Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Thomas Fazi: Çırpınmakta olan Almanya Avrupa’nın geleceğidir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Çiftçilerin öfkesi tüm Avrupa’ya yayılıyor, zira tarımın hızla gerilemesinin başlıca kaynağı tam da Avrupa Birliği’nin izlediği politikalarla alakalı. Durum, ilerlemenin kaçınılmazlığı sloganı altında onlarca yıldır kötüye gidiyor. Protestolar Brüksel tarafından fanatizm derecesinde desteklenen ekolojik dogmayı konu alıyor. Elbette profesyonel Avrupalılar kuraklıktan ve diğer tartışılmaz dogma olan küresel ısınmadan bahsediyorlar.

Öte yandan çiftçiler yaşlanan bir toplam; çiftlik yöneticilerinin neredeyse yüzde 60’ı 50 yaşın üzerinde, daimî çalışanların sayısı 10 yılda yüzde 12 azaldı ve Fransız nüfusunun ortalamasından daha yüksek bir intihar oranına sahipler. Kısacası, mevcut politika geleneksel çiftçi ahalisinin fiziksel olarak ortadan kalkmasına yol açıyor. Sorunu gerçekten çözmenin yolu vergi oranlarını arada bir değiştirmek değil, yönetici elitleri değiştirmektir ki bu da en azından AB’den çıkmak anlamına geliyor.


Çırpınmakta olan Almanya Avrupa’nın geleceğidir

Çiftçilerin protestoları Berlin’in zayıflığını ortaya çıkardı

Thomas Fazi

Unherd

2 Şubat 2024

Merkel döneminin büyük kısmında Almanya, Avrupa’nın sürekli fırtınalı sularında bir iktisadi ve siyasi istikrar adası olarak durdu. Ancak o günler artık uzak bir anı gibi görünüyor. Avrupa hala krizde ama şimdi Almanya krizin merkez üssü. Almanya bir kez daha Avrupa’nın hasta adamı.

Almanya’da hükümet karşıtı gösterilere nadiren rastlanır. Bu nedenle yüzlerce öfkeli çiftçi traktörleriyle birlikte aralık ayı ortasında Berlin’e akın ederek yeni kemer sıkma tedbiri dalgasının bir parçası olarak tarım araçlarına yönelik dizel sübvansiyonlarında ve vergi indirimlerinde yapılması planlanan kesintiyi protesto ettiğinde işin içinde bir iş olduğu barizdi. Endişeli olduğu anlaşılan hükümet, derhal geri adım atarak indirimin devam edeceğini ve dizel sübvansiyonunun hemen kaldırılmak yerine birkaç yıl içinde aşamalı olarak kaldırılacağını duyurdu. Fakat çiftçiler bunun yeterli olmadığını söyledi ve hükümet planlarından tamamen vazgeçmediği takdirde protestoları şiddetlendirme tehdidinde bulundu.

Sözlerinde durdular; takip eden haftalarda binlerce çiftçi sadece Berlin’de değil, pek çok kentte kitlesel protestolar düzenledi, hatta otoyolları kapatarak ülkeyi fiilen durma noktasına getirdi. Hükümet ise siyasi oyun kitabındaki en eski ve en etkili numaralardan birine başvurdu; çiftçileri gayri meşrulaştırmak ve insanları korkutup kaçırmak amacıyla protestoların arkasında aşırı sağcıların olduğunu iddia ettiler. Ancak bu kez işe yaramadı. Protestolar devam etmekle kalmadı, büyüdü ve hatta sıradan yurttaşların yanı sıra balıkçılık, lojistik, konaklama, karayolu taşımacılığı, süpermarketler gibi diğer sektörlerden işçileri de çekti.

Sonuç olarak, dizel sübvansiyonlarıyla ilgili bir protesto olarak başlayan gösteriler, Alman hükümetine karşı çok daha geniş çaplı bir isyana dönüştü. Gösterilerdeki en yaygın sloganlardan biri: “Trafik lambası gitmeli!” (iktidardaki Sosyal Demokratlar, Hür Demokratlar ve Yeşiller koalisyonuna bir gönderme). Tıpkı 2018’de akaryakıt fiyatları nedeniyle protesto gösterileri düzenleyen Gilets Jaunes [Sarı Yelekler] gibi çiftçiler de çok daha geniş bir siyasi öfke havuzunun sesi oldular.

Biri Washington Post’a şunları söyledi: “Başta tarım sübvansiyonlarındaki kesintilerin iptal edileceğini umuyorduk. Ancak… Bence bu protestonun çok daha fazlası ile ilgili olduğu açık. Sadece biz çiftçiler değil, diğer kesimler de mutsuz. Zira Berlin’den gelenler ülkemize, özellikle de ekonomiye zarar veriyor.” Bu bile örtmeceye yaklaşıyor; yükselen yaşam maliyetleri, düşen reel ücretler, kitlesel işten çıkarmalar ve gelişen konut krizi, Scholz hükümetinin onaylanma oranlarını rekor düşük seviyelere indirdi ve Almanlar huzursuzlanmaya başladı.

Çiftçilerin protestolarının yanı sıra, geçtiğimiz ay boyunca ülke son on yılların en büyük grevlerinden bazılarıyla sarsıldı; tren makinistleri, yerel toplu taşıma çalışanları, havaalanı güvenlik personeli, doktorlar ve perakende çalışanları, hepsi daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları talep ediyor. Önümüzdeki haftalarda daha fazla endüstriyel eylem bekleniyor. Almanya’nın tarihsel olarak işçi sendikaları ve işveren federasyonları arasındaki işbirliğini vurgulayan, çatışmacı olmayan endüstriyel ilişkiler modeliyle uzun zamandır övündüğü düşünüldüğünde bu durum özellikle şaşırtıcı.

Sorun şu ki, Almanya’nın sosyal barışı, bir zamanlar övgüyle bahsedilen Modell Deutschland gibi artık iflas etmiş bir iktisadi modele dayanıyordu. Almanya’nın 21. yüzyıldaki iktisadi başarısı iki temel —ucuz hammadde ve enerji ithalatı (özellikle Rusya’dan) ve dünyanın geri kalanında yüksek talep— üzerine kuruluydu. Fakat son birkaç yıldır, küresel duraklama ve Ukrayna savaşı nedeniyle her ikisi de çöktü. IMF’ye göre Almanya geçen yıl dünyanın en kötü performans gösteren büyük ekonomisi oldu ve ülke şu anda resesyonun eşiğinde sallanıyor. Sanayi üretimi beş ay üst üste düştü: Hans-Jürgen Völz’ün (küçük ve orta ölçekli işletmeler adına lobi yapan BVMV’nin baş ekonomisti) geçtiğimiz temmuz ayında söylediği gibi: “Bazen ‘sürünen sanayisizleşmeden’ bahsedilir ama bu artık sadece sürünen bir şey değil.”

Çarpıcı olan, Alman liderliğinin bu krizi büyük ölçüde tek başına getirmiş olması. Önce Rusya karşıtlığı kervanına katılarak ana enerji kaynağından ayrıldı, ardından da Alman müesses nizamının en sevdiği iki takıntı olan yeşil politikalar ve kemer sıkma politikalarıyla krizi daha da derinleştirdi. Yakıt sübvansiyonlarının kaldırılması önerisi bu konuda mükemmel bir örnek. Hükümetin Kovid yardımları için ayrılan 60 milyar avroyu iklim değişikliğiyle mücadeleye dönük tedbirlere dönüştürerek kendi mali kurallarını baypas etme teşebbüsünün anayasaya aykırı olduğuna dair bir mahkeme kararıyla ortaya çıktı. Sübvansiyonları kesme kararı, hükümet tarafından hem mali hem de iklim hedeflerine ulaşmanın tek yolu olarak sunuldu. Verilen mesaj artık alıştığımız bir mesajdı: “es gibt keine Alternative [Başka alternatif yok].”

Ancak elbette bu hedeflerin her ikisi de kendi kendini dayatıyor. Bunlar doğa kanunlarının değil siyasi kararların sonucu, ki sıradan Almanlar bunun fazlasıyla farkında. Artık, halktan destek görmeyen politikaları siyasi çekişmelerden yalıtmak için çok sık başvurulan bir taktik olan bu tür sahte ikiliklerin aracılık ettiği siyaseti kabul etmeye istekli değiller. Nitekim protestocular daha şimdiden bu mantığı tersine çevirmiş durumdalar. Organik çiftçi ve Alman Yeşiller Partisi üyesi Martin Häusling’in (ki bu parti alışılmadık bir şekilde çiftçilerin protestolarını destekledi) FAZ’a söylediği üzere: “Çiftçiler için dizel traktör sürmenin alternatifi yok. Henüz elektrikli traktörler yok.”

Almanya’nın bütçe açıklarını kısıtlamak üzere 2009 yılında anayasasına koyduğu ve “borç freni” olarak nitelendirilen yasayı sorgulayan sesler de giderek yükseliyor. Kendi kendine dayatılan bu kemer sıkma kurallarının, hükümetin okullardan kamu yönetimine, demiryollarından enerji ağlarına kadar kamu altyapısına çok ihtiyaç duyulan yatırımları yapmasını engellediği ve paradoksal bir şekilde hükümetin kendi emisyon azaltma hedeflerini karşılamak için gereken yatırımları engellediği giderek daha belirgin hale geliyor. Alman Ekonomi Uzmanları Konseyi Başkanı Monika Schnitzer’in de belirttiği gibi: “Kimse [bu kuralların] ciddi bir krizde ne anlama gelebileceğini, yeterli manevra alanı olmadığını sonuna kadar düşünmedi.”

Sonuç olarak Alman modeli kendi iç çelişkilerinin ağırlığı altında çöküyor gibi görünüyor. Fakat bunlar uzun zamandır inşa ediliyordu. Sanılanın aksine, Almanya’nın avro sonrası ihracat başarısı, ülke ekonomisinin daha üretken ya da verimli olmasına değil, 2000’li yılların başında uygulamaya konulan ve şirketlerin ücretleri ciddi ölçüde sıkıştırmasına olanak tanıyan bir dizi neoliberal “yapısal reforma” dayanıyordu. Bu durum, “Alman avrosunun” yapısal olarak değer kaybetmesiyle birleştiğinde, ülkenin Avrupalı ticaret ortaklarına kıyasla rekabet gücünü önemli ölçüde artırmasına ve Avrupa sahnesindeki hegemonik hakimiyet politikasını pekiştirmesine olanak sağladı.

Fakat bunun yüksek bir sosyal ve iktisadi maliyeti de oldu; iç talepte gerileme, kronik yetersiz yatırım, kötü altyapı ama en önemlisi siyasi sonuçları açısından, milli gelirin ücretlerden kârlara doğru muazzam bir yeniden dağılımı, giderek büyüyen bir güvencesiz, düşük ücretli işçi alt sınıfına yol açtı. On yıl önce yazdığım üzere: “Almanya’nın ihracata dayalı modeli uzun vadede sürdürülemez olmakla kalmıyor, başından beri başarısız oluyor.”

Ancak ekonomi büyüdüğü sürece —ve Angela Merkel ülkeye sert ama anaç rehberliğini sunarken Alman gücünü Avrupa ve küresel sahneye yansıttığı sürece— tüm bunlar halının altına süpürülebilirdi. Ta ki bu ortadan kalkana kadar.

Bunun Almanya için yalnızca iktisadi bir kriz olmadığını, varoluşsal bir kriz olduğunu belirtmek önemli. Almanya’nın kendini iktisadi ve jeopolitik bir güç olarak algılaması ulusal kimliğinin bir parçası; Hans Kundnani’nin Exportnationalismus olarak adlandırdığı, Almanya’nın iktisadi başarısının bir tür açık kader olduğu inancı üzerine kuruldu. Ama ülkenin jeopolitik açıdan gözden düşmesi —Der Spiegel’in 2015 tarihli tartışmalı başyazısında ifade edildiği gibi “Dördüncü Reich”tan Scholz döneminde Amerika’nın baş vasallığına— bu inancı da yıktı.

Bu durum hem sağda hem de solda düzen karşıtı “popülist” partilerin yükselişinde açıkça görülüyor. AfD bir süredir bir başarı dalgası yakalamış durumda ve son anketlere göre ülke genelinde ikinci sırada yer alıyor. Fakat yeni partiler de ortaya çıkıyor ve daha önce istikrarlı olan parti yelpazesini parçalıyor. Milliyetçi muhafazakâr grup Değerler Birliği kısa süre önce yeni bir siyasi parti kurma niyetini açıklarken, Sahra Wagenknecht’in AfD’ye sol popülist yanıtı da güçlü oranlar yakalıyor. Bu partilerin farklı yol gösterici felsefeleri olsa da farklı derecelerde hepsi ekonomi, göç, Avrupa Birliği ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı ile ilgili yaygın bir hüsrandan ve iktidardaki koalisyona karşı genel olarak artan düşmanlıktan faydalanmayı amaçlıyor.

Alman müesses nizamının yanı sıra daha ılımlı eğilimli Almanlar da son popülist ayaklanmaya tipik bir öfkeyle tepki veriyor. AfD’nin üst düzey üyelerinin geçen yılın sonlarında bir toplantıda Alman sığınmacıların ve yabancı kökenli vatandaşların kitlesel olarak sınır dışı edilmesine dönük bir “ana planı” tartıştıklarına dair haberlerin ardından ülkeyi kitlesel AfD karşıtı protestolar sardı ama bu durum partiye olan desteği azaltmışa benzemiyor.

Politikacılardan ve medya kuruluşlarından AfD’nin yasaklanması yönünde çağrılar da geliyor ki bu çağrıların Alman halkının neredeyse yarısı tarafından desteklendiği anlaşılıyor. Ülkenin en popüler ikinci partisini yasaklamaya kalkışmanın sadece demokratik açıdan dehşet verici olmakla kalmayacağını, aynı zamanda beklenmedik ve geniş kapsamlı sonuçlar doğuracağını ve ülkeyi gergin bir siyasi durumdan sivil bir şiddet durumuna doğru itebileceğini söylemeye gerek yok.

Kıta genelinde sağ popülist partilerin popülaritesinin arttığı bir dönemde Avrupa, eski dayanak noktasını yakından takip etse iyi olur. Deyim yerindeyse, Almanya hapşırdığında Avrupa nezle oluyor ve bu siyasi illet yakın zamanda iyileşecek gibi görünmüyor.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English