teşvik edildiği çeşitli yolları da anlamazsak, son on yıllarda meydana gelen aşırı servet yoğunlaşmasını izah etmek zor olur.

Kate Yoon: Karşıdevrim, 1970’lerde Keynesçiliğe karşı gerçek tepkinin iktisadi değil siyasi olduğunu öne sürüyor: “Kapitalist devletin karşı karşıya kaldığı şey, maliye ve para politikasına yönelik mutlak ekonomik sınırlar değil, kendi işleyiş biçimine yönelik siyasi sınırlardı,” diye yazıyorsunuz. Keynesyen devletin faydalanıcılarını beyaz erkek işçilerin ötesine genişletme talepleri nasıl bir karşı devrime yol açtı?

MC: Mali ve parasal politikanın iktisadi ve siyasi sınırları arasındaki farkta ısrar ediyorum, zira çok fazla insan 1970’lerde yeniden dağıtımın gerçek sınırlarıyla kolektif olarak karşılaştığımız fikrini kabul ediyor. Hâkim teşhis, ücret enflasyonu ve yeniden dağıtımcı kamu harcamalarının ekonomik felaket için bir reçete olduğuydu. Bu, yeni ortaya çıkan neoliberaller ve pek çok eski Keynesyen tarafından paylaşılan bir teşhisti. Tarihsel ve gelecekteki alternatiflerin karşı olgusal fikrini açık tutmak istiyorsak sorgulamamız gereken esas nokta budur. Durumun kapitalist devlet açısından facia olduğunu, ancak sol komünist bir alternatif için zorunlu olmadığını öne sürüyorum.

Muhafazakâr Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter, harcamaların iktisadi ve siyasi sınırları arasındaki bu ayrımı, devletlerin sosyal bütçelerini genişlettiği ve komünizmin hesaba katılması gereken gerçek bir güç olduğu I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya koymuştu. Schumpeter’e göre refah devletinin genişlemesinin gerçek sınırı, sürdürülemez kamu borcunun varsayımsal bir devrilme noktası değil, işçi sınıfının yükselen siyasi gücüydü.

1940’larda Michal Kalecki soldan benzer bir noktaya değinmiş ve aynı zamanda 1970’lerde Keynesyen refah devletine karşı neoliberal tepkiyi öngörmüştü. Kalecki tam istihdam tehlikesinden bahsediyordu. Ancak 1970’lerin ortasındaki durgunlukta daha kötü bir şey oldu: İşsizlik yardımlarının yaygınlığı sayesinde işsizlerin sayısı, ücretler üzerinde belirgin bir disiplin etkisi olmaksızın arttı. Kalecki, refah devletinin genişlemesinin çalışma ahlâkının altını oyduğu anda hem sanayicilerin hem de finansal varlık sahiplerinin Keynesyen uzlaşıdan desteklerini çekeceklerini öngörmüştü. Arz yanlısı iktisatçı Martin Feldstein da 1970’lerin ortalarında temelde aynı durum teşhisini dile getirmişti, bu yüzden ona “Usta Sınıfının Kalecki’si” diyorum.

Tüm bunlar Keynesyen sermaye ve emek arasındaki arabuluculuk projesinin siyasi sınırlarının oldukça somut örnekleri. Fakat Kalecki, emek ve sermaye arasındaki anlık çatışmadan daha derine inmiyor, bu nedenle Keynesyen uzlaşının örgütlenmesinde aile ve ulusun oynadığı hayati rolü anlayamıyor. Yurttaşlığına ve kadın emeğine getirilen sınırlamalar, Keynesçiliğin devlet harcamalarının genişlemesini kısıtlayabilmesinin ve milli gelirdeki emek payını kontrol altında tutabilmesinin iki yoludur. Kalecki’nin teşhisinin genişletilmesi gerekiyor: 1970’ler yalnızca resmi ücretin değil, sosyal ücretin de enflasyonuna tanık oldu ve her iki hareket de Fordizmin marjinal işçileri –kadınlar, Afrikalı Amerikalılar ve diğer ırksal azınlıklar– ve Fordist işçi sınıfı tarafından desteklendi.

DSJ: Genelde bu karşı devrimin temelde kaçınılmaz olduğu varsayılır. Siz buna katılmıyorsunuz. O dönemde hangi uygulanabilir alternatif yollar mevcuttu?

MC: Karşı devrim ancak zenginliğin kolektifleştirilmesinin katı iktisadi sınırları olduğu önermesini kabul edersek kaçınılmazdır. Bu iktisadi “doğa kanunları” komünizmi sadece tehlikeli değil, aynı zamanda imkânsız kılıyor. Farklı çizgilerdeki iktisatçıların bu yasalar için farklı kelimeleri var. Neoliberaller arasında bu, gerçek ücret enflasyonunun iktisadi açıdan felaket olduğu ve hızlandırıcı olmayan işsizlik enflasyon oranı (NAIRU) olarak adlandırılan kasıtlı işsizlik yaratma yoluyla dizginlenmesi gerektiği fikridir. Keynesyenler arasında ise, milli gelirin sermaye ile emek arasında kâr artışından ödün vermeden paylaşılması gerektiği ve bunun da ancak milli hasıladaki sürekli büyüme ile sağlanabileceği fikri hâkim.

Her iki akım da servetin kolektifleştirilmesine bir sınır koyuyor: Kârlara oranla ücretlerde herhangi bir artış ya da finansal varlıkların değerini tehlikeye atan herhangi bir toplumsal servet yeniden dağıtımı gördüklerinde endişelenirler. Keynesyenlerin bu konuda daha esnek oldukları aşikâr ama bu esneklik milli hasıladaki sürekli büyümeyi sürdürebildikleri sürece geçerlidir. Büyümenin temelleri atıldığında ya da milli gelirdeki emek payı sermaye payından daha hızlı büyüdüğünde, sendikaların ve patronların ücret ve fiyat kontrolleri yoluyla kemer sıkmayı paylaşmayı kabul ettikleri korporatist stratejilere başvururlar.

Eğer bir komünist ekonomi örgütlenmesinin nasıl görüneceğini tahayyül etmeye başlamak istiyorsanız, ilk olarak neoliberal ve Keynesyen iktisatçılar tarafından farklı şekillerde dile getirilen servetin kolektifleştirilmesinin teknik sınırlarını anlamanız gerekir. Bu, iktisadi belirsizliğin, doğal kaynak kıtlığının veya zorunlu işlerin sıkıcılığının tamamen ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Fakat ortadan kaldırılacak olan şey, günümüzde şirketlerin kârlarını veya özel serveti desteklemek için kullanılan kolektif kaynakların büyük ölçüde israf edilmesidir.

Bu durumda, iktisadi bir alternatif yaratmanın sadece teknik bir mesele olamayacağı bariz. Kolektif bir servet örgütlenmesinin nasıl görüneceğine dair mükemmel bir taslağımız olabilir ama bunu hayata geçirecek siyasi kaynaklara sahip olmayabiliriz.

Kalecki’nin (ve Schumpeter’in) sosyal devlet içinde ve ona karşı bir devrim vizyonunu gerçekleştirmeye en çok, 1970’lerin başında meydana gelen emek hareketleri ve toplumsal militanlığın birleşmesi yaklaşmıştı. En azından kısa bir süre için, kârların ve mali getirilerin, ücretlerin ve sosyal hakların genişlemesi karşısında gerçek bir tehdit altında olduğu bir durum yaşanmıştı. Bu noktaya vurgu yapıyorum, zira aksi takdirde solun yaşadığı yenilgilerin tarihini değerlendirmek için önemli olan karşı olguları gözden kaçırmış oluruz.

Ancak sermaye perspektifinden bakıldığında, bu durum bile gerçek bir sosyal devrimden oldukça uzaktır. Dolayısıyla, eğer devrim için başlangıç koşulları mevcutsa, olayların neden daha ileri gitmediğini anlamak önemlidir. Anlatımımda, işçilerin özel sektör, kamu sektörü ve sosyal yardımlardan faydalananlar arasında bölünmesinin bu dönemde sol için ölümcül olduğunu öne sürüyorum.

Ayrıca, soldaki çok az kişinin refah devleti ve kamu sektörü militanlığının devrimci bir toplumsal değişim stratejisine nasıl uyarlanabileceği konusunda net bir fikre sahip olduğunu da belirtmek gerekir. Bunun istisnaları arasında Nikos Poulantzas ve anarko-komünist Londra/Edinburgh Weekend Return Group gibi, geç dönem Keynesyen sosyal devlete karşı “içinde ve ona karşı” çalışma ihtimallerini araştıran insanlar sayılabilir. Siyaset teorisyeni ve tarihçi Katrina Forrester da bu konuda bir kitap üzerinde çalışıyor ve o dönemde İngiliz feministlerin kaynakların yeniden dağıtımını, genelde beraberinde gelen disiplin olmadan nasıl talep ettiklerini açıkça anlatıyor.

KY: Sizin anlatımınıza göre, muhafazakârlar —yani arz yanlısı iktisatçılar ve Virginia Okulu neoliberalleri— kamu harcamaları konusunda görünürde farklı görüşlere sahip olmalarına rağmen bu karşı devrimde birleşiyorlar. Kitabınızın alt başlığında “Kamu Maliyesinde Savurganlık ve Kemer Sıkma” olarak vurgulanan bu potansiyel gerilimin ne anlama geldiğini ve iki taraf arasındaki yakınlaşmanın nasıl gerçekleştiğini izah edebilir misiniz?

MC: Virginia Okulu neoliberalizmi, özellikle James M. Buchanan’ın anayasa felsefesinde ortaya konduğu şekliyle, kemer sıkma politikalarının yerel, eyalet ve federal olmak üzere devletin tüm düzeylerinde uygulanması için ayrıntılı bir teorik gerekçe ve politika planı sunuyor. Buchanan’ın eserleri, devlet teorisi alanında bir başyapıttır ve devlet politikalarının şekillenmesinde Keynesçilik kadar etkili olmuştur. Yine de Buchanan’ın (ve öğrencilerinin) etkisi genellikle gözden kaçmıştır. Buchanan’ın, Güneyli Demokrat geleneğinden gelen kaynaklarına yakından bakmak, neoliberal bütçe politikalarının neden özellikle ırksal azınlıkları hedef aldığını anlamayı kolaylaştırır. Yerel vergi ve harcama limitlerinin veya federal Denk Bütçe Değişikliği’nin ırksal politikalarını anlamak için açık ırkçılık veya bilimsel ırkçılık teorilerinin ötesine geçmemiz gerekiyor. Cumhuriyetçi stratejist Lee Atwater’ın gözlemlediği üzere, sözüm ona tarafsız bütçe ve parasal mekanizmalar, ırk ayrımcılığı rolünü açık ırkçılıktan çok daha etkili bir şekilde oynayabilir.

Virginia Okulu neoliberalleri bütçe açıkları ve borç finansmanının kendi başına tehlikeli olduğuna inanırken, arz yanlısı iktisatçılar Cumhuriyetçi Hazine çevreleri ve tahvil piyasaları dünyasına daha yakın bir duruş sergileyerek 1980’lerde doların üstlendiği yeni küresel hegemonya biçimine uyum sağladılar. Robert Mundell, ABD’nin küresel bir tahvil ihraççısı olabileceğini ve düşük enflasyonu garanti ettiği sürece sürekli bir ticaret açığı verebileceğini fark eden ilk kişiydi. Bu durum, ABD hükümetinin finansal varlık sahiplerine (örneğin, sermaye kazançları vergisi avantajları şeklinde) teşvikler için savurganca harcama yapabileceği ve küresel tahvil piyasaları tarafından cezalandırılmayacağı gibi kışkırtıcı bir olasılığın önünü açtı. Fakat 1978’de yaşanan dolardan kaçış, hükümet çok fazla harcama yaparsa veya ücretlerin çok hızlı artmasına izin verirse küresel yatırımcıların dolardan kaçacağını gösterdi.

Arz yanlısı iktisatçılar, finansal varlık sahiplerine yönelik cömert kamu harcamalarından yanaydı ama söz konusu işçiler veya sosyal yardımlardan faydalananlar olduğunda kemer sıkma politikalarını savunuyorlardı. Bu bağlamda, savurganlık ekonomileri, temel konularda ciddi anlaşmazlıklar yaşamalarına rağmen Virginia Okulu neoliberalleri ile örtüşüyordu.

KY: Bu yakınlaşma, kısmen sabit sermaye varlıkları için hızlandırılmış amortisman programları gibi görünürde oldukça teknik araçlar aracılığıyla gerçekleşiyor. Hızlandırılmış amortisman programlarının arz yanlılarının savurganlığını nasıl örneklediğini açıklayabilir misiniz?

MC: Sermaye kazançlarının vergi kanunu aracılığıyla teşvik edildiği çeşitli yöntemleri ele almaya çalışıyorum. “Sermaye kazancı,” varlıkların değer kazanmasından elde edilen kazançlar için kullanılan bir vergi muhasebesi terimidir. Varlık fiyatlarının artışı yoluyla servet kazancını teşvik etmenin en bariz yolu sermaye kazancı vergisi avantajlarının kullanılmasıdır. Sermaye kazançları vergisinin azaltılması, 1970’lerin ortalarından günümüze kadar arz yanlı iktisadi düşüncenin temel direklerinden biri olmuştur.

Ancak aynı amacı taşıyan ve farklı isimlerle anılan başka vergi avantajları da vardır. Özel sermaye fonları, risk sermayesi ve serbest yatırım fonları gibi özel yatırım dünyasında, taşınan faiz muafiyeti, genel ortakların herhangi bir yatırımdan elde ettikleri getirilerin yaklaşık yüzde 20’sini emek geliri yerine sermaye geliri olarak talep etmelerine olanak tanır. Böylece, (genelde zaten) son derece yüksek olan yatırım getirileri, çok daha düşük olan sermaye kazancı oranında vergilendirilir.

Sermaye kazancı vergisi avantajına eşdeğer olarak işleyen bir başka vergi mekanizması da hızlandırılmış amortisman programıdır. Amortisman programları, başta sanayicilerin bina, makine ve ekipman gibi sabit sermaye varlıklarına uzun vadeli yatırım yapmalarını teşvik etmek amacıyla tasarlanmıştır. Klasik amortisman programı, “düz bir çizgi” şeklinde düzenlenmişti; yani, belirli bir yatırım için talep edilebilecek vergi indirimleri varlığın varsayılan ömrüne yayılmıştı. Sanayi üretimi için gerekli fiziksel varlıklar oldukları göz önüne alındığında, vergi kanunu bu varlıkların zamanla yıpranma ve değer kaybetme eğiliminde olduğunu ve eninde sonunda yenilenmeleri gerektiğini kabul ediyordu. Arz yanlıları, 1970’lerde sanayi kapitalistlerinin azalan yatırım oranlarını teşhis ettiklerinde, hızlandırılmış amortisman programlarının uygulanmasını önerdiler. Eğer kapitalistler bir yatırımın maliyetini daha erken silebilirlerse, riskten kaçınma eğiliminden kurtulabilecekleri ve yeniden inovasyona teşvik edilebilecekleri düşünülüyordu. Peşin bir vergi ertelemesi, uzun yıllara yayılan bir ertelemeden daha kıymetlidir, zira başlangıçta daha fazla yatırımı finanse etmek için kullanılabilir.

Sanayiciler işlerini her zamanki gibi sürdürmeyi planlasalardı, tüm bunlar mantıklı olabilirdi. Fakat Ronald Reagan, 1980’lerin başında hızlandırılmış amortisman programlarını uygulamaya koyduğunda, bu programlar öncelikle Donald Trump gibi gayrimenkule üretim faktörü yerine finansal bir varlık olarak yatırım yapan müteahhitler tarafından kullanıldı. Endüstriyel birikim rejiminde, ticari gayrimenkulün değeri büyük ölçüde içindeki üretim birimlerine bağlı olarak belirleniyordu ve fiziksel varlıklar olarak zamanla değer kaybediyordu. Buna karşın, 1980’lerin New York’unda bir otel ya da ofis binasının değeri üretimden çok piyasa değerlemesine dayanıyordu ve yıkılmaya yüz tutmuş bir bina bile her geçen yıl değer kazanabiliyordu. Bu durum, bir müteahhidin bir mülkü tamamen krediyle satın alıp, mülkün değeri amortismana tabi tutulmazken bile yatırım için peşin amortisman ödeneği talep edebileceği bir yapı yarattı. Bir müteahhit, birkaç yıl boyunca ipotek faizi ve amortisman üzerinden vergi indirimi talep edebilir ve ardından mülkü olağanüstü bir kârla satabilirdi. Bu kâr da düşük sermaye kazancı vergisi oranıyla vergilendirilirdi.

Donald Trump, hızlandırılmış amortisman konusunda oldukça uzmandı.

DSJ: Tüm bunlarda 1970’lerin dini sağının rolü nedir? Özellikle de bir önceki kitabınız Aile Değerleri bu konuda oldukça önemli bir rol oynamış gibi görünüyor.

MC: Yeni kitabımın son bölümü, dindar aşırı sağın üreme politikaları ile kamu borcu arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Görünen o ki bu, Cumhuriyetçi sağın mali ve parasal politikalarında giderek daha önemli hale gelen ama sol analistler tarafından neredeyse tamamen görmezden gelinen bir unsur. 2010’larda Çay Partisi’nin en güçlü olduğu dönemde, Cumhuriyetçi Kongre üyeleri borç tavanının artırılmasına karşı çıkmalarını defalarca doğmamış çocukları savunma çabası olarak açıkladılar. Dini öğretilerle yoğrulmamış biri için bu, ilk başta anlaması zor bir durumdu; bütçe kararlarının gerçekten Hristiyan milenyarizmi ile motive olabileceğini söylemek güçtü.

Fakat dindar muhafazakârlar, uzun zamandır kürtaj ve kamu borcu konularını birbirinden ayrılamaz olarak görüyor ve bu bakış açısı, mali engelleme politikalarını anlamanın anahtarı. 1970’lerden itibaren Katolik ve Evanjelik muhafazakârlar, dalgalı döviz kuru sistemine geçilmesini, kürtajın yasallaşmasını ve ABD’nin artan kamu borcunu ulusal çöküşün birbiriyle ilişkili semptomları olarak görmeye başladılar. Dindar muhafazakârlar, ekonomik hayatın cinsel bilinçdışına doğrudan bağlı olduğuna inanırlar. Bu nedenle, daha ana akım neoliberaller refah harcamalarının artması ve ücretlerin enflasyona yol açmasından endişe ederken; daha ana akım muhafazakârlar ailenin çöküşü ve sosyal yardımlardan faydalanan evlenmemiş kadınların artışından şikâyet ederken, dindar muhafazakârlar meseleyi doğrudan cinsel kontrol kaybına –erkeklerin kadınlar üzerindeki kontrolünü yitirmesine– bağlarlar. Onlara göre, ülkenin mali ve parasal geleceği, kadınların fetüslerin gelecekteki yaşamına tabi kılınmasına dayanır. Bu nedenle, kamu borçlanmasına getirilen sınırlamaları kürtajı sınırlamanın bir yolu olarak görmeye başladılar ve bunun tersi de geçerli oldu.

Kitap boyunca ama özellikle bu bölümde göstermeye çalıştığım şey, kemer sıkma politikalarının genellikle düşündüğümüz ekmek ve tereyağı meselelerinin çok ötesine geçtiğidir. Roe v. Wade’e karşı mücadelede yargısal bir başarı elde etmeden çok önce, dindar muhafazakârlar kadınların kürtaj ve doğum kontrolüne erişimini mali yollarla sınırlamaya çalıştılar.

DSJ: Karşıdevrim ile Donald Trump’ın yükselişi arasında nasıl bir ilişki var? Örneğin, Trump’ın “neoliberalizmin kalıntıları” arasından çıktığını söyleyen Wendy Brown’ın görüşüne katılıyor musunuz? Yoksa karşıdevrimin kendisinde, doğası gereği “Önce Amerika” milliyetçiliği ile uyumlu bir şey mi var?

MC: Arz yanlı ekonominin uzun tarihine odaklanmam, Donald Trump’ın neoliberal olmadığı görüşünü savunmayı zorlaştırıyor. Trump’ın 2017 vergi yasası, pek çok yönden Reagan’ın 1981’deki gelir vergisi reformlarının bilinçli bir yeniden canlandırmasıydı ama emlak sektörüne çok daha cömert teşvikler içeriyordu.

Bunu söyledikten sonra, liberalizmin asla tek başına var olmadığını düşünüyorum; her zaman bir tür muhafazakarlıkla ittifak içinde bulunmuştur. Bu ittifak, Bill Clinton’ın Üçüncü Yol Demokratlığı’ndaki komüniteryen/neoliberal birliktelik ya da George W. Bush’un neo-muhafazakâr neoliberalizmi olabilir.

Bugün Cumhuriyetçi Parti’de neoliberal/paleomuhafazakâr bir ittifak görünüyor ve bu da kendi içinde karmaşıklıklar barındırıyor. Paleomuhafazakârlığın beyaz üstünlükçü ve teokratik aşırı sağla açık bağlantıları var; kendilerini, fazla laik, fazla liberal, fazla enternasyonalist ve fazla Yahudi olarak gördükleri neo-muhafazakârlara karşı tanımlarlar.

Fakat, paleomuhafazakârların yaptığı ekonomik ittifaklar çeşitlilik gösterir. Bir yandan, paleomuhafazakârlar sıklıkla Ludwig von Mises’in Avusturya Okulu neoliberalizminden etkilenen Murray Rothbard gibi radikal liberterlerle bir araya gelmiştir. Liberteryenler, enternasyonalist olmadan serbest ticareti savunurlar. Güney ayrılıkçılığına duydukları nostalji nedeniyle merkezi federal otoriteye karşıdırlar. Fed ve İç Gelir Servisi’nin kaldırılmasını isterler. Ancak hükümet içinde, Fed’in zenginler adına çalışmasını sağlayacak yollar da bulurlar (örneğin, eski Ayn Rand hayranı Alan Greenspan).

Öte yandan, Pat Buchanan gibi birini de liberteryen yerine neo-Hamiltoncu bir ekonomik milliyetçi olarak görebiliriz. “Önce Amerika” sloganını doğrudan ondan almıştır. Bu, neoliberal serbest ticaret pozisyonundan oldukça farklı ve pek çok kişi bu konuda heyecanlı görünüyor. Solun bazı kesimlerinde bile korumacılık ve merkantilizmin işçiler için daha iyi koşullar sağladığı yönünde yaygın bir varsayım var. Fakat bu, hiçbir zaman Pat Buchanan’ın “Önce Amerika” gündeminin bir parçası olmadı; burada gümrük vergileri ve katı sınır politikaları işçileri korumanın bir yolu olarak sunulurken, diğer yandan son derece gerici bir vergi sistemi teşvik ediliyordu. American Compass ve American Affairs’i, neoliberalizm karşıtı paleomuhafazakârlığın çağdaş temsilcileri olarak görüyorum. Şu anda yapılandırıldığı haliyle küresel para sisteminin ABD’yi net ithalatçı konumuna kilitlediği düşünüldüğünde, bu durum biraz karışık bir pozisyon oluşturuyor.

Çağdaş Cumhuriyetçi Parti’nin tüm bu akımlardan beslendiğini söyleyebilirim ve Trump, bunları diğerlerinden daha rastgele bir şekilde bir araya getiriyor. İlk seçim kampanyasında Trump, Pat Buchanan veya Steve Bannon’ın savunduğu türden paleomuhafazakâr korumacı politikaları benimsemiş gibi görünüyordu ve Çin ile ticaret konusunda bu politikaları uyguladı.

JD Vance de anti-neoliberal korumacı bir duruş sergiliyor gibi görünse de ultra-liberteryen Peter Thiel tarafından finanse edilen birkaç Cumhuriyetçi sağ operatörden biri. Bu insanları bir araya getiren şey, aşırı sağcı paleomuhafazakarlığa olan bağlılıkları ve özel yatırım dünyasıyla olan derin bağlantıları. Bu, bazen daha ilerici bir şirket karşıtı gündem kisvesine bürünen, son derece patrimonyal, otarşik ve atavistik bir bakış açısının temelini oluşturuyor.

DSJ: Peki ya Biden yönetimi?

MC: Bildiğiniz gibi, Biden, Trump’ın Çin ithalatına getirdiği gümrük vergilerinin neredeyse tamamını korudu ve kendi vergilerini de ekledi. Fakat bu adımı, açık bir sanayi politikasıyla da birleştirdi. Pratikte bu politikalar daha az iddialı olsa da kavramsal olarak Demokratların sol kanadı ve adil bir yeşil enerjiye geçiş vizyonu tarafından bir ölçüde şekillendirildiği görülüyor. Bunu kayda değer bir siyasi değişim olarak değerlendiriyorum. Solun karşılaştığı asıl zorluk ise bu politikaların aşağıdan gelen toplumsal hareketlerin baskısı veya içeriden gelen heterodoks politika uzmanlarının etkisi kadar, yaklaşan jeopolitik gerilimlerden de kaynaklanıyor olmasıdır. Bazı açılardan, bu durum, Soğuk Savaş döneminde Demokratlar tarafından uygulanan ve sanayi politikasının hedeflenen vergi harcamaları yoluyla yürütüldüğü, solun kendi mali hedefleri ile güvenlik devletinin çıkarları arasında sıkıştığı bir tür “arz yönlü liberalizme” geri dönüş gibi görünüyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

The National: İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Lübnan’da iletişim cihazları üzerinden geçekleştirdiği saldırıların tarihsel gelişimine ışık tutuyor. Makalenin yazarı, bu saldırıların Hizbullah’ın uzun vadede dijital misillemesini tetikleyebileceği görüşünde.

***

Stuxnet’ten Gospel’e ve çağrı cihazı bombalarına kadar İsrail dijital dünyanın silahlandırılmasına öncülük ediyor

İbrahim Al-Marashi

Lübnan genelinde meydana gelen bir dizi çağrı cihazı patlaması ve ertesi gün telsizlere yönelik ikincil saldırılar çok sayıda Hizbullah mensubunun yanı sıra aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivilin ölümüne ve sakat kalmasına neden oldu. Saldırılarda aralarında İran’ın Beyrut Büyükelçisi’nin de bulunduğu binlerce kişi de yaralandı.

Genelde yabancı topraklardaki saldırıların sorumluluğunu üstlenmeyen İsrail bu saldırıları da üstlenmedi ancak Savunma Bakanı Yoav Gallant çarşamba günü yaptığı bir konuşmada Mossad’ın sabotajdaki rolüne dair güçlü işaretler verdi.

Gallant ayrıca neredeyse bir yıldır Gazze’de Hamas’la mücadele eden İsrail’in savaşta yeni bir aşamaya geçtiğini söyledi. “Ağırlık merkezi kuzeye doğru kayıyor, yani güçlerimizi, kaynaklarımızı ve enerjimizi giderek daha fazla kuzeye yönlendiriyoruz” diye ekledi.

Lübnan saldırıları İsrail’in uzak mesafeden vurma yeteneğini gösteriyor; bu da bir tür caydırıcılık sağlarken makul bir inkâr olasılığı yaratıyor ve Washington’un Başbakan Binyamin Netanyahu’ya Hizbullah’a saldırmaması yönünde baskı yaptığı bir dönemde ABD’nin tepkisinden kaçınma imkânı sunuyor. Bununla birlikte, Lübnanlı grubun da dijital dünyayı silahlandırma yeteneği var, bu da şiddet yanlısı devlet dışı aktörlerin düşmanlarına misilleme yapma ve dijital savaşı yapay zekâ alanına taşıma olasılığını artırıyor.

Son birkaç gündeki saldırılara yönelik belirsiz imalar bir yana, tarihsel örnekler, iletişimin silahlandırılmasının İsrail devletinin bir çalışma yöntemi olduğunu gösteriyor.

1972 yılında Münih Olimpiyatlarında 11 İsrailli sporcunun öldürülmesine misilleme olarak Mossad ajanları Filistinli yetkili Mahmud Hamşari’nin Paris’teki evinde telefonuna yerleştirdikleri bir patlayıcıyı infilak ettirmişlerdi. O telefon analog bir cihazdı, ancak dijital devrim İsrail için uzun mesafeli suikastları daha kolay hale getirdi. Başka bir telefon 1996 yılında silah haline getirildi; bu sefer İsrail’in iç güvenlik servisi Şin Bet, Hamas’ın bombacısı Yahya Ayyaş’ın Motorola Alpha cep telefonunu hedef aldı. Bir Filistinli işbirlikçisiyle çalışan Şin Bet, cihaza 50 gram patlayıcı yerleştirerek, Ayyaş telefonu kulağına götürdüğünde onu öldürmeyi başardı.

Son dönemde Lübnan’da yaşanan ölümler, postmodernizmin bir örneğidir; dijital kültürün, bilgiyi kolayca düzenleme olanağı sunan bir dönemin ürünü. Bilim ve teknoloji, mesafeleri neredeyse yok eden bir şekilde bilgiyi değiştirme ve kodlar üzerinden kolayca manipüle etme imkânı sağlıyor.

Countdown to Zero Day: Stuxnet and the Launch of the World’s First Digital Weapon kitabı, İsrail’in 2010 yılında Stuxnet olarak bilinen kötü amaçlı bir dijital kod ile İran’ın Natanz nükleer tesisinin bazı bölümlerini yok etme yeteneğine atıfta bulunuyor. Bir USB sürücüsüne gizlice yerleştirilen bu kod, nükleer santrifüjlerin kendilerini imha edecek kadar hızlanmasına neden oldu.

Buna karşılık, 1981’de İsrail F-15 ve F-16 uçakları, Irak’ın Osirak nükleer tesisini yok etmek için uzun mesafeler kat etmek, havada yakıt ikmali yapmak ve bombalar atmak zorundaydı; bazıları hedefi bile ıskaladı. İsrailli pilotlar vurulma veya kaza yapma riski taşıyordu ki bu, Bağdat dışındaki hedeflerine giderken telefon tellerine takılmaktan kıl payı kurtulduklarında bu risk neredeyse gerçekleşiyordu.

Stuxnet, İran’ın nükleer tesisini hedef alırken hiçbir İsrailli ajanı riske sokmadı. Bu kod, geleneksel bir bombanın aksine kolayca düzenlenebilir, bir USB sürücüsüne yüklenebilir, uzun mesafeler kat edebilir, hedefine ulaşabilir ve İsrail’in sorumluluğunu inkâr etmesine olanak sağlayabilirdi.

Binlerce haberleşme cihazına müdahale etmenin teknolojik zorluğuna rağmen, İsrail son iki gün içinde Lübnan’ın dört bir yanındaki, hatta komşu Suriye’deki hedefleri nispeten kolaylıkla vurabildi, zira bireyleri hedef almak için hiçbir ajanının orada bulunması gerekmiyordu. Bu, uzaktan kumandayla gerçekleştirilen bir suikasttı.

Caydırıcılık oluşturmak, bir düşmana zarar verebilme yeteneğini göstererek ve sinyaller vererek sağlanır. Can kaybı nispeten düşük olmasına rağmen, İsrail, Lübnan’ın egemenliğini ihlal etmek zorunda kalmadan, Hizbullah’a üyelerinin ülkelerinde hiçbir yerde güvende olmadığı mesajını verdi.

Ne yazık ki bu saldırıların bir başka etkisi daha oldu: sivillerin ontolojik güvenliğini bozdu. Bu, gündelik yaşamın düzeninden ve sürekliliğinden, hatta sıradanlığından kaynaklanan zihinsel durumu ifade eder. Elektrik kesintileri nedeniyle ülkede tıbbi çalışanlar bile çağrı cihazları kullanıyor ve her vatandaş cep telefonunun silah haline getirilip getirilmediğini merak ediyor.

Ancak caydırıcılık ölçülemez. İsrail, Hizbullah’ı caydırmak yerine, grubun misilleme yaparak itibarını koruma baskısı altında kalmasına yol açabilir. İsrail’in 1970’lerde bölgeye getirdiği ve temmuz ayında İsrail’i uzun mesafeli bir insansız hava aracıyla doğrudan vuran Husiler de dahil düşmanları arasında yaygınlaşmasına neden olan insansız hava aracı teknolojisinden ders alması gerekirdi.

Ortadoğu’da insansız hava araçlarını ilk kez 1973 yılında İsrail kullanmış ve bölgede bu konuda tekel olmuştu. Ancak Beyrut Amerikan Üniversitesi profesörü Rami Khouri’nin bir keresinde insansız hava araçları konusunda dünyanın en önde gelen uzmanı Peter W Singer’a söylediği gibi “İHA’lara verilecek yanıt kendi İHA’larınızı elde etmektir. Onlar sadece savaş araçlarıdır. Her araç bir karşı tepki doğurur.” Nitekim, 2024’e gelindiğinde Hizbullah, İHA’larının İsrail’in egemenliğini ihlal ettiğini ve Hayfa kentine ulaştığını gösteren videolar yayımladı.

Yapay zekâ destekli İHA’ların kullanılıp kullanılmadığı belirsiz olsa da İsrail’in Gazze’deki askeri harekâtı için Gospel adlı bir yapay zeka programını hedef belirlemek amacıyla kullandığı biliniyor.

Dijital alanın silah haline getirilmesiyle birlikte Hizbullah misilleme yapma ihtiyacı hissedecektir. Ancak bu misillemenin İsrail’in önleyebileceği kaba bir roket ya da füze saldırısı olması pek olası değil. Grup, kendi dijital zaferini kazanmak için uzun vadeli bir strateji izleyebilir ve belki de bu hedefe ulaşmak için yapay zekayı silahlandırma yoluna başvurabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: 20. yüzyılda, ABD’deki siyah hakları için kafasıyla ve vücuduyla mücadele edenleri saymaya kalksak, James Baldwin bunlar arasında nadide bir yerde duracaktır. O medeni haklar hareketi, siyahların ötesinde, dünyadaki tüm ezilenlerle de kendilerini aynı yerde görmüş ve “canavarın ağzında”, ABD’de mücadele etmenin bilinciyle kendilerini aynı davanın bir parçası olarak hissetmişlerdi. Öyle ki, İkinci Dünya Savaşı bitiminde, ezilen bir siyah, ataları kölelik zulmünü, plantasyonları görmüş bir siyah, “bir zenci”, demişti, “kendini Yahudi ile özdeşleştirir.” Aynı Baldwin’in, 1961’de İsrail’e gidince, Arapların Yahudiler tarafından “kontrol edildiğini” ve “mülksüzleştirildiğini” görerek İsrail devletine karşı tutum almaya başlaması da bu nedenle şaşırtıcı değildir. Baldwin, İsrail devletinin şahsında, acılı Yahudi halkının kurtuluşunu değil, batılı sömürgecilerin koçbaşını görüyordu. Dolayısıyla ezilen siyahların kendini özdeşleştirdiği “kimlik”, tersine dönüyordu: Baldwin, Amerika’da Yahudiyi, beyaz adam olarak teşhis ediyor ve yeni siyasetini buna göre düzenliyordu. İsrail, Avrupa’nın “suçlu Hıristiyan vicdanı” ile Filistinlilere çektirdiği acının adıydı. Aşağıdaki mektup da, dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, BM Büyükelçisi Andrew Young’ı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) temsilcisiyle görüştüğü için kovmasına yönelik öfkesinin bir ürünüdür. Mektup, yayınlandığı andan itibaren büyük tartışma yaratmıştı. Malum antisemitizm suçlamalarına Baldwin’in ironiyle verdiği cevap ise, “siyahların antibeyaz oldukları için antisemitik de oldukları” yönündeydi. The Nation, tam 45 yıl sonra, Baldwin’in mektubunu yeniden yayınladı.


Yeniden Doğmuşlara Açık Mektup

James Baldwin
The Nation
29 Eylül 1979

Bu makale ilk olarak The Nation dergisinin 29 Eylül 1979 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Andrew Young’la tanışmadan önce Martin Luther King Jr. ile tanışmıştım. Andy ile tanışmamızın Martin sayesinde olduğunu biliyorum. Andy bana göre Martin’in “sağ kolu” idi, kendisini öyle tanımladığı için değil. O oradaydı, kesinlikle oradaydı. Neler olduğunu gördü. Bildiklerini bilme ve gördüklerini görme sorumluluğunu kendi üzerine aldı. Andy’nin kendisini tanımlamaya çalıştığını sadece bir kez duydum: o da benimle ilgili bir şeyi bir başkasına açıklamaya çalışırken. Böylece, bir akşam, Hıristiyan ibadetinin onun için ne anlama geldiğini öğrendim. Bunu biraz açıklayayım.

Metin Matta İncilinden, 25:40: En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz.

Batı dünyasına iletmem gereken haberler olduğu için yorucu ve sıkıcı olmaktan uzak bir konumdayım – örneğin: siyah, köle ile eşanlamlı değildir. Size tavsiyem, bu çarpıcı, hantal ve istenmeyen mesaja karşı kendinizi savunmaya kalkışmayın. Bunu tekrar duyacaksınız: gerçekten de Batı dünyasının bundan sonra duyacağı tek mesaj bu olacaktır.

Bunu biraz sert bir üslupla ifade ediyorum çünkü gerekli ve çünkü şimdi bir kölenin torunu, yeniden doğmuş bir Hıristiyan’ın soyundan gelen biri olarak konuşuyorum. Countee Cullen’ın dediği gibi, benim ihtidam pahalıya mal oldu / Ben İsa Mesih’e aitim. Ayrıca Müjde’nin eski bir hizmetkârı ve dolayısıyla yeniden doğanlardan biri olarak konuşuyorum. Bana açları doyurmam, çıplakları giydirmem ve hapistekileri ziyaret etmem emredilmişti. Gençliğimden ve babamın evinden çok uzaktayım ama bu talimatları unutmadım ve asla unutmamam için ruhumla dua ediyorum. Bugün kendilerini “yeniden doğmuş” olarak adlandıran insanlar, dünyanın en zengin, en seçkin özel kulübünün, Celileli adamın girmeyi umamayacağı ya da istemeyeceği bir kulübün üyeleri haline gelmişlerdir.

En basit kardeşlerimden biri için yaptıklarınızı, benim için yapmış oldunuz. Bu zor bir söz. Bununla yaşamak zor. Birbirimize karşı sorumluluğumuzun acımasız bir tanımı. İnsanın ahlaki seçimini yaptığı o sert ışık. Batı dünyasının ahlaki seçim diye bir şeyin var olduğunu unutmuş olması, benim tarihim, bedenim ve ruhum için bir ibret vesikasıdır. Dünyanın en ünlü yeniden doğmuş Hıristiyan’ının Bay Andrew Young’ı içine atmayı başardığı çıkmaz da öyle.

Batı dünyasının “enerji” krizi olarak adlandırdığı şeyin, piyasaları artık kontrol edemediğinizde, sömürgelerinize zincirlendiğinizde (tam tersi yerine), köleleriniz tükendiğinde (ve hâlâ sahip olduğunuzu düşündüklerinize güvenemediğinizde) neler yaşandığını, titizlikle düşündüğünüzde Deniz Piyadelerini ya da Kraliyet Donanmasını herhangi bir yere gönderemeyeceğinizi ya da küresel bir savaşı göze alamayacağınızı, müttefikiniz olmadığını, sadece iş ortaklarınız ya da “uydularınız” olduğunu ve herhangi bir yerde, herhangi birine verdiğiniz her sözü tutmadığınızı beceriksizce gizlediği bariz gerçekler olduğunun üzerinde fazla durmayalım. Neden bahsettiğimi biliyorum: büyükbabam vaat edilen “kırk dönümlük araziyi ve bir katırı” asla alamadı, o soykırımdan kurtulan Kızılderililer ya rezervasyonlarda ya da sokaklarda ölüyorlar ve Birleşik Devletler ile Kızılderililer arasında yapılan tek bir antlaşmaya bile uyulmadı. Bu büyük bir rekor.

Yahudiler ve Filistinliler verilen sözlerin tutulmadığını bilirler. Balfour Deklarasyonundan bu yana (I. Dünya Savaşı sırasında) Filistin beş İngiliz mandası altındaydı ve İngiltere hangi atın önde göründüğüne bağlı olarak toprakları Araplara ya da Yahudilere vaat etti. Siyonistler –Yahudi olarak bilinen insanlardan farklı olarak– birinin deyimiyle “mevcut siyasi mekanizmayı”, yani sömürgeciliği, örneğin İngiliz İmparatorluğunu kullanarak İngilizlere, bölgenin kendilerine verilmesi halinde İngiliz İmparatorluğunun sonsuza kadar güvende olacağı sözünü verdiler.

Fakat kimse Yahudileri umursamıyordu ve Yahudi olmayan Siyonistlerin sıklıkla antisemitik olduğunu gözlemlemek ilginçtir. Siyah köleleri Liberya’ya (Firestone Kauçuk Fabrikası için hâlâ köle olarak çalıştıkları yere) göndermekten sorumlu olan beyaz Amerikalılar bunu onları özgür bırakmak için yapmadılar. Onları adam yerine koymuyor ve onlardan kurtulmak istiyorlardı. Lincoln’ün niyeti köleleri “özgürleştirmek” değil, kölelerine “kaçmaları” için bir neden vererek Konfederasyon Hükümetinin “istikrarını bozmaktı.” Özgürlük Bildirisi, tam olarak, henüz bir Birlik olarak teminat altına alınamayan bir ülkenin Başkanının yetkisi altında olmayan köleleri serbest bıraktı.

Örneğin Franco’nun İspanya’sı ile İspanyol Engizisyonu; Hıristiyan kilisesinin ya da daha açık bir ifadeyle Katolik Kilisesi’nin Avrupa tarihindeki rolü ile Yahudilerin kaderi; Yahudilerin Hıristiyan dünyasındaki rolü ile Amerika’nın keşfi arasındaki bağlantıyı kimsenin kuramaması beni her zaman hayrete düşürmüştür. Çünkü Amerika’nın keşfi, Engizisyon ve Yahudilerin İspanya’dan kovulmasıyla aynı döneme denk gelmiştir. Hiçkimse Venedik Taciri ile Tefeci(*) arasındaki bağı görmüyor mu? Bu iki eserde de, sanki zaman hiç geçmemiş gibi, Yahudi, Hıristiyan’ın çıkar amaçlı pis işlerini yapıyor olarak tasvir edilir. Gördüğüm ilk beyaz adam kirayı tahsil etmek için gelen Yahudi yöneticiydi ve binanın sahibi olmadığı için kirayı o tahsil ediyordu. Aslında, yetişkin ve ünlü bir adam olana kadar, içinde uzun süre temizlik yaptığımız ve acı çektiğimiz binaların sahiplerinden hiçbirini görmedim. Hiçbiri Yahudi değildi.

Ve aptal değildim: örneğin bakkal ve eczacı Yahudiydi ve bana ve bize karşı çok çok iyiydiler. Polisler beyazdı. Şehir beyazdı. Tehdit beyazdı ve Tanrı da beyazdı. Hayatımda bir an bile “İsa’yı Yahudiler öldürdü” gibi aşağılık ve korkakça bir suçlama yankılanmadı. Bir katili gördüğümde tanırdım ve beni öldürmeye çalışan insanlar Yahudi değildi.

Fakat İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı; Batının çıkarlarının kurtuluşu için kuruldu. Artık netleşen şey budur (benim için her zaman net olduğunu söylemeliyim). Filistinliler otuz yılı aşkın bir süredir İngiliz sömürgeciliğinin “böl ve yönet” politikasının ve Avrupa’nın suçlu Hıristiyan vicdanının bedelini ödüyorlar.

Nihayet: Avrupa’nın olanca kibriyle Orta Doğu (Avrupa ne anlar ki? Hindistan’a bir geçit bulmakta bu kadar başarısız olduktan sonra) olarak adlandırdığı yerde Filistinlilerle muhatap olmadan barışı kurmak katiyen –tekrar: katiyen– umut edilemez. İran Şahı’nın çöküşü sadece dindar Carter’ın “insan hakları” konusundaki endişelerinin derinliğini ortaya çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’e kimin petrol ve İsrail’in kime silah sağladığını da ortaya çıkardı. Hecelemek gerekirse, bu beyaz Güney Afrika idi.

Pekâlâ. Yahudi, Amerika’da beyaz bir adamdır. Öyle olmak zorunda, çünkü ben siyah bir adamım ve onun varsaydığı gibi, onu Amerika’ya sürükleyen kadere karşı tek korumasıyım. Ama hâlâ Hıristiyanların kirli işlerini yapıyor ve siyahlar bunu biliyor.

Arkadaşım Bay Andrew Young, muazzam bir sevgi ve cesaretle ve sessiz, kusursuz, tarif edilemez bir asaletle, bir soykırımı önlemeye çalıştı ve ben onu korkakların ihanetine uğramış bir kahraman olarak ilan ediyorum.


(*) Tefeci (The Pawnbroker) Sidney Lumet’in 1964 yapımı filmi. Filmde Rod Steiger, Doğu Harlem’de küçük bir rehinci dükkânı işleten, Holokost’tan sağ kurtulan bir Alman-Yahudi’yi canlandırır ve çaresiz müşterilerle olan günlük etkileşimleri ile gitgide kararan bir kişi haline gelir. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English