Bizi Takip Edin

Görüş

İran misillemesi şaka değildi: Artık her şey olabilir

Avatar photo

Yayınlanma

İran’ın beklenen misillemesi 1 Ekim günü beklenmedik bir şekil ve içerikle geldi. Türk medyasının ve özellikle siyasal/selefi İslamcıların alay ederek ciddiye almadıkları, adeta dalga geçtikleri misillemede İran İsrail’i Fettah adını verdiği hipersonik füzelerle vurdu. Bu yazının kaleme alındığı an itibariyle gerek Amerikan ve Batı basını gerekse İsrail Tahran’ın misillemesinin İsrail’e ciddi zarar verdiği konusunda hemfikir görünüyorlardı.

 SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARI MEMNUN ETMEK MÜMKÜN DEĞİL

Türkiye’de ise durum farklı. Özellikle siyasal/selefi İslamcılar hala her şeyin Tahran ile Tel Aviv arasındaki bir danışıklı dövüş olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Orta Çağ mezhepçiliğinin yüzyılımızda o zamandan hiç de az olmayacak derecede etkin olabildiğini görmek gerçekten çok şaşırtıcı. Hamas için yanıp tutuşuyor gibi görünen bu mezhepçi siyasal/selefi İslamcı gruplar kullandıkları ifadelerde Hamas liderlerinden İsmail Heniye için şehit olarak bahsetmeye özen gösterirken Hizbullah lideri Nasrallah’ın adını ya anmamayı veya en kibarından öldürüldüğünü veya ‘elimine edildiğini’ söylemeyi tercih ediyorlar.

Hatta pek çok siyasal/selefi İslamcı Nasrallah için ‘Müslüman katili’ demeye varacak kadar ağır ifadelerden sakınmıyorlar. Aynı çevrelere göre Tahran’ın misillemesi laf ve propagandadan ibaret ve aslında İran içi boş füzeleri fırlatarak İsrail’e yardım ediyor; çünkü yaptıklarına meşruiyet kazandırıyor ve bu devletin önünü açıyor.

Uluslararası ilişkiler tahlilleri açısından tam bir kafa karışıklığının yansıması olarak değerlendirebileceğimiz bu çarpık düşüncelerin normalde hiçbir değeri yok; ama bu hezeyanvari laf kalabalığının gözleri önünde örneğin Hamas ile Hizbullah’ın yakın işbirliği içinde olduğunu dahi görmemesi inanılmaz bir durum. Örneğin şehit sıfatı verdikleri Heniye’nin Tahran yani İran yönetimiyle yakın bir işbirliği yürüttüğünü görmezden gelmeleri gibi… İran’ın misillemesi konusunda Atatürkçülüğü sadece kıyafet ve yiyip-içme laikliği olarak gören/anlayan bir grubun da İran’ın ‘başarılı’ olmasından/görülmesinden memnun olmadıkları hatta rahatsızlık duydukları sonucunu çıkarmak mümkün.

İSRAİL’İN YENİLMEZLİK ALGISI BÜYÜK DARBELER ALIYOR

Bu ideolojik ve kafası karışık grupları bir kenara bırakacak olursak, olayları yalın bir gözle takip eden herkesin ilk gördüğü şey İsrail’in yenilmezlik algısının hızla yıpranması olsa gerek. Bir güvenlik devleti olan İsrail’in toprakları bugüne kadar neredeyse hiç bombalanmamıştı. Örneğin Hayfa veya Tel Aviv gibi önemli şehir merkezleri… İsrail her zaman çatışmalar/savaşlar içinde olur, silahlı kuvvetlerini sıklıkla kullanır ama her defasında karşı tarafları topraklarından sürerek atar ve elde ettiği yerlere de yeni yerleşimciler yerleştirirdi. Araplar mülteci olurlar, komşu ülkelerde önce çadırlarda ve sonra onlara yapılan kamplarda perişan bir şekilde yaşarlar ve böylece nesiller boyu mülteciler olarak hayata tutunmaya çalışırlardı.

Oysa şimdi ilk defa İsrail vatandaşları kendi evlerini terk ederek güvenli bölgelere kaçmak zorunda kaldılar. Önce 7 Ekim 2023 Hamas saldırısının hemen ardından başlayan çatışmalar ve İsrail güçlerinin gerçekleştirdiği soykırım sırasında Gazze’ye komşu yerleşim yerlerinde yaşayan İsrailliler hızla kendi bölgelerinden tahliye edilerek daha güvenli bölgelere nakledilmişlerdi. Hizbullah ile başlayan çatışmalar sonucunda ise İsrail’in resmi açıklamalarına göre altmış bin kişi güvenli olmayan kuzey bölgelerinden hızla tahliye edildiler. Hizbullah’ın son iki haftadır İsrail’e karşı giriştiği etkili füze yağmurlarında yavaş yavaş yerleşim yerlerini de vurmaya başlaması bu rakamları daha da yukarılara itmiş olabilir.

Bütün bunlar şunu gösteriyor: İsrail toprakları artık güvenli değil. Oysa koca koca Arap devletlerine karşı giriştiği büyük savaşlarda İsrail onların hava kuvvetlerini havalanmadan etkisiz hale getirip (1967, Altı Gün Savaşı) sonra da başkentleri başta olmak üzere bütün yerleşim yerlerini hava bombardımanına tabi tutabilmişti. Şimdilerde bu algının neredeyse toptan yok olması İsrail’i en zayıf noktasından vurabilir; insan kaynağı eksikliği.

Gazze’de 7 Ekim Hamas saldırısı ile başlayan çatışmalardan bu yana ciddi sayıda İsrail vatandaşının ülkeyi terk etmiş olduğu anlaşılıyor. Meselenin bir başka tarafı da İsrail’e Yahudi göçü yıllar içinde zaten azalmış olsa da bunu iyice azaltıp tamamen durdurabilir; çünkü güvenli olmayan bir bölgeye/ülkeye insanlar canları pahasına gidip yerleşmezler, hatta tam tersine oradan kaçarlar.

Bölgesel politikalar ve algılar açısından da İsrail ciddi bir darbe yemiş durumda. Şöyle ki, Hamas’a karşı yürüttüğü mücadelede savaş amaçlarının (Rehineleri kurtarmak, Hamas’ı tamamen yok etmek vd.) hiçbirisine ulaşamazken sadece sivilleri topluca katletmek suretiyle bir soykırım yapmış olması öte yandan Hizbullah ve İran’a karşı ciddi bir askeri başarı kazanamaması İsrail’in yenilmezliği algısının yok olmasına giden süreci hızlandırıyor. Tereyağından kıl çeker gibi operasyon yapan (Entebbe operasyonu gibi) bir İsrail algısı hızla ortadan kalkıyor.

Örneğin bugüne kadar Hizbullah’a karşı giriştiği hiçbir savaşta zaten başarılı olamayıp sonuçta geri çekilmek zorunda kalan İsrail 17 Eylül’den bu yana Hizbullah’a karşı müthiş psikolojik operasyonlar yapmış (çağrı cihazları ve telsizlerin patlatılması, Nasrallah dahil lider kadrosunun öldürülmesi gibi) olmakla birlikte alanda başarılı görünmüyor. Örneğin Lübnan’a daha doğrusu Hizbullah’a yönelik kara savaşı kelimenin tam anlamıyla başarısız durumda. Şu ana kadar düzenlediği bütün komanda operasyonları Hizbullah tarafından püskürtüldüğü gibi İsrail’in askeri ve toplumsal olarak kaldıramayacağı büyük kayıplara sebep oluyor.

Hizbullah’a karşı Lübnanlı diğer grupları özellikle Hristiyanları kışkırtma girişimleri de şu an itibariyle sonuç vermiş veya verecekmiş gibi görünmüyor. İsrail’in sıklıkla başvurduğu bu yöntem 2006’da da sonuçsuz kalmıştı. O günden bu yana özellikle Suriye savaşında yaşananlar, Hizbullah’ın savaşa aktif bir şekilde katılarak Suriye yönetiminin ayakta kalmasına yardımcı olması bir manada Hristiyan nüfusu da IŞİD ve benzeri cihatçı terör örgütlerinden kurtarmış oldu. Dolayısıyla İsrail bugünlerde aynı kartı oynayarak Hizbullah’ı bir Lübnan iç savaşına çekmek için ciddi gayretler sarf etmesine rağmen başarılı olamayabileceğine işaret ediyor.

İRAN’IN FÜZE SALDIRISI

İran’ın 1 Ekim günü 180 ila 250 füze fırlatarak İsrail’in önemli hava alanlarını, Mossad karargahını vd. ve önemli hedeflerini vurması Hizbullah ve Direniş Ekseni güçlerine büyük moral verirken İsrail’i de büyük bir ev ödevi ile karşı karşıya bıraktı. İran’ın kağıttan kaplan olmadığı ve elindeki hipersonik füze stoklarıyla İsrail’e büyük zararlar verebileceği ortaya çıktı. Geçtiğimiz hafta Kavir çölünde İran’ın bir nükleer bomba denemesi yaptığı haberleri de İsrail açısından üzerinde dikkatle düşünmesi gereken başlık bir daha oluşturmuş gibi duruyor.

Öncelikle İran’ın hipersonik füzeler yapabilmiş olması kendisi açısından büyük bir başarı. En başarılı modelleri Rusya tarafından geliştirilen (Sarmat, Kinjal vd.) ve Çin’in de güçlü modellerini geliştirdiği bu füze türlerini İran da yapmış görünüyor. Batı dünyasında henüz test aşamasında kalan bu çok süratli füzelerden büyük bir stok oluşturmuş durumdaki İran’a karşı yapılacak bir misilleme kolay olmayacaktır; çünkü İsrail’in Jericho III füzeleriyle yapacağı saldırılara İran misliyle karşılık verebilir ve bu defa daha güçlü savaş başlıklarıyla göndereceği füzelerle örneğin bütün havaalanlarını yerle bir edebilir. İsrail’in nükleer silah kullanma tehdidine aynı şekilde karşılık verebilir. Türkiye’nin iki misli yüzölçümüne sahip İran’ın bütün bu açılardan İsrail’e karşı oldukça avantajlı olacağını söylemeye bile gerek yok gibi.

AMERİKA DEVREYE GİRMEDEN İSRAİL FAZLA BİR ŞEY YAPAMAZ

İsrail’in Amerika tam olarak devreye girmeden İran’a karşı öldürücü darbeler vurabilmesi hemen hemen imkansız gibi. Birbirinden yaklaşık olarak iki bin kilometre uzaklıktaki iki ülke arasında zaten doğru dürüst bir savaş da olamaz. Kara ve deniz kuvvetlerinin hemen hemen hiç işe yaramayacağı ve İsrail’in güçlü yanı olan hava kuvvetlerinin kolaylıkla operasyon yapamayacağı bir savaş…

Örneğin İsrail hava kuvvetleri tanker uçaklarıyla harekete geçse, bunu anında Rusya gelişmiş radarlarıyla tespit ederek İran’a bildirecektir. İsrail hava kuvvetleri İran’a varmadan en az yarım saat önce İran’ın hipersonik füzeleri İsrail’i bu defa feci şekilde vurup, operasyondaki uçaklara dönüşte ineceği hava alanı bırakmayabilir. Kaldı o kadar uzun bir mesafeyi kat ederek İran’a ulaşacak İsrail uçaklarının hiçbir hava savunmasıyla karşılaşmadan işlerini görüp geri dönecekleri beklenmemelidir. Kısacası Amerika savaşa tam olarak katılmadan İsrail’in mevcut şartlarda İran’a ciddi darbeler vurması beklenmemelidir. Psikolojik ve kısmen de askeri değeri olan suikastler vb. operasyonlara devam etmesi mevcut dengeyi büyük ölçüde değiştirmeyebilir.

Rejim değiştirme amaçlı savaşlardan istediğini alamayan, sadece girdiği ülkeleri yakıp yıkan ve milyonlarca insanı öldüren/ölümüne sebep olan Amerika’nın İran gibi güçlü bir devlete karşı savaşı hem de çok kutuplu bir dünyada göze alması düşünülemez. Bu tür savaşlar Amerikan kamuoyundan destek görmezken, rakibin İran olması da ayrıca düşündürücü olacaktır.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen yenilmezlik efsanesi büyük yara almış olan İsrail’in İran’a karşı hiçbir şey yapmadan yediği darbeleri sineye çekmesini beklemek de çok gerçekçi olmayabilir. Seçimlere kadar mevcut Demokrat yönetimden tam destek alması zor görünüyor. Sonrasında tam destek yine kolay olmayabilir. Sınırlı bir operasyon bu durumda daha mantıklı görünüyor ki, savaş istemeyen ve zamanın kendi lehlerine olduğunu düşünen İran ve Direniş Ekseni açısından da böyle bir durum kabullenilebilir; ancak Hizbullah-İsrail savaşının nasıl sona ereceğini öngörmek pek kolay değil.

Görüş

Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Orta Doğu saatiyle 16 Mayıs’ta, ABD Başkanı Trump Orta Doğu’daki üç Arap ülkesine yaptığı dört günlük resmi ziyaretini tamamladı. Bu, Trump’ın Beyaz Saray’a yeniden dönmesinden sonra gerçekleştirdiği ilk devlet ziyareti olup, Orta Doğu’nun ticari ve jeopolitik önemine verdiği değerin bir devamı niteliğindeydi. Her ne kadar Trump, ABD’nin bölgedeki bir numaralı müttefiki olan İsrail’i bu ziyarette “beklenmedik şekilde” es geçse de, “hasat turu” olarak görülen bu üç ülkelik gezi oldukça verimli geçti. Silah satışı, yatırım çekme, politika açıklama ya da düşman ve stratejik rakip “hasadı” açısından son derece parlak sonuçlar elde edildi. Trump’ın devasa “para çekme” başarısı bile tek başına ABD’nin askeri hegemon konumunu sağlamlaştırdığını, jeopolitik etki gücünü sürdürdüğünü ve diğer büyük güçlerin kısa vadede erişemeyeceği bir mali cazibe etkisine sahip olduğunu gösteriyor. Kısacası, ABD hâlâ Orta Doğu üzerinde güçlü biçimlendirme gücüne sahip tek dış güç.

13 Mayıs’ta başlayan Trump’ın Orta Doğu turu, Suudi Arabistan’dan başlayıp, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile sona erdi. Bu süreç, onun “güç diplomasisi” ve “ticaret diplomasisi” özelliklerini ön plana çıkardı. Söz konusu üç ülke Arap dünyasının en zengin ülkeleri olup, ulusal güvenlik açısından ABD’ye oldukça bağımlı. Trump’ın bu gezide büyük miktarda “para çekeceği” herkesçe bekleniyordu, ancak sonuçlar yine de şaşırtıcıydı.

Suudi Arabistan gibi “zengin ama zayıf” Körfez monarşilerinin ABD’ye büyük paralar ödeyerek güvenlik ve statü “satın alma” politikasını sürdürmesini sağlamak adına, Trump Beyaz Saray’a döner dönmez ilk dış ziyaretinin “ilk gecesini” Riyad’a vereceğini yüksek sesle duyurdu. Dahası, ABD-Rusya arasında ilk üst düzey görüşmenin ev sahipliğini yapması için Suudi Arabistan’ı özellikle seçti, bu ülkeye büyük prestij verdi. Hatta “Basra Körfezi”nin adını “Arap Körfezi” olarak değiştirmeyi bile önerdi — hazırlıklarını ve siyasi jestlerini eksiksiz yaptı.

Sekiz yıl önce Trump, Körfez’e ilk ziyaretinde Suudi Arabistan’dan 115 milyar dolardan fazla silah satışı elde etmiş, Riyad’dan 10 yıl içinde ABD’ye 400 milyar dolarlık yatırım taahhüdü almış, Katar ile de 40 milyar dolarlık silah anlaşması imzalamıştı. Bu ziyarette, Trump daha önce Beyaz Saray’da doğrudan yüzüne çıkıştığı Suudi Veliaht Prensi ve Başbakanı Muhammed bin Selman’a karşı önceki kibirli tutumunu tamamen bıraktı. 13 Mayıs’ta düzenlenen “Suudi-Amerikan Yatırım Forumu 2025”te adeta eğilerek, ev sahibi gence övgüler yağdırdı, onun “ne kadar büyük” ve “ne kadar bilge” olduğunu defalarca dile getirdi. Bu tutumu, genç liderin yüzünde tebessüm, coşkulu alkışlar ve ayakta teşekkür ile karşılık buldu.

ABD-Suudi ilişkileri yeni bir balayı dönemine girmiş durumda, hatta bu ilişkiler 21. yüzyıldaki en yüksek seviyeye ulaşmış olabilir. Bu durumun temelinde ise çıkar alışverişi ve petro-dolarlar yatıyor. Trump’ın Riyad’a vardığı gün, ABD ve Suudi Arabistan 142 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzaladı; bu, 10’dan fazla Amerikan savunma şirketini kapsayan beş ayrı savunma ekipmanı ve hizmetini içeriyor. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’ye 600 milyar dolarlık yatırım sözü verdi; stratejik ortaklığı derinleştirme, ekonomik refahı artırma ve önümüzdeki birkaç ay içinde toplam yatırımı 1 trilyon dolara çıkarma hedefiyle ortak çalışma sözü verildi. Bu, ABD-Suudi tarihinde imzalanmış en büyük silah ve yatırım anlaşmasıdır. Suudi yatırımları, ABD’nin enerji güvenliğini, savunma sanayisini, teknoloji üstünlüğünü ve küresel altyapı ile kritik maden kaynaklarına erişimini güçlendirecek.

Trump, Suudi Arabistan, BAE ve Katar gibi “dünyanın en zengin” Arap komşuları arasındaki hassas ilişkileri çok iyi biliyor. Suudi Arabistan ve BAE hem Arap Birliği’nin “yeni güç merkezleri” hem de kendi aralarında ekonomik ve siyasi rekabet içindeler. Katar ise daha önce bu iki ülkenin baskı ve dışlamasına uğramış, ancak serveti ve ABD’nin desteği sayesinde “yıkılamayan küçük Körfez gücü” unvanını kazanmıştı. Trump’ın bu üç ülkeyi birlikte ziyaret etme amacı, Suudi Arabistan’ı kaldıraç olarak kullanıp Katar ve BAE’yi sürece dâhil ederek “trilyon dolarlık hasat turu” hedefini gerçekleştirmekti.

Trump’ın ziyaretinden hemen önce, Katar kraliyet ailesi ABD yasalarını aşarak Pentagon aracılığıyla Trump’a 400 milyon dolar değerinde lüks bir Boeing 747-8 uçağı bağışladı. Bu uçak, 40 yılı aşkın süredir kullanılan “Air Force One”ın yerine geçecekti. Trump, 14 Mayıs’ta Doha’ya yaptığı ziyarette Katar Emiri Tamim ile görüşmesinde, ABD-Katar ilişkilerini “sadık bir dostluk” olarak niteledi ve iki tarafın birbirini “çok sevdiğini” söyledi. Aynı gün ABD ve Katar, toplam değeri 243,5 milyar doları aşan ekonomik iş birliği anlaşmaları imzaladı. Bunlar arasında Katar’ın 96 milyar dolar değerinde 210 adet Boeing uçağı satın alması da yer aldı — bu, Boeing tarihinin en büyük siparişi oldu. Katar ayrıca 3 milyar dolar değerinde MQ-9B insansız hava aracı ve anti-İHA sistemleri satın almayı da kabul etti.

2017’de Trump, Suudi Arabistan ve Katar’a ilk ziyaretini gerçekleştirdiğinde, önce Suudi Arabistan’ın Katar’ın “terörizmi finanse ettiği” yönündeki iddialarına destek verdi, ardından kısa sürede Katar’a “temize çıkma” yardımı yaptı. Bu fırsatçı yaklaşım — önce darbe, sonra yumuşatma — sayesinde, ABD’nin Körfez’deki en büyük hava üssüne ev sahipliği yapan Katar, ABD silahlarını çılgınca satın alarak güçlü bir koruma şemsiyesi kazandı ve sonunda Suudi Arabistan ile BAE’nin yoğun baskısından ve “kuşatmasından” kurtulmuş oldu.

Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen devasa “hediye paketleri” zemininde, 15’inde Trump son durağı olarak BAE’yi ziyaret etti. Bu ziyarette ABD ile 200 milyar doları aşan iş birliği anlaşmaları imzalandı. Ayrıca 260 bin metrekare alana kurulu, 5 GW kapasiteli bir veri merkezi ortak girişimi de duyuruldu — bu merkez, 2.5 milyon Nvidia B2000 çipini çalıştırabilecek kapasitede olacak. Aslında, bu yıl Mart ayında BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Bin Zayed’in ABD ziyareti sırasında, BAE’nin ABD’de 10 yıllık, toplam 1.4 trilyon dolarlık bir yatırım çerçevesi kurma sözü çoktan verilmişti. Yani, Trump Körfez turuna başlamadan önce bile BAE Beyaz Saray’a gönüllü olarak bol keseden hediye sunmuştu.

Trump’ın Körfez turu aynı zamanda bir politika duyuru gezisiydi. Suudi-Amerikan Yatırım Forumu’nda yaptığı bir saatlik doğaçlama konuşmada, Trump, önceki Amerikan hükümetlerinin Orta Doğu’ya müdahalelerini sahnevari bir şekilde kınadı; önceki başkanların Orta Doğu’da “inşa ettiğinden çok daha fazla ülke yıktığını” söyledi, “ABD’nin ebedi düşmanları yoktur” diyerek, “bugün en yakın dostlarımız, geçmişte savaştığımız ülkelerdi” ifadesini kullandı. Suudi Arabistan’ın kalkınma modelini örnek göstererek “kendi başına inşa etmenin” dış müdahaleye göre daha etkili olduğunu vurguladı. Analistler, para odaklı Trump’ın Amerikan değerlerini taşıyan müdahaleci diplomasi ve topyekûn güç politikalarını açıkça terk ettiğini, onun yerine “merkantilist” (ticaret merkezli) bir yaklaşımla Orta Doğu düzenini yeniden şekillendirmeyi hedeflediğini düşünüyor.

Dünya kamuoyunu asıl şaşırtan şey ise Trump’ın bu gezide sadık müttefiki İsrail’i “atlamasıydı.” Bu, ABD’nin büyük çıkarlarının İsrail’in küçük hesapları tarafından gölgelenmesini önlemek ve mevcut yönetimin Netanyahu’nun Gazze savaşındaki bataklığına daha fazla saplanmaması içindi. Daha önce Trump, İsrail’i fazla kayırdığı için Arap kamuoyundan tepki görmüştü. Ancak ABD-İsrail ilişkileri sarsılmaz olduğundan ve Trump’ın Netanyahu ile kişisel ilişkisi güçlü olduğundan, İsrail listede görünmese bile Trump içgüdüsel olarak “eski dostunu” unutmadı: Suudi Arabistan’a İsrail ile barış anlamına gelen “İbrahim Anlaşmaları”na katılması için çağrıda bulundu, Suriye ile İsrail arasında uzlaşma sağlanmasını teşvik etti ve ABD’nin Gazze’yi “alabileceği” yönündeki yanlış anlatısını sürdürdü.

Dünyayı esas sarsan ise, Trump’ın Riyad’da Suriye’nin yeni lideri Admed Şara ile ani ve kamuoyuna açık bir görüşme yapmasıydı. Bu görüşmede Trump, Şara’ya İsrail’le ilişkileri normalleştirme, ülkedeki “Filistinli teröristleri” sınır dışı etme ve kuzeydoğu Suriye’de cihatçıları hapsetmek için cezaevi kurma sorumluluğu üstlenme çağrısı yaptı. Görüşmeye Suudi Veliaht Prensi bizzat katıldı, Türkiye Cumhurbaşkanı da video bağlantısı ile iştirak etti — bu, 25 yıl sonra gerçekleşen ilk ABD-Suriye zirvesiydi. Dahası, Suudi ve Türk liderlerin çağrısıyla Trump, ABD’nin Suriye’ye uyguladığı onlarca yıllık ekonomik ve ticaret yaptırımlarını kaldırdığını açıkladı. Böylece Suriye’nin 46 yıllık uluslararası ve özellikle tek taraflı Amerikan yaptırımlarından kurtuluşu ilan edilmiş oldu.

Trump’ın Şara ile görüşmesi, “değerlerden arınmış diplomasi” ve “düşmanı dost yapma”nın tipik bir örneği sayılabilir. Zira Trump, Şara’nın geçmişte ABD tarafından uzun süre aranan “terörist” bir lider oluşunu ve Şam’daki yeni hükümetin hâlâ BM ve ABD’nin terör listesinde olan “Şam’ın Kurtuluşu” (HTŞ) örgütü tarafından yönetilmesini tamamen görmezden geldi. Hatta Suudi Arabistan’dan ayrılırken Trump, ABD medyasına bu eski “düşmanı” överek, onu “geçmişin sağlam savaşçısı, bugünün güneşli ve yakışıklı sert adamı” olarak niteledi. 16 Mayıs’ta, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Türkiye’nin Antalya kentinde Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani ile görüştü ve ABD’nin İran’dan uzak, barışçıl ve istikrarlı bir Suriye inşa edilmesine yardım edeceğini açıkça ifade etti.

Aslında Trump’ın dış politikasına aşina gözlemciler buna şaşırmadı. 2020 yılının Mart ayında, başkanlığının son döneminde, Trump Afganistan savaşını hızla sona erdirmek için ABD’nin 20 yıldır desteklediği Kabil hükümetini bir anda terk etmiş, hiçbir devlet onuru ya da siyasi etik tanımadan, düşman Taliban’la ateşkes karşılığında çekilme anlaşması imzalamıştı. Bu da Afganistan’da “iki hükümetli” bir yapı oluşturmuş ve kısa sürede Taliban’ın yeniden iktidara gelmesine yol açmıştı. Trump, devlet ciddiyetini hiçe sayarak Taliban liderlerini Beyaz Saray’a davet etmeye çalışmış, buna karşı çıkan Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’u da anında görevden almıştı.

Trump’ın bu son Orta Doğu diplomasi turundaki bir diğer önemli kazancı, “havuç ve sopa” yöntemiyle, “Direniş Ekseni”nin üç büyük gücü olan Yemen’deki Husiler, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İran’ı önemli tavizler vermeye zorlaması oldu. Trump’ın ziyareti öncesinde, Ürdün’ün başkenti Amman aracılığıyla ABD ile Husiler arasında bir ateşkes anlaşması sağlandı. Husi güçleri, Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırmama sözü verdi. Aynı zamanda Hamas, Trump’a bir “hoş geldin hediyesi” olarak son Amerikalı rehineyi serbest bıraktı — bu hareket, Trump yönetiminin İsrail’e tamamen tabi olmadığını takdir eden bir jest olarak da değerlendirildi. 15 Mayıs’ta Hamas’ın üst düzey yetkilisi Basem Naim medyaya, Hamas’ın ABD ile doğrudan müzakerelerde bulunduğunu ve Gazze çatışmasını sona erdirecek bir ateşkes anlaşması yapmaya çalıştıklarını söyledi… Kalıcı bir ateşkese ulaşılırsa, Hamas Gazze Şeridi’nin kontrolünü devredebilir.

Trump’ın ziyareti öncesinde, Amerikan temsilciler İran’la Umman’ın başkenti Maskat’ta dört tur görüşme gerçekleştirdi. Her iki taraf da bu görüşmelerde “yapıcı” ilerleme kaydedildiğini belirtti. Trump, Riyad’da bulunduğu sırada Tahran’a tekrar seslendi, İran liderlerini “yeni ve daha iyi bir yol” seçmeye ve Washington’la yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çağırdı. Bu diplomatik çözüm fırsatının “sonsuza kadar sürmeyeceğini” vurguladı ve “İran liderliği bu zeytin dalını reddederse… başka seçeneğimiz kalmaz, İran’ın petrol ihracatını sıfıra indiririz” diyerek tehditte bulundu.

Belki önceki dört görüşme Trump’ın sınırlarını ve niyetini açık etti, belki Trump’ın ilk dönemindeki “aşırı baskı” kampanyasının acı hatıraları etkili oldu, belki de “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın stratejik fiyaskosu ya da Rusya’nın ABD-İran askeri çatışmasına karışmayacağını açıkça ilan etmesi etkiliydi. Belki de Trump’ın son dönemde Husiler ve Hamas’la kurduğu olumlu temaslar… Tüm bu sert gelişmeler, İran hükümetini Trump’ın yumuşak ve sert taktiklerini harmanladığı diplomatik saldırısına karşı hızlı ve net bir yanıt vermeye itti.

14 Mayıs’ta, İran’ın dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, NBC’ye verdiği demeçte İran’ın ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında ABD ile bir anlaşma yapmaya hazır olduğunu söyledi. Şemhani, İran’ın asla nükleer silah üretmeyeceği sözünü vereceğini, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunu yok edeceğini, uranyum zenginleştirmeyi sadece sivil ihtiyaçlar için gerekli düşük düzeyde tutmayı kabul edeceğini ve bu sürecin uluslararası denetçilere açık olacağını ifade etti.

Gözlemciler, bunun İran’ın nükleer meselede şimdiye kadar sergilediği en hızlı ve en esnek taviz olduğunu düşünüyor. Daha önce İranlı müzakereciler sert bir tutum sergilese de, Trump’ın Körfez’deki “hasat turunun” bu denli başarılı geçmesi, ABD-Arap ilişkilerinin daha da güçlenmesi, ABD-Suriye ilişkilerindeki tarihi yön değişimi ve “Direniş Ekseni” üyelerinin kendi yollarına gitmesi Tahran’ı hızlıca diplomatik duruşunu ve nükleer kriz pozisyonunu değiştirmeye zorladı. 15 Mayıs’ta Trump, Doha’dan BAE’ye geçmeden önce yaptığı açıklamada, ABD ile İran’ın nükleer anlaşmaya varmaya “çok yaklaştığını” ve Tahran’ın “belirli ölçüde” şartları kabul ettiğini belirtti.

Kısacası, Trump bu Orta Doğu gezisinden çok önemli kazanımlarla döndü. Beklenmedik gelişmeler, onun güç temelli ve “anlaşma odaklı” diplomasisinin Orta Doğu jeopolitiğini dönüştürdüğünü ve şekillendirdiğini ortaya koydu. İç ve dış sorunlara rağmen, ABD’nin stratejik temeli hâlâ güçlü ve istikrarlı. Egemen varlık fonlarının büyük bölümünü zaten ABD pazarına yatırmış olan Körfez’in başlıca petrol üreten ülkeleri, gelecekteki servetlerini korumak, artırmak ve yüksek teknolojiye yönelmek için stratejik müttefik olarak yine ABD’ye güveniyor. Buna karşın, bu ülkelerin diğer büyük ekonomilere yaptığı yatırımlar yok denecek kadar az — “karabiber serpiştirmek” ya da “çiseleyen yağmur” gibi — bu da ABD’nin hâlâ sarsılamaz tek süper güç konumunu açıkça ortaya koyuyor.

Aynı zamanda, “Şii Hilali”nin giderek çökmesi, “Direniş Ekseni”nin dağılması, ABD’nin Arap ülkeleri ve Türkiye ile ilişkilerinin güçlenmesi, Arap ülkeleri ile İsrail arasında imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”nın genişlemeye devam etmesi ve bu yıl ABD-İran ilişkilerinde büyük bir değişim ihtimalinin belirmesi, yepyeni bir Orta Doğu’nun şekillenmekte olduğunu gösteriyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Rusya ve Ukrayna’nın başarısız barış görüşmeleri: Savaş devam edecek

Yayınlanma

Nikola Mikovic, gazeteci

Dağ fare doğurdu. Rusya ile Ukrayna arasında uzun zamandır beklenen barış görüşmeleri nihayet 16 Mayıs’ta İstanbul’da yapıldı, ancak ateşkes veya barış anlaşması sağlanamadı. Şimdi soru şu: Bundan sonra ne olacak?

Başlangıçta, Rus ve Ukraynalı temsilcilerin 15 Mayıs’ta Türkiye’nin en büyük şehrinde buluşması planlanmıştı. Ukrayna heyeti gelmeyince barış görüşmeleri ertesi güne ertelendi. Rus yetkililerin bütün gün Ukraynalı muhataplarını boşuna beklediği göz önüne alındığında, böyle bir hamle Moskova için diplomatik aşağılama olarak yorumlanabilir. Kiev, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in önemli diplomatik toplantılara kötü şöhretli bir şekilde geç kalma stratejisini benimsemiş görünüyor. Fakat Ukrayna için sorun, bu yaklaşımın herhangi olumlu sonuç vermemiş olması.

Haberlere göre, Rus heyeti, ateşkes karşılığında Kiev’in Kremlin tarafından ilhak edilen dört Ukrayna oblastından (Donetsk, Luhansk, Herson ve Zaporijya) askerlerini çekmesini bekleyerek maksimalist taleplerde bulundu. Rusya’nın ayrıca Ukrayna’nın Harkiv ve Sumı oblastlarını ele geçirmekle tehdit ettiği bildiriliyor. Ancak gerçekte Moskova, Rusya sınırına sadece 5 kilometre (3 mil) uzaklıkta bulunan Harkiv oblastındaki Vovçansk kasabasını bile ele geçirecek kapasiteye sahip değilken, tüm oblastı ele geçirmesi söz konusu bile olamaz. Bu nedenle söylemi bir blöf gibi görünüyor. Bunun tamamen farkında olan Kiev, Rusya’ya herhangi toprak tavizini reddetti.

Görüşmelerden önce, Avrupalı güçler tarafından sıkıca desteklenen Ukrayna, koşulsuz 30 günlük ateşkes konusunda ısrar ederken, Moskova olası ateşkesin müzakereler sonucunda ortaya çıkmasını talep etti. Başka bir deyişle, iki taraf ilk adımlar üzerinde bile anlaşamadı, bu da anlaşmaya varmanın söylemekten daha zor olacağının açık göstergesiydi. Yine de, her biri 1000 savaş esirini takas etme konusunda anlaşmayı başardılar ki bu, İstanbul barış görüşmelerinin tek olumlu sonucu.

Rus ve Ukrayna heyetlerinin müzakerelere devam etmesi beklenmesine rağmen, yakın zamanda barış (veya en azından ateşkes) anlaşmasına varacaklarının garantisi yok. Pozisyonları taban tabana zıt. Daha da önemlisi, iki taraf da savaş alanında stratejik hedeflerinden hiçbirine ulaşamadı, bu da barış için acil fırsatı etkili bir şekilde ortadan kaldırıyor. Fakat bu, barış görüşmelerinin ilk başarısızlığı değil.

Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya yönelik topyekun işgalini başlatmasından günler sonra, Rus birlikleri Kiev’in dış mahallelerindeyken, Rus ve Ukraynalı temsilciler Moskova’nın “özel askeri operasyonunu” sona erdirmek amacıyla Belarus’ta bir araya geldi. Ukraynalı yetkililer, Rusya’nın yakın müttefiki olmasına ve Rus güçlerinin ülkelerine yönelik saldırılar için Belarus topraklarını kullanmasına izin vermiş olmasına rağmen komşu ülkeye gitmeyi kabul etti. Ancak görüşmeler sonuçsuz kaldı.

Daha sonraki görüşme turları Mart 2022’de Belarus-Ukrayna sınırında ve Türkiye’nin Antalya şehrinde gerçekleşti. O zamandan beri İstanbul, sadece barış zirveleri için değil, aynı zamanda Temmuz 2022’de imzalanan ve Kremlin’in rakibinin Karadeniz rotası üzerinden serbestçe tahıl ihraç etmesine fiilen izin verdiği tahıl anlaşmasıyla ilgili tartışmalar için de ana platform haline geldi. Türkiye, Moskova ve Kiev’in Karadeniz Tahıl Girişimi’ni imzalamasına yardımcı olmada şüphesiz önemli rol oynamasına rağmen, 2022’deki İstanbul barış görüşmeleri çatışmayı sona erdiremedi.

2025’teki İstanbul görüşmeleri, 2022’de yapılanlardan kayda değer ölçüde farklı. O zamanlar Rusya, Ukrayna birliklerinin yalnızca Luhansk ve Donetsk oblastlarından çekilmesini ve Moskova’nın Kırım’ı ilhakının fiili olarak tanınmasını talep etmişti. Şimdi Kremlin’in talepleri arttı; Rusya ayrıca Ukrayna güçlerinin Zaporijya ve Herson oblastlarından çekilmesini istiyor. Daha da önemlisi, 2022 İstanbul görüşmeleri sonucunda Rusya, birliklerini Kiev’in yanı sıra Ukrayna’nın Sumı ve Çernihiv oblastlarından çekerek “iyi niyet göstergesinde” bulunmuştu. Ancak bu kez Kremlin, en azından şimdilik Kiev’e ciddi tavizler verme niyetinde olmadığını gösterdi.

Moskova, ayrıca müzakerelerin Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy olmadan da yürütülebileceğini gösterdi. Rus lider Vladimir Putin, “gayri meşru” Zelenskiy ile müzakere etmek istemediğini defalarca belirtti. Bu nedenle, Ukrayna Devlet Başkanı ile yapılacak herhangi görüşme, Putin’in ne pahasına olursa olsun kaçınmak istediği bir şey olan güvenilirliğini sarsacaktır.

Öte yandan Zelenskiy, 2022’de Putin ile müzakerelerin “imkansız” olduğunu resmen ilan eden kararnameyi imzalamasına rağmen, Rusya Devlet Başkanı ile görüşmek istediğini açıkça söyledi. Muhtemelen çatışmayı sona erdirme isteğini göstermeyi ve aynı zamanda Putin’i “müzakere etmek istemeyen” biri olarak göstermeyi amaçladı.

İstanbul’daki Ukrayna heyeti, iki lider arasında görüşme bile talep etti. Rusya, Kiev’in bu isteğini “not ettiğini” belirtti. Ancak bu, Putin’in Zelenskiy ile görüşmeyi kabul edeceği anlamına gelmiyor, en azından ABD Başkanı Donald Trump ile olası görüşmesinden önce değil.

Bu arada Ukrayna savaşı devam edecek. Medinskiy’nin Napolyon’dan alıntı yaparak söylediği gibi, “Savaş ve müzakereler her zaman aynı anda yürütülür”. Bu nedenle her iki taraf da, rakibini yenmeden kalıcı barış anlaşmasına varmanın mümkün olduğu yanılsamasını yaratmaya devam etmeleri beklense de, yaz askeri harekatına hazırlanacak.

Son olarak, iki taraftan biri galip gelene kadar, ev sahibi ülke olarak Türkiye barış görüşmelerinin kazananı olmaya devam edecek. 8 Mayıs’ta Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinde Trump, ona Ukrayna ile Rusya arasında arabulucu olmayı teklif etti. Üç gün sonra Putin, Trump’ın çabalarından bahsetmeden, Türkiye’nin ve cumhurbaşkanının Rus-Ukrayna müzakerelerinin düzenlenmesindeki rolünü kabul etti.

Bu nedenle Türkiye, barış müzakerelerine ev sahipliği yapabilecek etkili aktör konumunu bir kez daha pekiştirdi. Bu yüzden yeni Rus-Ukrayna görüşmeleri turu neredeyse kesinlikle, er ya da geç İstanbul’da gerçekleşecek.

Okumaya Devam Et

Görüş

ABD üniversitelerinde özgürlük: Seçmeli mi evrensel mi?

Yayınlanma

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi

ABD’nin önde gelen gazetelerinden, New York Times’ın geçenlerdeki manşetlerinden biri son zamanlarda adı sık sık gündemde olan meşhur Harvard Üniversitesi üzerine. Konu, üniversitedeki ifade özgürlüğü, çeşitlilik politikaları ve giderek daha belirsizleşen “antisemitizm” kavramı etrafında dönüyor. Ancak haberin kendisi kadar, ne söylediği kadar, ne söylemediği de dikkat çekici.

Haberin merkezinde, Harvard’ın başkanı Claudine Gay’in istifasının ardından göreve gelen Alan Garber var.

Garber, özellikle Donald Trump yönetimiyle yaşanan gerilimde üniversiteyi savunmasıyla kamuoyunda bir tür “direniş sembolü”ne dönüşmüştü. Ancak bu kez şöyle bir durum var: Garber, Trump’la ifade özgürlüğü ve antisemitizm konularında büyük ölçüde aynı fikirde görünüyor.

Trump, kampüslerde ifade özgürlüğünü –tabii ki, bu ‘özgürlüğün’ ne olduğunu, sınırlarını, içeriğini Trump belirliyor, biliyor– sınırlayan protestoların disiplinle bastırılması gerektiğini söylüyor. ABD Başkanı’nın bu görüşü, Harvard yönetimince de resmen kabul görmüş durumda. Garber, antisemitizmi “ciddi bir sorun” olarak tanımlıyor, hatta kişisel olarak kendisinin de buna maruz kaldığını belirtiyor.

Yazıda bu noktaya kadar, her şey ABD’nin mevcut sosyo-politik bağlamında, ‘normal’ gibi görünüyor diyebiliriz…

Gelelim yazının en dikkat çekici olan kısmına… Haberin neredeyse 3000 kelimesi boyunca yalnızca bir satıra sıkıştırılmış ve adeta üstü örtülmüş bir başka gerçek: Harvard’ın kendi yaptığı yüzlerce sayfalık iç soruşturmaya göre, kampüste kendini en fazla tehdit altında hisseden, fiziksel güvenliğinden en çok endişe duyan, kimliğini açıkça ifade etmekten en çok çekinen grup Müslüman öğrenciler… Bu bilgiye haberde neredeyse hiç yer verilmemiş. Ne bir alıntı, ne bir vurgu, ne de bir analiz.

İfade özgürlüğü gibi evrensel bir ilkenin, hangi toplumsal ve siyasal bağlamda, kimler için, hangi koşullarda savunulabilir olduğu artık ciddi bir tartışma konusu. Zira “özgürlük” adı altında yürütülen pek çok kampanya, bazı grupları görünmez kılarken, bazılarını mutlak mağdur pozisyonuna yerleştiriyor. Antisemitizmin kuşkusuz tarihsel bir yükü ve ciddi bir geçmişi var. Bunu yadsıyamayız ve yadsımamamız da gerekir…

Ancak, bugün Batı kampüslerinde yaşanan çatışmalarda, bu terim neredeyse sihirli bir yafta gibi kullanılarak tüm eleştirileri bastırmak için devreye sokuluyor.

Daha birkaç sene öncesine kadar kamuoyunda antisemitizm ile anti-Siyonizm arasındaki fark konusunda belli bir duyarlılık oluşmuş gibiydi. Ancak Filistin’e yönelik baskıların artması ve kampüslerdeki Gazze protestoları bu farkı neredeyse ortadan kaldırdı.

Bugün “İsrail’i eleştirmek”, “antisemitik olmak” ile eşanlamlı hale getiriliyor.

Bu sadece entelektüel bir çöküş değil; aynı zamanda ‘ifade özgürlüğü’ adına kurulan tüm yapıların içten çürümesine neden olan bir gelişme.

İşin ironik yanı şu: Trump’ın gerçekte ne antisemitizmi bir derdi, ne de bununla mücadele etmek gibi bir niyeti var. Herkesin bildiği üzere, lideri olduğu Cumhuriyetçi Parti, açıkça antisemitik figürlerle dolu ve Trump’ın antisemitik söylemlere aldırmadığı, hatta yeri geldiğinde teşvik ettiği de bilinen bir şey. Amma, mesele kampüslerde muhalif görüşleri bastırmak olduğunda, bir anda “ifade özgürlüğünün savunucusu” rolünü üstlenebilmekte.

Harvard gibi elit eğitim kurumlarının içine düştüğü çelişki ise daha çarpıcı. Bir yandan çeşitlilik, kapsayıcılık ve özgürlük değerleriyle övünürken, diğer yandan en kırılgan durumda olan öğrencilerinin –Müslümanların– sesini duymazdan geliyor, hatta görünmez kılıyorlar. Basının bu sessizliği ise belki daha da tehlikeli: Çünkü neyi haberleştirdiğimiz kadar, neyi haberleştirmediğimiz de kamusal vicdanın şekillenmesinde belirleyici olur.

Bugün geldiğimiz noktada, ifade özgürlüğü yalnızca hangi fikirlerin korunacağı değil, hangi kimliklerin susturulacağı meselesine dönüşmüş durumda. Akademi, bu çelişkiyle yüzleşmeden ne kendini özgür sayabilir ne de başkasına özgürlük vaat edebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English