Dünya Basını
Amerikan muhafazakârları AP seçimlerine bakıyor

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 2000’lerin başındaki yeni muhafazakâr (neo-con) Bush yönetimine karşı “paleo-muhafazakârlık” olarak bilinen akımı savunan (öyle ki, dergi 2006 seçimlerinde Bush’a karşı Demokratlara oy verilmesi çağrısında bulunmuştu) The American Conservative (TAC) dergisinde yayınlandı. Yazar David Goldman, TAC’nin Avrupa’daki “milli-muhafazakâr” akımların muhabiri gibi davranmaktadır. Makale esas olarak AfD’nin performansına ve Almanya’nın geleceğine odaklansa da, bir bütün olarak Avrupa’daki “milli-muhafazakâr” akımın iktidar olanaklarını da araştırmakta. Esas olarak Ukrayna savaşının AP seçimlerindeki seçmen davranışını etkilediğini düşünen Goldman, “müesses nizam” karşıtı AfD ve BSW’nin eylül ayındaki eyalet seçimlerinde de iktidara gelebilecek gücü elde edebileceğine inanıyor. Goldman’ın, AfD hakkında Elon Musk’ın attığı bir tweeti hatırlatması da ayrıca manidar. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Avrupa, Ukrayna savaşına karşı oy verdi
David P. Goldman
The American Conservative
12 Haziran 2024
Seçmenlerin 9 Haziran Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Müesses Nizam partilerine çarpıcı bir yanıt vermesinden hemen önce, Alternative für Deutschland’ın (Almanya için Alternatif) iç anketörleri, Ukrayna savaşının Alman seçmenler için en önemli endişe kaynağı olduğunu bildirdi. AfD’nin iç belgesine göre, ankete katılanların yüzde 26’sı “barışı güvence altına almanın” bir numaralı kaygıları olduğunu söylerken, bunu yüzde 23 ile sosyal güvenlik ve yüzde 17 ile göç takip ediyor.
Almanya’nın barış partileri AfD ve solcu Sahra Wagenknecht İttifakı oyların sırasıyla yüzde 16 ve yüzde 6’sını alırken, iktidardaki Sosyal Demokratlar sadece yüzde 14 oy alabildi. 2019 seçimlerinde yüzde 20,5 oy alan Yeşiller ise –şimdi Ukrayna Savaşı’nın en ateşli destekçisi– yüzde 12’ye geriledi.
Ukrayna’ya asker gönderme konusunda en istekli Avrupalı lider olan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise sürpriz bir şekilde küçük düştü. Macron’un partisi yüzde 15’in altında oy alırken, sağcı Ulusal Birlik yüzde 31 oy aldı. Barış partilerinin en büyük kazananlar olduğu Almanya’nın aksine, Fransız sağı Ukrayna Savaşı konusundaki tutumunu değiştirdi. Fakat Avrupa’nın Batı askerlerini göndermeye en istekli liderinin reddedilmesi, savaş karşıtı duyguların bir göstergesi.
Pazar günkü oylama bir protestoydu ama henüz bir devrim değildi. Batı Avrupa’nın milli-muhafazakâr partileri tek meseleden, göçmen karşıtı kalıptan çıktılar, fakat henüz kendi ülkelerini yönetmeye hazır değiller. Doğu Avrupa’da Macaristan, Slovakya ve Sırbistan, muhtemelen Ekim 2025 seçimlerinden sonra Çek Cumhuriyeti’nin de katılacağı savaş karşıtı bir blok oluşturuyor.
Yine de pazar günü Avrupa’yı sarsan siyasi depremin bu yıl bitmeden geniş kapsamlı sonuçları olabilir.
Avrupa’nın milli muhafazakârları için bir sonraki dönüm noktası eylül ayında Almanya’nın üç eyaletinde (Saksonya, Brandenburg ve Thüringen) yapılacak ve AfD’nin açık ara önde olduğu eyalet seçimleri olacak. Almanya’nın Müesses Nizam partileri AfD ile hiçbir koşulda koalisyon kurmayacaklarını açıklasalar da AfD’nin üç eyalette alacağı olası bir çoğunluk bu ablukayı kırabilir.
Ana akım yorumcular Avrupa’daki milli muhafazakâr yükselişi göçe karşı bir tepki olarak değerlendiriyor ama veriler bunun aksini gösteriyor: Pazar günkü seçim depremi, seçmenlerin Ukrayna savaşının bir Avrupa çatışmasına dönüşmesi tehlikesine ilişkin endişelerine bir yanıttı.
Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri sınırlı ve Müesses Nizam siyasetçisi Alman Ursula van der Leyen popülist yükselişe rağmen çoğunluğu elinde tutacak. Avrupa Parlamentosu’ndan daha da önemlisi, Avrupa’nın en büyük iki ülkesi Almanya ve Fransa’nın ulusal politikalarındaki tektonik değişim.
Almanların sadece yüzde 30’u iktidar koalisyonunu oluşturan Sosyal Demokratlar, Yeşiller ya da Hür Demokratlara oy verdi. En kötü performansı gösteren parti ise yüzde 12 oy oranıyla Yeşiller oldu. 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bu oran yaklaşık yüzde 20’ydi. Bir zamanlar Almanya’nın en büyük partisi olan Sosyal Demokratlar ise sadece yüzde 14 oy alabildi. SPD’nin eski solcu lideri Oskar LaFontaine’in eşi Sara Wagenknecht tarafından kurulan yeni parti yüzde 6 oy aldı. Küçük Hür Demokrat Parti ise sadece yüzde 5 ile parlamentoda temsil edilme eşiğinde kaldı.
Bu rakamlar Almanya’da Ekim 2025’te yapılacak bir sonraki ulusal seçime kadar devam ederse, Müesses Nizam partilerinin parlamentoda çoğunluğu elde edebilecekleri bir siyasi aritmetik yok. Eski Blackrock yöneticisi Friedrich Merz’in liderliğindeki Hıristiyan Demokratlar, Ukrayna’ya “eğitmen” göndermeyi ya da Almanya’nın Taurus seyir füzesinin Rusya içindeki hedefleri vurmasına izin vermeyi reddeden iktidardaki Sosyal Demokratlara göre Ukrayna konusunda daha şahin bir tutum sergiliyor. Fakat Yeşiller ile kurulacak bir CDU/CSU koalisyonu parlamentonun yalnızca yüzde 42’sine sahip olacaktır. Hür Demokratlar yüzde 5’i geçemeyebilir ve Federal Meclis’ten düşebilir. Yıpranmış ana akım partilerin salt çoğunlukla bir hükümet kurması teorik olarak mümkün olsa da ülke her açıdan yönetilemez hale gelecektir.
İşte bu nedenle Eylül ayındaki bölgesel seçimler Alman siyasetinde bir dönüm noktası olabilir. Doğu Almanya’nın en büyük eyaleti Saksonya’da AfD yüzde 31,8 oy oranıyla Avrupa Parlamentosu seçimlerinde birinci olurken, Hıristiyan Demokratlar yüzde 21,8 ile ikinci sırada yer aldı. Thüringen’de AfD yüzde 30, Sahra Wagenknecht İttifakı yüzde 16 oy alırken, Hıristiyan Demokratlar yüzde 20, SPD ise yüzde 7 oy aldı. Brandenburg’da da AfD yüzde 25 oy oranıyla önde gidiyor. AfD ve Wagenknecht’in partisinin bu üç eyaletten birini ya da birkaçını yönetmeye yetecek oy oranına sahip olması oldukça olası. Büyük partilerden birinin blokajı kırması ve AfD ile bir hükümet koalisyonu kurması daha muhtemel.
AfD’nin pazar günü yapılan seçimlerde elde ettiği başarı, Almanya’nın ana akım basını ve güvenlik kurumları tarafından aylarca karalandıktan sonra daha da dikkat çekici hale geldi. FBI’ın ülkedeki muadili olan Federal Anayasa Koruma Teşkilatı, bu yılın başlarında AfD’yi “aşırı sağcı örgüt” olarak etiketledi. AfD bu devlet kurumuna dava açmış ancak 13 Mayıs’taki mahkeme kararıyla davayı kaybetmişti. AfD’nin Avrupa Parlamentosu adayı Maximilian Krah (geçtiğimiz ekim ayında bu yayında kendisiyle yapılan röportaj), Donald Trump dışındaki tüm siyasi figürlerden daha fazla eleştiri aldı. 23 Nisan’da Krah’ın parlamento ofisinde çalışan bir kişi Çin için casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklandı; daha sonra Bild-Zeitung, Çin kökenli Alman vatandaşlığına geçmiş olan söz konusu casusun uzun süredir Alman güvenlik servislerinin muhbiri olduğunu ortaya çıkardı.
Almanya’nın en önemli haber dergisi Der Spiegel, 26 Nisan’da AfD ile ilgili kapak haberine “Vatana İhanet” başlığını atarak, Moskova ve Pekin’den –kanıt olmaksızın– ödemeler yapıldığını iddia etti. Spiegel, “AfD kendisini vatansever olarak sunuyor,” diyordu, “fakat Rusya’dan ve Çinli olduğu iddia edilen bir casustan aldıkları olası ödemeler onları vatan haini olarak ifşa ediyor.”
AfD’nin yıpratılması, seçimden bir ay önce Alman medyasının birbirini tekrarlayan görüşleri aracılığıyla güçlendirilen Trump’ın Russiagate’inin tanıdık senaryosunu takip etti. Yine de AfD pazar günkü seçimlerde liderliğinin beklediğinden daha iyi bir sonuç elde etti. En önemlisi, AfD’ye Hıristiyan Demokratlar kadar çok sayıda genç Alman oy verdi. Sandık çıkış anketlerine göre gençlerin oylarının yüzde 30’u, genç Almanlar arasındaki derin hoşnutsuzluğu yansıtıyor. Ukrayna için savaşa girmek istemiyorlar. Günlük yaşamlarında saldırgan göçmen çeteleriyle karşı karşıyalar. Ve hükümetlerinin dört kişilik bir aileye verdiği aylık 3.000 avroluk Bürgergeld ya da sosyal yardım ödemesinden şikayetçiler; bu miktar, tipik bir üniversite mezununun vergilerden sonra eve götürdüğünden daha fazla. Bürgergeld alanların dörtte üçü yabancılardan oluşuyor.
Elon Musk 9 Haziran’da, “AfD hakkında neden bu kadar olumsuz bir tepki var?” diye tweet attı. “Sürekli ‘aşırı sağ’ diyorlar ama AfD’nin politikaları hakkında okuduklarım bana aşırı gelmiyor. Belki de ben bir şeyleri gözden kaçırıyorum.” AfD’nin suçu aşırı sağcılık değil, Atlantikçi bir gündem yerine Alman egemenliğini desteklemesi.
Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, Ağustos 2023’te Tucker Carlson ile yaptığı bir söyleşide, Almanya’nın Kuzey Akım doğalgaz boru hattının bombalanması konusunda ABD’ye karşı çıkmamasının “aslında egemenlik eksikliğinin bir kanıtı” olduğunu gözlemlemiştii. Macar başbakanı isabetli konuşuyordu: Amerikan derin devleti Almanya’nın güvenlik servisleri, medyası, düşünce kuruluşları ve kamusal yaşamın diğer kurumları üzerinde aşırı bir etkiye sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri’nin ülkede Soğuk Savaş’ın zirvesindeki 200.000 askerden sadece 38.000 askeri var, fakat sanal işgal devam ediyor.
AfD’nin politikaları Batı yanlısı ya da karşıtı kategorilerine sokulamaz. Liderleri Ukrayna savaşının yararsızlığı konusunda Macaristan lideri Orbán ile hemfikir. Orbán gibi AfD de Gazze çatışması boyunca İsrail’e güçlü destek verdi. AfD, Çin ile ticaret ve yatırıma açık – ama nisan ortasında bir düzine Alman CEO’yu Pekin’e götüren Sosyal Demokrat Şansölye Olaf Scholz da öyle.
AfD liderlerinin çoğu, ülkenin yeniden birleşmesine başkanlık eden ve pek de önemsenmeyen Şansölye Helmut Kohl’ün partisiyle özdeşleşen eski Hıristiyan Demokratlardan oluşuyor. Angela Merkel’in 16 yıllık iktidarında CDU sola kaymış, 2016’daki “Yapabiliriz” [siyaseti] kitlesel göçü desteklemiş ve Yeşilleri yatıştırmak için Almanya’nın nükleer enerji endüstrisini kapatmıştı.
AfD, Hıristiyan Demokratların olması gereken parti olmak istiyor. Partinin bazı üst düzey liderleri henüz hükümet edebilecek liderlik derinliğine sahip olmadıklarını kabul ediyor. Bir AfD lideri bana, “Bu bir maraton, koşu değil,” dedi. Fakat Eylül ayında oylama yapılacak üç eyaletteki muhtemel seçim zaferleri, AfD’ye eyalet düzeyinde güç sahibi olmak için ilk şansını verecek. AfD liderleri bunun partiyi ulusal düzeyde yönetime hazırlayacağını umuyor.
Dünya Basını
İran-İsrail savaşı ve Orta Asya

Editörün notu: Orta Doğu’da tırmanan İran-İsrail savaşı, Rusya için jeopolitik açıdan hayati önem taşıyan Orta Asya’nın istikrarına yönelik yeni bir tehdit oluşturuyor. Rusya’nın önde gelen düşünce kuruluşu Valday Kulübü’nün program direktörü Timofey Bordaçev’in değerlendirmesine göre bu tehlike iki şekilde ortaya çıkabilir: Birincisi, İran’ın olası bir iç kaosa sürüklenmesiyle bölgenin Rusya ve Çin’e karşı Batı nüfuzuna açık hâle gelmesi. İkincisi ise İsrail’in politikalarının, adalete duyarlı Orta Asya halkları arasında radikalleşmeyi ve aşırılıkçılığı körüklemesi potansiyeli. Orta Asya ülkeleri bu riskleri bölgesel işbirliğiyle yönetmeye çalışsa da Bordaçev, Rusya’nın destekleyici bir komşu olarak kalması gerektiğini ancak bu ülkelerin güvenliğinin nihai sorumluluğunu üstlenmemesi gerektiğini vurguluyor.
Orta Doğu’daki savaş Orta Asya’yı tehdit ediyor
Timofey Bordaçev
Vzglyad
Uluslararası ilişkilere nispeten profesyonel bir gözle bakan herkes, Rusya’nın jeopolitik konumunun en önemli özelliğinin doğal sınırlardan yoksun olması olduğunu bilir. Hatta Kafkasya gibi bu tür engellerin görünüşte var olduğu yerlerde bile, bu sınırlar olmadan yaşama alışkanlığı algımızda belirleyici bir rol oynuyor.
Orta Asya, Rusya ile tamamen bütünleşik bir jeopolitik alan oluşturuyor. Bölgenin barışçıl gelişimine yönelik dış tehditler, otomatik olarak Rusya’nın kendisine yönelik tehditler olarak görülüyor. Bu tür tehditleri önleme çabasında ne kadar ileri gidilebileceğini anlamak, önümüzdeki yıllarda Rus dış politikasının önemli görevlerinden biri.
Şu anda Orta Asya, en yıkıcı güçlerin eylemlerine açık hâle geleceği bir durumla karşı karşıya kalabilir. Bu durum, SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden bağımsızlığını kazanmasından bu yana ilk kez yaşanıyor. Orta Asyalı dostlarımız Avrupa’dan oldukça uzaktalar; Avrupa, Suriye, Irak ve Ermenistan için komşuluğu sorun teşkil eden Türkiye de onlara epey uzak. Komşularını cezasız bir şekilde bombalamayı seven İsrail de yakınlarında değil. Tüm Avrasya’da coğrafi açıdan daha şanslı sayılabilecek tek ülke Moğolistan: Araları iyi olan iki ülkeyle, Rusya ve Çin ile komşu.
Son 34 yıldır tek endişe kaynağı Afganistan’dı. Aslında Afganistan’ın kendisinden ziyade, bizzat Orta Asya ülkelerinden gelen dinci aşırılık yanlıları için bir üs olması nedeniyle endişe kaynağıydı. Afganların kendileri ise 19. yüzyılın sonlarından bu yana komşu topraklara pek tecavüz etmedi. Başlıca komşuları olan Rusya ve Çin, aralarındaki bu alanda barış ve huzurun hâkim olmasında hayati bir çıkara sahiptir. Bu durum öncelikle kendi çıkarlarından kaynaklanıyor; zira her iki büyük gücün de nüfusunun önemli bir kısmı Müslüman. Fakat uluslararası ilişkilerde iyi davranışın en güvenilir garantisi de tam olarak bu tür çıkar odaklı mülahazalar.
Ancak bu günlerde Orta Doğu’da yaşananlar neticesinde bu rahat konum biraz daha kötüye gidebilir. İsrail hükümetinin önümüzdeki yıllara yönelik stratejisinin, komşularıyla sürekli savaş hâli yaratarak elitlerin iktidarda kalmasını sağlamaktan ibaret olduğu izlenimi doğuyor. Ekim 2023 olayları bir başlangıç noktası oldu ve şimdi İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışma yaşanıyor.
İsrail elitleri arasındaki pek çok “öfkeli baş”, bir sonraki hedefin bölgede liderlik rolü üstlenmeye çalışan bir diğer iddialı güç olan Türkiye olacağını söylüyor. İsrail’in diğer Arap komşularının da bu durumdan kaçamayacağına şüphe yok; mademki sürekli savaş yolunu seçti, bu yoldan dönmesi için hiçbir neden bulunmuyor. Başka bir deyişle, İsrail’in dış politikası tüm Orta Doğu’yu ve komşularını yavaş yavaş bir askeri çatışma girdabına çekiyor. Üstelik İsrail, ABD’nin kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen Washington’un desteğini sürekli arkasında hissediyor.
Orta Doğu’nun sürekli bir çatışma alanına dönüşmesi, Avrasya’nın en sakin bölgelerindeki komşuları için bile iyi bir anlam taşımıyor. Bu nedenle Rusya’nın dikkatini ve burada uzun vadeli, hesaplı bir politika oluşturmasını gerektiriyor.
Birincisi, İran’ın şu anda karşılaştığı sorunlar Orta Asya’nın istikrarını ciddi şekilde tehdit edebilir. İsrail ve şimdi de ABD ile doğrudan askeri bir çatışmanın sonuçlarının ne olacağını henüz tahmin edemiyoruz. Şimdilik İran yönetimi durum üzerinde yüksek bir kontrol sergiliyor ve halkı vatanseverliğiyle öne çıkıyor. Ancak en dramatik senaryolar da göz ardı edilemez.
Eğer İran gerçekten de hasımlarının arzuladığı gibi bir iç kaosa sürüklenirse, Orta Asya ciddi tehlikelerle yüzleşecektir. Bunun basit sebebi, İsrail, ABD veya Avrupa için oradaki güvenlik durumunun kendi askeri ya da ekonomik güvenlikleriyle değil, Rusya ve Çin ile olan diplomatik ilişkileriyle ilgili bir mesele olmasıdır.
Orta Asya’yı düşündüğümüzde, coğrafi büyüklüğüne rağmen modern dünyanın çok küçük bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Beş ülkenin toplam nüfusu 90 milyona ulaşmıyor ki bu da İran veya Pakistan gibi ülkelerden daha az. Her birinin nüfusu çok daha fazla olan Vietnam, Bangladeş veya Endonezya gibi modern dünya ekonomisinin “fabrikalarından” bahsetmiyoruz bile.
Diğer bir deyişle, Orta Asya, Rusya ve Çin için önemli olsa da ABD veya Avrupa’nın gözünde, kaynak sağlamaya çalıştıkları dünyanın çok önemsiz bir parçası. Moskova veya Pekin’e zarar verme fırsatı söz konusu olduğunda Washington, Brüksel veya Londra’daki hiç kimse bu bölgeyi korumayacaktır. Ve eğer İran’da siyasi sistem kökten değişir veya ülke bir iç kargaşaya sürüklenirse, toprakları Orta Asya’ya yönelik yabancı nüfuzunun kaynağı hâline gelecektir.
İkincisi, bu bölgedeki iç sorunların nedeni bizzat İsrail’in saldırgan politikası olabilir. Daha somut bir ifadeyle, halkın, hükümetlerinin bu duruma karşı koyamamasından duyduğu hoşnutsuzluktur. Orta Asya cumhuriyetlerinin pek çok sakininin Sovyet geçmişine sahip olduğunu ve Rus kültürüyle bağları bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu da onların adaletsizliği, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinin vatandaşlarına göre çok daha keskin bir şekilde algıladıkları anlamına gelir. Bu nedenle, İsrail’in tüm komşularına karşı yürüttüğü savaş politikasının, bize en yakın Doğu parçasındaki Müslümanların kamuoyu üzerindeki potansiyel etkisini küçümsememek gerekir. Bu durum, en azından daha fazla Orta Asya ülkesi vatandaşının aşırılık yanlısı dinci hareketlerin saflarına katılmasına yol açabilir.
Orta Asya ülkeleri, dünya meselelerindeki konumlarını güçlendirmek ve büyük jeopolitikanın “pazarlık kozu” hâline gelmekten korunmak için çok şey yapıyor. Son yıllardaki önemli çalışmalarından biri, iç ve dış politikanın ana hatlarını koordine etmek ve çevre dünyayla diyalog kurmak için liderlerin sürekli bir araya geldiği Orta Asya Beşlisinin oluşturulmasıdır. Rusya bunu her şekilde desteklemektedir.
Ana komşularıyla işbirliğini güçlendiriyorlar ancak Rusya ve Çin’in hasımlarıyla çatışmaktan kaçınıyorlar. Türkiye’nin konumunun zayıflığını ve kaynak yetersizliğini anladıkları için, “Büyük Turan” gibi jeopolitik hayaller kurma girişimlerine karşı temkinli davranıyorlar. Genel olarak, Orta Asya ülkelerinin dış politikası hem esnekliğin hem de Rusya’ya karşı olan yükümlülüklerine bağlılığın bir örneği: Bu konuda ciddi şekilde gücenecek bir durumumuz yok.
Fakat en makul dış politikanın bile Orta Asya’daki dostlarımız için modern dünyada huzurun garantisi olacağından tam olarak emin olamayız. Gördüğümüz gibi bu dünyada artık uluslararası hukuk ve teamüller neredeyse işlemiyor, kaba kuvvete dayalı politika zafer kazanıyor. Bu, Rusya’nın onların kaderi için tam sorumluluk alması gerektiği anlamına gelmez. Bu tür yaklaşımlar daha önce de Rusya’nın kısıtlı kaynaklarının kendi güvenliğimiz ve gelişimimiz için hiçbir fayda sağlamadan harcanmasına yol açtı.
Rusya’nın müttefiklik yükümlülükleri nedeniyle çatışmalara müdahale etme konusunda çok kötü bir deneyimi var: Bu tür örneklerin en trajiği 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’dır. Ve şimdi Orta Asya’daki komşularımızla, devletlerinin bekasının kendi egemenlik meseleleri olduğunu açıkça konuşmakta fayda var. Ve Rusya bu noktada, komşularının kendi güvenliklerini sağlayabileceklerine inanan bir dost, güvenilir bir komşu ve dikkatli bir gözlemci.
Dünya Basını
Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi

İsrail gazetesi Jerusalem Post’ta Çin’in Orta Doğu stratejisini tartışan bir makale yayınlandı: “Rusya-Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’da varlığını genişletmesi için alan açtı.”
***
Mordechai Chaziza
Jerusalem Post, 26 Haziran 2025
Ukrayna’daki savaş, küresel düzeni sarsarak Soğuk Savaş dönemindeki bölünmeleri yeniden canlandırdı ve ülkeleri stratejik ittifaklarını yeniden değerlendirmeye itti.
Avrupa, çatışmanın merkez üssü olsa da, jeopolitik şok dalgaları Orta Doğu’ya da yansıdı ve tarihsel olarak ABD ve Rusya’nın etkisi altında olan bölgede Çin’in önemli bir aktör olarak ortaya çıkışını hızlandırdı.
Çin’in bu değişen küresel düzene verdiği yanıt, yeniden ayarlanan bir stratejiyi ortaya koyuyor: Artık geleneksel müdahale etmeme yaklaşımıyla sınırlı kalmayan Pekin, ekonomik bağlarını derinleştiriyor, stratejik altyapı projelerini ilerletiyor ve kendisini diplomatik bir alternatif olarak konumlandırıyor.
Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’daki varlığını genişletmesi için alan açtı. Çin, artık bu bölgede sadece enerji güvenliği değil, aynı zamanda uzun vadeli nüfuz da arıyor.
Bugün Orta Doğu, stratejik riskten kaçınma ile karakterize ediliyor. Bölgedeki ülkeler tek bir güce sadakat göstermeyi kaçınıyor ve ABD, Çin ve Rusya ile dengeli ilişkiler kurmayı tercih ediyor. Ukrayna krizi, bu dengeleme çabalarına aciliyet katarak enerji, gıda güvenliği ve siyasi istikrarsızlık konusundaki endişeleri yoğunlaştırdı.
Çin’in cazibesi, altyapı, kredi ve siyasi koşullar içermeyen ticaret gibi angajman modelinde yatmaktadır. Yalnızca 2024 yılında, Orta Doğu ülkeleri Çin’den 39 milyar dolarlık yatırım ve inşaat anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaların en büyük alıcıları Suudi Arabistan, Irak ve BAE oldu. Bu müdahaleci olmayan yaklaşım, bölgesel öncelikler, egemenlik, ekonomik kalkınma ve çeşitlendirme ile uyumludur.
Önce enerji, ama sadece enerji değil
Çin’in Orta Doğu ile ilişkilerinin kökleri enerji güvenliğine dayanmaktadır. 2023 yılında Çin’in petrol ithalatının %36’sından fazlası Körfez ülkelerinden geldi. Pekin, Rusya’dan petrol ithalatını artırsa da, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle uzun vadeli LNG anlaşmaları imzalayarak aşırı bağımlılıktan kaçındı.
Ancak enerji sadece başlangıç noktasıdır. Enerji, daha geniş bir ekonomik entegrasyonun önünü açmaktadır. Bugün, Çin’in yatırımları yenilenebilir enerji, dijital altyapı ve yapay zekaya da uzanıyor. Bu stratejik çeşitlilik, Çin’i sadece bir enerji tüketicisinden bölgenin merkezi bir kalkınma ortağına dönüştürüyor.
Kuşak ve Yol Girişimi
Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Çin’i Orta Doğu’nun en önemli altyapı ortağı haline getirdi. 2023 yılına kadar, bölge, liman ve demiryollarından akıllı şehirlere ve 5G ağlarına kadar uzanan projelerle küresel Kuşak ve Yol Girişimi inşaat harcamalarının üçte birinden fazlasını oluşturdu. Çin ile bölge arasındaki ticaret hacmi 2019’da 294 milyar dolardan 2022’de 480 milyar dolara yükseldi.
Bu ekonomik yerleşme, tedarik zincirlerini güvence altına almak ve Çin standartlarını ve teknolojilerini bölgenin geleceğine yerleştirmek gibi iki amaca hizmet ediyor. Suudi Arabistan tek başına 2024’te BRI anlaşmalarında 19 milyar dolarlık pay aldı. Bu anlaşmalar arasında Riyad metrosu gibi yüksek profilli projeler de yer alıyor.
Çok kutupluluk ve küresel yönetişim
Ticaretin ötesinde, Çin kendisini çok kutuplu bir dünya düzeninin lideri olarak konumlandırıyor. Orta Doğu, bu vizyonun merkezinde yer alıyor. 2024 yılında Mısır, İran ve BAE BRICS+’ya katılırken, Suudi Arabistan da katılmaya davet edildi. Bu hamleler, Batı merkezli ittifaklardan kopuşu ve alternatif kurumlara yönelmeyi işaret ediyor.
Çin ayrıca Orta Doğu’nun Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılımını teşvik etti ve Küresel Kalkınma ve Küresel Medeniyet Girişimleri gibi yeni çok taraflı çerçeveler oluşturdu. Kuzey-Güney ayrışmasının derinleştiği bir ortamda, Pekin’in “Güney-Güney dayanışması”na verdiği önem Orta Doğu’da yankı buluyor.
Arabulucu mu, fırsatçı mı?
Çin’in Orta Doğu’daki giderek daha fazla dikkat çeken diplomatik faaliyetleri, özellikle uzun süredir bölgede rakip olan ülkeler arasında arabuluculuk rolüyle küresel ilgiyi üzerine çekti. Mart 2023’te Pekin, İran ile Suudi Arabistan arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan tarihi bir anlaşmaya aracılık etti. Bu anlaşma, gerilimin yatışmasına ve bölgesel diyaloğun ilerlemesine katkıda bulundu.
Bunu, Çin’in Hamas ve El Fetih dahil 14 Filistinli grup arasında uzlaşma görüşmelerini kolaylaştırması izledi ve Temmuz 2024’te Filistin’in birliği ve geçici ulusal hükümet planlarına ilişkin Pekin Deklarasyonu ile sonuçlandı.
Bu çabalar, Çin’in geleneksel olarak çekingen diplomatik tutumundan önemli bir sapma anlamına geliyor. Orta Doğu’da genellikle askeri müdahale ve güvenlik taahhütlerine güvenen ABD’nin aksine, Çin riskten kaçınan bir yaklaşımı benimsemiş ve doğrudan müdahale yerine arabuluculuk ve diyalogu tercih etmiştir.
Çin’in arabulucu rolü, yapıcı bir küresel aktör ve Batı yöntemlerine alternatif olarak imajını güçlendirerek önemli sembolik kazanımlar sağlarken, daha derin güvenlik angajmanının getireceği maliyet ve riskleri üstlenmek istememesi nedeniyle etkisi sınırlı kalmaktadır.
Bununla birlikte, Çin’in arabuluculuğunun sembolik önemi büyüktür. Kendisini barış arabulucusu olarak konumlandıran Pekin, yeni diplomatik modeller sunan bir küresel güç olarak kendini gösterir. Bu söylem, Batı liderliğindeki çatışma çözümüne alternatif arayan Küresel Güney’deki birçok ülkede yankı bulur.
Kısıtlamalar ve çelişkiler
Artan nüfuzuna rağmen, Çin’in Orta Doğu’daki etkisi sınırlamalara sahiptir. Pekin, ABD’nin bölgedeki stratejisini belirleyen siyasi veya askeri müdahaleye kendini adamamıştır. Ayrıca, çıkarlarını savunmak için önemli maliyetleri üstlenmeye istekli olduğunu da kanıtlamamıştır.
Gazze’de devam eden savaş sırasında Çin’in İsrail’e yönelik eleştirileri, Washington ile rekabetine paraleldi, ancak olayların seyrini etkilemedi. Bu arada, ABD diplomasisi İsrail ile Hizbullah arasında gerginliğin tırmanmasını önledi ve bölgesel güvenlik konusunda Washington’un şimdilik vazgeçilmez bir güç olduğunu gösterdi.
Dahası, Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından ABD’nin etkisinin yeniden artması, kriz zamanlarında Çin’in yumuşak gücünün kırılganlığını ortaya koydu. Örneğin, Pekin’in İran’a Husi saldırılarını durdurması için baskı yapma konusundaki çekingenliği, retorik ile etki gücü arasındaki uçurumu ortaya çıkardı.
Rusya’nın vekili değil
Rusya-Ukrayna savaşı, Çin’in Orta Doğu stratejisinin bazı yönlerini şekillendirmiş olsa da, bu stratejinin arkasındaki ana güç değildir. Çin’in bölgeyle ilişkileri, çatışmadan önceye dayanır ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, ekonomik fırsatları genişletmek ve küresel etkisini artırmak gibi uzun vadeli stratejik önceliklere dayanır.
Çin’in yaklaşımı uzun süredir Orta Doğu’nun kilit devletleriyle ikili ilişkiler kurmaya, Kuşak ve Yol Girişimi gibi kurumsal çerçeveler geliştirmeye ve bölgeyi BRICS ve ŞİÖ gibi çok taraflı gruplara entegre etmeye odaklanmıştır.
Ancak Ukrayna’daki savaş, mevcut eğilimleri hızlandırmıştır. Orta Doğu ülkeleri, jeopolitik istikrarsızlık ve Batı politikalarının öngörülemezliğinden korunmak için Çin’in girişimlerine daha açık hale gelmiştir.
Pekin ise enerji arzını güvence altına almak ve ticarette renminbi kullanımını teşvik etmek için çabalarını yoğunlaştırırken, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik ayrışmayı da kendi lehine kullanarak kendisini Küresel Güney’in savunucusu olarak konumlandırmaya çalışmaktadır.
Bununla birlikte, Çin’in Orta Doğu stratejisinin temelleri değişmemiştir. Bölgenin karmaşıklığı, istikrarsızlığı ve stratejik önemi, Çin dahil hiçbir gücün bölgeyi tek başına domine edemeyeceği anlamına gelmektedir.
Çin’in etkisi, hegemonya kurmak veya ABD’nin güvenlik liderliğine doğrudan meydan okumaktan ziyade, pragmatik ekonomik angajman ve ihtiyatlı diplomasi ile tanımlanmaya devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı, değişimin hızını artırarak gölge düşürdü, ancak Çin’in Orta Doğu’daki uzun vadeli emellerinin mimarı değil.
Dünya Basını
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.
ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?
Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.
12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.
Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.
UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.
İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.
Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.
Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.
Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.
UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.
UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.
Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.
İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.
Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.
İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.
UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.
Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.
İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.
2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.
CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.
Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.
2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.
El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.
Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.
Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.
Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.
UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.
2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.
Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.
Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”
Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.
Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Ortadoğu1 hafta önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi2 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?
-
Avrupa1 hafta önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Dünya Basını3 gün önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor