Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Yeni dönemin gerçekleri akıllara seza türden. Sanayi Devrimi’nden bu yana ilk defa müreffeh Batı’da iktisadi gerileme ve sanayisizleşme gözlemleniyor. Son yıllarda 50 yıl öncekinden bambaşka bir noktaya gelen Çin’in büyümesinde bunun etkisi son derece fazla. Bununla beraber Küresel Güney olarak tabir edilen, yoksul, fazla nüfuslu ve potansiyel barındıran ülkelerin Çin ve Rusya gibi güçlerin etrafında kümelenmesi söz konusu. Daha önce Dünya Bankası’nda görev yapan Sırp asıllı Amerikalı ekonomist Branko Milanovic, Foreign Affairs dergisinde yer verilen makalesinde küresel terazideki değişimi tarihsel perspektiften ele alıyor.


Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları

Branko Milanovic
Foreign Affairs

Eşitsizlik döneminde yaşıyoruz, ya da bize sık sık öyle söyleniyor. Dünya genelinde ama özellikle de Batı’nın müreffeh ekonomilerinde, zenginler ile geri kalanlar arasındaki uçurum her geçen yıl büyüyerek uçurum haline geldi; bu durum kaygı yayıyor, öfkeyi körüklüyor ve siyaseti karıştırıyor. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın yükselişinden Birleşik Krallık’taki Brexit oylamasına, Fransa’daki “sarı yelekler” hareketinden dünyanın en yüksek gelir eşitsizliği oranlarından birine sahip olan Çin’deki emeklilerin son protestolarına kadar her şeyin sorumlusu olarak bu gösteriliyor. İddiaya göre küreselleşme bazı elitleri zenginleştirmiş olabilir, ancak bir zamanlar sanayinin kalbi olan bölgeleri harap ederek ve insanları popülist politikalara duyarlı hale getirerek diğer pek çok insana da zarar verdi.

Eğer her ülkeye tekil olarak bakacak olursanız bu tür anlatılarda doğru olan çok şey var. Ulus-devlet düzeyinin ötesine geçip tüm dünyaya baktığınızda resim farklı görünüyor. Bu ölçekte, yirmi birinci yüzyıldaki eşitsizlik hikayesi tam tersi; dünya 100 yılı aşkın süredir olduğundan daha eşit hale geliyor.

“Küresel eşitsizlik” terimi, ülkeler arasındaki fiyat farklılıklarına göre ayarlanmış, belirli bir zamanda tüm dünya vatandaşları arasındaki gelir eşitsizliğini ifade eder. Genelde Gini katsayısı ile ölçülür; bu katsayı, herkesin aynı miktarda kazandığı varsayımsal tam eşitlik durumu olan sıfırdan, tek bir bireyin tüm geliri elde ettiği bir başka varsayımsal durum olan 100’e kadar uzanır. Pek çok araştırmacının ampirik çalışmaları sayesinde iktisatçılar, son iki yüzyılda küresel eşitsizlik tahminindeki değişimin genel hatlarını çizebiliyor.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkışından yirminci yüzyılın ortalarına kadar, zenginlik Batılı sanayileşmiş ülkelerde yoğunlaştıkça küresel eşitsizlik de arttı. Bu, Soğuk Savaş döneminde, dünyanın yaygın olarak “Birinci Dünya”, “İkinci Dünya” ve “Üçüncü Dünya” olarak üç iktisadi gelişmişlik düzeyini ifade edecek şekilde bölündüğü dönemde zirveye ulaştı. Fakat daha sonra, yaklaşık 20 yıl önce, büyük ölçüde yakın zamana dek dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in iktisadi yükselişi sayesinde küresel eşitsizlik azalmaya başladı. Küresel eşitsizlik, 1988 yılında Gini endeksinde 69,4 ile en yüksek seviyesine ulaştı. Bu oran 2018’de 60,1’e düşerek on dokuzuncu yüzyılın sonundan bu yana görülmemiş bir seviyeye geriledi.

Küresel eşitliğin ivmelenmesi kaçınılmaz değil. Çin artık küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde azaltmaya yardımcı olamayacak kadar zenginleşti ve Hindistan gibi büyük ülkeler, Çin’e benzer bir etkiye sahip olmak için gereken ölçüde büyüyemeyebilir. Pek çok şey Afrika’daki ülkelerin nasıl bir performans göstereceğine bağlı; kıta küresel yoksulluk ve eşitsizlikteki bir sonraki büyük düşüşe güç verebilir. Ancak küresel eşitsizlik azalsa bile, bu tek tek ülkelerdeki sosyal ve siyasi çalkantıların azalacağı anlamına da gelmiyor, tam tersi söz konusu. Küresel ücretlerdeki büyük farklılıklar nedeniyle, yoksul Batılılar on yıllar boyunca dünyanın en çok kazanan insanları arasında yer aldı. Gelirleri artan Batı dışındakiler, yoksul ve orta sınıf Batılıları yüksek mevkilerinden edeceği için bu durum artık geçerli olmayacak. Bu türden değişim, müreffeh ülkelerde küresel standartlara göre varlıklı olanlarla olmayanlar arasındaki kutuplaşmanın altını çizecektir.

Üç eşitsizlik dönemi

Küresel eşitsizliğin ilk dönemi kabaca 1820’den 1950’ye kadar uzanıyor ve bu dönem, eşitsizliğin istikrarlı bir şekilde artmasıyla karakterize ediliyor. Sanayi Devrimi sırasında (1820 civarı), küresel eşitsizlik son derece mütevazıydı. En zengin ülkenin (Birleşik Krallık) GSYİH’si 1820 yılında en yoksul ülkenin (Nepal) GSYİH’sinden beş kat daha fazlaydı (Bugün en zengin ve en yoksul ülkelerin GSYİH’leri arasındaki eşdeğer oran 100’e 1’den fazla). 1820’de 50 olan toplam Gini skoru, günümüzde Brezilya ve Kolombiya gibi fazla eşitsiz ülkeler için tipik, ancak dünya geneli düşünüldüğünde, bu eşitsizlik seviyesi aslında oldukça düşük (Bir perspektif olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin Gini skoru şu anda 41 iken, eşitlikçiliğiyle övünen bir sosyal demokrasi olan Danimarka’nın skoru 27).

On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca küresel eşitsizliğin büyümesi, hem çeşitli ülkeler arasındaki uçurumların büyümesinden (kişi başına düşen GSYİH’lerdeki farklılıklarla ölçülür) hem de ülkeler içindeki daha büyük eşitsizliklerden (belirli bir ülkedeki yurttaşların gelirlerindeki farklılıklarla ölçülür) kaynaklanıyor. Ülkeler arasındaki farklılıklar, iktisat tarihçilerinin Büyük Ayrışma olarak adlandırdığı[1], bir yanda Batı Avrupa, Kuzey Amerika’nın sanayileşmekte olan ülkeleri ve daha sonra Japonya’nın diğer yanda kişi başına düşen gelirlerin durgunlaştığı ve hatta azaldığı Çin, Hindistan, alt Afrika kıtası, Orta Doğu ve Latin Amerika arasındaki artan eşitsizliği yansıtıyordu. Bu iktisadi farklılaşmanın siyasi ve askeri bir neticesi de vardı; yükselen emperyal ülkeler, can çekişen ya da fethedilenleri toz içinde bırakıyordu. Bu dönem, Avrupa’nın Afrika’nın büyük bölümünü fethetmesi, Hindistan ve Güneydoğu Asya’yı sömürgeleştirmesi ve Çin’i kısmen sömürgeleştirmesiyle aynı döneme denk geldi.

İkinci dönem yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanıyor. Bu dönemde, 67 ila 70 Gini puanı arasında dalgalanan çok yüksek bir küresel eşitsizlik söz konusuydu. Ülkeler arasındaki eşitsizlik son derece yüksekti; mesela 1952’de ABD, Çin’in 15 katı kişi başına düşen GSYİH’ye sahipti; dünya nüfusunun yüzde altısına sahip olan ABD, küresel üretimin yüzde 40’ını elinde tutuyordu. Fakat ülkeler arasındaki eşitsizlik neredeyse her yerde azalıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nde yüksek eğitimin orta sınıflar için daha geniş tabanlı ve karşılanabilir hale gelmesi ve refah devletinin temellerinin atılmasıyla, komünist Çin’de 1950’lerde büyük özel varlıkların kamulaştırılması ve ardından Kültür Devrimi’nin zorlayıcı eşitlikçiliğiyle, Sovyetler Birliği’nde ise Sovyet lideri Nikita Hroşçov’un reformlarının Stalinist nomenklatura‘nın[2] aşırı yüksek ücretlerini ve imtiyazlarını kesmesiyle düştü.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı -küresel eşitsizliğin en yüksek olduğu dönem- aynı zamanda “Üç Dünya”nın da dönemiydi: Çoğunluğu Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki zengin kapitalist ülkelerden oluşan Birinci Dünya, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere biraz daha yoksul sosyalist ülkelerden oluşan İkinci Dünya ve çoğu Afrika ve Asya’da bulunan ve pek çoğu sömürgecilikten yeni kurtulan yoksul ülkelerden oluşan Üçüncü Dünya. Latin Amerika ülkeleri, ortalama olarak diğer Üçüncü Dünya ülkelerinden daha zengin olmalarına ve on dokuzuncu yüzyılın başlarından bu yana bağımsızlıklarını ellerinde tutmalarına rağmen genelde bu son gruba dahil edilirler.

Bu dönem Soğuk Savaş’ın sona ermesini takip eden on yılda da devam etti ama yirmi birinci yüzyılın başında yerini yeni bir aşamaya bıraktı. Küresel eşitsizlik yaklaşık yirmi yıl önce düşmeye başladı ve bugün de düşmeye devam ediyor. Eşitsizlik 2000 yılı civarında 70 Gini puanından yirmi yıl sonra 60 Gini puanına geriledi. Küresel eşitsizlikteki bu düşüş, 20 yıl gibi kısa bir zamanda gerçekleşmiş olup, on dokuzuncu yüzyılda küresel eşitsizlikteki artıştan daha hızlı. Bu düşüş Asya’nın, özellikle de Çin’in yükselişinden kaynaklanıyor. Bu ülke küresel eşitsizliğin azalmasına bir dizi nedenden ötürü büyük bir katkıda bulundu; ekonomisi düşük bir temelden başladı ve bu nedenle iki nesil boyunca olağanüstü bir hızla büyüyebildi ve ülkenin nüfusu sayesinde büyüme, dünyadaki tüm insanların dörtte biri ile beşte birine dokundu.

Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Hindistan hem büyük nüfusu hem de greli yoksulluğu nedeniyle Çin’in son 20 yılda oynadığına benzer bir rol oynayabilir. Önümüzdeki yıllarda daha fazla Hintli zenginleşirse, genel küresel eşitsizliğin azaltılmasına ön ayak olacaklardır. Hindistan ekonomisinin akıbetine dair pek çok belirsizlik var ama son on yıllardaki kazanımları tartışılmaz. 1970’lerde Hindistan’ın küresel GSYİH’deki payı yüzde üçün altındayken, büyük bir sanayi gücü olan Almanya’nın payı yüzde yediydi. 2021 yılına gelindiğinde bu oranlar yer değiştirdi.

Fakat bu yüzyılın başından beri genel küresel eşitsizlik azalmış olsa bile Çin, Hindistan, Rusya, ABD ve hatta kıta Avrupa’sının refah devletleri de dahil olmak üzere pek çok büyük ülkede eşitsizlik arttı. Bu eğilim, sadece Latin Amerika, Bolivya, Brezilya, Meksika ve diğer ülkelerdeki geniş çaplı yeniden dağıtım programları yoluyla yüksek eşitsizlik azaltılarak tersine çevrildi. Üçüncü dönem, birinci dönemi andırıyor; dünyanın bir kısmında gelirlerin artışına, diğer bir kısmında ise göreli olarak düşmesine tanık olunuyor. İlk dönemde Batı’nın sanayileşmesi ve Hindistan’ın (o zamanlar yerli sanayileri bastıran İngilizlerin kontrolü altındaydı) eş zamanlı olarak sanayisizleşmesi söz konusuydu; üçüncü dönemde ise Çin’in sanayileşmesi ve bir dereceye kadar Batı’nın sanayisizleşmesi söz konusu. Ancak içinde bulunduğumuz dönem küresel eşitsizlik üzerinde tam tersi bir etki yarattı. On dokuzuncu yüzyılda Batı’nın yükselişi ülkeler arasındaki eşitsizliklerin artmasına yol açtı. Daha yakın dönemde ise Asya’nın yükselişi küresel eşitsizliğin azalmasını beraberinde getirdi. İlk dönem bir ayrışma dönemiydi; şimdiki dönem ise bir yakınlaşma dönemi.

Zirvede o kadar da yalnız değiller

Kişi seviyesine inildiğinde, Sanayi Devrimi’nden bu yana küresel gelir merdivenindeki bireysel konumların muhtemelen en fazla şekilde değiştiği görülecektir. Elbette insanlar statülerini, nadiren karşılaşacakları uzaktaki diğer insanlara göre değil, çevrelerindekilere göre önemseme eğiliminde olurlar. Fakat küresel gelir sıralamasında gerilemenin gerçek maliyetleri vardır. Küresel olarak fiyatlandırılan pek çok mal ve tecrübe -örneğin, uluslararası spor veya sanat etkinliklerine katılma, egzotik yerlerde tatil yapma, en yeni akıllı telefonu satın alma veya yeni bir televizyon dizisini izleme olanağı- Batı’daki orta sınıf insanlar finansal anlamda için giderek daha ulaşılmaz hale gelebilir. Bir Alman işçi Tayland’da yapacağı dört haftalık tatili, belki de daha az cazip olan başka bir yerde yapacağı daha kısa bir tatille ikame etmek zorunda kalabilir. Venedik’te bir daire sahibi olan dar gelirli bir İtalyan, gelirini artırmak için yıl boyunca kiraya vermesi gerektiğinden dairesinin tadını çıkaramayabilir.

Müreffeh ülkelerin alt gelir gruplarında yer alan insanlar, küresel gelir dağılımında tarihsel olarak üst sıralarda yer aldılar. Ancak şu an gelirleri bakımından Asya’daki insanlar tarafından sollanılıyorlar. Çin’in hızlı büyümesi küresel gelir dağılımının tüm veçhelerini yeniden şekillendirdi ama değişim en çok küresel sıralamanın orta ve üst-orta kısımlarında, yani Batı ülkelerinde genelde işçi sınıfından insanlarla dolu olan kısımda belirginleşti. Çin’in büyümesi daha yukarılarda, dünyada gelir elde edenlerin en üst yüzde beşinde daha az etki yarattı zira henüz yeterince Çinli, en varlıklı Batılıları, özellikle de son 150 ila 200 yıldır küresel gelir piramidinin en tepesine tarihsel olarak hâkim olan Amerikalıları yerinden edecek kadar zenginleşmedi.

Küresel gelir sıralamasının farklı ülkelerdeki insanlar açısından nasıl değiştiğini gösteren şuradaki grafik, 1988 ve 2018’de İtalya’daki ondalık dilimlerle karşılaştırıldığında Çin’deki kentsel ondalık dilimlerin (her bir ondalık dilim o ülkenin nüfusunun yüzde onundan oluşuyor ve en yoksuldan en zengine doğru sıralanıyor) konumlarını göteriyor. Çin’de kentsel ve kırsal alanlar için ayrı hane halkı anketleri yapıldığından ve Çin’in kentsel nüfusu (şu anda 900 milyondan fazla kişi) kırsal nüfusuna kıyasla dünyanın geri kalanıyla çok daha güçlü bir şekilde entegre olduğundan Çinli kent sakinlerinin verilerini kullanıyorum. Kentli Çinliler, 24 ila 29 küresel yüzdelik dilim arasında yükseldi, yani Çin’in belirli bir kentsel ondalık dilimindeki insanlar sadece 30 yıl içinde dünya nüfusunun dörtte birini veya daha fazlasını geçti. Örneğin, 1988 yılında Çin’de medyan kentsel gelire sahip bir kişi, küresel olarak 45. gelir yüzdelik diliminde yer alıyordu. Bu durumdaki bir kişi, 2018 yılına gelindiğinde 70. yüzdelik dilime yükselmiş olacaktır. Söz konusu dönemde Çin’de kişi başına düşen GSYİH’nin yılda ortalama yüzde sekiz gibi olağanüstü yüksek bir oranda büyüdüğü göz önüne alındığında bu durum hiç de şaşırtıcı değil. Fakat Çinli gelir sahiplerinin artan konumu, diğer ülkelerdeki gelir sahiplerinin göreli olarak gerilemesine neden oldu.

İtalya bu etkinin en bariz örneğini sunuyor. 1988 ile 2018 yılları arasında, ülkenin en alt diliminde yer alan ortalama İtalyanlar, küresel sıralamalarının yüzde 20 oranında düştüğüne şahit oldu. İtalya’nın ikinci ve üçüncü en düşük dilimleri küresel olarak sırasıyla altı ve iki yüzdelik dilim düştü. Bu arada, varlıklı İtalyanların küresel konumu Çin’in yükselişinden neredeyse hiç etkilenmedi; daha varlıklı İtalyanların, küresel dağılımın Çin’in büyümesinin muazzam bir değişime yol açtığı kısmının üzerinde yer alma eğiliminde oldukları ortaya çıktı. İtalya’da gözlemlenen değişimler sadece bu ülkeye özgü değil. Ülkesinin en yoksul gelir diliminde olan ortalama bir Alman, 1993’te küresel olarak 81. yüzdelik dilimden 2018’de 75. yüzdelik dilime geriledi. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise en yoksul dilimde yer alan ortalama bir kişi 1988 ve 2018 yılları arasında 74. yüzdelik dilimden 67. yüzdelik dilime geriledi. Fakat varlıklı Almanlar ve Amerikalılar daha önce oldukları yerde kaldılar, yani zirvede.

Veriler, sadece ülkelerdeki eşitsizlik çalışmalarına bakıldığında tespit edilmesi zor olan çarpıcı bir hikâyeyi ortaya koyuyor: Batı ülkeleri giderek küresel gelir dağılımının çok farklı kısımlarına ait insanlardan oluşuyor. Farklı küresel gelir konumları farklı tüketim kalıplarına karşılık geliyor ve bu kalıplar küresel modalardan etkileniyor. Sonuç olarak Batılı ülkelerdeki artan eşitsizlik hissiyatı, nüfusları gelir düzeyleriyle ölçüldüğünde, giderek daha fazla küresel gelir hiyerarşisinin çok farklı kısımlarına ait oldukça akut hale gelebilir. Ortaya çıkacak sosyal kutuplaşma, Batı toplumlarını, zenginlik ve yaşam tarzındaki uçurumların son derece belirgin olduğu pek çok Latin Amerika ülkesine benzetecektir.

Küresel gelir dağılımının orta kısmının aksine en tepedeki kesimin yapısı, son otuz yılda hemen hemen aynı -Batılıların hakimiyeti- kaldı. 1988’de 207 milyon kişi dünyanın en çok kazanan yüzde beşlik kesimini oluştururken, 2018’de bu sayı 330 milyona ulaşarak hem dünya nüfusundaki artışı hem de eldeki verilerin genişlemesini yansıttı. Bu insanlar “küresel varlıklılar” olarak adlandırılabilecek bir grubu temsil ediyor ve daha nadir görülen küresel en üst yüzde birin bir basamak altında yer alıyorlar.

Bu grubun çoğunluğunu Amerikalılar oluşturuyor. Hem 1988’de hem de 2018’de küresel olarak varlıklı olanların yüzde 40’ından fazlası ABD vatandaşıydı. Daha sonra İngiliz, Japon ve Alman vatandaşları geliyor. Genel anlamda Batılılar (Japonya dahil) grubun neredeyse yüzde 80’ini oluşturuyor. Kentli Çinliler küresel zenginler arasına daha yakın zamanda girdi. Onların payı da 2008’de yüzde 1,6 iken 2018’de yüzde 5,0’a yükseldi.

Asya ülkelerinden (Japonya hariç) sadece kentli Çinliler bu grupta yer alıyor. Kentli Hintlilerin ve Endonezyalıların küresel ilk yüzde beş içindeki payları 1988’de önemsizdi. Bu rakamlar 2008 ve 2018 yılları arasında çok az arttı: Hindistan’da yüzde 1,3’ten yüzde 1,5’e; Endonezya’da yüzde 0,3’ten yüzde 0,5’e. Bu oranlar ufak kalmaya devam ediyor. Aynı durum Afrika, Latin Amerika ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar için de geçerli; Brezilya ve Rusya’dakiler hariç, küresel olarak varlıklı olanlar arasına hiçbir zaman kayda değer bir katılım olmadı. Dolayısıyla küresel gelir dağılımının tepesi Batılıların, özellikle de Amerikalıların egemenliğinde kalmaya devam ediyor. Ancak Doğu Asya, özellikle de Çin ile Batı arasındaki büyüme oranları arasındaki fark devam ederse, küresel olarak varlıklı olanlardaki uyruk bileşimi de değişecektir. Bu değişim, dünyadaki iktisadi ve siyasi gücün dengesinin değişmesinin bir göstergesi. Bireysel düzeydeki bu verilerin gösterdiği şey, geçmişte olduğu gibi, bazı güçlerin yükselişi ve diğerlerinin göreli düşüşüdür.

Telafi

Küresel eşitsizliğin ilerideki seyrini tahmin etmek zor. Üç dış şok, içinde bulunduğumuz dönemi daha öncekilerden farklı kılıyor: Ülkelerin büyüme oranlarını düşüren Kovid-19 salgını (mesela Hindistan’ınki 2020’de eksi yüzde sekizdi); ABD ve Çin’in küresel GSYİH’nin üçte birinden fazlasını oluşturduğu göz önüne alındığında, küresel eşitsizliği kaçınılmaz olarak etkileyecek olan ABD-Çin ilişkilerinin bozulması ve dünya çapında gıda ve enerji fiyatlarını yükselten ve küresel ekonomiyi sarsan Rusya’nın Ukrayna’yı işgali.

Bu şoklar ve belirsiz mirasları, küresel eşitsizliğin akıbetini tahmin etmeyi iktisatçılar açısından zor bir görev haline getiriyor. Yine de bazı gelişmeler olası görünüyor. Birincisi, Çin’in artan zenginliği küresel eşitsizliği azaltma kabiliyetini sınırlayacak ve Çin’in üst-orta ve üst sınıfları küresel gelir dağılımının tepesine büyük sayılarda girmeye başlayacaktır. Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerden diğer Asyalıların artan gelirleri de benzeri bir etki yaratacaktır.

Önümüzdeki on yıllarda bir noktada, Çin ve Amerikan nüfuslarının küresel olarak varlıklı olanlar arasındaki payları yaklaşık olarak aynı hale gelebilir; yani, küresel standartlara göre Çin’de de ABD’deki kadar varlıklı insan olabilir. Böyle bir gelişme, dünyadaki iktisadi, teknolojik ve hatta kültürel gücün daha geniş bir değişimini yansıtacağı için önemli.

Bunun tam olarak ne zaman gerçekleşebileceğini belirlemek, iki ekonominin gelecekteki büyüme oranları, iç gelir dağılımlarındaki değişiklikler, demografik eğilimler ve Çin’in devam eden kentleşmesi de dahil olmak üzere pek çok varsayıma dayanan oldukça karmaşık bir hesaplama gerektiriyor. Ancak küresel olarak varlıklı Çinlilerin sayısının küresel olarak varlıklı Amerikalıların sayısına ne zaman eşit olacağını belirlemede en önemli faktör, daha hızlı büyüyen bir Çin ile ABD arasındaki kişi başına düşen GSYİH büyüme oranlarındaki fark. Bu fark (“büyüme farkı” olarak bilinir) 1980’lerde yüzde altı, 1990’larda yüzde yedi iken, Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılımı ile 2008’deki küresel mali kriz arasındaki dönemde yüzde dokuz puana yükseldi. Aradaki fark o zamandan bu yana yaklaşık yüzde dört buçuk puana düştü. Çin’in büyümesi önümüzdeki yıllarda muhtemelen yavaşlayacağı için bu fark daha da azalarak yüzde iki ila dört puan arasında olabilir. Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri şu anda Çin’den biraz daha yüksek bir orana sahip olsa bile, iki ülkenin nüfus artış oranları çok farklı olmayabilir.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, ABD medyan gelirine eşit veya daha yüksek gelir elde eden Çinlilerin mutlak sayısının bu tür Amerikalıların mutlak sayısıyla ne zaman eşleşeceğini tahmin etmek mümkün (İkincisi, tanım gereği, ABD nüfusunun yarısı.) Şu anda, 40 milyondan biraz az Çinli bu koşulu yerine getiriyor (yaklaşık 165 milyon Amerikalıya karşılık). Fakat yılda yaklaşık yüzde üçlük bir büyüme farkı ile 20 yıl içinde iki grup eşit büyüklükte olacaktır; eğer büyüme farkı daha küçükse (örneğin yılda sadece yüzde iki), eşitlik on yıl sonra sağlanacaktır.

Bundan bir ya da bir buçuk nesil sonrası, 1980’lerde Çin’in dışa açılmasından günümüze kadar geçen süreden daha kısa. Çin, Mao 1976’da öldüğünden bu yana kimsenin tahmin edemeyeceği bir şeye çok yaklaşmış durumda: 70 yıl içinde, o zamanlar yoksul olan bu ülkenin ABD kadar zengin vatandaşı olacak.

Afrika motoru

Bu dramatik dönüşümün bir sonucu olarak Çin, artık küresel eşitsizliğin azalmasına katkıda bulunmayacaktır. Ama Afrika ülkeleri gelecekte bu düşüşe öncülük edebilir. Afrika ülkelerinin bu hedefe ulaşmak için dünyanın geri kalanından, özellikle de Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ndeki (OECD) müreffeh ülkelerden ve Çin’den daha hızlı büyümesi gerekiyor. Bu ülkeler yalnızca çoğunlukla yoksul oldukları için değil, doğum oranları dünya genelinde ikame seviyelerinin altına düştüğü, Afrika’nın nüfusunun bu yüzyılda ve hatta belki de bir sonraki yüzyılda artması beklendiği için de burada oldukça önemli bir role sahip.

Ancak Afrika’nın Asya’nın son dönemdeki ekonomik başarısını tekrarlaması pek mümkün görünmüyor. Afrika’nın 1950 sonrası karnesi iyimser olmak için çok az gerekçe sunuyor. Varsayımsal bir hedef olarak en az beş yıl boyunca sürdürülen kişi başına yüzde beşlik büyüme oranını ele alalım; bu iddialı bir hedef ama ulaşılamaz değil, son 70 yılda sadece altı Afrika ülkesi bunu başarabildi. Bu istisnai büyüme dönemlerinin biri hariç tamamında (nüfus açısından) çok küçük ülkeler ve büyümeleri tek ihraç malına (Gabon ve Ekvator Ginesi’nde petrol, Fildişi Sahili’nde kakao) bağlı olan ülkeler söz konusu. Botsvana ve Yeşil Burun Adaları da bunu başardı, fakat bunlar çok küçük ülkeler. Etiyopya, 2005’ten 2017’ye kadar 13 yıl üst üste yüksek büyüme oranını sürdüren tek kalabalık ülkeydi (100 milyondan fazla nüfusa sahip). Bu eğilim, 2020’de yeni bir iç savaşın patlak vermesi ve Eritre ile tekrar başlayan çatışma nedeniyle o zamandan bu yana sona erdi.

Bu basit egzersiz, en kalabalık Afrika ülkeleri olan Nijerya, Etiyopya, Mısır, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya ve Güney Afrika’nın, Çin’in son yıllarda küresel eşitsizliği azaltmada oynadığı rolü oynamak için tarihi trendleri değiştirmesi gerektiğini gösteriyor. Elbette pek çok gözlemci Asya’nın muazzam bir iktisadi büyüme göstermesinin mümkün olmadığını düşünüyordu. Mesela İsveçli iktisatçı ve Nobel Ödülü sahibi Gunnar Myrdal, 1968 tarihli An Inquiry Into the Poverty of Nations (Asya Dramı: Ulusların Yoksulluğu Üzerine İnceleme) adlı kitabında, Asya’nın görünürdeki aşırı nüfusu ve sınırlı teknolojik ilerlemesi göz önüne alındığında, öngörülebilir gelecekte yoksul kalacağını öngörmüştü. Ancak Myrdal’ın kitabının yayımlanmasından sadece on yıl sonra bölge, olağanüstü yüksek büyüme oranları kaydetmeye başladı ve bazı teknoloji alanlarında lider konumuna geldi.

Yardımların büyüme için kayda değer bir itici güç oluşturması pek mümkün değil. Batı’nın Afrika’ya sunduğu yardımlarla ilgili son altmış yıllık tecrübe, bu tür bir desteğin ülkede kalkınmayı garanti etmediğini açıkça gösteriyor. Yardım hem yetersiz hem de önemsiz. Yetersiz çünkü müreffeh ülkeler hiçbir zaman GSYİH’lerinin büyük bir kısmını dış yardıma ayırmadılar; dünyanın en zengin ülkesi olan ABD şu anda GSYİH’sinin sadece yüzde 0,18’ini yardım olarak veriyor ve bunun önemli bir kısmı da “güvenlikle ilgili” şeklinde tasnif ediliyor ve ABD’den askeri teçhizat alımları için kullanılıyor. Fakat yardım miktarları daha fazla olsa bile bu miktarlar önemsiz olacaktır. Afrikalı yardım alıcılarının sicili, bu tür desteklerin anlamlı bir iktisadi büyüme yaratmakta başarısız olduğunu gösteriyor. Yardımlar genelde yanlış dağıtılıyor ve hatta çalınıyor. Bu, özellikle kıymetli bir ürün bahşedilmiş bir ülkenin hala düşük performans gösterdiği “kaynak laneti” gibi etkiler yaratıyor; yani anlamlı bir takip veya daha sürdürülebilir, geniş çapta paylaşılan refah olmadan muazzam başlangıç kazançları görüyorlar.

Afrika’nın durgunluğu devam ederse, bu durgunluk pek çok insanı göç etmeye itmeye devam edecektir. Nihayetinde, göçten elde edilen kazançlar muazzam: Tunus’ta medyan gelire sahip bir kişi Fransa’ya taşınır ve orada, örneğin 20. Fransız gelir yüzdelik diliminde kazanmaya başlarsa, çocukları için daha iyi yaşam şansları yaratmanın yanı sıra kazancını neredeyse üç katına çıkarmış olacaktır. Sahra altı Afrikalılar Avrupa’ya taşınarak daha da fazla kazanabilirler: Uganda’da medyan gelir elde eden bir kişi Norveç’e taşınır ve Norveç’in 20. yüzdelik dilimi seviyesinde kazanırsa kazancını 18 katına çıkarmış olacaktır. Afrika ekonomilerinin daha zengin akranlarını yakalayamaması (ve dolayısıyla küresel gelir eşitsizliğinde gelecekte bir azalma sağlayamaması) daha fazla göçü teşvik edecek ve müreffeh ülkelerde, özellikle de Avrupa’da yabancı düşmanı, nativist siyasi partileri güçlendirebilecektir.

Afrika’nın doğal kaynaklarının bolluğu süregelen yoksulluğu ve zayıf hükümetleriyle birleştiğinde, baskın küresel güçlerin kıta üzerinde rekabet etmesine yol açacaktır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Batı Afrika’yı ihmal etmiş olsa da Çin’in kıtaya yaptığı son yatırımlar ABD ve diğerlerini kıtanın önemi konusunda uyardı. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), sadece dikkatini Afrika’ya kaydırmakla kalmayıp aynı zamanda Çin’in tercih ettiklerine benzer şekilde daha fazla “tuğla ve harç” altyapı projelerine odaklanmaya karar vererek dolaylı yoldan Çin’in gururunu okşadı. Afrika ülkeleri büyük güç rekabetinin kendileri için o kadar da kötü olmayabileceğini öğreniyorlar, zira bir süper gücü diğerine karşı oynayabilirler. Fakat kıtanın müttefikler ve düşmanlar olarak bölündüğü, bunların da rekabet ettiği ve hatta savaşa girdiği daha kötü bir senaryo da var. Bu kaos, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun başarısını tekrarlayabilecek bir ortak Afrika pazarı idealini daha da uzak bir ihtimal haline getirecektir. Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde bastırabilecek bir büyüme artışı yakalama ihtimali zayıf.

Geleceğin dünyası

Küresel eşitsizlik hangi yönde ilerlerse ilerlesin, önümüzde ciddi bir değişim var. Çin’in büyümesi önemli ölçüde yavaşlamadığı sürece, Çin vatandaşlarının küresel gelir dağılımının üst kesimlerindeki payı artmaya devam edecek ve buna paralel olarak Batılıların bu gruptaki payı azalacaktır. Bu değişim, Sanayi Devrimi’nden bu yana var olan, Batılıların ezici bir çoğunlukla küresel gelir piramidinin tepesinde temsil edildiği ve yoksul Batılıların bile küresel anlamda üst sıralarda yer aldığı durumdan belirgin bir değişimi ifade edecektir. Batı’daki alt ve alt-orta sınıfların küresel gelir konumundaki kademeli düşüşü, yeni bir yerel kutuplaşma kaynağı yaratıyor: Belirli bir Batı ülkesindeki zenginler küresel anlamda zengin kalmaya devam edecek ama o ülkedeki yoksullar küresel sıralamada aşağıya doğru kayacak. Küresel eşitsizliğin azalma eğilimine girmesi için kalabalık Afrika ülkelerinde güçlü bir iktisadi büyümeye ihtiyaç var ama bu pek olası görünmüyor. Afrika’dan yapılan göç, kıtanın kaynakları üzerindeki büyük güç rekabeti, yoksulluk ve zayıf hükümetlerin devamlılığı, Afrika’nın geçmişte olduğu gibi muhtemelen geleceğinde de yer alacak.

Yine de daha eşit bir dünya, faydalı bir hedef olmaya devam ediyor. Ülkeler arasında eşitliğin önemini, ekonomi politiğinin kurucusu olan on sekizinci yüzyıl İskoç filozof Adam Smith’ten daha iyi kavramış çok az düşünür var. Büyük eseri Ulusların Zenginliği‘nde[3], Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki zenginlik ve güç uçurumunun nasıl sömürgeleştirmeye ve haksız savaşlara yol açtığını gözlemlemiş, “Güç üstünlüğü… Avrupalıların elindeki güç öylesine büyüktü ki, bu uzak ülkelerde her türlü adaletsizliği cezasızlıkla yapabiliyorlardı,” diye yazmıştı. Büyük eşitsizlikler şiddeti ve acımasızlığı körüklüyordu, ancak Smith yine de umuda yer bırakıyordu. Smith, “Belki bundan sonra bu ülkelerin yerlileri daha da güçlenebilir ya da Avrupa’nın yerlileri daha da zayıflayabilir. Ve dünyanın tüm farklı bölgelerinin sakinleri, karşılıklı korku uyandırarak, bağımsız ulusların adaletsizliğini tek başına aşıp birbirlerinin haklarına bir tür saygı duymalarını sağlayacak cesaret ve güç eşitliğine ulaşabilirler,” hayalini kuruyordu.

[1] Diğer adıyla “Avrupa mucizesi”; Batı dünyasının (yani Batı Avrupa toplumlarının baskın hale geldiği ülkelerinin) 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Babür Hindistan’ı, Qing Çin’i, Tokugawa Japonyası ve Joseon Kore’sini gölgede bırakarak dünyanın en güçlü ve zengin medeniyeti olarak ortaya çıktığı sosyoekonomik değişim. (ç.n.)

[2] Sovyet bürokrasisinde çeşitli önemli idari mevkileri tutan elitler için kullanılan terim. (ç.n.)

[3] İktisatçı Adam Smith’in 1776’da çıkan eseri, çağdaş iktisat alanındaki ilk eser. Klasik ekonominin en temel eserlerinden birisi olarak kabul görür. (ç.n.)

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.

İsrail Hegemon Olamaz

İsrail hükümeti, bölgesel hakimiyet için hamle yapıyor; ancak bu büyük ihtimalle başarılı olmayacak.

Stephen M. Walt, 16 Haziran 2025

İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.

Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?

İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?

Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.

Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.

Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.

Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.

Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.

İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.

En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.

Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.

Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English