Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ukrayna ve çevre

Yayınlanma

Ukrayna’nın çevre meselesinin yeni bir uluslararası kampanya olarak örgütlenmeye çalışıldığı anlaşılıyor. Bunlar arasında bir dizi siyasi, “bilimsel” ve “aktivist” faaliyeti üzerinde durmaya değer.

İdeolojik mücadelede çevre seferberliği

Geçen ayın sonunda Kiev, bir “ekosit” (ekosistemde meydana gelen aşırı tahribat ve yıkım) uygulaması geliştirdiğini, yerel halk ve uzmanların katılımlarıyla Rusya’nın 2215 çevre suçunu belgelediğini ileri sürdü; bunlar arasında 600 bin hektardan çok orman alanının yok edilmesi, 300 koruma alanının zarar görmesi, askeri ekipman kullanımı ve patlamalar sonucu su ve toprakta ağır metal birikmesi meydana gelmesi sayılmış. İki de ilginç suç var: Harkov’daki bir “havaifişek deposuna” ve benzer yerlere yapılan saldırılar ciddi hava kirliliğine sebep olmuş, Rusya’nın Karadeniz donanmasına bağlı denizaltıların sonar ekipmanları yüzünden de en az 700 yunus ölmüş. Bütün bunların tazminat talebinde bulunmak için rapor edildiği gizlenmiyor.

2022’den beri çevrimiçi yayınlanan “Ukraine War Environmental Consequences” adlı bir dergi var. Bir “uzmanlar” dergisi bu: kendisini tanıtmasına bakılırsa, aynı adı taşıyan ve çevreci aktivistlerden, uzmanlardan ve gazetecilerden oluşan bir çalışma grubu tarafından yayınlanıyor. Son sayısındaki başlıklar şunlar: Ukrayna 1000 kilometrekareden çok ormanını kaybetti; Ukrayna’nın koruma altındaki alanları; Ukrayna’da özgül çevre projeleri; savaşın Ukrayna’da çevresel sonuçları; yenilenebilir enerji. Benzerlerine bizde de çokça rastladığımız şeyler — üstelik tıpkı bizdeki gibi, bütün bunlar “Avrupa entegrasyonuyla” ilişkilendiriliyor. Fon kokuyor yani.

“Conflict of Environment Observatory” de (2018’de kurulmuş uluslararası bir çevre gözlem örgütü) birkaç ay önce etraflı bir rapor hazırladı. Raporda çatışmanın doğal ekosistemlere ciddi zarar vermekte olduğu belirtiliyor, uzun vadeli olası çevresel etkileri üzerinde duruluyor. Benim en çok dikkatimi çeken yanı, savaş yüzünden Kiev rejiminin “çevresel yönetişiminin zayıfladığı” tespiti oldu — çatışma, çevre koruma faaliyetlerini sekteye uğratıyor ve çevre mevzuatının uygulanmasını aksatıyormuş. Norveç, Finlandiya dışişleri bakanlıkları, AGİT ve Britanya tarafından fonlanıyor. Belirtmeden geçemeyeceğim: Ukrayna’yla ilgili 2022’den bu yana 18 çalışma yapmış, onu 6 çalışmayla Yemen takip ediyor (sonuncusu 2021’de), “işgal altındaki Filistin topraklarıyla” ilgili çalışmaların sayısı ise iki ve bunların sonuncusu 2022 tarihli.

El Cezire’nin geçen ayın başında yayınladığı, eski İsveç dışişleri bakanı ve eski İrlanda cumhurbaşkanının imzasını taşıyan bir makale de Rusya’nın Ukrayna’daki “çevre suçları” üzerinde duruyor ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne bu suçları yargılama yetkisi verilmesini istiyor. Örnek verdiği çevre suçu: “Bir yıl önce işgalci Rus güçleri tarafından kasıtlı olarak yapıldığı düşünülen Kahovka barajının yıkılması, köyleri ve tarım arazilerini sular altında bırakmış ve Karadeniz’e kadar uzanan geniş bir ekolojik hasara yol açmıştır.” Matematik öğretmeninin 2+2’yi sorduğu, 5 diyen öğrenciye itiraz eden öğrencinin ise ötekileştirmeyle suçlandığı bir kara mizah güldürüsünü hatırlattı bu bana. Gerçekten büyük bir çevre felaketine neden olan saldırı, geçen yıl 6 Haziran’da Kiev kuvvetleri tarafından gerçekleştirilmişti.

UCM vurgusu rastgele değil. Georgetown Üniversitesi’nin yayınladığı “Journal of National Security Law & Policy” dergisi de nisan ayında aynı çağrıyı yaptığı etraflı bir makale yayınladı. Makalede, daha 2016’da anlaşmasından çekildiği mahkemede Rusya’nın nasıl yargılanacağı üzerine de uzun uzadıya argümanlar sıralanıyor; ama gereksiz bunlar, zira aynı mahkeme, daha 2022’de Putin ve Rusya’nın çocuk ombudsmanı Lvova-Belova hakkında da tutuklama kararı çıkarmıştı. Kaldı ki Britanya kuklası savcı Karim Khan da, batılı liderlerin kendisine, mahkemenin Rusya ve Afrika ülkelerine karşı kurulduğunu söylediğini itiraf etti zaten.

Kiev rejimi çevre bakanlığı geçtiğimiz ay Avrupa entegrasyonunda dev bir adım duyurdu. En önemlisi, “daha Avrupa Birliği’ne üye olmadan Seville sürecinde gözlemci statüsü” kazanmıştı. Şunları da taahhüt ediyordu: sınai kirliliğin azaltılması ve kontrolü, Emerald ağ alanlarının (SEI; Avrupa doğa koruma alanları ağı) korunması, atık yönetimi reformu, vb. Çevre bakanı Ruslan Strilets, “bu değişikliklerin pek yakında Ukraynalılar tarafından günlük hayatlarında hissedileceğini” de vaat etti.

Birkaç “küçük” mesele daha

Bütün bunlar pek harika şeyler. Yalnız birkaç küçük mesele var.

Bunlardan biri, ABD yönetiminin geçen yıldan beri Kiev rejimine göndermekte olduğu seyreltilmiş uranyum içeren mühimmatla ilgili. Bunların ilk partisi 2023 baharında Hmelnitsk ve Ternopol oblastlerindeki depolarda Rusya füzeleriyle vurulmuştu; ama Kiev rejimi savunma sanayisi portalı Militarnyi, daha birkaç hafta önce bile, 21 Mayıs’ta, ABD’nin epeydir Abrams tankları için seyreltilmiş uranyum mühimmatı göndermeye devam ettiğini yazıyordu. Bununla birlikte endişeye mahal yoktu; zira: “Royal Society of Science çalışma grubu tarafından seyreltilmiş uranyum mühimmatının sağlığa yönelik tehlikeleri üzerine yapılan bir araştırma, seyreltilmiş uranyumun silahlarda kullanılmasından kaynaklanan sağlık risklerinin ihmal edilebilir düzeyde olduğu sonucuna vardı.”

Yugoslavya’ya NATO saldırısında 15 ton seyreltilmiş uranyum kullanıldı. Sırp çevre uzmanı Prof. Velimir Nedeljkovic, 1999 bombardımanından sonra Sırbistan’ın Avrupa’da en yüksek kanser oranına sahip ülke haline geldiğini vurgular; buna göre bombardımanı izleyen on yılda en az 30 bin kişi kansere yakalanmış, bunların 10 ila 18 bini ölmüştür. Nükleer fizikçi Chris Bursby, 2008’de yayınlanan bir makalesinde şu kesin araştırma sonuçlarını vurgulamıştı: “Muharebe alanında kullanılan seyreltilmiş uranyum sağlığa ciddi radyolojik etkide bulunuyor; bu bölgelerdeki hastalıklarda artış uranyumla bağıntılı; Irak’ta uranyumdan ötürü kanser ve sakat doğum vakalarında kanıtlanabilir artışlar var; seyreltilmiş uranyum parçacıkları havada uzun süre kalıyor ve kilometrelerce öteye ulaşabiliyor.”

Çevre açısından bir başka önemsiz sorun, misket bombaları.

Kiev’e misket bombaları müjdesi, aşağı yukarı seyreltilmiş uranyum müjdesiyle eş zamanlı verildi. Bu bombalar bir Amerikan klasiğidir; 1964-1973 arasında sadece Laos’a 270 milyon misket bombası attıkları biliniyor. Ama bu bombaların kurbanı çoğunlukla insanlar ve ancak nadiren hayvanlar olduğu için çevre faciası olarak saymaya değmez.

En önemsiz sorun ise, bunca hengamenin, bu dört başı mamur siyasi kampanyanın orta yerinde meselenin bam teline bastığı halde aylardır görmezden gelinen bir haber. Haberi geçen yılın sonunda Fransız gazeteci Jules Vincent yayınladı. Vincent, Kiev rejimiyle Soros’un oğlu Alexander arasında yapılmış bir anlaşmayı ortaya çıkarmıştı; buna göre rejim, kimyasal, farmakolojik ve petrol atıklarını gömmesi için Soros’un oğluna 400 kilometrekare toprak parçasını vermişti. Vincent, Kiev çevre ve doğal kaynaklar bakanlığından bir memurun kendisini bu anlaşmayla ilgili bilgilendirdiğini söylüyordu; üstelik ses kaydını da yayınlamıştı görüşmenin. Bakanlıkta görevli olan bu memur, anlaşmanın Soros’un oğluyla başkanlık ofisi başkanı Andrey Yermak arasında 7 Kasım’da yapıldığını açıklıyordu; başkanlık ofisi anlaşmanın ardından bakanlığa, verimli tarım arazileriyle ünlü Ternopol, Hmelnitsk ve Çernovitsk oblastlerinde batılı şirketlere 400 kilometrekare “süresiz ve karşılıksız imtiyaz mülkü” verilmesi için talimat göndermişti. DuPont, BASF, Evonik Industries, Vitol ve Sanofi şirketleriyle imtiyaz anlaşmalarının belgeleri de vardı.

Belli ki NATO, batı Ukrayna’yı bir tür gri bölge haline getirmeyi planlıyor ve doğrudan doğruya iktidarın en tepesi, bu büyük hayır işinde hizmete koşuluyor. Ve bu, sadece Ukrayna’yı değil, bütün batı komşularını (hepsi de NATO üyesi) ve bütün Karadeniz havzasını (hemen hepsi de NATO üyesi) etkileyebilir.

Ama tabii, faraza bütün bunlar; yoksa seyreltilmiş uranyumun sağlığa zararı olmadığı gibi kimyasal ve farmakolojik, hatta nükleer atıkların bile gübre yerine geçeceği de düşünülebilir. Sahiden, bunca kibar insan neden öldürsün ki halkı, geleceğiyle birlikte?

Yeri gelmişken, Soros’un oğlu 13 Mayıs’ta gene Kiev’deydi (çatışmanın başlamasından beri üçüncü defa), ilk iş Yermak’la özel bir görüşme yaptı, brifing aldı ve yabancı bir hükümet temsilcisi gibi ağırlandı.

İdeoloji olarak bilim

24 Şubat 2022’den bu yana büyük çoğunluğu Ukrayna vatandaşı yüz binlerce insan öldü. Binlerce aile parçalandı. İrili ufaklı onlarca köy ve kasaba yeryüzünden silindi. Milyonlarca Ukrayna vatandaşı başka ülkelerde sefalet içinde yaşamayı göze alarak topraklarını terk etti.

Nihayetinde savaş, kan, demir ve ateşle yapılıyor. Üstelik sadece insanlar değil hayvanlar, bitki örtüsü, toprak, hava, su da paylaşıyor bu felaketi.

Ancak nedenleri boş verip sadece görüngülere bakarak entelektüel geviş getirmek, nedenleri karartmaya yönelik bir siyasi tercihtir.

İlk kurşunun sıkılmasının ardından daha iki gün geçmişken hiçbir olayın bağımsız bir varlığa sahip olmadığını, her münferit olayın uzun bir zincirin halkalarını teşkil ettiğini yazmıştım. Olayları münferit kabul etmek bilinçli bir siyasi tercihtir; çünkü böylelikle gerçek nedenler gizlenebilir ve her münferit olaydan bir meşruiyet devşirilebilir.

Ukrayna çatışması 24 Şubat 2022’de Rusya’nın “unprovoked” saldırısıyla başlamadı; Donbass ve Lugansk halk cumhuriyetlerinin bağımsızlık ilanıyla başlamadı; Kırım’ın Rusya’ya katılmasıyla başlamadı. Çatışmanın ortaya çıkmasının bir sosyal zemini vardı (gerici, protofaşist ve faşist Ukrayna milliyetçiliğinin toplumda kök salmış olması); bir ideolojik zemini vardı (bu milliyetçiliğin kapitalist restorasyon sonrası devlet ve millet inşasının temeline konulması); bir siyasi zemini vardı (2014 Maydan darbesi ve Ukrayna’nın çekirdek milletlerinden olan Rusların zorla asimilasyonu); bir güvenlik zemini vardı (NATO dayatması)…

Ve bütün bu zeminler doğrudan doğruya emperyalizmle ilgilidir. Herhangi bir bilimsel disiplinin mensuplarının, çatışmanın bu gerçek nedenlerine gözlerini kapayarak toplum, tarih, ideoloji ve siyasetten bağımsız yapacağı çalışmalar, sunduğu veriler açısından değer taşıyabilir; ancak bu çalışmaların muhtevası kelimenin en olumsuz anlamında (hakikatin başaşağı konulması) ideolojiktir.

İdeoloji bütün düşünsel faaliyet alanlarını kapsar. İdeolojik mücadele bu faaliyet alanlarının hepsini: sadece ahlakı, hukuku, kültürü, sosyal alışkanlıkları, sanatı, vb. değil bilimleri de ilgilendirir. Bilim dalları en saf biçiminde bile kullanım amaçları ölçüsünde sınıfsaldır; sosyal ve beşeri bilimlere kaydıkça muhteva itibariyle de daha sınıfsal hale gelir. Ssınıflarüstü değildir hiçbiri: ideolojiktir, söylenen her şey siyasi anlam taşır.

Ekoloji, görünürde daha az siyasi; çünkü beşeri veya sosyal olmaktan çok biyolojiyle ilgili, bir tabiat bilimi. Ama çevre meselesi emperyalist siyasetin ana halkalarından biri haline geldiği ölçüde alabildiğine siyasileşmiş bir bilim o da.

Binlerce sayfayla sayısız doğru şey söyleyebilirsiniz; doğruluğundan şüphe edilemeyecek benzersiz veri setleri hazırlayabilirsiniz; ama söyledikleriniz, söylemediklerinizi gizlemek için olabilir; veya daha önemlisi (ve çoğu zaman olan budur) öyle bir ideolojik formasyona sahipsinizdir ki söylediğiniz her şey aslında söylemediklerinizi karartmak içindir. Bu yüzden, fon koktuğu yerde bile bu sadece parayı verenin düdüğü çaldığı anlamına gelmez; parayı vermeseler de o düdük çalacaktır (çünkü formasyon budur), para sadece yapılan işin meslek olduğunu gösterir, çünkü yaptığınız iş karşılıksız bir fedakarlık değil düzenli ve öngörülmüş ücret aldığınız bir meslektir.

Bir yerlerden talimat verildiğinden değil, bunun için para aldığından da değil, ama başka türlü yapamayacağı, böyle bir ideolojinin evladı olduğu için, hakikati ya yalan ya da sessizlik kurşunlarıyla kurşuna diziyorlar.

GÖRÜŞ

Ukrayna’da barış için iki çizgi mücadelesi: Batı ve Küresel Güney

Yayınlanma

Batı kamuoyunda Rusya-Ukrayna, Moskova’da ise Rusya-Kolektif Batı (ABD, AB, NATO) Savaşı olarak adlandırılan güç mücadelesi nasıl sona erecek? Bu konuda iki farklı çizgi mevcut. Bu çizginin ilkini temsil eden Batı dünyası son olarak İsviçre’nin Bürgenstock kasabasında 15-16 Haziran tarihlerinde resmi adıyla “Ukrayna’da Barış Zirvesi” düzenlendi.

Zirveye ihtilaflı tarafın yani Rusya’nın çağrılmaması Batı’nın Ukrayna’da barışa müzakereler ve tavizler yoluyla değil, rakip ülkenin tam mağlubiyeti ile ulaşmayı arzuladığını gösteriyor. Ukrayna’da Barış Zirvesi’nin hemen öncesinde Rusya’nın dondurulan mal varlıklarından elde edilecek gelirin Ukrayna’ya aktarılması ve Rusya’nın Ukrayna sahasından Batı’nın istihbarat ve mühimmat desteği ile vurulmasına verilen onay da bu nedenle tesadüf değil.

Önümüzdeki günlerde NATO toplantısından çıkacak Ukrayna’ya uzun vadeli ve kurumsal destek kararını göz önünde bulundurursak İsviçre’deki etkinliği “Ukrayna’da Barış Zirvesi” yerine “Rusya’yı Teslim Alma Girişimi” olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.

Rusya’ya diz çöktürmek: Teorik açıdan kusurlu, pratikte imkansız

Rusya’yı diz çöktürerek barışı tesis etme girişiminin teorik ve pratik açıdan çıkmazı bulunuyor. Batı dünyasında efsanevi bir siyasi zeka olarak kabul edilen eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger savaşlarda bir tarafı tam teslimiyet koşulları altında masaya oturtmanın gerçek bir barışı değil gelecekteki daha büyük savaşı hazırlayacağı konusunda uyarıda bulunmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan yıkımın tohumlarının Birinci Dünya Savaşı’nda atıldığını hatırlamak bu nedenle isabetli olacaktır.

Batı’nın teorik olarak oldukça tehlikeli bu yaklaşımının pratikte de bir karşılığı bulunmuyor. Zira yaptırımlarla teslim alınması beklenen Rus ekonomisi uluslararası kurumları şaşırtacak derecede dayanıklılığını kanıtlarken, Rus ordusunun Ukrayna sahasındaki ilerlemesi devam ediyor.

Savaşı uzatan Barış Zirvesi

Batılıların “day dream (gündüz düşü)” dediği uyku ile uyanıklık arasındaki hayallerle tertip edilen Ukrayna’da Barış ya da doğru ifadesi ile Rusya’yı Teslim Alma Girişimi’nin nasıl sonuçlandığını anlamak içinse Putin’in açıklamalarına bakmak yeterli olacak. Rusya lideri Putin, G7 ve Barış Zirvesi’nin arasına denk gelecek şekilde yaptığı açıklamada Moskova’nın çatışmaların sona ermesi için yeni şartlarını kamuoyuna duyurdu. Buna göre; Rus ordusu kontrol sağladığı topraklardan çıkmayacağı gibi yeni kazanımlar elde edildiği takdirde barış müzakereleri yeni gerçeklikler ışığında güncellenecek.

Rusya, ABD’li New York Times gazetesinin açıkladığı belgelere bakılacak olursa 2022’de İstanbul’daki müzakerelerde toprak konusunda daha az talepkar olmasıyla dikkat çekiyordu. İstanbul’da barışın kıyısına kadar gelindiğini ancak bunun dış müdahaleler ile akamete uğratıldığını dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “NATO’ya bağlı ülkelerin içinde savaş devam etsin arzusunda olanlar var. Savaş devam etsin, Rusya daha zayıflasın diye” sözleri ile özetlemişti.

Gelinen noktada Batı’nın her barış konferansı düzenlediğinde savaşın biraz daha uzayacağını görmek sürpriz olmayacak. Böylesine bir tablonun Ukrayna’da Rusya için Afganistan benzeri bir “Sonsuz Savaş” arzulayan ABD’ye hizmet ettiğine ise şüphe yok. Washington yönetimi bu sayede stratejik özerklik arayan Avrupalı devletleri kendi yanında rahatlıklar hizalarken, asıl rakip olarak gördüğü Çin’i kuşatmak için de gerekli politik atmosferi inşa ediyor.

Küresel Güney’in itiraz ve planı

İsviçre’de düzenlenen zirveye katılmayan ya da katılıp da imza atmayan ülkelerin toplamı Ukrayna’da barış için farklı bir alternatifin olgunlaştığını gösteriyor. Rusya ve İran’ın davet edilmediği zirveye Çin ve Mısır temsilci göndermedi. Güney Afrika, Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ise zirvede yer aldığı halde sonuç bildirgesini imzalamadı. Bu ülkelerin toplamı BRICS olarak adlandırılırken daha geniş planda bakıldığında Küresel Güney’in de Batı’nın çözüm/çözümsüzlük planına ilgi göstermediği dikkat çekiyor. Nitekim Türkiye ve Katar dışında Orta Doğu ülkelerinin büyük kısmı bildirgeye destek vermezken, Orta Asya’nın tamamı, Latin Amerika ve Afrika’nın ezici çoğunluğu da oyunun dışında kalmayı tercih etti.

BRIICS ülkelerinin oluşturduğu alternatifin çatısını Çin ve Brezilya’nın duyurduğu 6 maddelik çözüm planı oluşturuyor. Planın Batı’dan farkı yaptırım siyasetine,  bloklaşmalara karşı olması ve Rusya ile Ukrayna’yı aynı anda masaya oturtma hedefi. Müzakerelerin nerede tertip edileceğine dair şu anda resmi bir öneri olmasa da Çin ve Suudi Arabistan’ın adı öne çıkıyor. Ukrayna krizinin yıldönümünde 12 maddelik yol haritası hazırlayan ve bunu Ukrayna ile Avrupa başkentlerinde müzakere eden Çin’e Rusya’nın initiyatif vermesi muhtemel. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, daha önce yaptığı açıklamada Çin’in organize edeceği bir sürece müdahil olacaklarını duyursa da Batı krizin tarafı olmakla suçladığı Pekin yönetiminin uhdesindeki müzakerelere sıcak bakmayacaktır. İsviçre’deki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının faturasını Çin’e kesen NATO Genel Sekreteri yaptırım sinyalleri verirken, Ukrayna lideri Zelenski daha düşük bir tonla uğradığı hayal kırıklığını “Biz Çin’in dostluğunu bekliyoruz” diyerek ifade etti.

Çin-Brezilya koordinasyonu ile ilan edilen ve yakın tarihli olmasına karşın 20’nin üzerinde destek verdiği çözüm sürecinde Suudi Arabistan da müzakerelere ev sahipliği yapabilir. Nitekim Suudi Arabistan, Ağustos 2023’te Ukrayna konulu bir zirveye ev sahipliği yapmış Rusya’nın katılmadığı zirvede Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi Başkanı Andriy Yermak tarafından temsil edilmişti. Rusya’nın müdahil olmadığı zirve bildirisine imza atmama kararı alan Suudi Arabistan son hamlesi ile Moskova nezdinde itibarını artırırken, Riyad yönetiminin elinde Batı’yı ikna etmek için bir dizi enstrümanı bulunuyor. Bunlar; Batı dünyası ile geleneksel ilişkileri, petrol kartı, Körfez liderliği, Filistin krizindeki özel konumu olarak sıralanabilir. Son yıllarda dış politikasını Çin açılımı ve İran barışı ile çeşitlendiren Suudi Arabistan’ın bir sonraki müzakerelerde adres olabileceğini İsviçre Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Güvenlik Dairesi Başkanı Gabriel Lüchinger da dile getirdi.

Ateşkes bir ihtimal kalıcı barış uzakta

Çin-Brezilya yol haritası ABD-NATO hattının savaşın devamı yöndeki politikalarına rağmen krizi dondurmayı başarabilir mi? Bunu ilerleyen aylarda öğrenmek mümkün olsa da uzun vadede kalıcı bir barışın tesis edilmesi zor gözüküyor. Zira bunun için öncelikli olarak Batı’nın “barışın diz çöktürene kadar savaşmaktan geçtiği”  yönündeki inancı terk etmesi ve savaşın nedenlerine odaklanması gerekli. Bu konuda Çin, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından NATO’nun Rusya sınırlarına doğru genişlemesini yanlış güvenlik mimarisi olarak tanımlarken, güvenliğin bölünmezliğine vurgu yapıyor. Bir ülkenin ya da ittifakın güvenliğinin bir diğer ülkenin meşru çıkarlarını tehdit etmemesi yönündeki yaklaşımı bugünlerde Asya’ya doğru genişleme çabasındaki NATO için elbette kabul edilebilir değil.

Öte yandan kalıcı barış istikametindeki diğer zorlu görev ise Çin’in tanımladığı şekliyle “karmaşık tarihsel arka plana” sahip Rusya-Ukrayna ilişkilerini yeniden nasıl kurgulanacağı. Çin de dâhil olmak üzere krize çözüm bulmak isteyen ülkeler Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü, egemenliğine ve sınırlarına vurgu yapsa da Moskova ve Kiev arasında özellikle deniz sınırları alanında referans kabul edilebilecek anlaşmalar artık güncelliğini korumuyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Faşizm – 2: Yeni ittifak yolları

Yayınlanma

Yazar

Sınıflar mücadelesi ezilen sınıflarla ezen sınıflar arasındaki mücadeleden ibaret değildir. Hatta çoğu zaman mücadelenin bu biçimi derinlerde yatar ve ancak tarihi olarak tayin edicidir; ama güncel siyasi mücadelelerde tali bir önem taşır. Ezilen sınıflar sınıf mücadelesi sahnesine doğrudan çıktıklarında, ancak o zaman temel bir önem kazanırlar; bunun dışındaki hemen bütün durumlarda sınıf mücadelesi esas itibariyle egemen sınıfların şu veya bu kesimlerinin arasındaki mücadele şeklinde sürer.

Bugün de öyle oluyor. Hâkim sınıflar arasındaki mücadelede halklar ancak dolaylı bir özne bile değil sadece nesnedir. İşçi sınıfının devrimci, hiç değilse ilerici bir varlık gösteremediği faşistleşme sürecinde halk, emperyalist tekellerin kendi aralarındaki mücadelede, küçük burjuva sağcılığının biçimlerinin tekellerin siyasi temsilcilerine kitle desteği sağladığı kadar önem taşır.

Görüngü muhtevanın yerine konulduğunda ortaya çıkan çarpık duruma bir kez daha dikkat çekmeliyiz.

Faşizm – 1: Görüngü ve muhteva

İlk bölüme, ABD’ye dönelim: genel kabule bakılırsa geleneksel küçük burjuva sağcılığına yaslanan Trump faşist, ve sırf bu yüzden onun karşısındaki diğer güçler antifaşist veya hiç değilse faşist-değil sayılıyor.

Emekçi sınıfları kapsayan atomizasyon, amorflaşma ve gericileşme Trump’ın destek kitlesinde geleneksel biçimleriyle görülüyor. Ama bugün baskın olan geleneksel olmayan biçimler. Bunlar esas itibariyle mevcut “liberal” iktidarların destek kitlesinde: woke ve iptal kültüründe, “aktivist” zibidiliğinde, muazzam ahlaki dejenerasyonda, kimlikçilikte, vb. ortaya çıkıyor. Neden böyle? Çünkü bu woke kültürü, zibidilik, dejenerasyon vb. düpedüz saldırgan yollardan örgütleniyor. “Ötekileştirme” üzerine bir araba laf ettikten sonra ötekileştirmenin daniskasını bunlar yapıyor; tıpkı hâkim İslami kültürün oruç tutmamayı oruç tutanlara saldırı, namaz kılmamayı namaz kılanlara saldırı, dini eğitime karşı çıkmayı dindarlığa saldırı sayması gibi, liberal etiketli zırvalar da transseksüellerin kadınlara saldırısına, kozmopolitlerin millicilere saldırısına, “aktivistlerin” sanata saldırısına, çokkültürlükçülerin kültürlere saldırısına, emperyalist şemsiye altında devlet hayali kuranların emperyalizmden bağımsızlıkçılara saldırısına vb. yol açıyor.

Üstelik ve daha önemlisi bütün bunlar geleneksel faşist görüngüler arasında değil diye bu akımlar kendilerini antifaşist gibi pazarlayabiliyor da.

Trump’ın destekçileri, esas itibariyle taşra kökenli orta ve küçük burjuvaziden oluşan sağcı örgütler. İşçi sınıfının deklase olan kesimleri de var. Bütün bu kesimler bir varoluş krizi yaşıyorlar ve durum gerçekten de klasik faşizmlerin yükselişindeki kitle tabanını hatırlatıyor.

Ancak küçük burjuva sağcılığının beklentileri, özlemleri, siyasi tasavvurları, rejimin tepesindeki faşist eğilimlerle her zaman örtüşmeyebilir ve hatta çoğu zaman da örtüşmez. Klasik faşizmlerin tarihinin öğrettiği şudur: tepedeki faşist rejim eğilimleri, tabandaki faşist çetelerle yıllarca farklı istikametlerde görünebilir; ancak küçük burjuvazinin varoluş krizinin derinleşmesi, burjuvazinin genel ideolojik krizi, tepede it dalaşı, sermaye birikimi modelinde değişiklik zarureti vb. gibi muhtelif sebepler, muhtelif varyasyonlarla, mali sermayenin (“sanayi ve banka sermayesinin kaynaşması”) “en terörcü…” kesiminin bu serseri hareketiyle ittifak kurmasına yol açar.

Bugün iki farklı türde faşist kitle hareketi var. Birincisi, klasik modele en çok yakınsayan; Trump, Le Pen, VB, AfD, Meloni, Wilders, vb. destekçilerinde görülen türden hareketler. Bu hareketler İtalya şimdilik istisna edilirse iktidarda temsil bulmuyor. Ama ikinci tür faşist kitle hareketi: wokeçuluk, iptal kültürü, ilerici şalına bürünmüş emperyalist işbirlikçiliği, iktidarda doğrudan temsil buluyor: Yeşiller, Macron; Britanya, İsveç, Finlandiya, Hollanda vb. elitinin neredeyse tamamı.

Sanayi sermayesi başka sermaye grupları karşısında rekabet gücünü kaybetme riskiyle karşılaştığında korumacı olur. Bu neredeyse aritmetik bir sabittir. Trump’ın korumacılığı bundan ibaret. Banka sermayesi (NBFI ve varlık fonları dahil) ise gücünü para-sermaye hareketinin tamamen serbest bırakılmasında bulur; böylece hayali sermaye birikimi ve sermaye ihracı azami sınırlarına varır. Demek ki iki farklı menfaat alanının sebep olduğu bir gerilim var ve banka sermayesi sanayi sermayesi üzerinde tam bir tahakküm kurduğunda bile bu gerilim devam eder.

Bir yandan kapitalizmde altüst oluş, hâkim sınıflar kompozisyonunda köklü bir değişim, dolayısıyla bölüşüm modelinin değişmesi; diğer yanda küçük burjuvazi gericileşirken işçi sınıfının deklase olması. Eşzamanlı iki gelişme: bunlar iç içe geçtiğinde, ancak o zaman bir faşistleşme sürecinden söz edilebilir. Bugün Avrupa’nın her yerinde ve ABD’de tam da bu oluyor; ve bu nedenle, “Trump’ın yükselişi faşistleşme süreci anlamına gelir” önermesi yanlıştır; tersine, faşistleşme süreci derinleşirken Trump yükseliyor. Süreci derinleştiren: bütün sermaye gruplarının en teröristi, militaristi, yayılmacısı, müdahalecisi olarak banka sermayesi (çünkü emperyalist sistemin başlıca alametifarikası sermaye ihracıdır) ve onunla kaynaşan, onunla aynı nitelikleri taşıyan, aslında muazzam hayali sermaye birikimiyle ondan da çok balon olan, onunla aynı küresel iktisadi, ideolojik, siyasi hedefleri güden bilişim sermayesidir.

Her faşistleşme sürecinde sermayenin fraksiyonları arasındaki çatışma, taraflardan birinin diğerini yok ettiği mutlak zaferiyle değil tarafların birinin baskın olduğu yeni bir kompozisyon halinde sentezlenmesiyle ortaya çıkar.

Batıda sermaye fraksiyonları arasındaki çatışmanın çözümü için bir dizi yol öngörülebilir.

Birincisi, geleneksel sanayi sermayesinin zaferi ve keynesçiliğe yönelmesi olabilir. Ne var ki keynesçilik tam istihdamı idealize edilmiş bir görev olarak önüne koyar; bu, emekçi sınıfların bağımsız siyasi aktörler olarak ortaya çıktığı bir dönemin iktisat siyasetidir ve sınıf mücadelesindeki antagonizmayı yumuşatmayı amaçlar. Oysa bugün emekçi sınıflar burjuvazinin herhangi bir kesiminin taviz vermesini gerektirecek güçte bağımsız bir aktör değil; bu sınıflar otuz yıldır amorflaştırıldı, sınıf bilinçleri iğdiş edildi, yerine şu veya bu biçimiyle kimlikçilik geçirildi, sosyal haklarının büyük bir bölümü budandı ve budanıyor. Hâkim sınıfların bir kesiminin başka bir kesimine karşı mücadelesinde ortak antagonistik düşmanları olan emekçi sınıfları güçlendirecek bir siyasete yönelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Keynesçilik ancak büyük burjuvazinin dizginlenmesini isteyen küçük ve orta burjuvazinin siyaseti olabilir ve gerçekten de öyledir. Çok önemli bu; çünkü eğer halk saflarından büyük burjuvaziye karşı bir muhalefet ortaya çıkacaksa, tek yolu, halkın her kesiminin asgari ortak menfaatlerini öngören böyle bir iktisat siyasetidir ve ancak böyle bir siyaset, küçük burjuva sağcılığının faşist iktidarlar için kitle tabanı olmasının önüne geçebilir. Almanya’da Wagenknecht hareketi bunu simgeliyor ve iktidarın kanatlarını geriletmek için ciddi bir potansiyel ortaya koyuyor; bu eğilim Wagenknecht’in başarısı ölçüsünde bütün Avrupa’ya yayılacaktır.

İkinci yol banka ve bilişim sermayesinin öngördüğü yoldur: küresel oligarşi pekişmeli; emperyalist blok içinde hegemonya sorunu kesin ve nihai olarak çözülmeli; olası alternatif hegemonya merkezleri (başta Avrupa) dağıtılmalı; Avrupa’nın sanayi sermayesi mümkün olduğunca yoğun bir şekilde ABD’ye taşınmalı; bu sermaye neredeyse bütünüyle savaş sanayisine yönelmeli; tek başlı bir emperyalizm, bir Schwab distopyası. Bu savaş yoludur, çünkü sermayenin birikim modelindeki hiçbir köklü değişiklik savaşsız gerçekleşemez.

Üçüncü yol şimdi Trump’ın vazediyor göründüğü yoldur: dış ticarette korumacılık; büyük savaşlar yerine yerel gerilimler ve kontrollü çatışmalar; ABD’de banka ve bilişim sermayesi karşısında sanayi sermayesinin özerkliğinin güçlendirilmesi; finanslaşma öncesi duruma dönüş.

Bu çatışmanın tek çözümü iki hâkim sermaye grubundan birinin diğerini yok etmesi değil ancak ikisinin birden başka bir seviyede entegrasyonu olabilir ve öyle de olacak. İkinci ve üçüncü yol kesişecektir; Amerikan sanayi sermayesinin militarizasyonu hızlanacaktır; ABD için korumacılık dünya için serbest ticaret; ABD için iç barış dünya için savaşlar; memnuniyetsiz küçük ve orta burjuvazinin Amerikan hâkim sınıflarının menfaatleri için örgütlenmesi; stagnasyon tehdidinin ortadan kalkması; Avrupa sanayi sermayesine diz çöktürülmesi sürecinin tamamlanması.

Harika çözüm!

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Birleşik Krallık’ta aşırı sağ yükseliyor mu?

Yayınlanma

Doç. Dr. Dilek Yiğit

Birleşik Krallık’ta 4 Temmuz’da genel seçimler yapılacak. 2010 yılından bu yana ülkeyi yöneten ve 2014 İskoçya bağımsızlık referandumu, 2016 Avrupa Birliği (AB) referandumu, AB ile çekilme (Brexit) müzakereleri ve küresel pandemi gibi zorlu olaylar, süreçler ve bunların etkileri ile yüzleşen Muhafazakar Parti, liderlik koltuğuna oturan isimlerin sıklıkla değişmiş olmasının da açıkça gösterdiği gibi, seçimlere iktidar yorgunu olarak gidiyor. Muhafazakarlar tarafından hükümetin yaptığı neredeyse her şeyi eleştirmek suretiyle muhalefet yaptığı ileri sürülen İşçi Partisi ise “potansiyel hükümet” gibi görünüyor; zira seçimlere dair anket çalışmalarının sonuçlarına göre İşçi Partisi açık ara önde. Bu koşullarda kuvvetle muhtemel temmuz seçimleri sonucunda yirminci yüzyılın başından itibaren Britanya’yı en uzun süre yöneten parti olması nedeniyle “doğal hükümet partisi” olarak tanımlanan Muhafazakar Parti iktidarı son bulurken, 1997 seçim zaferini tekrarlayacak olan İşçi Partisi tek başına hükümet kurabilecek.

İktidarın bir kurulu düzen partisinden diğerine geçmesine sebep olacak ve koalisyon hükümeti kurulmasını da gerektirmeyecek temmuz seçimlerinin sonuçlarının, iktidarın Muhafazakar Parti ve İşçi Partisi arasında el değiştirmesine alışık, koalisyon hükümetlerine ise pek alışık olmayan Britanyalılar için “olağanüstü” bir özelliği olmayacak. Ancak seçimlere dair anket çalışmaları, üzerinde düşünülmesi gereken ve bizlere “Kıta Avrupası’nda olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da aşırı sağ yükseliyor mu?” sorusunu sorduran bir bulguyu karşımıza çıkarıyor.

Anketlerden çıkan bu bulguya değinmeden evvel, Birleşik Krallık’ın aşırı sağ partilerin yükselişe geçtiği Kıta Avrupası’ndan farklı bir tablo sunduğunu belirtmek gerekir. Aşırı sağ partilerin Batı Avrupa’da siyaset sahnesine dönmeye başladığı yıllarda Birleşik Krallık’ta  aşırı sağ gruplar bir araya gelerek 1967 yılında National Front adında bir parti kurdular. Parti yerel seçimlerde kısmi başarılar göstermiş olsa da, genel seçimlerde herhangi bir başarı gösteremedi. National Front içinde yaşanan görüş ayrılıklarını ve bölünmeleri müteakiben kurulan British National Party de seçimlerde başarılı olamadı. Birleşik Krallık’ın aşırı sağ parti ailesine 1993 yılında UKIP (United Kingdom Independence Party) katıldı. UKIP AB karşıtlığını siyasi söyleminin merkezine alarak ve Britanyalılar arasında artan Avrupa şüpheciliğinden de beslenerek Muhafazakar Parti üzerinde oluşturduğu baskı nedeniyle AB referandumuna giden süreci hızlandırmış olduğu gerekçesi ile Birleşik Krallık tarihinin en başarılı “tek konu partisi” olarak nitelendirilmektedir, ancak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde dikkate değer başarılar göstermiş olsa da, UKIP’in, 2015 genel seçimleri hariç, genel seçimlerde herhangi bir başarısı olmamıştır.

Dolayısıyla Birleşik Krallık’ın aşırı sağ partilerinin, Kıta Avrupası’nda seçim başarıları gösteren aşırı sağ partiler ile mukayese edildiklerinde “başarısız”  kaldıklarını söyleyebiliriz. Birleşik Krallık da aşırı sağ partilerin siyaseten etkili olmadığı ve olamayacağı bir ülke  imajı sergilemektedir. Hal böyle iken bizlere “Birleşik Krallık’ta aşırı sağ yükseliyor mu?” sorusunu sorduran seçim anketi bulgusu, Birleşik Krallık’ın söz konusu imajının sürdürülebilirliği açısından da önemlidir.

Nedir bu bulgu? Seçim anketlerine (Statista, Yougov) göre Reform UK partisi oylarını hızla artırarak seçimlere girmektedir ve kuvvetle muhtemel seçimlerden üçüncü parti olarak çıkacaktır. AB referandumundan çıkan karar uyarınca Birleşik Krallık hükümeti ile AB arasında çekilme müzakereleri yürütülürken, siyasi yelpazenin her yönünden Avrupa şüphecilerinin bir araya gelmesiyle, Brexit’in Birliğe taviz verilmeksizin, gerekirse taraflar arasında herhangi bir anlaşma yapılmadan gerçekleştirilmesi gerektiği söylemiyle 2018 yılının sonunda Brexit Party kurulmuştu. Kurulduktan kısa bir süre sonra 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde 29 sandalye kazanma başarısı gösteren Brexit Party, Birleşik Krallık AB’den çekildikten sonra ismini Reform UK olarak değiştirdi. Reform UK Brexit Party adı altında iken aşırı sağın iki temel özelliği olan “Avrupa şüpheciliği” ve “göç karşıtlığı” üzerinden siyaset yaptığından, yani Kıta Avrupası’ndaki aşırı sağ partiler ile ortak noktaları olduğundan, aşırı sağ olarak nitelendirilmişti ama Reform UK yönetimi partileri için “aşırı sağ” kavramının kullanılmasına tepki göstermektedirler.

Birleşik Krallık AB’den çekildikten sonra Avrupa şüpheciliğinin Britanya için bir anlamı kalmadığından, Reform UK, söyleminin merkezine göç karşıtlığını aldı. Bu açıdan Reform UK’nin, Britanya’da aşırı sağ parti ailesine mensup diğer partiler gibi “tek konu partisi” olarak eleştirilme riski vardı ama Reform UK sadece göç meselesi üzerinden siyaset yapan “tek konu partisi” olmadığını, genel seçimlere giderken “Let’s make Britain great” başlığı altında kamu sektöründe, kurumlarda ve ekonomide reform önerilerinde bulunarak göstermeye çalışmaktadır.

Reform UK’nin anketlerde öngörüldüğü şekilde seçimlerden üçüncü parti olarak çıkması iki partili sistem olarak bilinen ve Muhafazakar Parti ile İşçi Partisi’nin domine ettiği Britanya  siyaseti için çok fazla anlam ifade etmeyebilir. Diğer taraftan  partinin bu seçim sonucu, iki partili sistemin sürdürülebilirliğini sağlayan  ve küçük partilerin parlamentoda temsilinin önünü kesen tek isimli tek turlu seçim sistemine rağmen, büyük bir başarı olarak okunabilir. Eğer bir başarı olarak okunacak ise, bu Muhafazakar Parti’yi ve İşçi Partisi’ni farklı kanallardan etkileme potansiyeli taşımaktadır.

Aşırı sağ partilerin şimdiye kadar genel seçim başarısı gösteremediği Britanya’da Reform UK’nin başarısı Muhafazakar Parti’yi, seçmenini Reform UK’ye kaptırdığını düşünmeye sevk ederek partinin siyasi yelpazede aşırı sağa kayma ihtimalini yaratabilir. Üstelik Muhafazakar Parti zaten aşırı sağa kaymakla ya da aşırı sağı normalleştirmekle eleştirilmektedir. Reform UK’nin başarısı iktidardaki İşçi Partisi’ni ise kendisine yönelik asıl muhalefetin aşırı sağ ideolojiden geldiğini  düşünmeye sevk ederek aşırı sağ politikalar uygulamaya yönlendirebilir; üstelik İşçi Partisi de halihazırda Muhafazakar Parti gibi sağa kaymakla eleştirilmektedir.

Sonuçta temmuz seçimlerine dair anket öngörüleri gerçekleştiği taktirde Reform UK aldığı seçim sonucuyla, sonrasında ise İşçi Partisi ve Muhafazakar Parti’yi etkileme kapasitesine bağlı olarak Birleşik Krallık’ta aşırı sağın yükselişinin ifadesi olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English