Bizi Takip Edin

Amerika

Kanada’da erken seçimi liberaller kazandı

Yayınlanma

Kanada’da 28 Nisan’da yapılan erken genel seçimleri Başbakan Mark Carney liderliğindeki Liberal Parti kazandı. Carney başbakanlık görevini sürdürecek olsa da, liberallerin mecliste çoğunluğu sağlayamayarak azınlık hükümeti kurması bekleniyor. Seçim kampanyasında ABD ile yaşanan gümrük vergisi krizi ve hayat pahalılığı öne çıktı.

Kanada’da 28 Nisan’da yapılan erken genel seçimleri, Başbakan Mark Carney liderliğindeki Liberal Parti’nin kazandığı bildirildi.

CTV ve CBS haber kanallarına göre, Carney bu sonuçla başbakanlık görevini korudu ancak partisinin tek başına hükümet kuracak çoğunluğa ulaşması beklenmiyor.

Kesin sonuçlar henüz açıklanmamış olsa da, CBS‘in tahminlerine göre liberaller 343 sandalyeli Avam Kamarası’nda 158 milletvekili çıkaracak.

Ana rakip Muhafazakar Parti’nin 148, Quebec İttifakı’nın 25 ve Yeni Demokrat Parti’nin (NDP) ise 10 sandalye kazanması öngörülüyor. Kanada’da çoğunluk hükümeti kurabilmek için 172 sandalye gerekiyor.

Erken seçim kararı, görevinden ayrılan Justin Trudeau’nun yerine geçen 60 yaşındaki Liberal Parti lideri Mark Carney’nin girişimiyle alınmıştı.

Carney, mart ayı sonunda İngiltere Kraliçe’sinin atadığı Kanada Genel Valisi Mary Simon’a başvurarak erken seçim talebinde bulunmuştu.

Normal takvime göre seçimlerin ekim ayında yapılması planlanıyordu.

Geçen yıl aralık ayı sonunda Trudeau’nun popülaritesindeki hızlı düşüş nedeniyle liberallerin iktidarda kalma şansı oldukça düşük görünüyordu ve anketlerde muhafazakarların 20 puandan fazla farkla önde olduğu belirtiliyordu.

Fakat Liberal Parti’deki liderlik değişimi, partinin sadece aradaki farkı kapatmakla kalmayıp, kamuoyu yoklamalarına göre rakiplerini birkaç puan geride bırakmasını sağladı.

Abacus tarafından yapılan araştırmaya göre, seçim öncesinde Carney’nin kamuoyu desteği (yüzde 46) de muhafazakar rakibi Pierre Poilievre’den (yüzde 39) daha yüksekti.

Daha genç rakibi Poilievre’nin aksine Carney, siyasette yeni isim. 1988’de Harvard Üniversitesi’nden ekonomi lisans derecesi alan Carney, burada üniversitenin hokey takımında da oynadı.

Oxford’da yüksek lisans ve doktora derecelerini alırken hokey oynamaya devam etti. Eğitimine paralel olarak Goldman Sachs’ta çalışmaya başlayan Carney, 13 yıl boyunca şirketin Boston, Londra, New York, Tokyo ve Toronto şubelerinde görev yaptı.

Carney, 2003 yılında özel sektörü bırakarak Kanada Merkez Bankası başkan yardımcısı oldu, ardından Maliye Bakanlığı’nda bakan yardımcısının kıdemli yardımcısı olarak görev aldı.

2008 mali krizinin arifesinde, 2007’de Kanada Merkez Bankası’nın başına geçti. Bu görevdeki başarıları sayesinde 2013’te Londra’ya dönme teklifi aldı ve bu kez İngiltere Merkez Bankası başkanı oldu.

Bu göreve atanan ilk yabancı olan Carney, Birleşik Krallık tarihinde iki önemli referanduma tanıklık etti: İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılması (başarısız oldu) ve Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrılması.

İngiltere Merkez Bankası’ndaki görevinin son haftaları ise başka bir keskin kriz olan Kovid-19 salgınının başlangıcına denk geldi. Carney, 2018’de İngiliz ve İrlanda vatandaşlığı aldı (ancak 2025’te bunlardan vazgeçme planlarını açıkladı).

İngiltere Merkez Bankası’ndan sonra Carney, Trudeau hükümetine ekonomik konularda danışmanlık yaptı ve özel sektöre geri döndü.

Geçen yılın eylül ayında dönemin başbakanı Trudeau tarafından partinin ekonomik büyüme çalışma grubunun başkanlığına atandı.

Trudeau’nun Ocak 2025’te istifasının ardından Carney, kariyerinin ilk seçimi olan parti içi liderlik yarışına girdi ve oyların yaklaşık yüzde 86’sını alarak ezici zafer kazandı. Liberal Parti liderliğiyle birlikte başbakanlık koltuğuna da oturdu.

Abacus anketine göre, yeni ABD Başkanı Donald Trump ile ilişkiler ve onun gümrük vergisi politikasına verilecek yanıt, Kanadalı seçmenler için bu seçimlerde hayat pahalılığı krizinden sonra en önemli konulardan biri oldu.

Carney, ABD’nin uyguladığı gümrük vergilerini Kanadalılara yönelik “doğrudan saldırı” olarak nitelendirdi ve “Geri dönüş yok. Kanada olarak Amerika Birleşik Devletleri ile yeni ilişkiler kurmak zorunda kalacağız,” dedi.

Carney, misilleme amaçlı gümrük vergilerine ve ticaret ortaklarını çeşitlendirmeye odaklanıyor.

Bu kapsamda başbakan olarak ilk yurt dışı ziyaretini Fransa ve İngiltere’ye yaptı; ancak New York Times, Avrupa pazarlarına ihracatı artırma olanaklarının şimdilik sınırlı göründüğünü belirtiyor.

Carney, ABD ile hemen ticaret anlaşması yapma konusunda aceleci davranmıyor ve Kanada’nın “bekle ve gör” pozisyonu almasını sağlayacak yeterli kaldıraca sahip olduğunu savunuyor.

Carney, “Hükümetim doğru anlaşmayı yapacak,” diye söz verdi.

Trump, henüz göreve başlamadan önce Kanada ve Meksika’yı, ortak sınırlar üzerinden yasa dışı göç ve uyuşturucu kaçakçılığıyla yeterince mücadele etmedikleri gerekçesiyle gümrük vergileri uygulamakla tehdit etmişti.

4 Mart’ta Kanada ve Meksika’dan yapılan ithalata yüzde 25’lik gümrük vergileri yürürlüğe girdi, ancak daha sonra üçlü ticaret anlaşması kapsamındaki ürünler bu vergilerden muaf tutuldu.

Trump yönetimi, 12 Mart’ta ithal çelik ve alüminyuma (Kanada her ikisinin de kilit tedarikçisi) yüzde 25’lik, 26 Mart’ta ise yurt dışında üretilen Amerikan markaları da dahil olmak üzere ABD’ye ithal edilen tüm otomobillere yüzde 25’lik gümrük vergileri getirdi.

Hatta Trump, 23 Nisan’da Kanada’dan ithal edilen otomobiller için oranı yakında artırabileceği tehdidinde bulunarak, “Tüm saygımla, arabalarınıza ihtiyacımız yok. Gerçekten kendi arabalarımızı yapmak istiyoruz,” ifadesini kullandı.

Carney ayrıca, misilleme amaçlı gümrük vergilerinden elde edilecek gelirle gümrük vergilerinden etkilenen Kanadalı işçilere destek sözü verdi.

Liberal Parti’nin internet sitesinde yer alan bilgilere göre, Kanada başbakanı ayrıca, başta orta ve düşük gelirli olmak üzere 22 milyon Kanadalının ekonomik yükünü hafifletecek vergi indirimleri yapacağını duyurdu.

Carney aynı zamanda konut inşaat hızını iki katına çıkarma, sağlık sistemini modernize etme ve emisyonları azaltma ile alternatif enerji kaynakları kullanma politikasını sürdürme vaadinde bulunuyor.

Amerika

Hiroşima Nagazaki Barış Komitesi’nden Steinbach, İsrail’in gizli nükleer gücünün perde arkasını anlattı

Yayınlanma

Hiroşima Nagazaki Barış Komitesi’nden John Steinbach, Schiller Enstitüsü panelinde İsrail’in gizli nükleer programının perde arkasını anlattı. Steinbach, İsrail’in nükleer cephaneliğinin sadece bir savunma aracı olmadığını, aynı zamanda başta ABD olmak üzere diğer ülkeleri kendi istediği politikalara zorlamak için kullanılan bir şantaj mekanizması olduğunu belirtti.

Hiroşima Nagazaki Barış Komitesi’nden (Hiroshima Nagasaki Peace Committee of the National Capital Area) John Steinbach, Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen “True Citizens of Every Nation Demand Peace” (Her Ulustan Gerçek Yurttaşlar Barış İstiyor) başlıklı online panelde, İsrail’in gizli nükleer silah programının tarihini ve mevcut durumunu detaylarıyla anlattı.

Steinbach, İsrail’in nükleer cephaneliğinin, varlığı tehdit edildiğinde tüm dünyayı yok etmeyi amaçlayan “Samson Seçeneği” doktrininin ötesinde, başta ABD olmak üzere diğer ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlamak için aktif bir şantaj aracı olarak kullanıldığını vurguladı.

Steinbach, İsrail’in bugün 100 ila 500 arasında gelişmiş termonükleer bomba ve nötron bombasına sahip olduğunu belirtti. Ayrıca, ABD’nin doğu kıyılarına ve Moskova’nın ötesine ulaşabilen Jericho 1, 2 ve 3 balistik füzeleri ile Almanya tarafından sağlanan ve nükleer kapasiteye sahip en az altı adet Dolphin sınıfı denizaltıdan oluşan sofistike bir fırlatma sistemine sahip olduğunu ifade etti.

‘Asıl amaç ABD’yi zorlamak’

İsrail’in nükleer programının temel amacının, yazar Israel Shahak’ın ifadesiyle “statükoyu İsrail’in lehine dondurmak” olduğunu belirten Steinbach, bu politikanın özellikle ABD’yi hedef aldığını söyledi.

Steinbach, Fransa’nın nükleer programının eski direktörü Francis Perrin’in, “İsrail programının aslında ABD’yi istediklerini yapmaya zorlamak amacıyla tasarlandığını düşündüklerini” söylediğini aktardı.

Bu zorlama politikasının ilk kez 1973 savaşında bariz bir şekilde uygulandığını belirten Steinbach, “İsrailliler, ABD’nin devasa bir hava ikmali yapmaması durumunda nükleer silah kullanma tehdidinde bulundu. Kissinger ve Nixon istemeyerek de olsa boyun eğdi, hava ikmali gerçekleşti ve dünya nükleer alarma geçti,” dedi.

Nükleer programın kökenleri ve Fransa işbirliği

Steinbach, İsrail’in nükleer programının temellerinin, Holokost’un bir daha asla tekrarlanmaması vizyonuyla David Ben-Gurion tarafından atıldığını ve genç bir bakan yardımcısı olan Şimon Peres’in programın başına getirildiğini söyledi. Programın bilimsel liderliğini ise Ernst Bergmann’ın üstlendiğini ekledi.

Programın 1950’lerin ortalarında ABD’den alınan bir araştırma reaktörüyle büyük bir ivme kazandığını belirten Steinbach, aynı dönemde Fransa ile başlayan işbirliğine dikkat çekti.

Steinbach, “İsrail, Fransız programında tam bir ortaktı. 1950’ler ve 60’ların başındaki Cezayir testlerinin aslında ortak İsrail-Fransız testleri olduğunu anlamalıyız,” değerlendirmesinde bulundu.

Fransa’nın ayrıca Dimona reaktörünün inşasına yardım ettiğini ve tesisin sivil amaçlı bir araştırma reaktörü olarak tanıtılmasına rağmen, bunun bir plütonyum üretim reaktörü olduğunu bildiğini ifade etti.

Kennedy’yi kandıran maket tesis

Dönemin ABD başkanları Eisenhower ve Kennedy’nin İsrail’in nükleer silah edinmesine şiddetle karşı çıktığını ve programdan büyük şüphe duyduğunu belirten Steinbach, Kennedy’nin denetim talebi üzerine İsrail’in başvurduğu aldatmacayı şöyle anlattı:

“İsrail aşırı önlemler aldı. Denetçiler geldiğinde gördükleri her şey tam bir sahtekarlıktı. Onlara hiçbir zaman Dimona kompleksinin gerçek kısımları gösterilmedi, bir maket gösterildi. Denetçiler geri dönüp tesisin sivil amaçlı olduğunu söylediler.”

Steinbach, Kennedy’nin programı durdurmaya kararlı olduğunu ancak kısa bir süre sonra öldürüldüğünü de sözlerine ekledi.

Eski CIA analisti McGovern: İstihbarat ‘İran nükleer silah yapmıyor’ diyor, başkan dinlemiyor

Vanunu’nun ifşaatları oyunu değiştirdi

İsrail’in yıllarca “nükleer belirsizlik” politikası izlediğini ancak Dimona’da teknisyen olarak çalışan Mordecai Vanunu’nun Sunday London Times‘a sızdırdığı fotoğraf ve belgelerin her şeyi değiştirdiğini vurgulayan Steinbach, bu belgeleri inceleyen Manhattan Projesi’nin bomba tasarımcıları Frank Barnaby ve Ted Taylor’ın vardığı sonuçların şok edici olduğunu belirtti.

Steinbach, “O dönemde İsrail’in 200’e yakın nükleer silaha sahip olduğu tahmininde bulundular. Daha da önemlisi, İsrail’in sadece atom bombasına değil, aynı zamanda hidrojen bombasına ve savaş başlıklarıyla kolayca eşleştirilebilecek minyatürleştirilmiş nükleer silahlara da sahip olduğunu belirlediler. Bu, istihbarat camiası için devasa bir başarısızlıktı,” dedi.

Steinbach ayrıca, Güney Afrika ile ortak nükleer testler yapıldığını, program için uranyumun büyük kısmının Güney Afrika’dan, sarı kek uranyumun Almanya’dan sağlandığını ve ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki Numec tesisinden de zenginleştirilmiş uranyum kaçırıldığına dair güçlü kanıtlar olduğunu söyledi.

‘UAEA casus yuvasına dönüştü’

Konuşmasının sonunda Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nı (UAEA) sert bir dille eleştiren Steinbach, kurumun “içinin kof ve bir casus yuvası” haline geldiğini savundu.

Steinbach, “Bu durum, UAEA’nın, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT) ve Birleşmiş Milletler’in güvenilirliğini ölümcül bir şekilde zayıflatmıştır,” ifadelerini kullandı.

Steinbach, Mısırlı diplomat Mohamed el-Baradei’nin dürüst bir UAEA direktörü olduğunu ancak ABD’nin onu kasıtlı olarak görevden alarak kurumu bugünkü haline getirdiğini iddia etti.

Okumaya Devam Et

Amerika

Eski CIA analisti McGovern: İstihbarat ‘İran nükleer silah yapmıyor’ diyor, başkan dinlemiyor

Yayınlanma

Eski CIA analisti Ray McGovern, John F. Kennedy suikastının, başkanın İsrail’in nükleer programına karşı çıkmasıyla bağlantılı olduğunu söyledi. McGovern, dönemin kilit ismi James Angleton’ın İsrail adına casusluk yaparak programı örtbas ettiğini ve ABD istihbaratının “İran nükleer silah geliştirmiyor” yönündeki raporlarının başkan tarafından göz ardı edildiğini belirtti.

Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen online bir panelde konuşan eski CIA analisti Ray McGovern, ABD’nin eski başkanı John F. Kennedy’nin öldürülmesinin, İsrail’in nükleer silah programına karşı çıkmasıyla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade etti.

1963-1990 yılları arasında CIA’de görev yapan ve 1980’lerde Ulusal İstihbarat Tahminleri’ne başkanlık eden McGovern, dönemin CIA Karşı İstihbarat Şefi James Jesus Angleton’ın, İsrail’in nükleer faaliyetlerini örtbas eden bir casus olduğunu ifade etti.

McGovern, Schiller Enstitüsü’nün “True Citizens of Every Nation Demand Peace” (Her Ulustan Gerçek Yurttaşlar Barış İstiyor) başlıklı panelinde yaptığı konuşmada, ABD istihbarat camiasının 2007’den bu yana “İran nükleer silah üzerinde çalışmıyor” yönündeki raporlarının, mevcut başkan tarafından kasıtlı olarak göz ardı edildiğini belirtti.

McGovern, bu durumun CIA’in varlık nedenini sorgulanır hale getirdiğini vurguladı.

Kennedy suikastı ve ‘Potemkin köyü’ komplosu

McGovern, Kennedy’nin İsrail’in nükleer programına şiddetle karşı çıktığını ve bu programı durdurmaya kararlı olduğunu hatırlattı.

O dönemde CIA’in İsrail ile ilgili tüm konuları kontrol eden isminin James Jesus Angleton olduğunu belirten McGovern, “Adı James Jesus Angleton’dı. Kennedy suikastına karıştığına dair somut kanıtlar var,” dedi.

McGovern, Angleton’ın, ABD’li denetçileri yanıltmak için İsrail’in Dimona nükleer tesislerinde sahte bir “Potemkin köyü” kurulmasına yardım ettiğini iddia etti.

McGovern, “Denetçiler geri döndüğünde ‘Burası oldukça temiz görünüyor’ dediler. Çünkü Angleton ve İsrailli yoldaşları bu Potemkin köyünü inşa etmişlerdi,” değerlendirmesinde bulundu.

İstihbarat camiası 2007’den beri aynı şeyi söylüyor

McGovern, ABD istihbarat camiası 2007’den bu yana her yıl “yüksek güvenle” İran’ın nükleer silah geliştirmediğini raporladığını vurguladı.

Bu görüşün sadece analistlerle sınırlı kalmadığını, eski CIA Direktörü William Burns’ün de görevden ayrılmadan hemen önce bu gerçeği teyit ettiğini belirtti.

McGovern, Burns’ün, “İran’ın nükleer silah üzerinde çalışmadığını yinelemek isterim. Ayrıca, istihbarat toplama faaliyetlerimiz o kadar kapsamlı ki, eğer nükleer silah üzerinde çalışmaya başlarlarsa Batı’nın bundan neredeyse anında haberi olur,” dediğini aktardı.

‘Başkan istihbaratı dinlemiyor’

Tüm bu somut raporlara rağmen mevcut başkanın istihbaratı dinlemediğini ifade eden McGovern, Trump’ın, Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard’ı kastederek, “Onun ne dediği umurumda değil,” şeklindeki sözlerini hatırlattı.

McGovern, önümüzdeki iki haftalık kritik süreçte kamuoyunun Trump’a, “Siyonistlerin soykırımını desteklemenin kabul edilemez olduğunu” göstermesi gerektiğini belirterek, “Trump’ın bu konuda fare kapanına çekilmemesi için ne gerekiyorsa yapmalıyız,” çağrısında bulundu.

‘CIA’in varlığı sorgulanmalı’

McGovern, CIA’in varlığını sürdürmesi konusundaki kendi tereddütlerini de dile getirdi. Kurumun lağvedilmesi yönündeki çağrılara, CIA analistlerinin en azından İran konusunda doğruyu söyleyerek dik durmaları nedeniyle direndiğini söyledi.

Fakat bu tek doğru duruşun bile başkan tarafından hiçe sayılmasının, kurumun geleceği hakkında ciddi şüpheler doğurduğunu belirtti. McGovern, “Dürüst analistler, başkan ‘Onların ne dediği umurumda değil’ dediğinde ne hissedecek? Belki de CIA için artık umut kalmamıştır,” ifadelerini kullandı.

Okumaya Devam Et

Amerika

Temyiz mahkemesi, Trump’ın Ulusal Muhafızlarına şimdilik izin verdi

Yayınlanma

Perşembe günü geç saatlerde bir federal temyiz mahkemesi heyeti, Başkan Donald Trump’ın Ulusal Muhafızlar’ı şimdilik Los Angeles’ta konuşlandırmaya devam etmesine izin verdi.

Üç yargıçtan oluşan 9. ABD Temyiz Mahkemesi heyeti, Trump’ın konuşlandırmasını yasadışı bulan ve onu birliklerin kontrolünü Kaliforniya Valisi Gavin Newsom’a iade etmeye zorlayan bir yargıcın kararını oybirliğiyle askıya aldı.

Kararada, “Fakat kararımızın sadece önümüze sunulan gerçekleri ele aldığını vurgulamak isteriz. Başkanın Ulusal Muhafızları federalleştirme yetkisine sahip olduğunu düşünsek de, kararımızda federalleştirilmiş Ulusal Muhafızların gerçekleştirebileceği faaliyetlerin niteliğine değinilmemiştir,“ denildi. 

Trump’ın kararının mahkemeler tarafından incelenemeyeceği yönündeki yönetimin görüşüne katılmadığını belirtti, fakat yargıçlar mahkemelerin “son derece saygılı” olmaları gerektiğini kabul etti.

Mahkeme, “Başkan’a bu saygıyı göstererek, Başkan’ın yasal yetkisini yasal olarak kullandığı sonucuna vardık,” dedi.

Trump, zaman zaman şiddet olaylarına dönüşen Los Angeles’taki son protestoların ardından göçmenlik memurlarını korumak için binlerce Ulusal Muhafız askeri gönderdi. Bu hamle, Newsom ve eyalet başsavcısı tarafından hızla dava açılmasına yol açtı.

Mahkemenin kararı, Trump için hukuki mücadelede bir zafer anlamına gelse de, bu zafer kısa süreli olabilir. Geçen hafta askerlerin sevkini geçersiz kılan kararı veren ABD Bölge Yargıcı Charles Breyer, bugün (20 Haziran) süresiz ihtiyati tedbir kararı verip vermemeyi görüşmek üzere duruşma yapacak.

Breyer, eski Başkan Clinton tarafından atanan ve emekli Yüksek Mahkeme yargıcı Stephen Breyer’in kardeşi.

Trump, askerlerin konuşlandırılmasında, isyan olması veya normal kuvvetlerle federal yasaları uygulayamadığı durumlarda Ulusal Muhafızları federalleştirmesine izin veren bir yasayı gerekçe göstermişti.

Temyiz heyeti perşembe günü, ikinci şartın muhtemelen yerine getirildiğini kabul ettiğinden, isyan olup olmadığı sorusuna gerek olmadığını açıkladı.

Kararda, “Davacıların kendi sunumlarında, bazı protestocuların molotif kokteyl dahil olmak üzere nesneler attığı ve mülke zarar verdiği belirtiliyor. Davalıların sunduğu beyanlara göre, bu faaliyetler federal memurların yasaları uygulama yeteneğini önemli ölçüde engelledi,” denildi.

Üç yargıçtan oluşan temyiz heyeti, Trump tarafından atanan iki yargıç, Mark Bennett ve Eric Miller ile eski Başkan Joe Biden tarafından atanan yargıç Jennifer Sung’dan oluşuyor.

9. Temyiz Mahkemesi, Trump’ın vali “aracılığıyla” konuşlandırma emrini verme zorunluluğunu yerine getirmediğine dair Newsom’ın argümanını da reddetti.

Newsom, bunun kendi onayını gerektirdiğini iddia etmişti fakat temyiz heyeti, Kaliforniya Ulusal Muhafızlarının genel emir subayına bildirimde bulunmanın yeterli olabileceğini söyledi.

Heyet, yasanın “valilere başkanın federalleşme kararı üzerinde herhangi bir veto yetkisi vermediğini” vurguladı.

Newsom yaptığı açıklamada, “Mahkeme, Trump’ın Ulusal Muhafızları istediği gibi kullanabileceği ve kendini mahkemeye açıklamak zorunda olmadığı iddiasını haklı olarak reddetti. Başkan bir kral değildir ve kanunların üstünde değildir,” dedi.

Vali, Trump’ın ABD askerlerini vatandaşlara karşı “otoriter bir şekilde kullanmasına” karşı mücadelesini sürdüreceğini de ekledi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English