Söyleşi
‘Çin’in atılımı mucize değil, sabırla uygulanan kalkınma stratejisinin sonucu’

Paris Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde ve Fransa’nın en büyük, temel bilimler üzerine ise Avrupa’nın en büyük araştırma merkezi Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nde (CNRS) araştırmacı olan Rémy Herrera, dünden bugüne Çin’in kalkınma dinamiklerini Harici’ye değerlendirdi.
OECD ve Dünya Bankası’nda danışmanlık yapmış olan ekonomist Rémy Herrera, ayrıca Dünya Alternatifler Forumu’nun (WFA) eski sekreteri ve Uluslararası Kriz Gözlemevi’nin (OIC) de üyesidir.
Fransa’nın önde gelen Marksist iktisatçılarından ve neoklasik iktisadın en önemli eleştirmenlerinden olan Rémy Herrera, çalışmalarında, kapitalizmin krizlerini tetikleyen finansal ve sosyo-ekonomik nedenlerin yanı sıra, kapitalizme alternatif ekonomi politik yaklaşımları tercih ederek farklı kalkınma modelleri uygulayan ülkeleri de incelemektedir. Eserlerinde başta Çin ve Küba olmak üzere, Asya ve Latin Amerika’daki ekonomik gelişmeleri tarihsel bakışla ele alan Herrera, neoliberal okulun bu ülkelerdeki gelişmelere dair iktisadi analizlerindeki Avrupa merkezci yaklaşımı da sorgulamaktadır.
Rémy Herrera, Ferhan Bayır’ın Çin ekonomisi üzerine sorularını yanıtladı.
‘Bu denli hızlı bir büyüme, ancak Maocu dönemdeki çabalar ve başarılar sayesinde mümkün’
Çin hakkındaki kitaplarınızla başlayalım. Çin ziyaretleriniz sırasında yaptığınız araştırma ve gözlemlere dayanarak herkesin tartıştığı Çin mucizesini siz nasıl yorumluyorsunuz?
Çin’in on yıllardır gözlemlenen gayri safi yurt içi hasılasının (GSYİH) yüksek büyüme oranıyla ilgili yorumda bulunan birçok kişi, bu olguyu tanımlamak için “mucize” terimini kullanıyor. Bana kalırsa bu bir mucize değil, bu (Çin’in GSYİH’nın on yıllardır hızla büyümesi) daha çok bu ülkenin ardı ardına göreve gelen Komünist Parti yetkinliğindeki hükümetlerinden sorumlu devlet ve üst düzey yetkilileri tarafından planlanıp sabırla etkin bir şekilde uygulamaya koyulan bir kalkınma stratejisinin sonucudur.
Hemen hemen her yerde, akademik çevrelerde ve hâkim-ana akım medyada, Çin ekonomisinin “yükselişinin” yalnızca küreselleşmeye “açılmasından” kaynaklandığını okuyor ve duyuyoruz. Kendi adıma, bu denli hızlı bir büyümenin ancak Maocu dönemdeki çabalar ve başarılar sayesinde mümkün olduğunu eklemeyi gerekli görüyorum. Söz konusu küreselleşmeye açılım Çinli yetkililer tarafından çok sıkı ve sürekli olarak kontrol altında tutulmuştur. Küreselleşmeye açılımın ancak bu şartla (kontrol edilmesiyle) ülkenin tartışılmaz ekonomik başarısına katkıda bulunduğu düşünülebilir. Küreselleşmeye yönelik bu açılım, tutarlı bir kalkınma stratejisiyle tamamen uyum içerisinde olmasından ve iç hedeflerin ve ülke içi ihtiyaçların karşılanması zorunluluklarına tabi olmasından dolayı, uzun vadede Çin üzerinde bu kadar olumlu etkiler yaratabilmiştir.
Şunun çok iyi anlaşılması gerekiyor ki açıkça Çin Komünist Partisinin eseri olan böyle bir kalkınma stratejisi geliştirilmeden ve -unutulmaması gerekir ki-, Çin halkının bu kalkınma stratejisinin devrimci süreçte uygulanması için harcadığı enerji olmadan, Çin Komünist Partisi ülkeyi kapitalist dünya sistemine dahil etmiş olsaydı, Güney ve Doğu’daki diğer pek çok ülkede olduğu gibi, kaçınılmaz olarak ulusal ekonomisinin, hatta kendi varlığının tamamen yok olmasına yol açabilirdi. Temel bir noktayı aklımızda tutmalıyız: Ekim 1949’da Devrim’in zaferinden önceki yüzyıldan daha fazla bir süre boyunca “açılım”, Çin halkı için her şeyden önce teslimiyet, yıkım, sömürü, aşağılanma, çöküş ve kaos anlamına geliyordu.
‘Çin kamu işletmelerinin gücü, bunların Batılı şirketler gibi yönetilmemesinden kaynaklanıyor’
Çin’in başarısının Batılı kalkınma modellerinden farkı nedir?
Çin hükümeti tarafından uygulanan kalkınma stratejisinin başarısı ve bunun bu ülkenin nüfusu için getirdiği çok sayıda faydalı etki, Batı ülkelerinde uygulanan ve genel olarak kuzey ülkelerindeki işçiler için ekonomik, sosyal, kültürel ve hatta ahlaki açıdan felaketle sonuçlanan neoliberal ekonomi politikası uygulamalarının başarısızlığıyla keskin bir tezat oluşturmaktadır.
Özgül bir örnek vereceğim bu konu hakkında. Çin devlet mülkiyetindeki işletmelerin gücü, bunların Batılı uluslararası şirketler gibi yönetilmemesinden kaynaklanmaktadır. Borsada işlem gören ve sahiplerine ödenen temettülerin maksimize edilmesini gerektiren hissedar değeri, hisselerin değerlenmesi ve yatırımların hızlı geri dönüşü mantığına göre işleyen bu batılı şirketler, yerel veya uluslararası bir taşeron zincirini sıkıştırarak faaliyet göstermektedir. Fakat Çinli kamu işletme grupları bu şekilde davranmamaktadır. Eğer bu kadar açgözlü davranırlarsa, küçük ve orta ölçekli yerel işletmelere ve daha geniş anlamda tüm ulusal sanayi dokusuna zarar verecek şekilde hareket etmiş olacaklardır. Çinli büyük kamu şirketlerinin çoğunluğunun kar etmesinin veya kar eder hale gelmesinin sebebi onlara rehberlik eden pusula özel hissedarların zenginleşmesi değil, üretken yatırımlara verilen öncelikler ve müşterilerine sunulan hizmettir. Üstün, uzun vadeli veya ulusal stratejik çıkarlara ve kısmen yerel ekonominin geri kalanını canlandırmaya ve acil kâr yaratma vizyonunun ötesine geçmeye hizmet ettikleri sürece, Çinli kamu şirketlerinin kârlarının Batılı rakiplerinden daha düşük olmasının sonuçta onlar için bir önemi yok.
‘Neoklasik modellerin Çin’de yeri yoktur’
Bu model neoklasik veya neo Marksist model çerçevesinde tanımlanabilir mi?
Öncelikle Çinlilerin kalkınma stratejilerini bir “model” olarak görmediğine inanıyorum. Ayrıca kalkınma stratejilerini empoze etmeye ya da ihraç etmeye de çalışmıyorlar. Yalnızca dünyanın farklı halkları tarafından belirli dersler alınabileceğini, fakat kendilerine özgü belirli tarihsel, toplumsal ve kültürel koşullara sahip farklı halkların kendi kalkınmalarının amaçlarını ve araçlarını kendilerinin tanımlaması gerektiğini düşünüyorlar. Bu bakış açısı, aynı zamanda kendi “modelinin” dünyadaki tüm ülkeler tarafından takip edilmesini isteyen Batı vizyonundan da açıkça farklılık göstermektedir.
Neoklasik modellerin Çin’de yeri yoktur. İzin verirseniz, bugün iktisattaki hegemonik akım veya ana akımı oluşturan neoklasik iktisadın, sosyal adalet uygulamalarına ve kamu hizmetlerinin geliştirilmesine karşı bir ideolojisi olan neoliberal politikaların hayata geçirilmesine teorik ve sözde bilimsel bir gerekçe sağlamaya çalışmaktan başka bir amaca hizmet etmediğini de eklemek isterim. Gerçekte, neoklasik iktisat bir bilim değil, bir bilim kurgudur ya da yakın tarihte yayımlanan bir kitabımda (Confronting Mainstream Economics for Overcoming Capitalism) belirttiğim gibi, bilimsel olma iddiasında olan bir ideolojidir.
Öte yandan şu ana kadar Marksizmin bilimsel açıdan aşılamadığı kanısındayım. Günümüzde Marksizmin ciddi bir rakibi olduğunu düşünmüyorum. Marksizm, özellikle de, önemli değişiklikler olsa bile hâlâ kapitalist sistemin küresel ölçekte hakim olduğu bir dünyada yaşadığımız ve bunların dikkatli bir şekilde açıklanmasının gerekli olduğu bir dünyada yaşamamız nedeniyle geçerliliğini korumaktadır. Ortaya çıktığı zamandan bu yana Marksizm’e karşı yöneltilen çok sayıda saldırıya ve defalarca onun geçerliliği kalmadığı-bittiği-öldüğü iddia edilmesine rağmen, Marksizm kalıcıdır, dirençlidir, “yok edilemez” diyebilirim ve aynı zamanda Marksizm daha iyi bir dünyaya giden yol ve koşullar üzerinde düşünenler için temel teorik referans noktasıdır. Sıklıkla dogmatize edilmesine ve bazen kendisi aleyhine uygulamaların da olduğu SSCB ve Sovyet bloğunun da ortadan kaybolmasına rağmen, Marksizm günümüzde de özünü koruyarak, sosyalizm uğruna mücadele edenler için yeri doldurulamaz bir referans olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle Çin için hala önemli bir teorik referans olması şaşırtıcı değildir.
‘Sosyalizm mükemmelliğe yönelik bir proje olmaktan çıkıp, hareket halinde bir inşa süreci haline geliyor’
Çin ekonomik modelinin uygulamasını teorik temellere mi dayandırdı?
Amacı sosyalist geçişi sürdürmek ve derinleştirmek olan Çin kalkınma stratejisinin, hem geleneksel Çin düşüncesinin ana felsefi akımlarından (özellikle Konfüçyüsçülük ve Taoizm’den ve diğerler farklı akımlardan) hem de Çin tarzında yeniden yorumlanmış ve modernleştirilmiş karma bir Marksizm’den alınan unsurların teorik bir kombinasyonuna dayandığını söyleyebilirim. Ancak bu teorinin pratik deneyimlerin analiziyle yakından ilişkili olduğu anlaşılmalıdır. Tüm bunlar (bahsi geçen teorik yapı ve pratik deneyimlerin analizi), günümüzün zorluklarına ve özellikle de bunlardan kaynaklanan birçok çelişkiye yanıtlar verilmesini ve uygun çözümler sunulmasını mümkün kılmıştır.
Çin’in “yeni çağın sosyalizmi” anlayışı sabırlı, kalıcı, somut dozajlarda, pragmatik ve etkilidir ve aynı zamanda Maniheist (durumları ve bir şeyleri, nüanslar ve ara durumlar olmadan, iyilik ve kötülüğün mutlak ilkelerine göre bir düalizmle değerlendiren) değildir; uzun vadeyi bilir ve dışlamalar ve ikame edilebilirliklerden ziyade tamamlayıcılıklar ve potansiyeller olarak görülen karşıtlıkların veya çelişkilerin (örneğin bireysel inisiyatif veya girişimcilikle ilgili olanlar) yüzleşmesinden korkmaz.
“Çin Marksizm’inden” çıkarılması gereken derslerden biri de karşıtlıklar arasında, insanda, insanlar arasında, insanla doğa arasında bir uyum aranması gerektiği düşüncesidir. Çin siyasi söyleminde temel değerler olarak “toplumsal uyum”, “istikrar” ve bunu başarmanın yolu olarak da “uzlaşma” ve “uzlaşı” arayışı vurgulanmaktadır.
Çin Marksizm’inde, Batı Marksizm’inin taşıdığı “sınıf savaşı” kavramından farklı olan ve Batı Marksizm’inin genellikle muhafazakâr rejimlerin karakteristiği olması nedeniyle şüpheli gördüğü pek çok kavram vardır. Bu kavramların görmezden gelinmesi, Çin düşüncesinde “karşıtların uzlaştırılması” ve “pozitif diyalektik” olarak üstlendikleri özel anlamı unutmak anlamına gelir. Bu kavramlar, örneğin bireyin kişisel çıkarları ile toplumsal ihtiyaçları ile bireysel ve kolektif çıkarlar arasında ve ihtiyaçlar ile ahlaki talepler arasında dinamik dengelerin bulunacağı anlamına gelir.Basitleştirmek gerekirse, Mao’dan bu yana Çinlilerin çelişkileri yumuşatma, hafifleştirme eğiliminde olan sarmal bir gelişmeye dayalı bir ilerleme biçimine inandıklarını söyleyebiliriz. Bu bağlamda sosyalizm mükemmelliğe yönelik bir proje (Çin düşüncesine yabancı, mutlak olana başkaldıran bir vizyon) olmaktan çıkıp, hareket halinde bir inşa süreci haline geliyor.
‘Çin neoliberal seçeneği reddetti’
Çin’in ekonomik modeli ile İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ya da Balkan ülkelerinin ekonomik modeli arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları nasıl değerlendirirsiniz?
Çin Halk Cumhuriyeti, 1949 Ekim Devrimi’nin zaferinden hemen sonra uygulanmaya başlanan “Sovyet” tipi bir “ekonomik modeli” birkaç yıl boyunca sürdürdü. Ancak Çin Halk Cumhuriyeti 1960’lı yılların başında SSCB’den kopunca bu modelden vazgeçti. 1950’de Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi’ne (CMEA veya COMECON) giren Çin, 1961’de ayrıldı ve ardından kendi başına ve kendisi için, kendi kalkınma stratejisini oluşturmaya karar verdi. Ve açıkçası bunu yapmakta Sovyetler Birliği’ndekilerden ya da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindekilerden çok daha etkili olduğu söylenebilir.
Çin, 1978 ile 1982 yılları arasında, Mao sonrası geçişin ve “açılım” olarak adlandırılan yapısal reformların uygulanmasının zorluklarını yansıtan bir dizi ekonomik sorunla karşılaştı. 1985-1986 dönemi, özellikle piyasa ekonomisine yönelik dönüm noktalarından birini temsil eden 1984 vergi reformunun uygulamaya konduğu dönemdi.Daha sonra, SSCB ve Sovyet bloğunun çöküşü sırasında, hızla yarıda kesilen ve terk edilen, “neoliberal” olarak tanımlanabilecek çok kısa süren bir deneye girişildi; ancak bu deneyin sonucu, 1990-1991 yıllarında ekonominin ani ve şiddetli bir şekilde gerilemesi ve buna eşlik eden bir yolsuzluk patlaması oldu. Çin merkezi hükümetinin o zamandan bu yana büyük bir enerjiyle yolsuzluğa karşı mücadele ettiği ve bu mücadelede de belirli bir başarıya ulaştığı kabul edilmelidir. Neyse ki Çin, dünya çapında pek çok ekonomiyi yıkıma uğratan bu neoliberal seçeneği reddetti. Ve bugün nüfusunun büyük çoğunluğuna belirli bir refah sağlayan sosyalizmi sürdürmeyi tercih etti.
‘Çin’de kapitalizmi kontrol eden devlettir, tersi değil’
Çin’in kapitalist yöntemleri benimsediğini iddia eden Batılı Marksistler, Çin’in finansal/servet büyümesini ne ölçüde doğru değerlendiriyorlar?
Batılı Marksist yazarlar arasındaki tartışmalarda yazarların büyük bir çoğunluğu Çin ekonomisinin kapitalist olduğunu ileri sürmektedir. Örneğin David Harvey, Çin ekonomisini 1978 yılı reformlarından bu yana, çok otoriter olarak nitelendirdiği bir merkezi kontrol çerçevesinde işletilen giderek daha fazla neoliberal bileşenin dahil edildiği bir tür piyasa ekonomisinin yer aldığı “Çin özelliklerine sahip bir neoliberalizm” olarak gördüğünü ifade ediyor. Ona katılmıyorum.Panitch ve Gindin, Çin’in dünya ekonomik sistemine entegrasyonunun sonuçlarını analiz ediyorlar ve bunu, Çin açısından küresel kapitalizmi yeniden yönlendirmek için bir fırsattan çok, daha önce Japonya tarafından üstlenilen Amerika Birleşik Devletleri’ne küresel hegemonyasını sürdürmek için gerekli sermaye akışları sağlayan “tamamlayıcı” rolünün bu sefer Çin tarafından tekrarlaması olarak görüyorlar; bu durumun da dolayısıyla Çin’de mali piyasaların serbestleştirilmesine yönelik bir eğilim oluşmasına, sermaye hareketlerini kontrol eden araçların ortadan kaldırılmasına ve Çin Komünist Partisinin gücünün temellerinin zayıflamasına yol açtığını iddia ediyorlar. Ben bu yazarların yanıldığını düşünüyorum.
Kesinlikle daha az sayıda fakat diğerleri kadar önemli olan Çinli veya yabancı diğer Marksistler ise Çin’de şu anda yürürlükte olan politik-ekonomik sistemin, “Devlet kapitalizmi” ile karşılaştırılabilir veya ona yakın olmasına rağmen,gelecek için daha geniş bir olası yörünge yelpazesine açık kapı bırakacağı fikrini savunmaya devam ediyorlar. Kendi adıma bu fikri, Çin sisteminin bugün hala sosyalizmin temel unsurlarını içerdiğini ileri sürecek kadar ileri götürüyorum.Bunu ifade ettikten sonra, bu sistemin doğasına ilişkin yorum, benim görüşüme göre, onu hâlâ kapitalizmden açıkça ayıran sütunlara dayanan “piyasa sosyalizmi” ile uyumlu hale geliyor. Kendi adıma şunu söyleyebilirim; Çin’de kapitalistler olmasına rağmen (ve çok sayıda milyarder de var), Çin sistemini kapitalist olarak nitelendirmek mümkün değildir. Elbette “devlet kapitalizminin” unsurları var ama ben Çin sistemiyle ilgili olarak “piyasa sosyalizminden”, daha doğrusu “piyasayla sosyalizmden” bahsetmeyi tercih ederim. Çinlileri “Çin renginde sosyalizmden” bahsederken ciddiye almamız gerektiğini düşünüyorum. Bu sadece propaganda değil; bu bir gerçektir, onların gerçekliğidir.
Örneğin parasal ve finansal düzeyde, Çin’in kamu otoritelerinin finansal piyasaların gücüyle başa çıkabildiğini, ancak aynı zamanda ulusal para birimi yuanı savunarak “büyük bir para duvarı” inşa edebildiklerini de belirtmek gerekir. Parayı kalkınmanın hizmetine sunmayı başardılar. Teknikleri daha esnek hale getirilmiş, modernleştirilmiş ve günümüzün taleplerine uyarlanmış, bu sayede çok daha etkili olan çok güçlü stratejik planlama, sosyalist yolun ayırt edici bir özelliğidir. Devletin para biriminin ve tüm büyük bankaların kontrolünü ele alması, mali kuruluşların faaliyetlerinin ve ulusal topraklarda faaliyet gösteren yabancı firmaların davranışlarının yakından izlenmesi gibi olmazsa olmaz bir koşuldur. Bir kez daha ifade etmek gerekirse, Çin’de kapitalizmi kontrol eden devlettir, tersi değil. En azından şimdiye kadar durum böyledir.
‘Arzuları, nüfusun çoğunluğunun bolluğun tadını çıkarabileceği sosyalist bir geçişi sürdürmek’
Şu anda Deng Xiaoping’in Çin için önemi nedir? Xi Jinping’in Deng Xiaoping ile siyasi ve ekonomik kararlarında bir bağlantı veya bir kopukluk var mıdır?
Deng Xiaoping’in iktidarın zirvesine kesin yükselişi, Ağustos 1977’de, Çin Komünist Partisi’nin 11. Kongresi ve ardından 1978 sonlarında başlayan derin ekonomik reformlara yönelik baskıyla başladı. Deng’in fikri sosyalizmden vazgeçmek değildi; Çinlilerin büyük çoğunluğunu yoksulluktan kurtarmanın yollarını bulmak ve ülkenin yerleşik ifadeyle “orta düzeyde refah” toplumuna erişmesini sağlamaktı. Dolayısıyla eski sosyalist yapılar dönüştürüldü, piyasa mekanizmaları genelleştirildi, kapitalizmin unsurları devreye girdi ve eşitsizlikler artmaya başladı fakat sistem yeniden kapitalistleşmedi.Xi Jinping’den bu yana kalkınma stratejisi sosyalist olarak yeniden onaylandı ve ülkenin genel politikasının yönelimi daha ziyade, nüfusun daha az varlıklı kesimlerinin ve ülkenin daha az gelişmiş bölgelerinin lehine oldu.
“Çin sosyalizmini” anlamanın zorluğu, liderlerinin bu sosyalizmi kıtlıkların banal hale getirilmesi veya “sefaletin paylaşılması” olarak yorumlamayı reddetmelerinden kaynaklanmaktadır. Çin Komünist Partisi liderlerinin aradığı ve yapmayı başardığı şey, Mao döneminde Çin halkının büyük bir kitlesini yoksulluktan kurtarmak, Deng Xiaoping döneminde ise onları “orta düzeyde refah” toplumu seviyesine ulaştırmaktı. O günden bu yana Devrimin mantıksal bir devamı olarak arzuları, artık nüfusun büyük bir çoğunluğunun refaha, özellikle de geniş bir yelpazedeki tüketim mallarına erişebileceği ve bolluğun tadını çıkarabileceği sosyalist bir geçişi sürdürmektir. Bunu yaparak bir taşla iki kuş vurmuş ve aynı zamanda sosyalizmin kapitalizmi aşabileceğini ve aşması gerektiğini de kanıtlamış olmazlar mı?
‘Çin’in ekonomik büyümesi zaten Mao zamanında çok çok yüksekti’
Çin’in ekonomik büyümesini biraz daha detaylı değerlendir misiniz?
Çin ekonomisinde, Gayri safi yurtiçi hasılasındaki (GSYİH) yüksek büyüme oranının, sıklıkla duyduğumuz gibi 1978’den bu yana benimsenen kapitalizmden kaynaklandığını söylemek yanlıştır. Tam tersi. Komünist Partinin otoritesi altına alınan Çin devletinin, kapitalizmin ülkenin kontrolünü ele geçirmesini engellemeyi başarması sayesinde ekonomik büyüme yüksek olmuştur ve bunun olumlu bir yansıması olarak zenginlikler büyük ölçekte topluma yeniden dağıtılabilmiştir. Şunu da eklemeliyim ki, Çin sisteminin kapitalist olduğuna kesinlikle inanmak istesek bile (ki öyle düşünmüyorum), Çin’in yüksek büyümesinin ancak 1978’den bu yana gözlemlenebilir olduğunu iddia etmek yanlış olacaktır. Çünkü ülkenin ekonomik büyümesi zaten Mao zamanında çok çok yüksekti, hatta aynı dönemde, planlı ekonomiye sahip diğer ülkelerden, hatta birçok sanayileşmiş Batı ülkesinden çok daha yüksekti. Batılı liderler bu gerçeği gizlemek istiyorlar çünkü sosyalist bir ülkenin başarılı olabileceğini, özellikle de kapitalizmden-kapitalist ülkelerden daha başarılı olabileceğini kabul etmek onlar için dayanılmaz bir durum.
Çin Komünist Partisinin amacının ekonomik olarak her şeyi ele geçirmek değil, her şey üzerinde siyasi kontrolü sürdürmek olduğunu söylemek durumundayım. Bu ikisi aynı anlama gelmemektedir. Çinli liderler bunu defalarca söylediler: karma, hibrit bir sistem çerçevesinde her ikisi de teşvik edilen kamu ve özel faaliyetlerin bir arada var olması, ülkenin üretici güçlerini mümkün olduğu kadar geliştirmek ve kalkınma düzeyini yükseltmek için seçilen araçtır. Yabancı sermayeyi ülkeye çekmek ve ileri teknolojileri ithal etmek de dahil olmak üzere tüm araçların kullanılmasının amacı sosyalizmi terk etmek değil, nüfusun yaşam koşullarını iyileştirmek ve 1949’da başlayan sosyalist geçiş sürecini derinleştirmektir. Çünkü Çin, çelişkili bir şekilde hâlâ gelişmekte olan bir ülke olmaya devam etmektedir; halen mütevazı olan kişi başına düşen GSYİH düzeyi bunu kanıtlamaktadır. Bu süreç uzun, zorlu, çelişkilerle ve risklerle dolu olacaktır.Yörüngesi büyük ölçüde belirsizliğini korumaktadır. Ancak, bence bunu vurgulamakta fayda var; bu sistemde hala kapitalizmden açıkça farklı olan ve bana göre sosyalist bir projenin hayata geçirilmesiyle ve bunun yeniden etkinleştirilmesi potansiyeli taşıyan unsurlarla ilgili birçok özelliğin varlığını sürdürmesi, bizi bu ülkenin siyasi liderlerinin konuşmalarının ciddiye alınmasını tavsiye etmeye sevk ediyor.
‘Çin dünyanın egemen gücü olma arzusunda değil’
Çin’in Başkan Biden’la yaptığı toplantı, ekonomik hakimiyetinden uluslararası arenada, özellikle Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’da ve Rusya’ya karşı tutumunda daha belirgin bir siyasi varlığa geçişin sinyali mi oldu? Çin çok kutuplu dünyanın odak noktası olmayı mı hedefliyor?
Çin, Amerika Birleşik Devletleri’nin yerini alarak dünyanın egemen gücü olma arzusunda değil. Çin’in böyle iradesi de zihniyeti de yok. Öte yandan, şu ana kadar ABD’nin rakipsiz (ve kabul edilmelidir ki son derece saldırgan bir şekilde) hüküm sürdüğü tek kutuplu dünyaya karşı, Çin’in çok kutuplu bir dünyanın inşasına katkıda bulunmaya çalıştığı açıktır. Çin’in siyasi liderleri uluslararası ilişkilerde evrensel barış ve dengeyi amaçlıyorlar. Ama ülkelerinin egemenliğini, hiçbir yabancı egemenliğine boyun eğmeden savunacakları çok nettir.
ABD ile Çin arasındaki “ticaret savaşı” ile ilgili olarak, Çinli yazarlarla ortak yazdığımız “Turning One’s Loss Into a Win? The US Trade War With China in Perspective” başlıklı akademik makalede 1978’den bu yana iki ülke arasındaki ticarete entegre edilen çalışma saatlerinin, aynı miktardaki ticari alışverişle karşılaştırıldığında bu oranın Çin’de ABD’den daha fazla olduğu ve aralarında ABD lehine ve Çin’in aleyhine eşitsiz bir değer değişimi olduğu ortaya çıkarılmaktadır. Başka bir deyişle, Çin’in son on yılda artan ikili ticaret fazlası kaydettiği gerçeği ihracata dâhil edilen çalışma süresi açısından özellikle Amerika Birleşik Devletlerine fayda sağladığı (bizim hesaplarımıza göre) gözlemiyle değerlendirilmelidir.
Böyle paradoksal bir bağlamda, 2018’de Çin’e karşı ticaret savaşının patlak vermesi, o zamanlar Başkan Trump liderliğindeki ABD yönetiminin, ABD’nin ticaretteki avantajının yükselen ana rakibi Çin karşısında yavaş ve düzenli olarak bozulmasını yavaşlatma girişimi olarak yorumlanabilir.
‘Çin ve Rusya, petro-yuan-altın adı verilen alternatif yeni bir para birimini piyasaya sürmeye karar verdiler’
Çin, ABD egemenliğine karşı çok sayıda gücün olduğu bir dünya için uluslararası ekonomik ilişkileri nasıl düzenliyor? Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS örneklerini düşünürsek, yakın gelecekte ABD dolarının hakimiyetini dengeleyecek küresel bir ödeme yöntemi oluşturulabilir mi?
Çin, ABD’nin kapitalist dünya sistemi üzerindeki hakimiyetinin iki temel direğinin askeri ve parasal olduğunu anladı. Bu nedenle Şanghay İşbirliği Örgütü gibi stratejik ittifak ağlarının ve BRICS grubu gibi ekonomik ittifak ağlarının oluşturulmasına aktif olarak katıldı. Ayrıca bu iki sütunun birbirine bağımlı ve dolayısıyla kırılgan olduğunu da anladı. Bu nedenle bir dizi yenilikçi ve cesur girişim başlattı.
Bunlardan bazılarına başka bir kitabımda (Money adlı Palgrave Mcmillan yayınevinden yayımlanan) değiniyorum. Örneğin Çin, dünyanın en büyük ithalatçısı olduğu petrol piyasasında hâkim olan düzene meydan okumayı planlıyor. Çin, 2018 yılından bu yana, o yıla kadar bu alanda tartışmasız olan Londra Brent ve New York West Texas Intermediate (Wall Street’te bu emtiaya ilişkin ham fiyatları ve vadeli işlem sözleşmelerini tanımlamak için standart oluşturan) gibi referanslarla rekabet edebilmek için Şanghay Uluslararası Enerji Borsası’nda yabancı yatırımcıların erişebileceği, yuan cinsinden petrol vadeli işlem sözleşmelerini teşvik etmeye karar verdi.
Bu bağlamda, Çin ve Rusya (hâlihazırda ekonomik açıdan dinamik -ve askeri açıdan caydırıcı-olan ve ABD’ye karşı güvenilir bir denge unsuru teşkil edecek bir ittifak oluşturan) “petro-yuan-altın” adı verilen doları koltuğundan edebilecek küresel ve alternatif yeni bir para birimini piyasaya sürmeye karar verdiler. Petro-yuan-altın, temel bir emtia olan petrole dayalı ve altına bağlı bir küresel para birimi projesidir ve bu artık Washington’un ulaşamayacağı bir başarıdır. Nitekim Çin’in avantajı yalnızca yüksek GSYİH büyüme oranında değil, aynı zamanda başlıca altın üreticisi ve alıcısı olması ve Rusya’nın da ABD’nin önünde dünyada üçüncü sırada yer alması gerçeğinde yatmaktadır. 2018 yılında Pekin, küresel enerji borsasında geniş bir petrol-yuan-altın ticaret tesisini teşvik etme girişiminde bulundu. Sonra sıra metal-yuan-altın’ın hayata geçirilmesine geldi. Çin, aldığı yuan’ları petrol teslimatları ve metal alımları için altın olarak değiştirmeyi teklif etti. Bu olayların küresel sistem üzerinde önemli etkileri olacaktır.
Çin uluslararası stratejisinin 5 ilkesi
İran ve Suudi Arabistan’ı diplomatik görüşmelere ikna eden Çin, Rusya ile Batı arasındaki çatışmaların yanı sıra devam eden İsrail-Filistin çatışmasının çözümünde de benzer bir başarı elde edebilir mi?
Çin, elbette, birkaç yıldır mevcut uluslararası çatışmaların hafifletilmesinde giderek daha önemli ve olumlu bir rol oynadı. Bunu yakın zamanda ABD komutasındaki NATO ile Rusya arasındaki Ukrayna savaşında, ardından ABD ve Avrupa Birliği tarafından desteklenen İsrail ile Filistin arasındaki savaşta gördük. Bir süre önce Çin’in, İran ile Pakistan arasında bir anlaşmazlığın başlamasını durdurmak için sesini duyurduğuna şahit olduk. Çin’in savaş yolunu değil kalkınma yolunu arayan birçok Güney ülkesinin sesi olduğunu düşünebiliriz. Çin’in ne istediğini ve söylediğini dikkatli bir şekilde analiz etmek de bu yüzden çok önemli.
Çin’in uluslararası stratejisi beş ilkenin onaylanmasına dayanmaktadır: 1) egemenlik ve toprak bütünlüğüne saygı; 2) karşılıklı saldırmazlık; 3) içişlerine karışmama; 4) eşitlik ve karşılıklı kazanç sağlama; 5) barış içinde bir arada yaşama. Çin’in barışı korumak ve var olan çatışmaların barışçıl bir şekilde çözümünü sağlamak yönündeki beyanlarına saygı duyulduğunu kabul etmemek için kötü niyetli olmak gerekir. Ve unutulmamalıdır ki Çin, modern tarihinde hiçbir zaman yayılmacı bir sömürge politikası uygulamamıştır. Bugün milletler arası barış anlayışına aykırı bir “soğuk savaş” iklimini yeniden canlandırmak istememektedir. Çin, her türlü askeri ittifakı reddetmektedir ve IŞİD’e karşı bile hiçbir zaman bir askeri koalisyona katılmamıştır. Yurt dışında herhangi bir askeri üs kurmamıştır, sadece deniz trafiği açısından hassas bir konumda “basit lojistik kurulum” olarak sunduğu Cibuti’de bir üs kurmuştur. Darbeleri ve askeri müdahaleleri artıran Batılı güçler ve hepsinden önemlisi ABD ile arasındaki tezat çarpıcıdır. “İşbirliği”, kalkınmaya verdiği öncelikli destek ve “kazan-kazan” ilkesi ile birlikte Çin politikasının anahtar sözcüğüdür.
‘ABD’nin tehlikeli yarışı ekonomik ve askeri caydırıcılığa sahip Çin’i etkilemek için yeterli değil’
Çin, ABD savaş ekonomisinin ortasında bölgesel ve küresel barışı ilerletme konusunda daha proaktif bir duruş sergileyebilir mi? Bu durumda Kuşak ve Yol projesi nasıl değerlendirilmelidir?
Askeri-endüstriyel kompleks, Amerika Birleşik Devletleri ekonomisinde çok önemli bir rol oynamaktadır, ancak aynı zamanda son derece endişe verici bir boyuta da ulaşmıştır ve Batı’nın “demokrasi” olarak adlandırmayı sevdiği (kendi ülkesinde giderek daha az saygı duyduğu, sınırları ötesinde ise neredeyse asla saygı duymadığı) şeyi tehdit etmektedir. Küresel askeri harcamaların yarısından fazlasını gerçekleştiren ve dünya çapında 1150’den fazla askeri üsse sahip olan (bunu “Notes on US Bases and Military Staff Abroad” başlıklı makalemde hesaplamıştım) ABD ekonomik kriz içinde, zor durumda ve tüm dünyayı giderek topyekûn savaşa doğru itmektedir. Yeni çatışmaların eksenini Uzak Doğu’ya, özellikle de Tayvan’a doğru kaydırma arzularını giderek daha açık bir şekilde belirtiyorlar. Çin, ABD’nin bu provokasyonuna ve savaşa doğru sürüklemesine direnmeli ama aynı zamanda kendi çıkarlarını ve topraklarını savunması da gerekiyor. Bunların arasında Tayvan da var. Bu nedenle yeniden birleşme Pekin için bir öncelik olmaya devam ediyor. ABD yönetimi, bir zamanlar SSCB’ye diz çöktüren silahlanma yarışını kızıştırıyor. Ancak bu tehlikeli yarışın yükselişi, ekonomik sağlığı iyi olan ve yeterince caydırıcılıkta silaha sahip bir Çin’i etkilemek için artık yeterli değil.
Genel anlamda önemli olan, sistemik bir krize hapsolmuş kapitalizmin artık anlık kârları maksimize etme mantığı ile sorunlarına çözüm bulamadığını ve daha tehlikeli hale geldiğini anlamaktır. İşletme iflasları ve kitlesel işsizlik, borsa çöküşleri ve banka istikrarsızlıkları arasında, sermayenin sistemik krizinin kötüleşme olasılığı bugün son derece yüksektir. Özellikle 2008 krizinden bu yana çok az reform gerçekleştirildiği için, sistemdeki çelişkilerin daha da belirginleşmesi için tüm koşullar mevcut durumda. Şu an için acil önem taşıyan konu Amerika Birleşik Devletleri egemenliğinde dünya sisteminin savaş yoluyla “düzenlenmesine” son verilmesidir. Barışın savunulması bir önceliktir. Sonuç olarak, mali oligopollerin işlettiği savaş makinesinin fişini, onlara kamusal ve demokratik kontrol dayatarak, çekerek devre dışı bırakmalıyız.
Bu noktada, İpek Yolu’nun hâlihazırda kısmen uygulanan geniş projesi karşımıza çıkıyor: kara yolları – “Kuşak” – ve deniz yolları – “Yol” adını taşıyor. Bu işbirliği, Çin’in, yakın ya da Ortadoğu’daki gibi daha uzak, kalkınmaları için yeterli yatırımları olmayan komşuları olması ve ayrıca Çin’in Doğu kıyısındakilere göre gelişmişlik açısından gerisinde kalmış kendi batı eyaletlerinin gelişimini teşvik edebilecek avantajları da görmesi nedeniyle öncelikle Asya ülkelerini ilgilendirmektedir. Afrika ülkeleri de aynı derecede konu ile ilgileniyorlar çünkü (Batılıların deyimiyle) “az gelişmişlikten” en çok etkilenenler Afrika ülkeleridir. Daha çok hammadde tedariğine odaklandığından bu iş birliğinin mükemmel olduğunu söyleyemeyiz fakat Çin’in hammadde tedariği karşılığında altyapı sağlaması, hastaneler ve yollar inşa etmesi Afrika ülkeleri için çok büyük önem taşımaktadır.
İpek Yolları Avrupa’ya kadar uzanıyor ve bu da stratejik bir rakipten gelmesinden ötürü kızgınlık yaratıyor. Avrupa ekonomileri prensipte kendileri gelişme imkânına ve yeterli yatırıma sahip olduğuna göre neden bazıları Çin yatırımlarını bu kadar memnuniyetle karşılıyor? Bunun nedeni açık: durgunlukta hatta gerilemekte olan ekonomilere sahip, neoliberal kemer sıkma politikalarının, borçların ve harcamaların azaltılmasının, Avrupa Birliği’nin dayattığı özelleştirmenin kurbanları olan Avrupa ülkelerinin hükümetleri varlıklarını en yüksek teklif verenlere satmayı kabul ediyor ve Çin yatırımlarını kendilerini geliştirmenin bir aracı olarak görüyorlar. Çin, Avrupa Birliği dışında Balkanlar başta olmak üzere birçok yatırımlar yaptı. Bu nedenle 11’i Avrupa Birliği üyesi olan 17 Doğu ve Güney Avrupa ülkesinin İpek Yolu girişimine katılması şaşırtıcı değil.
İpek Yolu Avrupa-Asya kıtası ve Afrika’da bitmiyor. Latin Amerika ve Karayipler ülkeleriyle, özellikle de bu bölgenin en yoksul ülkeleriyle işbirliği halihazırda oldukça ilerlemiş durumdadır. Kalkınmaya yönelik destek, esas olarak İpek Yolu Fonu (egemen bir varlık fonu) ve kamu bankalarından avantajlı oranlardaki krediler yoluyla sağlanmaktadır. Ancak Çin, bu projede tek finansör olmak istemiyor ve bu kredilere katılma olanağına sahip olan ve finanse edilecek ülkelere politik-ekonomik koşullar dayatmayan (Dünya Bankası veya Uluslararası Para Fonu’nun yaptığının aksine) tüm ülkeleri hızlı bir kalkınmanın temellerini oluşturacak altyapıya yönelik kredilere dahil etmek istiyor.
Bugün yüze yakın üyesi bulunan Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’nın kurulmasının anlamı da budur (Asya Altyapı ve Yatırım Bankası’na Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık üyeler, ancak IMF ve Dünya Bankası ile olduğunun tersine bu bankayı kontrol edemeyen Amerika Birleşik Devletleri elbette üye değil; bu bankanın en büyük hissedarı olan Çin ise açıkça veto hakkını sisteme dahil etmemektedir).
Toplamda, İpek Yolu sadece birkaç yıl içinde muazzam bir büyüme kaydetti: dünya nüfusunun üçte ikisini temsil eden 124 ülke ve 24 uluslararası kuruluş anlaşmalar imzaladı.
‘Kuşak Yol ortaklıkları ABD’nin hegemonyasını sorgulanır hale getirecek’
Bu projenin her türlü siyasi mülahazayı dışlama amacı taşıdığının ifade edilmesinde ısrar etmelidir. Bu “tüm ülkelere açık” olup, ortak kalkınmadan başka bir hedefi olmayan bir girişimdir. Ancak, üç milyar nüfusa ve küresel GSYİH’nın %30’una karşılık gelen, dünyada bu türden en büyük bölgeyi oluşturacak olan “Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık” örneğinde olduğu gibi, ekonomik işbirliği ve çok taraflı ticaret bölgelerinin inşasına odaklanan ortaklıklar da var. Ve bu gibi ortaklıklarda özellikle ticaret ve yatırımlar artık dolar cinsinden değil, ulusal para birimleri üzerinden gerçekleştirileceği için ABD’nin hegemonyasını sorgulanır hale getirecektir.
Sonuçta sürdürülemez hale gelen şeyin kapitalizmin kendisi olduğunu anlıyoruz. Özü itibariyle sonsuz-sınırsız birikime adanmış olan bu sistemin sonlu-sınırlı bir gezegenle uyumsuz olduğu ortadadır. Kapitalizm her geçen gün daha büyük eşitsizlikler yaratma mantığıyla her türlü toplumsal uyumu yok etmektedir. Çin, kapitalizmin bu dinamiklerini kontrol ederek kalkınmanın sağlanması iddiasındaydı. Ancak artık sınırlandırılması gerekenler bunlardır. “Çin’e özgü” piyasa sosyalizmi, eğer insanlık için gerçek anlamda alternatif bir yol somutlaştırmak istiyorsa, yavaş yavaş kapitalizmden uzaklaşmak zorunda kalacaktır. Gerçek hedef de budur; Çinli yetkililere göre ve bugün daha açık bir şekilde kapitalizmden ödünç alınan belirli özellikler “köprüyü geçene kadar” mantığıyla kullanılmak üzere ödünç alınıyorlar, bunlar komünizme giden yolda sosyalist geçiş sürecinde uzun bir “dolambaçlı yol” değildir.
Çeviren: Sercan Genç
Yazarın konuyla ilgili bazı eserleri:
HERRERA, Rémy (2023), Dynamics of China’s Economy: Growth, Cycles, and Crises, (book’s coauthor with Zhiming Long), 375 p., December, Leiden/Boston: Brill. ISBN : 978-90-04-52402-6.
– (2023), Value, Money, Profit, and Capital Today, (book’s editor), 328 p., September, London: Emerald, ISBN : 978-1804-55-7518.
– (2023), La Chine est-elle impérialiste ?, (book’s editor), 192 p., February, Paris: Éditions Critiques, ISBN: 979-10-97331-45-0.
– (2023), « Turning One’s Loss Into a Win? The US Trade War With China in Perspective », (article’s coauthor with Zhiming Long, Zhixuan Feng and Bangxi Li) Research in Political Economy, n° 39, p. 31-50, London.
– (2023), « La Chine (vue de France), une inconnue ? Sur les contradictions, la dialectique, la morale et le socialisme », (article’s coauthor with Tony Andreani and Zhiming Long), Revue de Philosophie économique, vol. 24, n° 1, p. 167-189, Paris.
– (2022), Money – From the Power of Finance to the Sovereignty of the Peoples, (book’s author), 337 p., August, New York: Palgrave Macmillan, ISBN : 978-981-19-28475.
– (2022), Confronting Mainstream Economics for Overcoming Capitalism, (book’s author), 347 p., July, New York: Palgrave Macmillan, ISBN : 978-3-031-05850-9.
– (2021), Imperialism and Transitions to Socialism, (book’s editor), 272 p., September, London: Emerald, ISBN: 978-18-00437-05-0.
– (2021), « Guerre(s) et crise(s) globales : sur leurs relations systémiques », (article’s author), Marchés & Organisations, vol. 2021/2, n° 41, p. 139-155, Paris.
– (2021), « Is China Transforming the World? », (article’s coauthor with Tony Andreani and Zhiming Long), Monthly Review, vol. 73, n° 3, p. 21-30, New York.
– (2019), La Chine est-elle capitaliste ?, (book’s coauthor with Zhiming Long), 196 p., February, Paris: Éditions Critiques. ISBN : 9791097331139.
– (2013), “Notes on US Bases and Military Staff Abroad,” (article’s coauthor Joëlle Cicchini ), Journal of Innovation Economics & Management, 2013/3, n° 42, p. 147-173, Brussels.
Söyleşi
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı

12 gün süren İsrail-İran savaşı, şimdilik ABD Başkanı Donald Trump’ın dahliyle ateşkesle sonuçlanmış gibi görünse de, bölgede gerilim devam ediyor. Bu kısa süreli çatışma ardında pek çok soru işareti bıraktı. Savaş hakikatten bitti mi? Kazanan kim kaybeden kim? İran’ın nükleer tesisleri gerçekten yok oldu mu? Pek çok soru hala tartışılıyor. Bunlardan bazılarını, emekli Tuğamiral ve İstanbul Kent Üniversitesi Öğr. Gör. Dr. Alaettin Sevim’e sorduk.
İsrail-İran savaşına 10. günde müdahil olan ABD, 12. günde de “tamam bu kadar yeter savaş bitti” dedi. ABD’nin bu çatışmaya hızla girip hızla çıkmaya çalışması ne anlama geliyor? Yoksa bu da Trump’ın diplomasi masasında yaptığı gibi taktik bir manevra veya şaşırtmaca mı?
Kanaatimce Amerika, özellikle Başkan Trump zaten bu savaşa çok fazla taraftar değildi. Müdahil olmak istemedi, ancak buna mecbur kaldı. Sonuç olarak Amerika’nın teknolojik gelişmişliği ve dünya politikasındaki ağırlığına orantılı bir şekilde bir taarruz yapıldı. Ancak gerek bu saldırılan nükleer tesislerin 2 gün önceden boşaltılmaya başlaması ve bu boşaltılma kaydedildiği halde, tespit edildiği halde buradaki boşaltmaya destek veren, boşaltmayı yapan, tahliyeyi yapan unsurların herhangi bir taarruza maruz kalmamış olmasına dair kanaatim bunun önceden haber verilmiş, bu nedenle de etkisi minimize edilmiş bir taarruz olduğu yönündedir. Benzer şekilde İran’ın da Amerika’ya verdiği cevapta yine Katar’daki hava üstüne yapılan taarruzda önceden haber verilmiş olması, boşaltılmış üstlere yapılan bu taarruzun da yine kararlaştırılmış ve birlikte onay verilmiş bir taarruz olduğu ortaya çıkıyor diye değerlendiriyorum. Dolayısıyla Amerika’nın bu savaşı istemediğini, özellikle başkan Trump’ın bunu istemediğini, kısıtlı bir müdahale yapıldığını ve bu müdahale sonucunda da yine kısıtlı ve önceden planlanmış bir cevap verildiğini ve savaşın şu an için ateşkesle sonuçlandırıldığını düşünüyorum.
Bu çatışmanın sonlandığını ve İsrail-İran arasındaki ateşkesin kalıcı olabileceğini düşünüyor musunuz? Yoksa taraflar bir sonraki çatışma için birbirlerinin ağırlıklarını mı tartmış oldu?
Bence, bir müddet devam edecek. Burada asıl belirleyici olan İran’ın nükleer programına devam edip etmeyeceği ve de İsrail’de de Netanyahu’nun başının ne kadar sıkışmış olabileceği, ne kadar daha fazla iç politikada sıkışabileceği. Bunlar önemli hususlar. Bu savaşın çıkmasında da temel nedenlerin bunlar olduğunu düşünüyorum. Eğer ki bu konularda bir yumuşama sağlanırsa ateşkes en azından bir süre daha devam edecektir diye değerlendiriyorum.
Çatışmanın bölgesel bir savaşa dönüşme riskinden hep bahsedildi. Bu yönüyle Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması gibi bir senaryo da dillendirildi. Siz böyle bir risk görüyor musunuz? Yoksa Hürmüz’ün kapanmasıyla ilgili riskin şimdilik geçtiğini mi düşünüyorsunuz?
Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması, İran’ın çok zorda kalması ve artık başka bir çaresinin kalmadığı bir durumda söz konusu olabilir. Neler olabilir? Örneğin İran’ın petrol tesislerinin vurulması, İran’ın da petrol ihraç etme imkanlarının azalması, rejimin tehlikeye düşmesi, İran hükümetinin tehlikeye düşmesi, isyanların başlaması ve İran’ın başka çaresinin kalmaması durumunda Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması söz konusu olabilir. Aksi takdirde bu İran’ın kendi ayağına ateş etmesi olacaktır. Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasıyla beraber İran’ın da ticareti etkilenecektir. Özellikle Çin’e yaptığı petrol ürünleri sevkiyatının engelleneceği ortadadır. Bu da İran’ın ve müttefiklerinin istemeyeceği bir şeydir. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasının, savaşın çok ilerlemesi ve İran’ın artık başka çaresinin kalmadığı bir durumda her şeyi göze alabileceği bir noktada söz konusu olabileceğini değerlendiriyorum. Yakın bir zamanda bunu mümkün görmüyorum.
İsrail-İran çatışmasında hava güçleri ve füze yetenekleri konuşuldu. Ancak Hürmüz’den Kızıldeniz’e önemli deniz ticaret yolları da diken üstündeydi. Bölgede donanmaların sahneye çıkacağı gerilimler tetiklenmiş olabilir mi?
Evet, günümüzün savaşlarının en önemli özelliği hava gücünün muhakkak olması. Hava gücüyle bir savaşı sonlandıramazsınız ama hava gücü olmadığı takdirde bir savaşı muhakkak kaybedersiniz. Hedefleriniz doğrultusunda hava gücünüzü ve düşman hava güçlerine karşı salınma kabiliyetlerinizi geliştirmek gerektiği ortaya çıktı.
Bölgede donanmalar ise zaten sahnede. Her zaman için bölgede donanmalar varlıkları son dönemde mevcut oldu. Halen de mevcut. Krizin büyümesine bağlı olarak bölgedeki donanma varlığının artması söz konusu olabilir. Örnek olarak en son Amerikan taarruzunda denizaltılardan atılan cruze füzeler kullanıldı. Dolayısıyla Amerika’nın ve diğer devletlerin görünür ve görünmez bir donanma varlığının her zaman bölgede mevcut olduğunu ve krizin gelişmesine bağlı olarak bu miktarın donanma varlığının artıp azalabileceğini devamlı olarak göz önünde bulundurmak lazım. Ama her zaman bölgedeki üsler vasıtasıyla görünür ve görünmez denizaltılar gibi görünmez unsurlarla da olsa bölgede donanma varlıkları devam edecektir.
ABD’nin ve İsrail’in bu müdahaleleri Çin ve Moskova tarafından sizce nasıl izlendi. Bu iki başkentin, hem ABD ile karşı karşıya gelmemek hem de müttefikini korumak gibi bir ikileme düştüğü söylenebilir mi?
Göründüğü üzere burada Rusya’nın belli oranda Amerika’nın müdahalesini sınırlandırmak üzere bir çabası olabilir. Özellikle Rusya’nın son dönemde yaptığı açıklamalar dikkati çekti. Örnek olarak İsrail’e çok uzun süreler boyunca İran’ın herhangi bir silah geliştirme kapasitesinin, nükleer silah geliştirme kapasitesinin olmadığını bildirdiklerini belirttiler. Daha sonra da Putin ABD müdahalesinin bölgedeki barışı ve hatta dünya barışını etkileyeceğini açıklaması da dikkat çekici oldu. Çin’in en azından bizim önümüze gelen demeçleri Rusya’ya göre daha düşük yoğunlukta kaldı. Ama İran’ın önemli bir müttefiki olarak Çin’in de demeçler seviyesinde ya da kamuoyundaki açıklamalarıyla yapılan destek seviyesinde İran’ın yanında yer aldığını görüyoruz. Burada ben özellikle Rusya’nın kapalı kapılar ardında Amerika’yı ikna çabaları olmuş olabileceğini değerlendiriyorum.
Sonuç olarak bu kriz İsrail’in İran’ın altyapısına ve nükleer kapasitesine verdiği hasarla İsrail’in avantaj sağladığını ama İran’ın da bu savaşı kaybetmeyerek kazandığını değerlendiriyorum. Özellikle de İran‘ın İsrail’e cevap verme kapasitesinin, reaksiyon gösterme kapasitesinin düşük hesaplandığını ve bu kadar uzun süre füzelerle de olsa uzak mesafeden de olsa cevap verebileceğinin değerlendirilmediğini ve burada hata yapıldığını düşünüyorum. Bu nedenle İran da bu savaşı kaybetmeyerek kanaatimce kazanan sayıldı.
Söyleşi
E. Koramiral Kadir Sağdıç: ‘Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar’

E. Koramiral Kadir Sağdıç, Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında deniz güvenliğini ve işbirliğini artırmak amacıyla kurulan çok uluslu bir deniz kuvveti oluşumu BLACKSEAFOR’un (Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu) Planlama Grubu Başkanlığı’nı yürütmüş, 2009’da Güney Deniz Saha Komutanı olarak Ege ve Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin deniz güvenliğini yöneten donanma komutanlığı görevini icra etmiştir. Kadir Sağdıç’a Hürmüz Boğazı’yla ilgili gelişmeleri ve olası senaryoları sorduk: “Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar.”
‘Uluslararası hukuk açısından mümkün değil’
Hürmüz’ü kapatmak üzerine bir senaryo krizin hangi aşamasında devreye alınabilir? Hürmüz Boğazı’nın hukuki statüsü nedir? İran donanmasının bugüne kadar bu senaryo üzerine yaptığı tatbikat ve simülasyonlar nelerdir?
Hürmüz Boğazı, Cebelitarık Boğazı gibi ya da Baltık geçitleri gibi uluslararası bir su yolu ve çok da dar değil. Aslında en dar yeri 30 kilometre. Bizim Türk Boğazları gibi değil, mesela İstanbul Boğazı 700 metre. Bu 40 misli daha geniş bir yer ve karşılıklı sahillerde farklı ülkeler var. Umman var, İran var, Birleşik Arap Emirlikleri’ne kıyıdaş, aynı zamanda Katar’a kıyıdaş. Böyle kıyıdaş olan tarafların çok sayıda ülkenin aynı bölgede olduğu yerde bir Hürmüz’ü kapatmak uluslararası hukuk açısından mümkün değil.
Türk Boğazlarının özel statüsü var. Gerek Çanakkale Boğazı gerek İstanbul Boğazı çok dar ve her iki kıyısı da Türkiye Cumhuriyeti’nin kıyıları. Her ne kadar Karadeniz uluslararası su ise de 140 mil ve 300 mil gibi geniş alanlar var. Karasuları 12 mil olduğuna göre iki ülkenin sahilleri, iki ülkenin karasuları denizi kapatmıyor. Ama Türk Boğazları dediğimiz Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı’nda tüm sahiller ve içerideki su Türkiye’nin. Dolayısıyla Montrö Sözleşmesiyle Türk Boğazları’nın özel statüsü var. Ama Hürmüz Boğazı’nın öyle bir özel statüsü yok. Böyle bir durumda evet geçmiş krizlerde İran-Irak Harbi’nde tanker trafiğine zarar verme anlamında İran inisiyatif kullanıp tanker vurdu. Ama orada riski kendisi üstleniyor onun vebalini kendisi ödemek durumunda. Uluslararası hukuka sığınarak bunu yapmıyor.
‘Çin’den gelecek gelirin önü kesilir’
Askeri literatürde durum muhakemesi deriz. Bir karar almadan önce o kararı bir testten geçiririz. Bu uygunluk, tatbik kabiliyeti ve kabul edilebilirlik dediğimiz üç test aşaması var. Mesela Hürmüz Boğazı’na bu açıdan bakalım. Eğer İran kapatmaya kalkarsa bu İran’a ne kazandırır? Hürmüz’ü kapatmak amacına hizmet eder mi? Ona bakmak lazım. Örneğin kapatabildiği takdirde dikkatleri ekonomiye çeker. Çünkü petrol ve doğalgaz maliyetleri yükseliyor. Dünya ekonomisinin sıkıntıdan geçtiği bir süreçte dünyanın dikkatini petrol üzerinden Hürmüz’e çekebilir. Bu da dikkat edin, beni kollayın, kriz sönümlensin, benim haklarımı gözetin. Dolayısıyla ben de boğazı kapatmayayım gibi mütevazi bir yarar sağlayabilir.
Ama petrol fiyatları ve doğal gaz fiyatları artarsa bundan spekülatörler yararlanır. Yani uzun vadede siz yararlanamazsınız. Sonunda kriz harbe de dönüşse harbin sonunda bu sönümlenecek. Dolayısıyla kalıcı petrol fiyatları artışı için OPEC ve benzeri kartellerin topluca karar alması lazım. Yani o bölgede arz sadece İran’la olmuyor. Başta Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler olmak üzere petrol arzının birçok oyuncusu var. Dolayısıyla OPEC kalıcı karar almadığı sürece petrol fiyatları yüksek kalmaz. Kriz boyunca yükselir sonra da düşer. Kapatılacak boğazdan İran kendi arzını da dünya piyasasına sürüyor. Özellikle uzun süreli sözleşmeler yaptığı büyük bir alıcısı var Çin. Oradan da zararı olacaktır. Bu irade İran’a kazandırmayacak, kaybettirecek çünkü Çin’den gelecek gelirin önünü keser.
‘Hürmüz’ü kapatmak İran’ı hedef haline getirir’
Hürmüz boğazının kapatılması şeklindeki bir İran askeri uygulaması ABD’ye uluslararası hukuktan kaynaklanan “meşru” bir müdahale hakkı tanır mı? Ya da ABD bunu gerekçe göstererek uluslararası bir koalisyonla İran donanmasına saldırı için “meşru” bir gerekçe bulmuş sayılır mı?
Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılmasının başka ne zararı olur? İran siyasi olarak hedef büyütür. Şu an muhatapları İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri iken bir anda boğaz kapatıldığında, buradan zarar gören çok sayıda ülke İran’ı hedefine alır ve siyasi tarafta büyük bir dengesizlik olur. Yani İsrail’e karşı siyasi yük çok artar. Gereksiz yere hedef büyütmüş olur, kendi satışları aksar. Hürmüz Boğazı’nı kapatacağım ama harbin sonunda ayakta kalırsam misliyle şu fiyattan şu kadardan arz gelecek, devam edecek, size satış yapacağım diye Çin’le şu an yapmış olduğu anlaşmanın revizyonunu yapması gerekir. Çin’le bu anlaşmayı perde arkasında revize etmeden, onları ikna etmeden Hürmüz Boğazı’nı kapatamaz.
Peki kapatılmasına karar verildi ama tatbik kabiliyeti var mı? Bunu yapabilir mi? Tatbik kabiliyetinden kasıt askeri gücünüzle elinizdeki olanaklarla, yani gemileriniz, insansız hava araçlarınız, uçaklarınız, kara bataryalarınız ateş gücü olarak o boğazdan geçen trafiği kapatmaya yetecek mi? İran girişimde bulunduğunda bu karşı unsurların yani isabet alacak olan gemilerin ülkeleri ki oradan bütün dünya ülkeleri geçiş yapıyorlar. Sadece arzı sağlayan kıyıdaş petrol üretici ülkeler değil, üçüncü tarafların gemisi de geçiyor. Dolayısıyla o gemiler zarar gördüğünde onların unsurları da öz savunma kapsamında askeri müdahaleye karşı onlar da güç kullanma aşamasına gelebilirler.
Zarar gören taraflar doğrudan hukuken İran unsurlarını hedef almayabilirler. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İran’ı üçüncü taraflara verdiği zarardan dolayı kınayıp önlemler alacaktır. Bu güç kullanmaya kadar gidebilir. Yani sadece kınamayla kalmayacak. Bir uluslararası koalisyon gücü, Birleşmiş Milletler kararları altında, Güvenlik Konseyi kararları altında İran’a muhtemelen müdahale edecektir. Bu da İsrail’in ve ABD’nin elini çok güçlendirir. Yani iki ülkeli müdahale yerine bir anda çok uluslu ve Birleşmiş Milletler’in aldığı karar altında İran’a karşı kuvvet kullanımını gerektirir ki o zaman Hürmüz Boğazı’nı kapatmanın tatbik kabiliyeti de pek yok gibi gözüküyor.
Tatbik kabiliyet de var, gücünüz de var, o gücü de askeri gücü kapatma yönünde kullanmaya kalktınız diyelim. Yok ama var diyelim. Peki, o kadar riske girmeye o kadar unsuru kaybetmeye siyasi yönden de kaybeden tarafta olmaya değer mi? İsrail ve ABD’nin İran’ı zorladığı bir aşamada bir anda dünyanın önemli bir kısmını karşısına alıp onların oluşturacağı koalisyon kuvvetlerinden zarar görüp ek güç kaybetmesine değer mi? Bu riski göğüsleyebilir mi? Bence hayır. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması mantığını test ettiğimizde kapatılması bir kazanç getirmiyor. Ne tatbik kabiliyeti var, elindeki kuvvet dünyaya karşı onu kapatmaya yetmeyebilir; ne de riskinin kabul edilebilir bir durumu var. Dolayısıyla mantıklı davrandığı takdirde İran Hürmüz Boğazı’nı kapatmayacaktır diye değerlendiriyorum.
Diğer taraftan İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapanma teşebbüsü tabii ABD’ye doğrudan bir müdahale hakkı doğurmaz. ABD’nin bunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları üzerinden değerlendirmesi gerekir. İran doğrudan ABD gemisini, Amerikan tankerini hedef alırsa tabii ki karşı taraf olarak ABD öz savunma yapar ve misliyle mükabele de edebilir. Ama İran’ın bunu nasıl uygulayacağını bilmiyoruz. Diğer taraftan böyle bir kararın alınmayacağını mantıken de değerlendirmiş oluyorum.
‘Kriz bölgesel kalacaktır’
Böyle bir senaryoya İran ve Çin donanmaları nasıl tepki verir? Dünya üzerindeki Malakka Boğazı gibi diğer kritik su yolları üzerinde askeri tansiyonu artırıcı bir etkisi olur mu? Hürmüz’deki bir çatışmanın Husiler üzerinden Kızıldeniz’e ve diğer kritik ticaret yollarına sıçraması riskini görüyor musunuz?
Hürmüz Boğazı bölgesindeki gerilim ve tırmanışın Çin donanmasına nasıl tepki vereceği konusu da gündemde sorgulanıyor. Çin bu aşamada kendi yakın çevresi Tayvan ve Çin denizinde farklı tepkiler verebilir. Orada bir kriz gelişirse askeri harekata geçebilir. Ama Körfez bölgesinde, Hürmüz Boğaz’ında Çin donanmasının bir harekata katılacağını ya da Çin’in inisiyatif üstlenip silahlı müdahalede bulunacağını hiç mümkün görmüyorum. Öyle bir olasılık yok. Şu aşamada Çin’in gördüğümüz kadarıyla uluslararası ilişkilerde öyle bir niyeti olmadığını değerlendiriyorum. Buralarda tansiyonun artması şu an İran’ın geçmişteki bir iki yıl içinde yanında gözüken Husiler üzerinde bir etkisi olacaktır. Belki de eğer İran teşebbüs ederse Hürmüz Boğazı’nda Husiler de Kızıldeniz’de benzeri eylemler yapabilirler. Hürmüz Boğazı’nda olası bir tırmanışın, Husilerin de hareketlerini artıracağını değerlendiriyorum. Kriz ve harp durumu devam ettiği sürece Kızıldeniz’de onlar da daha ileri düzeyde girişimlerde bulunabilirler.
Diğer kritik su yollarına, örneğin Malakka Boğazı’na bu aşamada bir müdahale olacağını beklemiyorum. Ama olaylar tırmanır da bloklaşır, Avrasya’ya karşı Okyanusya ülkeleri yani Heartland dediğimiz Avrasya kıtasını Çin’in, Rusya’nın, Türkiye’nin Avrupa’yla birlikte bulunduğu ana kıtalar grubuna okyanuslardan Büyük Okyanus, Hint Okyanusu ve Atlas Okyanusu’ndan, çevreleyen başta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Avustralya ve Kanada’nın bulunduğu deniz ağırlıklı grubun müdahalesi söz konusu olduğunda (ki buna Kore ve Japonya’yı da dahil etmeliyiz), o zaman Endonezya, Malezya gibi ülkeler üzerinden Malakka Boğazı’nda da olası gerginlik mümkün olabilir. Ama bu topyekun krizin küresel çapa sıçraması demek. Bu da çok tehlikeli bir durum olur. O aşamaya geleceğini değerlendirmiyorum. Bu krizin bölgesel kalacağını değerlendiriyorum.
Uzmanlar Harici’ye değerlendirdi: Hürmüz’ün kapanma ihtimali ‘sıfır’
Diplomasi
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
İsrail’in saldırıları sonrası Pekin ilk tepki olarak, “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, cuma günü yaptığı açıklamada, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.
Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.
Sözcü, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ve İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ile telefon görüşmeleri yaptı. İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını kınayan Wang Yi, uluslararası toplumun İran nükleer meselesinin siyasi yollardan çözülmesi için çaba gösterdiği bir dönemde, bu saldırının “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi. “Sorunların çözümü için diplomatik kanallara dönülmesi” çağrısı yaptı.
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü, Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
‘Pekin yapıcı rol oynamaya istekli’
Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian’ın açıklamalarını hatırlatan Yang Chen, Çin’in İsrail’in İran’a saldırısından derin endişe duyduğunu ve bu tür eylemlerin doğurabileceği ciddi sonuçlardan dolayı son derece kaygılı olduğunu belirtti. Çin’in, İran’ın egemenliğinin, güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı olduğunu söyleyen Yang, ayrıca çatışmaların tırmanmasına ve gerilimin artmasına da karşı olduğunu ifade etti.
Çin’in, ilgili tüm tarafları, bölgesel barış ve istikrarı teşvik etmeye yönelik daha fazla çaba göstermeye ve gerilimi daha fazla artırmaktan kaçınmaya çağırdığını ve durumun hafifletilmesini teşvik etmek için yapıcı bir rol oynamaya istekli olduğunu kaydetti.
‘İran renkli devrim tehdidiyle karşı karşıya’
Çinli akademisyenlerin bakış açısından ise, Orta Doğu’daki temel çelişkinin artık Suudi Arabistan ile İran arasındaki önceki çatışmadan İsrail ile İran arasındaki çatışmaya kaydığını ifade etti.
Trump’ın göreve başlamasından sonra, İsrail ile İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”ni arasındaki kuşatma ve karşı-kuşatma mücadelesinin tırmanmaya devam ettiğini belirten Yang, “İsrail karşıtı birlik cephesi ile İran karşıtı birlik cephesi arasındaki mücadele şiddetlenecek” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın büyük bir “renkli devrim” tehdidiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, “Bu saldırıda, İran’ın sertlik yanlıları hedef alınıp ortadan kaldırıldı ve bu durum İran’ın etkisine ağır bir darbe vurdu. Eğer İran, İsrail saldırısına karşı kararlı bir şekilde misilleme yapmazsa, gelecekte daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmasından ve bölgesel etkisinin ciddi şekilde zayıflamasından, hatta rejimin istikrarının bile tehlikeye girmesinden endişe edilmektedir” ifadelerini kullandı.
‘Çin İran’da istikrardan yana’
Çin’in Orta Doğu politikasının her zaman istikrar ve sürekliliğini koruduğunu ve dramatik değişikliklere rağmen temelden değişmeyeceğini söyleyen Yang, İran’ın Pekin için önemini ise şöyle anlattı: “İran, Çin için stratejik öneme sahip bir ülkedir. İran, Avrasya’nın merkezindedir, Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir merkezidir, Çin’in enerji kaynaklarının önemli bir kaynağıdır ve Orta Asya’daki istikrarın korunması ve Sincan’ın güvenliğinin sağlanması için önemli bir güvencedir”.
Bu sebeple Pekin’in, İran’ın istikrarlı kalmasını istediğini belirten Yang, “Çin, İran’ın ABD ve Batı tarafından baskı altına alınmasını istemez, ayrıca İran’ın ABD ve Batı’ya yönelmesini de istemez” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın iç ve dış meselelerde büyük zorluklarla karşı karşıya olduğuna da dikkat çeken Yang, bu zorlukları şöyle sıraladı:
- Ekonomik durgunluk
“İlk olarak, İran’da ekonomik gelişme durgundur. 2024 yılında İran’ın gayri safi yurtiçi hasılası 434,2 milyar dolardı (bu rakam Çin’in Şensi Eyaleti’nin ekonomik büyüklüğüne eşdeğerdir); bu rakam 2008’den 2017’ye kadar olan on yıllık dönemdeki seviyesine hâlâ ulaşmamış ve 2011’deki zirve değeri olan 625,4 milyar dolardan oldukça uzaktadır. Kişi başına düşen GSYİH yaklaşık 4500 dolardır (İsrail’in kişi başı GSYİH’sı olan 52.261 doların sadece 1/12’si kadardır); bu durum İran halkının memnuniyetsizliğine neden olmuştur. Ekonomik durgunluk, İran’ın “direniş ekseni”ne güçlü destek sağlamasını da engellemektedir.”
- Nükleer pazarlık
“İkinci olarak, İran’da siyasi değişimler yaşanmıştır ve ılımlı bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 30 Temmuz 2024’te İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yemin ederek göreve başladı. Ilımlı bir cumhurbaşkanı olan Pezeşkiyan, 2024 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı sırasında, ülkesinin uluslararası ilişkilerinde “yapıcı” bir sayfa açma umudunu dile getirdi ve İran’ın “nükleer programı konusunda Batı ile diyaloğa hazır olduğunu” vurguladı. Bu durum da İran’ın Batı ile müzakereye ve “İran nükleer anlaşması”nı yeniden müzakere etmeye niyetli olduğunu göstermektedir. Ancak “direniş ekseni”nin zayıflamasıyla birlikte İran’ın Batı’dan yaptırım muafiyeti elde etme konusundaki pazarlık gücü azalmıştır.”
- Ulusal güvenlik
“Üçüncü olarak, İran’daki iç güvenlik durumu endişe vericidir. Son yıllarda İsrail, İran’da art arda suikastlar düzenlemiştir; bu suikastlara İran’ın kıdemli nükleer fizikçisi Muhsin Fahrizade, İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani ve İran Devrim Muhafızları İstihbarat Yetkilisi Muhammed Akiki dahildir. Mayıs 2024’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Temmuz 2024’te Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da suikasta uğradı ve daha sonra bu olaydan İsrail resmi olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Bu durum, İsrail ve ABD istihbarat teşkilatlarının İran’ın ulusal güvenlik sistemine tamamen sızdığını ve İran’da diledikleri gibi hareket edebildiklerini, istedikleri kişilere suikast düzenleyebildiklerini göstermektedir. İran’ın ulusal güvenliği, kendi cumhurbaşkanının, üst düzey askeri komutanlarının, önemli bilim insanlarının, üst düzey istihbarat yetkililerinin ve yabancı misafirlerin hayatlarını koruyamamıştır.”
İran’ın şu anda büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, ancak buna rağmen Tahran’ın ayakta kalabilmesi için “büyük güçlerden ve zorluklardan korkmayan” bir tutum sergilemesi gerektiğini belirtti.
Yang’a göre İran, bölgesel etkisini kanıtlayabilirse ve kararlı şekilde Amerikan ve İsrail karşıtı tutumunu gösterebilirse, daha fazla dış destek elde edebilir.
-
Ortadoğu1 hafta önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti
-
Söyleşi2 hafta önce
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran-İsrail savaşı ve Orta Asya
-
Avrupa2 hafta önce
Yeni MI6 şefinin dedesi, “Kasap” olarak bilinen Nazi casusu çıktı
-
Görüş1 hafta önce
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na
-
Söyleşi2 hafta önce
E. Koramiral Kadir Sağdıç: ‘Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar’
-
Amerika2 hafta önce
Zohran Mamdani: Canavarın ininde bir ‘nepo bebek’
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi