Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Yeni Birleşik Krallık hükümetinin dış ve savunma politikası

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Birleşik Krallık’ın ve dünyanın en eski düşünce kuruluşlarından, Kraliyet’e yakın Royal United Services Institute’ta (RUSI) yayınlandı. Yeni İşçi Partisi hükümetinin dış politika alanında atacağı adımlar merak edilirken, ilk işaret NATO Zirvesi’nde geldi: Başbakan Keir Starmer, İngiliz yapımı Storm Shadow seyir füzelerinin Ukrayna tarafından Rusya içindeki saldırılardan kullanılmasına izin verdiğini açıkladı. Buna ek olarak, Muhafazakâr yönetimlerden farklı olarak, Starmer hükümetinin AB ile ilişkileri düzeltmesi ve Brexit ile ilgili yeni ticari müzakerelere girişmesi bekleniyor. Savunma harcamaları söz konusu olduğunda ise iki parti arasında özel bir fark görülmüyor.


Birleşik Krallık’ın yeni hükümetinin dış ve savunma politikası nasıl olacak?

Malcolm Chalmers
RUSI
5 Temmuz 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birleşik Krallık’ın yeni İşçi Partisi hükümeti, dış politika ve savunma alanında zorlukların arttığı bir dönemde iktidara geliyor. Peki bu dalgalı sularda kendine bir rota çizebilecek mi?

Dış politika ve savunma politikasına ilişkin konular Birleşik Krallık’taki seçim kampanyası sürecinde neredeyse hiç yer almadı. İşçi Partisi’nin NATO, nükleer silahlar, savunma harcamaları, Ukrayna savaşı gibi temel meselelerdeki tutumunu Muhafazakârlardan ayırt etmek son derece güçtü. 2019 seçimlerinin aksine, “vatansever” bir parti olmasına ilişkin verdiği güvenilirlik ciddi bir sorgulamaya tabi tutulmadı. Tam da bu nedenle İşçi Partisi, 14 yıllık Muhafazakâr Parti iktidarının ardından değişim zamanının geldiği yönündeki yaygın kamuoyu havasından rahatlıkla faydalanabildi.

Ancak yeni hükümet ilk gününden itibaren öyle ya da böyle dış politika ve savunma konularında birçok yeni zorlukla karşı karşıya kalacak. Önümüzdeki hafta yeni başbakan Sir Keir Starmer NATO zirvesi için Washington’a gidecek. Bu zirvede ve önümüzdeki aylarda, Orta Doğu ve Ukrayna’da devam eden savaşlar onun devamlı dikkatini ve liderliğini gerektirecek.

Bunlar içinde en acil olanı ise, Gazze savaşının pek yakında geniş bir bölgesel çatışmaya dönüşmesinin muhtemel olması. Sınır ötesi ateşin hacmi daha şimdiden kuzey İsrail’in önemli bir kısmını yaşanmaz hale getirdi. Buna karşılık İsrail ise Lübnan’daki Hizbullah güçlerine karşı hem havadan hem de karadan büyük bir saldırı başlatmaya hazırlanıyor. Bunu gerçekleştirdiği takdirde Lübnan’da yaşanacak can kayıpları, Gazze ile kıyaslanacak kadar büyük olabilir.

Böylesi olaylar zinciri, hükümetin hızla ilerleyen bir krizi yönetme kabiliyetinin en erken imtihanlarından biri olabilir. BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyesi, bölgede konuşlanmış askeri güçleri ve güçlü bölgesel ortaklıkları olan bir ülke olarak Birleşik Krallık’ın bir barış anlaşmasına aracılık etme çabalarında kayda değer bir rol oynaması ve daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa dönüşecek bir tırmanışı önlemeye yardımcı olması beklenir.

Orta Doğu’daki durum kötüleşsin ya da kötüleşmesin, yeni hükümetin en başat dış politika önceliği Ukrayna’nın hayatta kalmasına ve başarılı olmasına yardımcı olmak olmalıdır. Önümüzdeki dört ay boyunca hem ABD hem de Fransa başkanları kendi siyasi bekalarına odaklanacak ve dünyadaki meseleleri şekillendirme kabiliyetleri buna bağlı olarak azalacaktır. Buna karşın Birleşik Krallık, tüm büyük Batı demokrasileri arasında en istikrarlı hükümet olma özelliğini taşıyor. Dolayısıyla, olağanüstü bir siyasi akışkanlığın yaşandığı bu dönemde Batı’nın birlik gemisinin dengede kalmasını sağlama fırsatına ve sorumluluğuna sahip.

Ukrayna’nın Rus saldırılarını iki yıldan uzun bir süre boyunca durdurmayı başarması ve bunu yaparken de Rus güçlerine büyük zararlar vermesi, savaşın kendi çıkarlarına uygun koşullarda sonuçlanabileceği umudunu korumasını sağladı. Bundan dört yıl sonra Ukrayna bu çatışmadan Batı ile yakın müttefik olan hür bir ülke olarak çıkmayı başarırsa hem Birleşik Krallık hem de Avrupa daha da güvende olacaktır. Ancak NATO ittifakının güvenilirliği açısından tayin edici sonuçlar doğuracak bir başarısızlık da imkân dahilinde.

İşçi Partisi, AB ile yeni bir güvenlik paktı, Almanya ile iki taraflı bir güvenlik anlaşması ve büyük savunma programları için bir “NATO testi” yoluyla Avrupa ile daha güçlü güvenlik ortaklıkları kurmayı taahhüt etti. Nitekim Ukrayna’ya arka çıkmak için birlikte çalışmak her üç taahhüt için de hayati bir önem taşıyacak. Ne var ki bu taahhütler aynı zamanda, Rus saldırganlığını caydırmada merkezi bir rol oynayabilecek güvenilir Avrupa güçleri oluşturmaya yönelik daha geniş bir taahhüdü de içermeli. Önümüzdeki yıl Beyaz Saray’da kim oturursa otursun, Çin’den gelen meydan okumayla baş edebilmek için Asya’ya daha fazla askeri kaynak aktarılması yönünde amansız bir baskıyla karşı karşıya kalacaktır. Avrupa’nın ve Birleşik Krallık’ın buna hazır olması gerekiyor.

Savunma Bakanı John Healey’in kısa zaman içerisinde başlatması beklenen Stratejik Savunma İncelemesi’nin (SDR) arka planında işte bu durum yatıyor. Şimdi yapılması gereken çok fazla şey var. Seçim öncesinde pek çok zorlu karar ertelenmişti. Planlar ve kaynaklar arasındaki finansman açığı geçen zamanda daha da kötüleşti. Birleşik Krallık silahlı kuvvetlerinin büyük bir bölümü, NATO’nun Rusya karşısında kurulan cephe hattının ihtiyaç duyduğu kritik destekleyicilerden, mühimmattan ve bakım kabiliyetlerinden yoksun.

Diğer Avrupa ülkeleri son yıllarda savunma bütçelerinde çok büyük artışlar yaptı. Örneğin Almanya’nın 2024 savunma bütçesi 98 milyar dolar olarak belirlendi – Bu, NATO’nun kuruluşundan bu yana ilk kez Birleşik Krallık’tan (bu yıl 82 milyar dolar harcaması öngörülüyor) daha fazla harcama yaptığı anlamına geliyor. Buna karşılık Birleşik Krallık’ın kendi konvansiyonel kuvvetlerine yaptığı harcama 2022’den bu yana reel olarak artış göstermedi.

Savunma bütçesine dönük siyasi tartışmalar, GSYH’nin ne kadarının harcandığına odaklanmış durumda. İşçi Partisi, belirli bir zaman çizelgesi ya da finansman planı olmasa da GSYH’nin  yüzde 2,5’ini savunma alanında harcamayı taahhüt ediyor. Ancak Savunma Bakanlığı’nın asıl ihtiyacı olan şey, on yıl veya daha uzun bir süre boyunca her yıl istikrarlı ve kayda değer bir reel büyüme sağlayabilmek. Bu tek adım -SDR’nin bir parçası olarak kabul edilirse şayet- Birleşik Krallık savunma planlaması ve tedarikinde maliyet etkinliğini artırmak için herhangi bir başka önlemden daha fazla şey yapacaktır. İşçi Partisi’nin seçim kampanyasında vaat ettiği gibi ekonomi öngörülenden daha iyi gitse dahi Savunma Bakanlığı’nın ekstra para almayacağı anlamına gelecektir. Fakat aynı zamanda 2008 finansal krizinden sonraki on yılın aksine, GSYİH düşse bile hükümetin savunma bütçesini korumayı taahhüt edeceği anlamına gelecek.

Rusya’dan gelen askeri tehdidin akut niteliği, SDR’nin 2030 yılından önce sahaya sürülebilecek kabiliyet iyileştirmelerine yüksek öncelik vermesi gerektiği anlamını taşıyor. Tarihsel olarak ve bilhassa da 2010’dan sonraki on yılda, Birleşik Krallık’ın büyük bir çatışma için birkaç yıllık bir bildirim alabileceği varsayımı vardı. Nihayetinde silahlı kuvvetler, uzun vadeli büyük programların korunması karşılığında kilit kabiliyetlerin “içinin boşaltılmasını” kabul etmişti. Bugün ise öncelik çok farklı. Avrupa’da büyük bir savaştan kaçınmanın en iyi yolu Rusya’ya böylesi bir çatışmadan kazançlı çıkamayacağını göstermektir. Bu da Birleşik Krallık ve NATO müttefiklerinin Rusya’nın düşünebileceği her türlü saldırganlığa karşı mücadeleye hazır olduklarını göstermeleri demek.

İleriye dönük programda, meyvelerini ancak 2030’dan sonra verecek yatırımlar için hala bir yer olmalı. Ancak bunlar içinde en öncelikli olan, mevcut ve kullanılabilir mühimmat stoklarının olması ve sürekli üretim için gereken tedarik zincirlerinin kurulması. Yeni bakanlar, ayrıca, silahlı kuvvetler genelinde insansız ve otonom yeteneklerdeki etkileyici ilerlemelerden yararlanan programların hızlandırılmasını teşvik etmeliler. Bu, kilit alanlarda kritik ve uygun maliyetli kitlesel gücü yeniden inşa etmek için önemli olacaktır. Bu tür ilerleme fırsatları Ukrayna ve diğer çatışmalarda hemen her gün yeniden ortaya çıkıyor. Böylesi bir dönüşümü mümkün kılmak için Savunma Bakanlığı’nın farklı bir dönem için tasarlanmış düzenleyici engelleri ortadan kaldırmaya ve artık işletilmesi ekonomik olmayan eski ekipmanların emekliliğini öne çekmeye hazır olması gerekecek.

Bu noktada SDR, son savunma incelemelerinde genellikle ihmal edilen bir konu olsa da savunma personeline sunulan teklifin dönüştürülmesi için bir fırsattır. Bu bağlamda ilk sınav, yıllık maaş turu ile gelecek ve hükümetin bütçenin başka yerlerinde kesintiye gitmeden Silahlı Kuvvetler Maaş İnceleme kurumunun tavsiyelerini finanse etmeye hazır olup olmadığı ortaya çıkacaktır.

Akla gelebilecek bütçe anlaşmalarından hiçbiri SDR’nin bu bahsi geçen zor seçimlerden kaçınmasına izin vermeyecektir. Birleşik Krallık silahlı kuvvetlerinin büyük bölümünün şu anda olduğundan daha güvenilir olmasını sağlayabilse bile, diğer müttefiklerin öncülük etmesinin mantıklı olacağı alanlar çıkacaktır. Bu nedenle NATO ve kilit müttefiklerle yapılacak detaylı görüşmeler önümüzdeki aylarda SDR’nin kilit unsurlarından biri olacaktır. İşçi Partisi Almanya ile savunma işbirliğine yüksek öncelik vereceğini zaten açıkça belirtmişti. Ancak ağı çok daha geniş atmalı, Kuzey Avrupa’daki Müşterek Sefer Kuvveti müttefiklerini de dahil etmelidir. Avustralya, Japonya ve diğer küresel ortaklarla güçlü savunma ortaklıkları da bu bağlamda önemli bir potansiyele sahip olacaktır.

NATO-Avrupa’daki yalnızca iki nükleer silahlı güçten biri olan Birleşik Krallık’ın uzmanlaşacağı ana alanlardan biri denizaltı, diğeri ise nükleer kuvvetler olacaktır. 2010’daki savunma incelemesinde yapılan hatalardan biri de caydırıcı modernizasyon programının ertelenmesiydi. Bunun neticesinde, Kraliyet Donanması, bir nükleer silahlı gemiyi devriye gezdirme hedefinde -oldukça tehlikeli bir şekilde- başarısız olma noktasına gelmiştir. Nükleer bütçede yapılan büyük artışlara rağmen bu konuda rehavete kapılmak yersiz olacaktır, zira önümüzdeki yıllarda bu konu bakanların sürekli artan ilgisini gerektirmektedir.

Daha da genişletilmiş bir dış politika

Seçim sonuçlarından aldığı güçlü yetkiyle yeni hükümet, iklim güvenliği ve uluslararası kalkınma gibi uzun vadeli bir ufuk gerektiren küresel meselelerde net hedefler belirleme fırsatına sahip. Geçmiş İşçi Partisi hükümetleri bu küresel hedeflere bariz şekilde öncelik vermişti. İklim güvenliğinin İşçi Partisi’nin beş “misyonundan” biri haline getirilmesi, Starmer yönetiminin bu konuda seleflerini takip edeceğini gösteriyor.

Yeni hükümetin, çağımızın en büyük jeopolitik meydan okuması olan Batı’nın Çin ile ilişkilerini nasıl yöneteceği konusunda da daha net bir rota belirlemesi gerekecek. Son dönemdeki eğilimlerin devam etmesi halinde, şu anda ABD ve Çin arasında yeni bir Soğuk Savaş’ın eşiğindeyiz demektir. Ancak bu rekabetin kuralları ve sınırları her an değişmeye devam ediyor. Özellikle “Küresel Güney” olarak adlandırılan bölgedeki pek çok ülke her iki kampa çekilmeye güçlü bir direnç gösteriyor.

Önümüzdeki beş yıl içinde Tayvan üzerinden bir ABD-Çin savaşı olasılığını göz ardı etmek aptallık olurdu. Yine de Çin ve ABD arasındaki rekabetin derinleşmesinden kaynaklanan en yakın vadeli risk, küresel ticaret sistemi için oluşturduğu tehdittir. ABD, Birleşik Krallık ve AB, Çin ile ilişkilerin “riskten arındırılmasının” getireceği faydaları, daha geniş çaplı bir “ayrışmanın” getireceği kayda değer maliyetlerden ayırmaya çalışıyor. Ancak bu ayrımı uzun vadede sürdürmek zor, zira elektrikli otomobiller konusunda Çin’den uzaklaşmaya yönelik mevcut çabalar da bunu kanıtlıyor. Covid-19 küresel salgını ve Ukrayna savaşının ciddi finansal maliyetleri, Boris Johnson’ın 2019 genel seçimlerinden sonra ortaya koyduğu iddialı planları büyük ölçüde bozmuştu. Bu bağlamda yeni bir ticaret savaşı, Birleşik Krallık’ın yeni İşçi Partisi hükümetinin ekonomik umutları için de benzer bir risk oluşturabilir.

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.

İsrail Hegemon Olamaz

İsrail hükümeti, bölgesel hakimiyet için hamle yapıyor; ancak bu büyük ihtimalle başarılı olmayacak.

Stephen M. Walt, 16 Haziran 2025

İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.

Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?

İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?

Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.

Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.

Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.

Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.

Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.

İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.

En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.

Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.

Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English