Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ukrayna’da sonsuz savaş

Yayınlanma

İnsanlığın 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana gördüğü en büyük yıkımlardan biri olan Ukrayna Savaşı siyasetten askeri alana birçok ezberi yıktı. Küreselleşen dünyanın yumuşayan sınırları ve zayıflayan ulus devletleri yerini içine kapanan ve ekonomik bağımsızlığına odaklanan ülkelere bıraktı. Bu sırada küçülmekte ve “profesyonelleşmekte” olan ordular eski zamanların doktrinlerini tozlu raflarından tekrardan indirdiler.

1990’ların Soğuk Savaş sonrası algısı, gayri nizami harp ve terörle mücadele başlıkları altında toplanıyordu. Sadece NATO değil, Doğu milletleri de bu yeni savaş algısına hazırlanmaktaydı. Rusların Çeçenistan’da yaşadığı sıkıntılar, peşinden Gürcistan seferini getirdi. Rusya, Batılıların yaptığı reformları takip etme ihtiyacı duydu. Sadece piyadelerin teçhizatları yenilenmemişti, Rus ordusu da küçülmeye gitmişti. Ruslarda Sovyetlerin yıkılmasıyla ortaya çıkan “özel askeri şirket” geleneği tam da bu ortama uygundu. Küçük çaplı görevlerin maksadı düşman vekil güçlerini bastırmak, önemli kişileri korumak ve ülkedeki istenilen değişimleri hedefleyen yumuşak güç unsurlarına ufak bir itiş sağlamaktı.

Suriye İç Savaşı, dünyadaki küçük ordu akımının ne kadar güzel işlediğini gösterdi. Neredeyse bütün aktörler kendi vekilini bulmuş, onlara sağladığı hava desteği, eğitimler ve politik yönlendirmeler sonucunda istediklerini elde ediyor gibi gözüküyordu. Yani böylece, devasa fabrikaların sabah akşam top mermisi üretmesine, milyonlarca vatandaşın silah altına alınmasına gerek yoktu. Ukrayna da buna benzer bir örnekti aslında. Neticede 2014’te Donbass’ta başlayan iç savaşa Ukrayna tarafı “terörle mücadele” diyordu. Bu çatışma ortamı da Suriye’den farklı değildi. Azov Tugayı gibi neo-nazi yapılarla Rus ayrılıkçıların iki ayrı vekil güç olarak sahada karşı karşıya geldiği düşük yoğunluklu bir çarpışmaydı. Bu dönemde Azov’lar Ukrayna ordusuna dahil olmadığı gibi kendilerine verilen direktiflere itaat bile etmiyordu. Kural tanımazlıkları Batı medyasında bile defalarca gündem olmuştu.

Yeni Nesil Savaş

Askeri çevrelerde Rus Genelkurmay Başkanı Valeri Gerasimov’a atfedilen ama birçok farklı subayın katkısıyla ortaya çıkan “Yeni Nesil Savaş” teorisi 2013’te gündeme geldi. Buna günümüzde çokça popüler olan “hibrid savaş” konseptinin Rus versiyonu da demek mümkün. Yeni Nesil Savaş, konvansiyonel olmayan yöntemlerin kullanılarak bir bölgede gerginliğin artması ve sonunda konvansiyonel bir müdahaleyle istenilen politik hedefin başarılmasını içeriyor. Bu yöntemin kullanıldığı en popüler yer 2014’te Kırım oldu.

Kırım’ın ilhakı öncesi Ruslar bölgeye çokça müdahalede bulundular. Bunların en meşhuru “Küçük yeşil adamlardı”. Bu gizemli kişiler, giydikleri yeşil askeri üniformaların üzerinde hiçbir isim ya da sembol taşımıyorlardı. Kırım’da propaganda, rüşvet, casusluk gibi çeşitli faaliyetler yürüttüler. İşlerini bitirdiklerinde Ukrayna ordusu zayıflamış, Kırım’daki halk Rusya’yı “bekler” hale gelmişti. Yeni Nesil Savaş’ın son hamlesi olarak bir askeri harekatla Kırım ilhak edildi. Ruslar, kan akmadan çok değerli gördükleri Kırım’ı ele geçirmeyi başarmışlardı.

Ezberler yıkılırken

8 yıl sonra, 24 Şubat 2022’de Rus zırhlı formasyonları Ukrayna’ya dört koldan saldırdı. Bu taarruzun sonucu için ABD Genelkurmay Başkanı Milley; “Kiev en fazla 3 gün dayanır” diyordu. Çatışmalar günlerce devam etti ama Rus ordusu yavaşlamıştı. Kiev sınırlarına kadar ulaşan birlikler korkunç kayıplar veriyordu. Cephe arkasına indirilen Rus elit hava piyadeleri, Hostomel Havaalanı’nda kıstırılmış ve imha edilmişti. Ellerinde bidonlarla benzin almaya çalışan Rus askerleri… yok edilmiş konvoylar… etrafa saçılmış cesetler… Savaşın ilk bir haftası tam anlamıyla bir faciaydı. Rusların ısrarı Kuzey cephesinde çok uzun sürmedi. Ağır kayıplar sonrası 1 ay geçmeden Kiev etrafından çekildiler. Rusların yaşadığı soğuk duş tüm askeri çevrelerde de şok yarattı. Peki Ruslar neyi yanlış yapmıştı? Modern teknolojilerde zırhlı araçların, daha doğrusu tankların devri geçiyor muydu? Yoksa küçük ordu konsepti tarihe mi karışıyordu?

Rusların yaşadığı facialar bir süre daha devam etti. Verilen ağır kayıplar sonrası cephe hattında boşluklar oluşmuştu. Ukraynalılar bunları kullanarak başlattıkları taarruzda Harkiv bölgesini geri aldılar. Rus ordusunun yaşadığı en büyük sorun insan gücüydü. Operasyona ayrılan kuvvet 150 bin ila 200 bin askerden oluşuyordu. Ukrayna ordusunun savaş başladığındaki personel sayısı 250 bini buluyordu.  Amerikalıların 2. Dünya Savaşı’ndan kalma hesaplarına göre ele geçirdiğiniz bir bölgeyi tutmak istiyorsanız 40 sivil başına en az 1 asker bulundurmanız gerekir. ABD, Irak işgalini başarıyla tamamlamasına rağmen işgal sonrasında bölgede 160 bin asker bulundurmuş yani 160 Iraklıya 1 asker düşmüştü. Sonrasında ABD için epey kanlı isyanların başladığı bir döneme şahit olduk.

Yani Ruslar işin konvansiyonel yönünü bitirseler bile, tüm ülkeyi kontrol edecek asker sayısına yakın bile değildiler. Ukrayna’nın savaş başında 30 milyon, mülteciler dağıldıktan sonra ise 20 milyon nüfusunun olduğunu söylemek gerekir. Bu kadar ufak bir güçle Ukrayna gibi büyük bir ülkeye saldırmaları, çok bir çatışma olmadan işi bitireceklerini düşündükleri anlamına geliyordu. Zelenski’nin eski danışmanı Oleksiy Arestoviç de aynısını söylüyor. Ona göre Ruslar, işgalden ziyade “darbeye” gelmişlerdi. Yönetime el konulacak, ordu dağıtılacak, Ukraynalılar da onları Kırım’daki gibi çiçekle karşılayacaklardı. Olmadı.

Rus ordusunun ikinci büyük sorunu formasyonlarında yatıyordu. Devasa konvoyları etkileyici gözüküyordu ama onlara eşlik eden hafif piyade yoktu. İşgal için seçtikleri gün olan 24 Şubat’ta ülkedeki zemin zırhlı araçların ilerlemesi için pek elverişli değildi. Bazı ABD’li emekli askerler, “Ruslar saldırmak için zeminin donmasını bekleyecekler” bile diyordu. Ancak 24 Şubat geldiğinde, tankların büyük çoğunluğu araziden ziyade yolları kullanmak durumunda kaldı. Böylece hareket kabiliyetleri kısıtlandı. Tek sıra halinde ilerleyen araçların bir tanesi vurulunca diğerleri kaçamadı. Konvoyun içindeki araçlar güdümlü anti tank füzeleri tarafından avlandılar.

İddia o ki Ruslar birçok konuda hazırlıksız yakalanmışlardı. Pantsir gibi hava savunma sistemleri Bayraktar SİHA’ları hedef almak için ayarlanmamıştı. Belarus’ta bekleyen askerler Ukrayna’ya gireceklerini sadece saatler önce öğrenmişlerdi. Wagner CEO’su Prigozhin’in iddiasına göre, orduda korkunç bir nepotizm sorunu vardı. Savaşta önemli bir yer tutan İHA/SİHA’lar, Putin’in de itiraf ettiği şekilde küçümsenmişti.  İşte üst üste konulan bu sorunlar Rusya’nın birinci aydaki faciasının temelini oluşturdu.

Yıpratma Savaşı

İş bu noktadan sonra yıpratma savaşına döndü. Cephede büyük toprak parçalarının el değiştirdiği dönem geride kaldı. Rusya zırhlı formasyonları düşmanın üstüne yollamaktan vazgeçmişti. Küçük ordu konseptini hızlı bir şekilde çöpe attılar ve Sovyet doktrinlerinin kapağını açtılar. Hava Savunmasına, yoğun topçu bombardımanına ve yüksek insan gücüne odaklı Sovyet yolundan gideceklerdi. Rusya’nın elinde korkunç bir envanter vardı. Milyonlarca top mermisi, binlerce zırhlı araç… Savaşın bu döneminde Rusya, günde 60 bin kadar top mermisi kullanabiliyordu. Bu sürede Ukraynalılar en iyi ihtimalle 3-5 bini ancak buluyordu. Wagnerleri meşhur Bahmut kentinde kullanan Rusya’nın amacı belliydi. Prigozhin, Savunma Bakanlığı’yla yaptığı anlaşmada maksatlarının Bahmut’u almak yerine Ukrayna ordusunu yıpratmak olduğunu söyledi. Ruslar, ilk aylardaki yaralarını sararken Ukraynalılar Wagner tarafından yıpratılmaya devam edecekti.

Bu süre zarfında Batı, önceden geçmekten çekindiği birçok çizgiyi aştı. Ukrayna’ya önce HIMARS füzeleri verildi. Rusya’nın hızının kesilmesinde önemli bir pay sahibi olan bu füzeler, cephe arkasındaki mühimmat depolarını vuruyor, lojistik desteği zorlaştırıyordu. Sonra zırhlı araçlar geldi. Ukrayna bir taarruza hazırlanmalıydı. Topraklarını geri alacak ve Rusya’yı ülkeden atacaktı. 6 ayı geçen eğitim kampları sonrası yaklaşık 12-13 tugay bu taarruz için hazırlandı. Ülkenin deneyimli askerleri olan Azov taburu ya da Aidar Tugayı gibi yapılar Bahmut çevresinde beklerken bu yeni deneyimsiz ama eğitimli grup, NATO doktrinleri uygulamak için sahadaydı. Yaz başında zayıf nokta bulmak için yapılan “probing” saldırıları başladı. 2 ay sonra da ana saldırıya geçildi. Ukrayna NATO doktrinleri ve ekipmanlarıyla sadece birkaç kasabayı geri alabilmişti. Rusların Harkiv yenilgisi sonrası başa getirdiği komutan Surovikin, bir havacı olmasından dolayı Ukrayna’nın enerji altyapısına saldırmayı öncelese de derin tahkimatlar hazırlamayı ihmal etmemişti. “Surovikin” hattı olarak da bilinen bu savunma sistemi Ukrayna taarruzunu durdurdu. Sadece birkaç haftada Ukraynalılar Batı’dan aldıkları ekipmanların 3’te 1’ini kaybettiler.

Savaşın geleceği

Bu kronoloji üzerinde gerçekleşen olaylar hem bu savaşın gidişatı hem de savaş olgusunun geleceği üzerine bize birkaç şey söylüyor. Öncelikle en çok konuşulan “tankların devri geçti” iddiasından başlayalım. Ukrayna yanlısı açık istihbarat kaynaklarına göre Rusya, 1600-2000 arası ana muharebe tankı kaybetti. Bu sayı birçok Avrupa ülkesinin envanterlerinin toplamından fazla. Ukraynalıların tank formasyonlarının da başarısız olması sonrası bu kadar ağır kayıp verildiğine göre tankların devri geçmiş denilebilir değil mi? Pek sayılmaz. Tanklar, hala manevra savaşı için çok şey ifade ediyorlar. Eğer hızlı bir şekilde taarruz edecek ve büyük miktarda toprağı kontrol edecekseniz mekanize birliklerinize önderlik edecek tanklara ihtiyacınız var. Sovyetler 2. Dünya Savaşı’nın meşhur tank muharebesi olan Kursk’ta 1 ay içinde 6 bin tank kaybettiler ama muharebeyi kazandılar. İçinde kıymetli elektronik sistemler bulunan modern tankların kaybı daha yaralayıcı olsa da onların görevini yapacak başka bir teçhizat yok. Bu araçların kullanım yöntemleri de ne kadar katkı sağladığını belirliyor. Mesela savaş başından beri çok efektif olmayan Rus helikopterleri Ukrayna taarruzuna karşı inanılmaz bir savunma yaptılar. Daha iyi organizasyon ve daha yüksek bir insan gücüyle tanklar da aynı başarıyı sağlayabilirler.

Burada kilit başka bir konu da Ukrayna taarruzunun neden başarısız olduğuydu. Birçok batılı uzman NATO eğitimlerinin etkisiz olduğunu söylüyor. Bunun sebebiyse Ukrayna’nın, NATO’nun sahip olduğu devasa ateş gücü ve hava üstünlüğüne sahip olmamasıydı. Hava gücü olmadan NATO doktrinleri başarısızlığa mahkumdu. Bahmut çevresinde Sovyet doktrinleriyle savaşan Azovlar çok daha başarılı olmuşlardı.

Ancak bu Ukrayna’nın beceriksizliği mi yoksa modern savaşın soğuk savaş sonrası doktrinleri boşa çıkarmasından kaynaklı mı bilmek kolay değil. Ruslar, soğuk savaş döneminde hava gücü olarak Batı’yı yakalayamayacaklarını anlamış ve hava savunma sistemlerine yatırım yapmaya başlamıştı. NATO, Rusya’yla karşılaşmasında Ukrayna’dan çok daha fazla kaynağa sahip olsa da Bağdat’ta olduğu gibi rahatça bombalayabileceği bir ortam bulamazdı. Ciddi kayıplar verirdi.

Bu da bize şunu söylüyor. Hem insan gücü hem de teknoloji ve ateş gücü bakımından denk iki kuvvetin savaşında modern silahlar hızlı ilerlemelerin önünü kesiyor. 2. Dünya Savaşı’nda Almanların uyguladığı ama İngilizlerin isimlendirdiği Blitzkrieg’in başarılı olması için hala savunan tarafın gerçekten ne yaptığını bilmemesi ya da şok geçirmesi gerekiyor. Bu da gözlem kabiliyetlerinin çok yüksek olduğu modern çağda nadir yaşanan bir durum. Özellikle stabil hale gelmiş bir cephe hattının kırılması artık çok zor.

Madem böyle, savaş nasıl bitecek? Yıpratma savaşına dönen bu Ukrayna meselesi, bir tarafın savaşma şevki tamamen kırılana kadar ya da endüstriyel kapasiteler savaşı destekleyememeye başlayana kadar sürecek. Ruslar yıpratma savaşıyla Batı’yı kendi sahalarına çektiler. Batı, ne kadar güçlü ekipmanlara sahip olsa da Sovyet doktrinleri çerçevesinde yapılacak bir savaşa hazır değil. Top mermisi üretemiyorlar. Gerekli adımlar atılsa da şu an ayda 15-20 bin kadar üretilen top mermisi 3-4 yılda ancak 85 bine çıkabilecek. Bu da günde 3 bin atışa denk gelebiliyor.  Bu sırada Rusların Sovyetlerden kalma fabrikaları harıl harıl çalışıyor. Bu yüzden de savaşı şimdi dondurmak istemiyorlar. Çünkü böyle bir durumda batı envanterini dolduracak ve Ukrayna daha iyi bir konuma gelecek. Onlara göre, eğer savaş devam ederse belki envanterin tükenmesiyle, belki de Trump’ın ABD’de tekrar seçilmesiyle Batı desteği yavaşlayacak ve Rusya zafer ilan edecek. Çünkü onlar kendi silahını üretirken Ukrayna “makinaya” bağlı yaşıyor.

Özetle modern savaşta cephe hattını kıracak üstün bir kuvvetiniz yoksa her şey ekonomik gücünüze bağlı kalıyor. Bugün izlediğimiz Ukrayna Savaşı’nın 20 yıl önceden bir farkı yok. Soğuk Savaştan beri var olan güdümlü anti tank füzeleri, mayınlar ve top atışları zayiatın büyük kısmını oluşturuyor. Tek büyük değişiklik SİHA ve İHA’ların varlığı. Bu araçlar sayesinde sahadaki durumu yüksek kalitede gözlemleyebiliyoruz. Bunun dışında bu savaşı “yeni” kılan tek faktör, iki nispeten denk kuvvetin karşı karşıya uzun zaman sonra ilk kez gelmesi.

Yani teknoloji büyük katkılar verse bile geçmişten öğreneceğimiz çok şey var. Mızrakla savaşan atalarımız dahi bugün savaşta fark yaratacak fikirleri bize verebilirler. Bu nedenle “artık x’in devri geçti” derken iki kere düşünmek gerekir. Modern ordular sahada oluşabilecek her duruma karşı hazır olmalılar. Terörle mücadele için de Ukrayna’daki gibi bir konvansiyonel savaş için de hazır durumda bulunmak gerekir. İçin de bulunduğumuz dönem, özellikle yapay zekâ konusunda büyük teknolojik zıplamaların yaşandığı bir dönem. Maalesef ki teknolojik gelişmeler tüm tarih boyunca dünyadaki güç dengelerini sarstı ve büyük savaşlara neden oldu. Önümüzdeki on yıl, orduların tekrar büyüdüğü ve üretim kapasitelerinin silahlara odaklandığı bir dönem olarak geçecek.

Son olarak, Ukrayna savaşının bitişi de Batı’nın onları ne kadar desteklemek istediğine bağlı. Bir tarafın büyük bir hata yapmadığı, ya da savaşma arzusunun tamamen kırılmadığı yerde belirleyici en büyük faktör Batılıların desteği devam ettirip etmemesi üzerine kurulu. Rusların ve Ukraynalıların varoluşsal olarak gördüğü bu savaş Batı için “ölüm-kalım” meselesi değil. Bir yandan Ukrayna’nın insan gücü yavaştan tükeniyor. Şu anda kalan nüfusunun yüzde 10’u silah altına alınmış durumda. Ve dahası, Rusların savaş devam ettikçe toparlanma gibi bir huyları var. Başkalarının dağılacağı yenilgiler sonrası yaralarını sarıp ders çıkarmayı biliyorlar. Herkes 1945’teki Kızıl Ordu’yu konuşur ama kimse 1941’deki tarumar olmuş hallerini konuşmaz. Bu nedenle tarihsel olarak direnci yüksek olan Rusları avantajlı gördüğümü söylemeliyim. Ancak savaşın doğası aldatmaca ve sürprizlerle dolu. Hangi tarafın kimsenin görmediği zaafları değerlendireceği bilinmez. Maalesef ki barış ufukta gözükmüyor.

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English