Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ukrayna’da sonsuz savaş

Yayınlanma

İnsanlığın 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana gördüğü en büyük yıkımlardan biri olan Ukrayna Savaşı siyasetten askeri alana birçok ezberi yıktı. Küreselleşen dünyanın yumuşayan sınırları ve zayıflayan ulus devletleri yerini içine kapanan ve ekonomik bağımsızlığına odaklanan ülkelere bıraktı. Bu sırada küçülmekte ve “profesyonelleşmekte” olan ordular eski zamanların doktrinlerini tozlu raflarından tekrardan indirdiler.

1990’ların Soğuk Savaş sonrası algısı, gayri nizami harp ve terörle mücadele başlıkları altında toplanıyordu. Sadece NATO değil, Doğu milletleri de bu yeni savaş algısına hazırlanmaktaydı. Rusların Çeçenistan’da yaşadığı sıkıntılar, peşinden Gürcistan seferini getirdi. Rusya, Batılıların yaptığı reformları takip etme ihtiyacı duydu. Sadece piyadelerin teçhizatları yenilenmemişti, Rus ordusu da küçülmeye gitmişti. Ruslarda Sovyetlerin yıkılmasıyla ortaya çıkan “özel askeri şirket” geleneği tam da bu ortama uygundu. Küçük çaplı görevlerin maksadı düşman vekil güçlerini bastırmak, önemli kişileri korumak ve ülkedeki istenilen değişimleri hedefleyen yumuşak güç unsurlarına ufak bir itiş sağlamaktı.

Suriye İç Savaşı, dünyadaki küçük ordu akımının ne kadar güzel işlediğini gösterdi. Neredeyse bütün aktörler kendi vekilini bulmuş, onlara sağladığı hava desteği, eğitimler ve politik yönlendirmeler sonucunda istediklerini elde ediyor gibi gözüküyordu. Yani böylece, devasa fabrikaların sabah akşam top mermisi üretmesine, milyonlarca vatandaşın silah altına alınmasına gerek yoktu. Ukrayna da buna benzer bir örnekti aslında. Neticede 2014’te Donbass’ta başlayan iç savaşa Ukrayna tarafı “terörle mücadele” diyordu. Bu çatışma ortamı da Suriye’den farklı değildi. Azov Tugayı gibi neo-nazi yapılarla Rus ayrılıkçıların iki ayrı vekil güç olarak sahada karşı karşıya geldiği düşük yoğunluklu bir çarpışmaydı. Bu dönemde Azov’lar Ukrayna ordusuna dahil olmadığı gibi kendilerine verilen direktiflere itaat bile etmiyordu. Kural tanımazlıkları Batı medyasında bile defalarca gündem olmuştu.

Yeni Nesil Savaş

Askeri çevrelerde Rus Genelkurmay Başkanı Valeri Gerasimov’a atfedilen ama birçok farklı subayın katkısıyla ortaya çıkan “Yeni Nesil Savaş” teorisi 2013’te gündeme geldi. Buna günümüzde çokça popüler olan “hibrid savaş” konseptinin Rus versiyonu da demek mümkün. Yeni Nesil Savaş, konvansiyonel olmayan yöntemlerin kullanılarak bir bölgede gerginliğin artması ve sonunda konvansiyonel bir müdahaleyle istenilen politik hedefin başarılmasını içeriyor. Bu yöntemin kullanıldığı en popüler yer 2014’te Kırım oldu.

Kırım’ın ilhakı öncesi Ruslar bölgeye çokça müdahalede bulundular. Bunların en meşhuru “Küçük yeşil adamlardı”. Bu gizemli kişiler, giydikleri yeşil askeri üniformaların üzerinde hiçbir isim ya da sembol taşımıyorlardı. Kırım’da propaganda, rüşvet, casusluk gibi çeşitli faaliyetler yürüttüler. İşlerini bitirdiklerinde Ukrayna ordusu zayıflamış, Kırım’daki halk Rusya’yı “bekler” hale gelmişti. Yeni Nesil Savaş’ın son hamlesi olarak bir askeri harekatla Kırım ilhak edildi. Ruslar, kan akmadan çok değerli gördükleri Kırım’ı ele geçirmeyi başarmışlardı.

Ezberler yıkılırken

8 yıl sonra, 24 Şubat 2022’de Rus zırhlı formasyonları Ukrayna’ya dört koldan saldırdı. Bu taarruzun sonucu için ABD Genelkurmay Başkanı Milley; “Kiev en fazla 3 gün dayanır” diyordu. Çatışmalar günlerce devam etti ama Rus ordusu yavaşlamıştı. Kiev sınırlarına kadar ulaşan birlikler korkunç kayıplar veriyordu. Cephe arkasına indirilen Rus elit hava piyadeleri, Hostomel Havaalanı’nda kıstırılmış ve imha edilmişti. Ellerinde bidonlarla benzin almaya çalışan Rus askerleri… yok edilmiş konvoylar… etrafa saçılmış cesetler… Savaşın ilk bir haftası tam anlamıyla bir faciaydı. Rusların ısrarı Kuzey cephesinde çok uzun sürmedi. Ağır kayıplar sonrası 1 ay geçmeden Kiev etrafından çekildiler. Rusların yaşadığı soğuk duş tüm askeri çevrelerde de şok yarattı. Peki Ruslar neyi yanlış yapmıştı? Modern teknolojilerde zırhlı araçların, daha doğrusu tankların devri geçiyor muydu? Yoksa küçük ordu konsepti tarihe mi karışıyordu?

Rusların yaşadığı facialar bir süre daha devam etti. Verilen ağır kayıplar sonrası cephe hattında boşluklar oluşmuştu. Ukraynalılar bunları kullanarak başlattıkları taarruzda Harkiv bölgesini geri aldılar. Rus ordusunun yaşadığı en büyük sorun insan gücüydü. Operasyona ayrılan kuvvet 150 bin ila 200 bin askerden oluşuyordu. Ukrayna ordusunun savaş başladığındaki personel sayısı 250 bini buluyordu.  Amerikalıların 2. Dünya Savaşı’ndan kalma hesaplarına göre ele geçirdiğiniz bir bölgeyi tutmak istiyorsanız 40 sivil başına en az 1 asker bulundurmanız gerekir. ABD, Irak işgalini başarıyla tamamlamasına rağmen işgal sonrasında bölgede 160 bin asker bulundurmuş yani 160 Iraklıya 1 asker düşmüştü. Sonrasında ABD için epey kanlı isyanların başladığı bir döneme şahit olduk.

Yani Ruslar işin konvansiyonel yönünü bitirseler bile, tüm ülkeyi kontrol edecek asker sayısına yakın bile değildiler. Ukrayna’nın savaş başında 30 milyon, mülteciler dağıldıktan sonra ise 20 milyon nüfusunun olduğunu söylemek gerekir. Bu kadar ufak bir güçle Ukrayna gibi büyük bir ülkeye saldırmaları, çok bir çatışma olmadan işi bitireceklerini düşündükleri anlamına geliyordu. Zelenski’nin eski danışmanı Oleksiy Arestoviç de aynısını söylüyor. Ona göre Ruslar, işgalden ziyade “darbeye” gelmişlerdi. Yönetime el konulacak, ordu dağıtılacak, Ukraynalılar da onları Kırım’daki gibi çiçekle karşılayacaklardı. Olmadı.

Rus ordusunun ikinci büyük sorunu formasyonlarında yatıyordu. Devasa konvoyları etkileyici gözüküyordu ama onlara eşlik eden hafif piyade yoktu. İşgal için seçtikleri gün olan 24 Şubat’ta ülkedeki zemin zırhlı araçların ilerlemesi için pek elverişli değildi. Bazı ABD’li emekli askerler, “Ruslar saldırmak için zeminin donmasını bekleyecekler” bile diyordu. Ancak 24 Şubat geldiğinde, tankların büyük çoğunluğu araziden ziyade yolları kullanmak durumunda kaldı. Böylece hareket kabiliyetleri kısıtlandı. Tek sıra halinde ilerleyen araçların bir tanesi vurulunca diğerleri kaçamadı. Konvoyun içindeki araçlar güdümlü anti tank füzeleri tarafından avlandılar.

İddia o ki Ruslar birçok konuda hazırlıksız yakalanmışlardı. Pantsir gibi hava savunma sistemleri Bayraktar SİHA’ları hedef almak için ayarlanmamıştı. Belarus’ta bekleyen askerler Ukrayna’ya gireceklerini sadece saatler önce öğrenmişlerdi. Wagner CEO’su Prigozhin’in iddiasına göre, orduda korkunç bir nepotizm sorunu vardı. Savaşta önemli bir yer tutan İHA/SİHA’lar, Putin’in de itiraf ettiği şekilde küçümsenmişti.  İşte üst üste konulan bu sorunlar Rusya’nın birinci aydaki faciasının temelini oluşturdu.

Yıpratma Savaşı

İş bu noktadan sonra yıpratma savaşına döndü. Cephede büyük toprak parçalarının el değiştirdiği dönem geride kaldı. Rusya zırhlı formasyonları düşmanın üstüne yollamaktan vazgeçmişti. Küçük ordu konseptini hızlı bir şekilde çöpe attılar ve Sovyet doktrinlerinin kapağını açtılar. Hava Savunmasına, yoğun topçu bombardımanına ve yüksek insan gücüne odaklı Sovyet yolundan gideceklerdi. Rusya’nın elinde korkunç bir envanter vardı. Milyonlarca top mermisi, binlerce zırhlı araç… Savaşın bu döneminde Rusya, günde 60 bin kadar top mermisi kullanabiliyordu. Bu sürede Ukraynalılar en iyi ihtimalle 3-5 bini ancak buluyordu. Wagnerleri meşhur Bahmut kentinde kullanan Rusya’nın amacı belliydi. Prigozhin, Savunma Bakanlığı’yla yaptığı anlaşmada maksatlarının Bahmut’u almak yerine Ukrayna ordusunu yıpratmak olduğunu söyledi. Ruslar, ilk aylardaki yaralarını sararken Ukraynalılar Wagner tarafından yıpratılmaya devam edecekti.

Bu süre zarfında Batı, önceden geçmekten çekindiği birçok çizgiyi aştı. Ukrayna’ya önce HIMARS füzeleri verildi. Rusya’nın hızının kesilmesinde önemli bir pay sahibi olan bu füzeler, cephe arkasındaki mühimmat depolarını vuruyor, lojistik desteği zorlaştırıyordu. Sonra zırhlı araçlar geldi. Ukrayna bir taarruza hazırlanmalıydı. Topraklarını geri alacak ve Rusya’yı ülkeden atacaktı. 6 ayı geçen eğitim kampları sonrası yaklaşık 12-13 tugay bu taarruz için hazırlandı. Ülkenin deneyimli askerleri olan Azov taburu ya da Aidar Tugayı gibi yapılar Bahmut çevresinde beklerken bu yeni deneyimsiz ama eğitimli grup, NATO doktrinleri uygulamak için sahadaydı. Yaz başında zayıf nokta bulmak için yapılan “probing” saldırıları başladı. 2 ay sonra da ana saldırıya geçildi. Ukrayna NATO doktrinleri ve ekipmanlarıyla sadece birkaç kasabayı geri alabilmişti. Rusların Harkiv yenilgisi sonrası başa getirdiği komutan Surovikin, bir havacı olmasından dolayı Ukrayna’nın enerji altyapısına saldırmayı öncelese de derin tahkimatlar hazırlamayı ihmal etmemişti. “Surovikin” hattı olarak da bilinen bu savunma sistemi Ukrayna taarruzunu durdurdu. Sadece birkaç haftada Ukraynalılar Batı’dan aldıkları ekipmanların 3’te 1’ini kaybettiler.

Savaşın geleceği

Bu kronoloji üzerinde gerçekleşen olaylar hem bu savaşın gidişatı hem de savaş olgusunun geleceği üzerine bize birkaç şey söylüyor. Öncelikle en çok konuşulan “tankların devri geçti” iddiasından başlayalım. Ukrayna yanlısı açık istihbarat kaynaklarına göre Rusya, 1600-2000 arası ana muharebe tankı kaybetti. Bu sayı birçok Avrupa ülkesinin envanterlerinin toplamından fazla. Ukraynalıların tank formasyonlarının da başarısız olması sonrası bu kadar ağır kayıp verildiğine göre tankların devri geçmiş denilebilir değil mi? Pek sayılmaz. Tanklar, hala manevra savaşı için çok şey ifade ediyorlar. Eğer hızlı bir şekilde taarruz edecek ve büyük miktarda toprağı kontrol edecekseniz mekanize birliklerinize önderlik edecek tanklara ihtiyacınız var. Sovyetler 2. Dünya Savaşı’nın meşhur tank muharebesi olan Kursk’ta 1 ay içinde 6 bin tank kaybettiler ama muharebeyi kazandılar. İçinde kıymetli elektronik sistemler bulunan modern tankların kaybı daha yaralayıcı olsa da onların görevini yapacak başka bir teçhizat yok. Bu araçların kullanım yöntemleri de ne kadar katkı sağladığını belirliyor. Mesela savaş başından beri çok efektif olmayan Rus helikopterleri Ukrayna taarruzuna karşı inanılmaz bir savunma yaptılar. Daha iyi organizasyon ve daha yüksek bir insan gücüyle tanklar da aynı başarıyı sağlayabilirler.

Burada kilit başka bir konu da Ukrayna taarruzunun neden başarısız olduğuydu. Birçok batılı uzman NATO eğitimlerinin etkisiz olduğunu söylüyor. Bunun sebebiyse Ukrayna’nın, NATO’nun sahip olduğu devasa ateş gücü ve hava üstünlüğüne sahip olmamasıydı. Hava gücü olmadan NATO doktrinleri başarısızlığa mahkumdu. Bahmut çevresinde Sovyet doktrinleriyle savaşan Azovlar çok daha başarılı olmuşlardı.

Ancak bu Ukrayna’nın beceriksizliği mi yoksa modern savaşın soğuk savaş sonrası doktrinleri boşa çıkarmasından kaynaklı mı bilmek kolay değil. Ruslar, soğuk savaş döneminde hava gücü olarak Batı’yı yakalayamayacaklarını anlamış ve hava savunma sistemlerine yatırım yapmaya başlamıştı. NATO, Rusya’yla karşılaşmasında Ukrayna’dan çok daha fazla kaynağa sahip olsa da Bağdat’ta olduğu gibi rahatça bombalayabileceği bir ortam bulamazdı. Ciddi kayıplar verirdi.

Bu da bize şunu söylüyor. Hem insan gücü hem de teknoloji ve ateş gücü bakımından denk iki kuvvetin savaşında modern silahlar hızlı ilerlemelerin önünü kesiyor. 2. Dünya Savaşı’nda Almanların uyguladığı ama İngilizlerin isimlendirdiği Blitzkrieg’in başarılı olması için hala savunan tarafın gerçekten ne yaptığını bilmemesi ya da şok geçirmesi gerekiyor. Bu da gözlem kabiliyetlerinin çok yüksek olduğu modern çağda nadir yaşanan bir durum. Özellikle stabil hale gelmiş bir cephe hattının kırılması artık çok zor.

Madem böyle, savaş nasıl bitecek? Yıpratma savaşına dönen bu Ukrayna meselesi, bir tarafın savaşma şevki tamamen kırılana kadar ya da endüstriyel kapasiteler savaşı destekleyememeye başlayana kadar sürecek. Ruslar yıpratma savaşıyla Batı’yı kendi sahalarına çektiler. Batı, ne kadar güçlü ekipmanlara sahip olsa da Sovyet doktrinleri çerçevesinde yapılacak bir savaşa hazır değil. Top mermisi üretemiyorlar. Gerekli adımlar atılsa da şu an ayda 15-20 bin kadar üretilen top mermisi 3-4 yılda ancak 85 bine çıkabilecek. Bu da günde 3 bin atışa denk gelebiliyor.  Bu sırada Rusların Sovyetlerden kalma fabrikaları harıl harıl çalışıyor. Bu yüzden de savaşı şimdi dondurmak istemiyorlar. Çünkü böyle bir durumda batı envanterini dolduracak ve Ukrayna daha iyi bir konuma gelecek. Onlara göre, eğer savaş devam ederse belki envanterin tükenmesiyle, belki de Trump’ın ABD’de tekrar seçilmesiyle Batı desteği yavaşlayacak ve Rusya zafer ilan edecek. Çünkü onlar kendi silahını üretirken Ukrayna “makinaya” bağlı yaşıyor.

Özetle modern savaşta cephe hattını kıracak üstün bir kuvvetiniz yoksa her şey ekonomik gücünüze bağlı kalıyor. Bugün izlediğimiz Ukrayna Savaşı’nın 20 yıl önceden bir farkı yok. Soğuk Savaştan beri var olan güdümlü anti tank füzeleri, mayınlar ve top atışları zayiatın büyük kısmını oluşturuyor. Tek büyük değişiklik SİHA ve İHA’ların varlığı. Bu araçlar sayesinde sahadaki durumu yüksek kalitede gözlemleyebiliyoruz. Bunun dışında bu savaşı “yeni” kılan tek faktör, iki nispeten denk kuvvetin karşı karşıya uzun zaman sonra ilk kez gelmesi.

Yani teknoloji büyük katkılar verse bile geçmişten öğreneceğimiz çok şey var. Mızrakla savaşan atalarımız dahi bugün savaşta fark yaratacak fikirleri bize verebilirler. Bu nedenle “artık x’in devri geçti” derken iki kere düşünmek gerekir. Modern ordular sahada oluşabilecek her duruma karşı hazır olmalılar. Terörle mücadele için de Ukrayna’daki gibi bir konvansiyonel savaş için de hazır durumda bulunmak gerekir. İçin de bulunduğumuz dönem, özellikle yapay zekâ konusunda büyük teknolojik zıplamaların yaşandığı bir dönem. Maalesef ki teknolojik gelişmeler tüm tarih boyunca dünyadaki güç dengelerini sarstı ve büyük savaşlara neden oldu. Önümüzdeki on yıl, orduların tekrar büyüdüğü ve üretim kapasitelerinin silahlara odaklandığı bir dönem olarak geçecek.

Son olarak, Ukrayna savaşının bitişi de Batı’nın onları ne kadar desteklemek istediğine bağlı. Bir tarafın büyük bir hata yapmadığı, ya da savaşma arzusunun tamamen kırılmadığı yerde belirleyici en büyük faktör Batılıların desteği devam ettirip etmemesi üzerine kurulu. Rusların ve Ukraynalıların varoluşsal olarak gördüğü bu savaş Batı için “ölüm-kalım” meselesi değil. Bir yandan Ukrayna’nın insan gücü yavaştan tükeniyor. Şu anda kalan nüfusunun yüzde 10’u silah altına alınmış durumda. Ve dahası, Rusların savaş devam ettikçe toparlanma gibi bir huyları var. Başkalarının dağılacağı yenilgiler sonrası yaralarını sarıp ders çıkarmayı biliyorlar. Herkes 1945’teki Kızıl Ordu’yu konuşur ama kimse 1941’deki tarumar olmuş hallerini konuşmaz. Bu nedenle tarihsel olarak direnci yüksek olan Rusları avantajlı gördüğümü söylemeliyim. Ancak savaşın doğası aldatmaca ve sürprizlerle dolu. Hangi tarafın kimsenin görmediği zaafları değerlendireceği bilinmez. Maalesef ki barış ufukta gözükmüyor.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English