AMERİKA
ABD’de kritik dava: Büyük Teknoloji şirketleri, devlet müdahalesine karşı
Yayınlanma
Geçen pazartesi günü, ABD Yüce Mahkemesi, son elli yıldır Amerikan iktisadi düzenine rehberlik eden bazı temel fikirlere meydan okuyan önemli bir davayı dinledi.
Davanın bilinen adı ‘NetChoice v. Paxton’ (NetChoice, Paxton’a karşı) ve cevabı aranan soru, Anayasa’nın Birinci Maddesinin ‘ifade özgürlüğü’ kisvesi altında Google, Meta, Amazon ve TikTok gibi teknoloji platformlarının ekonomik regülasyonunu yasaklayıp yasaklamadığı idi.
NetChoice, çevrimiçi işletmelerin ticaret birliği olarak işlev görüyor. NetChoice’ın üyeleri arasında Amazon, Google, Lyft, Meta, Nextdoor, PayPal, Snap, TikTok, Verisign, Waymo ve X bulunuyor.
NetChoice ve mali kaynakları
NetChoice, Google, Facebook, Amazon ve TikTok tarafından finanse edilen bir lobi grubu ve öncelikle bu tür firmaları kısıtlamak için tasarlanmış kamu kurallarına karşı dava açıyor.
Bütçesi ise bir hayli büyük: Federal hükümetin tüm Tekel Karşıtı departmanının yaklaşık %15’ine eşit.
NetChoice, Florida’daki benzer bir yasanın yanı sıra, yasayı engellemek için derhal dava açtı. Büyük teknoloji firmaları ilk başta bu davayı ‘partizan bir mücadele’ olarak göstermeye çalıştı, çünkü Teksas büyük teknoloji firmalarına karşı siyasi muhafazakârları savunmaya çalışıyordu.
Fakat bu girişim başarısız oldu, çünkü Demokratların yönetimindeki California’nın ‘California Yaşa Uygun Tasarım Kodu Yasası’ gibi, NetChoice’un engellemek için dava açtığı bir dizi başka yasa da var.
Davaların özeti
2021’de Florida ve Teksas eyaletleri, 50 milyondan fazla Amerikalı kullanıcısı olan sosyal medya platformlarının kullanıcılara karşı bakış açısına göre ayrımcılık yapamayacağını zorunlu kılan bir yasa çıkardı. Yasalar açıkça Donald Trump’ın Twitter ve Facebook’tan atılmasına karşı bir tepki olarak gündeme gelmişti.
İki teknoloji grubu, 2021’de federal mahkemede Florida yasasına itiraz etti. Bölge mahkemesi, tedbirin uygulanmasını engelledi ve bunun muhtemelen Birinci Maddeyi ihlal ettiğini belirledi. Florida, ABD 11. Daire Temyiz Mahkemesi ticaret gruplarının yanında yer almadan önce karara itiraz etti.
Davanın sonucu, trilyonlarca dolarlık piyasayı ekonomik olarak doğrudan etkileyecek. Ama daha önemlisi, ABD’deki siyasi ve toplumsal sonuçları gibi görünüyor. Büyük Teknoloji firmalarına karşı tekel karşıtı, mahremiyet hakları, medeni haklar ve ifade özgürlüğü konularında iddialar var ve Kongre ve eyalet yasama organları, bu şirketlerin ‘gözetleme reklamcılığını’ ve çocukları nasıl istismar ettiğini ele almak için hareket ediyor.
Bu dava, bu karşı siyasi hamlelerin bir kısmını veya tamamını bozma tehdidinde bulunuyor, çünkü Büyük Teknoloji şirketlerinin avukatlarının yola çıktığı temel öncül, Amerikan Anayasasının, demokratik olarak seçilmiş yetkililerin, kararları önemli toplumsal sonuçlara yol açsa bile, özel teknoloji platformlarına müdahalesine izin vermediği iddiası.
Dava ilerledikçe ve tartışmalar ortaya çıktıkça, bir dizi ilginç ve tuhaf soru gündeme geldi. Örneğin, Facebook’un hizmetlerini ırksal veya dini olarak ayrımcılığa göre verme veya çocukları bağımlı hale getiren hizmetler oluşturma konusunda Birinci Maddeden kaynaklı bir hakkı var mı? Şirketin avukatı Paul Clement’e göre cevap “Evet.”
Bir başka örnek: Google, siyasi anlaşmazlık nedeniyle Tucker Carlson veya Rachel Maddow’un Gmail hesabını silebilir mi? Şirket avukatına göre cevap yine “Evet.”
Bir başka örnekte, Yargıç Neil Gorsuch, Gmail gibi teknoloji şirketlerinin, şirketlerin kabul etmediği ırk, siyaset ve din gibi konulardaki e-postaları ve özel doğrudan mesajları silip silemeyeceğini sordu. Clement, bunun ‘eşit koruma’ maddesinin nasıl uygulandığına bağlı olarak karara bağlanması gerektiğini, fakat ‘bu meselenin [de] özünde editoryal kararları içerdiğini’ söyledi.
ACLU, mahremiyet çalışan hukuk profesörleri, Etsy gibi firmalar, tarihçiler, sivil haklar grupları, ABD Ticaret Odası ve General Stanley McChrystal gibi ulusal güvenlik uzmanları gibi çeşitli üçüncü taraflar da Büyük Teknoloji şirketlerine destek çıktı.
Argümanlar ve karşı argümanlar: Kamusal alan masaya yatırıldı
Florida Başsavcısı Henry Whitaker, sosyal medya platformlarının sansür politikalarını ‘tutarsız bir şekilde’ uygulama ve belirli kullanıcıları platformdan çıkarma veya sansürleme konusunda Birinci Madde hakkına sahip olmadığını savunarak davasını ortaya koydu.
Whitaker, sosyal medya platformlarının ‘kendilerini ifade özgürlüğü için tarafsız forumlar olarak pazarlayarak’ başarıya ulaşmasına rağmen, artık ‘çok farklı bir tondan konuştuklarını’ savundu.
Whitaker, “Sitelerinde barındırdıkları her şeyi sansürlemek için geniş bir Birinci Madde hakkına sahip olduklarını iddia ediyorlar, bunu yaparken tüketicilere kendi temsilleriyle çelişse bile. Fakat Birinci Maddenin tasarımı, konuşmanın bastırılmasını önlemektir, onu etkinleştirmek değil,” dedi.
Baş Yargıç John Roberts ise endişe duymaları gereken ilk şeyin ‘modern kamusal alanı’ eyaletin düzenlemesi gerektiği olup olmadığını sorguladı. Whitaker ise cevap olarak, büyük işletmelerin konuşmacıları susturma gücüne sahip olması nedeniyle, eyaletlerin fikirlerin özgürce yayılmasını sağlamakta çıkarları olduğunu savundu.
Teksas Başsavcısı Aaron Nielson da ‘milyarlarca insanın konuşmasına pasif bir şekilde ev sahipliği yapan platformların kendileri konuşmacılarsa ve ayrımcılık yapabiliyorsa, konuşulacak bir kamusal alan olmayacağını’ savundu.
Yargıçların kafası karışık
Davaya bakan Yüce Mahkeme yargıçlarının ise ‘ifade özgürlüğü’ meselesiyle nasıl başa çıkacağı hâlâ muamma.
Örneğin Yargıç Gorsuch, ‘gençleri bağımlılığa veya intihara, depresyona ve bu tür şeylere çekmek için özel olarak tasarlanmış algoritmaların’ ifade özgürlüğü kapsamında olup olmadığını ve bu nedenle devlet tarafından düzenlenip düzenlenemeyeceğini sordu.
Avukat Clement’in cevabı, bunları devletin düzenleyemeyeceği yönündeydi.
Yargıç Barrett, büyük teknoloji firmalarının dine dayalı olarak kullanıcıları yasaklayıp yasaklayamayacağını sordu. Yine, cevap evetti: Eğer Google, platformunda yalnızca Katoliklerin bulunmasına izin vermek istiyorsa, ‘Protestanların Katolik partisine girmesine izin vermemek’ için bir Birinci Maddeye dayalı hakkı vardı.
Regülasyon karşıtlığında Jim Crow esintileri
Teknoloji şirketlerinin ‘devlet müdahale edemez’ argümanının izi, ABD’deki Sivil Haklar hareketi ve buna yönelik muhfazakâr tepkiye kadar götürülebilir.
1964 Sivil Haklar Yasası ve buna karşı çıkan Yale Üniversitesi’nin ‘efsanevi’ hukuk profesörü Robert Bork’un adı bu nedenle yeni dava ile birlikte tekrar gündeme geldi. Bork, sivil haklar hareketinin ırksal ayrımcılığa karşı mücadelesi ile ilgili olarak, ırksal ayrımcılığın ‘özelleştiği’ müddetçe savunulabileceği yargısında bulunmuştu.
Bork’un ırksal ayrımcılığı savunan The New Republic makalesi o kadar tartışma yaratmıştı ki, Güneyli köle sahiplerinin torunları memnuniyetlerini gizleme gereği duymamıştı; hatta, Güney Carolina’lı bir banker, Bork’a bir mektup yazarak, ‘Yale’de bir Goldwater adamına sahip olmanın kendileri için çok cesaret verici’ olduğunu söylemişti. Barry Goldwater, Arizona’nın efsanevi muhafazakâr senatörünün adıydı.
The New Republic editörleri ise, Bork’un yasal görüşlerine karşı sağlam bir argüman sunuyorlardı: Tüm aksi iddialara rağmen, çağlardan beri, özel mülkiyet sahipleri bazı kamusal dayatmalar çerçevesinde işlerini görebilirdi. Örneğin İngiliz örfi hukukunda, bir hancı, ayık ve düzenli olmak kaydıyla, tüm müşterileri kabul etmekle mükellefti. ABD’deki Güneyli işletmeler ve Bork ise, özel mülkiyet hukukunu kötüye kullanıyor ve kamusal zorunluluklardan tam muafiyet talep ediyorlardı.
Bork, makalesinde ırkçılığı görünşte savunmuyordu; onun kişisel fikrine göre ırkçılık ‘iğrenç’ti. Ama püf noktası burası değildi: Ona göre, devletin, iş adamlarının özel mülklerini kullanma şartlarını dikte etmede hiçbir rolü yoktu.
Güneyli mülkiyet hakkı neoliberal finansallaşma ile birleşirse…
Yale profesörü aslında, Amerikan İç Savaşı esnasında, Atlantik’in iki yakasındaki kölelik savunucularının argümanlarını tekrar ediyordu. Güneyli köle sahipleri ve destekçileri, kölelerinin kendi özel mülkleri olduğunu söyleyerek, özel mülkiyete yönelik devlet müdahalesinin liberalizmin temel ilkesine aykırı olduğunu savunuyorlardı.
Amerikan İç Savaşı’nı kölelik karşıtı Kuzeyli cumhuriyetçiler kazansa da, savaştan hemen sonra Güney ile uzlaşmaya gidildi ve buradaki beyaz toprak sahiplerine ırksal ayrımcılık uygulama hakkı verildi. ‘Jim Crow yasaları’ olarak bilinen bu yasalar, Güneyde ırksal ayrımcılığı pekiştirirken, siyahiler örneğin otobüslere veya otellere beyazlarla birlikte giremez hale gelmişti.
‘Jim Crow’ ifadesinin kökeni, ilk kez 1828’de, beyaz aktör Thomas D. Rice tarafından siyah suratlı bir şarkı ve dans karakteri olan ‘Jump Jim Crow’a atfediliyor. Rice’ın şöhretinin bir sonucu olarak, Jim Crow 1838’de ‘Zenci’ anlamına gelen aşağılayıcı bir ifade haline gelmişti. Güney yasama organları, 19. yüzyılın sonunda Afrikalı Amerikalılara yönelik ırk ayrımcılığı yasalarını kabul ettiğinde, bu yasalar ‘Jim Crow yasaları’ olarak tanındı.
1964’te federal düzeyde ırksal ayrımcılık uygulamasına son verilse de bu argümanların güçlü bir siyasi etkisi olmaya devam etti. Güney, kamu hizmeti kurallarını ve tekelcilik karşıtı kuralları her zaman desteklemişti, çünkü Güneyliler bu yasal araçları Kuzey sermayesinin ezici gücü üzerindeki kontroller olarak gördüler.
Bork, 1960’lı yıllarda iktisadi olarak da, büyük şirketler karşısında küçükleri koruyan tekel karşıtı yasalara karşı çıkarak bunların ‘verimsiz’ ve tüketicilere zararlı olduğunu savunmuştu. Fortune dergisindeki yazısının ardından Bork, büyük şirketler tarafından el üstünde tutulmaya başlanmış ve cezbedici ücretlerle ‘araştırma’ fonlarına erişim sağlamıştı.
Neoliberal dönemle birlikte hız kazanan deregülasyon eğilimi, hem tekel karşıtı küçük şirketleri hem de Güneyli beyaz mülk sahiplerini ‘devlet [müdahalesi] karşıtı’ bir düzlemde siyasallaştıracak ve bunlar, dönemin aşırı finansallaşmasının kuralsızlaşma isteği ile ortaklaşacaktı.
Ama işin garibi, Bork’un tezleri liberal solu da etkileyecekti. Sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşme eğiliminde bir sorun görmeyen Bork, iktisadi uzmanlığı severken, popülizmi ve küçük işletmeciliği sevmiyordu. Bork için bu, tüketici hakları meselesiydi ve tam da bu nedenle tekellerin fiyat kontrollerine gitmesini de onların mülkiyetten doğan hakları olarak gördüğünü yazıyordu.
Dolayısıyla, fiyat kontrollerinin her türlüsü artık yasaldı, cinsiyet ve ırk ayrımına dayalı olanları hariç. Bunun önünde bir engel olup olmadığı, Yüce Mahkeme’deki dava ile birlikte açıklığa kavuşabilir. Ama Büyük Teknoloji’nin savunmasında, Bork’un Sivil Haklar karşıtı ve tekel yanlısı akıl yürütmesinin izi rahatça sürülebilir.
İlginizi Çekebilir
-
Elon Musk’tan X-TikTok karşılaştırması: ‘Mütekabiliyet olmalı’
-
Steve Bannon: Ukrayna’nın Trump’ın Vietnam’ı olma riski var
-
Trump ilk 100 günde Çin’i ziyaret edecek mi?
-
Almanya ekseninde Trump paniği ve AB’yi ‘bağımsız kılma’ planı
-
Polonya, Trump ile alışverişe hazırlanıyor
-
Lindsey Graham İran’ın nükleer programına karşı askeri harekat istiyor
AMERİKA
Elon Musk’tan X-TikTok karşılaştırması: ‘Mütekabiliyet olmalı’
Yayınlanma
12 saat önce20/01/2025
Yazar
Harici.com.trElon Musk, ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın TikTok’un ABD’de yasaklanmasını ertelemeye hazırlanmasının ardından, Pekin’in hassas olduğu konularda kendisinden nadir görülen bir eleştiriyle, ABD-Çin teknoloji ilişkilerindeki “mütekabiliyet eksikliğine” itiraz etti.
Elektrikli otomobil şirketi Tesla’nın ana pazarı ve üretim merkezi olan Çin’de uzun süredir yetkililerle yakın ilişkiler kurmaya çalışan Musk, Pekin’le ilgili açıklamalarında yıllardır dikkatli davranıyor.
Fakat pazar günü Trump’ın Çinli teknoloji grubu ByteDance’ın, ABD yasaları uyarınca yasaklanan ve kısa süreliğine çevrimdışı kalmasına neden olan TikTok’tan ayrılması için verilen süreyi “büyük olasılıkla” uzatacağını söylemesinin ardından “bir şeylerin değişmesi gerektiğini” söyledi.
Musk, TikTok uygulamasının ifade özgürlüğü gerekçesiyle yasaklanmasına karşı çıkarken, “TikTok’un Amerika’da faaliyet göstermesine izin verilirken X’in Çin’de faaliyet göstermesine izin verilmediği mevcut durumun dengesiz olduğunu” söyledi.
Musk’ın yorumları sorulan Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü yaptığı açıklamada, Pekin’in yasalarına uyan her şirketi memnuniyetle karşıladığını ve yurtdışındaki Çinli grupların yerel kurallara uymakla yükümlü olduğunu söyledi.
Trump’ın ABD’de yeniden hizmet vermeye başlayan TikTok’u bir ABD-Çin ortak girişimine itme önerisine yanıt veren Mao, Çinli grupların operasyonlar ve anlaşmalar konusunda “bağımsız karar vermeleri” gerektiğini söyledi.
Tesla üçüncü çeyrekte satışlarının neredeyse dörtte birini Çin’den elde etti ve Şanghay’daki fabrikasından üçüncü ülkelere daha da fazla araç ihraç etti.
Financial Times’a (FT) göre bazı analistler Pekin’in, Çin’den yapılan ithalata uygulanan gümrük vergilerini arttırma sözü veren Trump’a karşı potansiyel bir aracı olarak Musk’a umut bağladığına inanıyor.
Musk pazar günü ayrıca Trump’ın yemin töreninde Başkan Xi Jinping’i temsil edecek olan Çin Başkan Yardımcısı Han Zheng ile de bir araya geldi.
Çin devlet haber ajansı Xinhua’nın haberine göre Han, Musk ile görüştü ve Tesla dahil ABD’li şirketleri fırsatları değerlendirmek ve “Çin’in kalkınmasının meyvelerini paylaşmak üzere” ağırladı.
AMERİKA
Steve Bannon: Ukrayna’nın Trump’ın Vietnam’ı olma riski var
Yayınlanma
13 saat önce20/01/2025
Yazar
Harici.com.trDonald Trump’ın eski baş stratejisti Steve Bannon, POLITICO’ya verdiği geniş kapsamlı bir mülakatta, yeni başkanın Ukrayna’dan “net bir kopuş” yapamama tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve tıpkı Richard Nixon’ın Vietnam’dan çekilme girişimlerinde olduğu gibi savaşın daha da derinlerine çekilebileceği uyarısında bulundu.
Bannon, ABD’nin Kiev’e yaptığı askeri yardımın sona erdirilmesini savunuyor ama eski patronunun, Amerikan savunma sanayii, Avrupalılar ve hatta Bannon’ın artık yanlış yönlendirildiğini savunduğu kendi arkadaşlarından oluşan beklenmedik bir ittifak tarafından kurulan tuzağa düşmesinden korkuyor.
Bunlar arasında Trump’ın Ukrayna ve Rusya özel temsilcisi olarak seçtiği emekli ABD’li general Keith Kellogg da var.
Bannon, “Eğer dikkatli olmazsak, bu Trump’ın Vietnam’ına dönüşecek. Richard Nixon’ın başına gelen de buydu. Sonunda savaşı sahiplendi ve savaş Lyndon Johnson’ın değil onun savaşı olarak tarihe geçti,” dedi.
Kellogg, üç yıldır süren savaşı sona erdirecek herhangi bir anlaşmanın, Rusya’nın tekrar savaş başlatmayacağından emin olmak için Ukrayna için sağlam güvenlik garantileri içermesi gerektiğini savunuyor.
Yine Kellogg düzgün bir anlaşmaya varılması için Moskova’ya baskı yapmak üzere ABD askeri yardımının sürdürülmesinden söz ediyor.
Kellogg ile dostluğuna rağmen Bannon, bu tür bir gecikmenin ABD’nin kazanılamayacağına ve Amerika’nın ulusal çıkarlarına uygun olmadığına inandığı bir savaşın daha da derinlerine çekilmesi riskini artıracağını düşünüyor.
POLITICO’ya göre Bannon perde arkasında, Trump’ın bugün yapacağı başkanlık konuşmasında savaşı hızla sona erdireceğini ilan etmesi için hararetli bir lobi faaliyeti yürütüyor.
Bannon günlük radyo programında ve podcast’inde bu açıklamanın ilk günden yapılması için kampanya yürütüyor. Eski danışman, “Pazartesi günü bir şey olması, bir duyuru yapılması için şu anda çıldırıyorum. Çünkü Kellogg bunun 100 gün süreceğini söylerken, eski dış politika uzmanları altı ay diyor,” dedi.
Trump’ın Ukrayna lideri Volodimir Zelenskiy’e, “Şehirde yeni bir şerif var ve bir anlaşma yapacağız ve bunu hızlı bir şekilde yapacağız,” demesi gerektiğini savunuyor.
Bannon’a göre Zelenskiy, Trump’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu, Hamas ile rehineler karşılığında ateşkes anlaşmasını kabul etmeye nasıl zorladığını da not etmeli.
Avrupa-ABD ilişkileri hakkında da konuşan Bannon, Avrupa’nın Trump’ın ikinci döneminin “ne kadar önemli olacağını takdir ettiğini düşünmediğini” söyledi.
Avrupalılar ve transatlantik ittifak hakkında sert konuşan Bannon, “NATO’ya bakarsanız, savaşmaya hazır Avrupalılardan oluşan iki muharip tümeni bir araya getirebileceğini sanmıyorum,” diyerek NATO’nun bir ittifak olmaktan ziyade bir Amerikan himayesine dönüştüğünden şikayet etti.
Bannon, Avrupa’nın erken emeklilik ve tam sağlık hizmetlerini “bedel ödemeden aldığını” çünkü “kendi savunmaları için ödeme yapmadığını” ileri sürdü.
Bannon aynı zamanda Rusya lideri Vladimir Putin’in de hayranı olmadığını vurguladı. Eski danışman, “Putin kötü bir adam. Hem de çok kötü bir adam. KGB de kötü adamlar. Ama Rusya’nın Avrupa üzerindeki etkisi konusunda endişelenerek geceleri uykularım kaçmıyor,” dedi.
Rusya’nın ordularının “Kiev’e bile ulaşamadığını,” “Harkov’u bile alamadığını” savunan Bannon, Avrupalıların da Rusya’yı gerçek bir tehdit olarak görmediklerini ileri sürerek, “Görselerdi oyuna çok daha fazla para ve asker sokarlardı,” diye devam etti.
Bannon 2025 yılını Franklin D. Roosevelt’in ilk seçildiği ve New Deal’ı başlattığı 1932 yılına benzetti.
“Bizim [seçim] koalisyonumuz 2016’dakinden çok daha büyük, çok daha geniş, çok daha derin” diyen Bannon, ‘idari devletin yapısökümü’ de dahil olmak üzere daha fazlasının yapılabileceğini söyledi.
Trump’ın Grönland’ı satın alma planına da destek veren Bannon, eski bir deniz harp subayı olarak Amerikan anavatanının hem Rusya hem de Çin’e karşı güvende olmasını sağlamak için Kuzey Kutbunu çok önemli gördüğünü söyledi.
Bannon, “Trump Grönland’ı işgal etmeyecek. Buna gerek yok. Bağımsızlık için oy kullanacaklar ve sonra da ABD’ye katılmak için oy kullanacaklar,” dedi.
Aynı şekilde Panama Kanalının kontrolünü ele geçirmenin de Amerikan savunması için önemli olduğunu ileri süren eski danışman, “Panama’daki insanlar oradaki elitler tarafından kazıklandı. Temelde anlaşmalar yapıyorlar. Bu açık bir sır. ÇKP [Çin Komünist Partisi] ile anlaşmalar yaptılar. Satın alındılar ve paraları ödendi ve kanalı onlara devrettiler. Bu iş bitiyor,” iddiasında bulundu.
Çok sayıda Avrupalı liderin kendilerini Winston Churchill gibi gördüğünü savunan Johnson, özellikle “savaş suçlusu” olarak nitelendirdiği eski İngiliz Muhafazakâr lider Boris Johnson’a dikkat çekti.
Ukrayna savaşının Avrupa’nın son birkaç yıldaki en önemli başarısızlığı olduğuna işaret eden Bannon, “Bunun nedeni de Boris Johnson ve [Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel] Macron gibi kendi savunmaları için ödeme yapmayan fantezicilere sahip olmamız. Büyük adam olmak istiyorlar. Hepsi başkalarının parasıyla ve başkalarının hayatıyla Winston Churchill olmak istiyor,” ifadelerini kullandı.
Bannon’un şu anda Trump üzerinde ne kadar etkili olduğu bilinmiyor. İkili, Bannon’ın gazeteci Michael Wolff’un kitabında yayınlanan yorumlarında Trump’ın ailesini eleştirmesi, başkanın zekasıyla alay etmesi ve Beyaz Saray’ın işleyişini eleştirmesinin ardından anlaşmazlığa düştü. Trump Bannon’ı reddetti ve onu “aklını kaçırmakla” suçladı.
Fakat ikili bir yıldan kısa bir süre sonra aralarını düzeltti ve Trump Bannon’ı “en iyi öğrencilerimden biri” olarak nitelendirdi ve onunla çalışmayı “sevdiğini” söyledi.
Öte yandan yakın zamanda Elon Musk ile kavgaya tutuşan Bannon, teknoloji milyarderinin meziyetlerini de kabul etmek zorunda kaldı.
Musk’ın “rastgele bir unsur” olabileceğinden şikayet ederken, seçimlerde Trump’a verdiği para ve desteğin önemli olduğunu söyledi ve Musk’ın Avrupa üzerinde büyük bir etkisi olacağını öngördü.
Bannon, “Avrupa’nın ona hazır olduğunu sanmıyorum. Elinde iki taktik nükleer silah var: sınırsız para ve sosyal medya platformu. Önemli olan şeyleri yönlendirebilir ve diğer herkesi ezebilir,” diye ekledi.
Bannon’a göre Musk, ABD’de olduğu gibi tam anlamıyla devreye girerse, Avrupa kıtasında onun saldırısına dayanabilecek merkez sağ ya da merkez sol bir hükümet bulunmuyor.
AMERİKA
ABD, tarihinde hangi toprakları satın aldı?
Yayınlanma
15 saat önce20/01/2025
Yazar
Harici.com.trABD Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçi üyeler, Donald Trump’ın 20 Ocak’ta Danimarka ile Grönland’ı satın almak amacıyla müzakerelere başlamasına olanak tanıyacak bir yasa tasarısı hazırladı.
Dolarla ödeme yaparak toprak kazanmak, Amerikalılar için alışılmış bir durum. Zaten ülkenin topraklarının neredeyse yarısını bu şekilde elde ettiler.
Danimarka Adaları
Amerikalılar Grönland’ı satın alma fikrini ilk kez düşünmüyor. 1867’de bu fikri ABD Dışişleri Bakanı William Henry Seward desteklemişti. Ancak o zamanlar bu fikir, vatandaşlar arasında pek anlaşma bulamadı. 1910’da Amerikan hükümeti bu fikre geri döndü. ABD’nin Danimarka Büyükelçisi Maurice Francis Egan, Danimarka’nın Grönland’ı ABD’ye vermesi ve karşılığında Filipinler’in güneyindeki Mindanao adasını almasını öneren karmaşık bir plan sundu. Danimarka, bu adayı yarım yüzyıl önce Avusturya-Prusya-Danimarka Savaşı’nda kaybettiği topraklarla değiştirmeyi umuyordu. Bu topraklar, Güney Jutland ya da Almanca adıyla Schleswig’di. Fakat bu plan hiçbir zaman hayata geçirilmedi ve Danimarka, Jutland’ı 1920’de I. Dünya Savaşı’nın sonunda geri aldı.
ABD, bir sonraki Danimarka topraklarına yönelik girişiminde karmaşık planlara başvurmadı ve sadece Virgin Adaları için 25 milyon dolar teklif etti. Bu miktar, o dönemde Danimarka’nın yıllık bütçesinin neredeyse yarısına denk geliyordu. 1916’da yapılan referandumda, Danimarka anakarasında yaşayanların yüzde 64,2’si bölgenin satılması yönünde oy kullandı. Adalarda yaşayanlar ise neredeyse tamamen ABD’ye katılmayı destekledi. 17 Ocak 1917’de ABD, anlaşmayı tamamladı. Ancak adalılar, Amerikan pasaportu alabilmek için 10 yıl beklemek zorunda kaldı.
Fakat Amerikalılar Grönland’ın peşini bırakmadı. 1946’da Başkan Harry Truman, Danimarka’ya Grönland için 100 milyon dolar teklif etti ve buna ek olarak Alaska’daki petrol yataklarının bir kısmını vaat etti. Son olarak, 1967’de Lyndon Johnson döneminde Dışişleri Bakanlığı, Danimarka’ya Grönland ve İzlanda’yı satıp satmayacaklarını sordu. Ancak Amerikalılar her iki durumda da ret cevabı aldı.
Şimdi ise anlaşma yapmak için daha çok Danimarka’dan ziyade Grönland’ın kendisiyle pazarlık yapmak gerekiyor. 1979’da Danimarka parlamentosu (Folketing), adaya geniş bir özerklik tanıdı. Öyle ki, 10 yıl sonra Grönland, fok avlama hakkını savunarak Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan (AET, AB’nin öncülü) ayrıldı, ancak Danimarka birliğe üye kaldı. 2009’da bölge daha da geniş bir özerklik elde etti. Artık Danimarka, adanın sadece dış politikasından ve savunmasından sorumlu. Tabii, bütçesinin yarısını da sübvanse ediyor.
Donald Trump’ın son açıklamalarının ardından Danimarka Kralı Frederik, Grönland’ı vermeyeceğini, hatta krallığın armasını değiştirerek bunu ima etti. Eskiden kalkanın dörtte birinde Grönland (beyaz ayı), Faroe Adaları (koç) ve Danimarka, Norveç ve İsveç’i temsil eden üç taç sembolü bulunuyordu.
Grönland’ın özerk hükümetinin başbakanı Mute Egede, adanın satılık olmadığını, hem ABD’den hem de Danimarka’dan bağımsızlığını önemsediğini belirtti. Egede, 2025’teki parlamento seçimlerinin ardından Grönland’ın Danimarka Krallığı’ndan ayrılması için “önemli adımlar” atmayı planlıyor. Neyse ki, Danimarka yasaları bunu mümkün kılıyor.
Fransız Plantasyonları
Amerika, topraklarını yerli Kızılderililerden neredeyse bedavaya satın almaya başladı. Örneğin, 1626’da Yeni Hollanda Valisi Peter Minuit, sahip olduğu Manhattan adası için mücevher, giysi ve bıçaklardan oluşan 60 gulden değerinde eşyalar ödedi. Şimdi ise bu eşyaların toplamıyla orada bir metrekare bile satın alınamaz.
Beyazlar, topraklarını Kızılderililere kıyasla çok daha pahalıya sattılar, ancak bazen onlar da ucuza kapatmayı başardılar. En büyük toprak anlaşması, 1803’te ABD’nin Fransızlar’dan Louisiana’yı satın almasıyla gerçekleşti. Başkan Thomas Jefferson, o dönemde Mississippi Nehri üzerindeki ticaret yolu için stratejik öneme sahip New Orleans limanını ve civarındaki bazı toprakları 10 milyon dolara satın almak istiyordu. Ancak Napolyon, Amerikalıları şaşırtarak tüm koloniyi 15 milyon dolara, yani hektarı 7 sentten satmayı teklif etti.
Bu, 2,1 milyon kilometrekarelik bir alan demekti; o dönemdeki ABD’nin iki katı büyüklüğündeydi. Şu anda bu topraklar üzerinde Iowa, Arkansas, Louisiana, Missouri ve Nebraska eyaletleri ile Wyoming, Kansas, Colorado, Minnesota, Montana, Oklahoma, Kuzey ve Güney Dakota’nın bir kısmı bulunuyor. Napolyon’un bu cömert teklifinin nedeni basitti: Gelecekteki imparator, denizaşırı topraklarını İngiltere’den koruyacak askeri güce sahip olmadığını biliyordu.
İspanyol Kıyısı
Benzer bir durum, İspanyollar için de geçerliydi. İspanya, Versailles Barış Antlaşması ile yeniden kontrolüne giren Florida’yı koruyamayacağını anlamıştı. 31. paralel boyunca uzanan Amerikan ve İspanyol toprakları arasında net bir sınır yoktu, bu nedenle ABD ordusu düzenli olarak yabancı topraklara giriyordu. Örneğin, Prospect Bluff kalesine yerleşen kaçak köleleri bastırmak ya da orada yaşayan Seminole kabilelerini kontrol altına almak için.
Sonuç olarak, 22 Şubat 1819’da Adams-Onís Antlaşması imzalandı. Buna göre İspanya, Florida üzerindeki toprak iddialarından vazgeçerken, ABD de İspanyol Teksas’ı üzerindeki iddialarından feragat etti. İspanya herhangi bir parasal tazminat almadı, ancak ABD, Florida mücadelesi sırasında İspanyol hükümetine yönelik tüm tazminat taleplerini kendi üstlendi. Üç yıl boyunca özel bir komisyon şikayetleri topladı ve nihayetinde yaklaşık 5,5 milyon dolar tazminat ödedi.
Meksika Çayırları
İspanya, Teksas’ın kaderi konusunda boşuna endişelenmişti: Kısa süre sonra bu bölgeyi, 1821’de bağımsızlığını kazanan Meksika ile birlikte kaybetti. 1836’da Teksas, Meksika’dan bağımsızlığını ilan etti, silahlı mücadeleyle bunu korudu ve 10 yıl sonra ABD’ye katılarak 28. eyalet oldu. Tüm bunlar, 1846-1848 yılları arasında Meksika-Amerika Savaşı’na yol açtı ve savaşı Meksika kaybetti.
Barış antlaşmasının şartlarına göre Meksika, 1,3 milyon kilometrekarelik toprağını ABD’ye devretti ve Teksas’ın kaybını resmen kabul etti. Meksika’nın yüzölçümü yaklaşık yüzde 40 azaldı. Şu anda bu eski Meksika toprakları üzerinde Kaliforniya, New Mexico, Arizona, Nevada, Utah, Colorado ve Wyoming’in bir kısmı bulunuyor. ABD, bu topraklar için 15 milyon dolar tazminat ödedi ve İspanyollar’la yapılan anlaşmada olduğu gibi, Meksika hükümetine yönelik tüm tazminat taleplerini üstlendi; bu da ek 3,25 milyon dolar demekti.
1854’te Meksika, Güney Kaliforniya’yı ABD’ye sattı. Şu anda bu topraklar Arizona ve New Mexico eyaletlerinin bir parçası. Bu satışta, ABD’nin Meksika Büyükelçisi James Gadsden’in payı büyüktü. Gadsden, diplomatik görevinden önce Güney Carolina Demiryolu Şirketi’nin başkanı olarak çalışmış ve Atlantik Okyanusu’ndan Pasifik’e uzanan bir demiryolu hattı inşa edilmesi için lobi yapmıştı. Gadsden, Meksika Devlet Başkanı Santa Anna’yı 120 bin kilometrekarelik bir alanı 10 milyon dolara satmaya ikna etti.
Ancak bu anlaşma, Meksika halkı arasında hoşnutsuzluğa neden oldu ve ertesi yıl Santa Anna devrildi. Yeni demiryolu projesi ise sekteye uğradı. Önce sektör bir krize girdi, ardından ABD’de İç Savaş başladı. Sonuç olarak, Gadsden’in satın aldığı topraklarda ilk transkıtasal demiryolu rayları ancak 1878’de döşenebildi.
Rus Vadileri
Yüzyılın başlarında Rusya da Amerika’da toprak satın alıyordu. Modern Kaliforniya’nın bulunduğu bölgede Ruslar, Fort Ross kalesini inşa etti ve Kızılderililer’den mücevher, giysi, balta gibi sıradan ve ucuz eşyalarla ödeme yaptı. Ancak o dönemde Kaliforniya’da Amerikan yönetimi yoktu. Bu topraklar önce İspanya’nın kontrolündeydi, ardından bağımsız Meksika’nın bir parçası oldu ve 1848’de ABD tarafından satın alındı ama bu sefer Rus yerleşimi olmadan.
Fort Ross, yarı devlet kolonyal ticaret şirketi olan Rus-Amerikan Şirketi tarafından kuruldu. Şirketin sermayesi tamamen Rusya’ya aitti ve adındaki “Amerikan” ifadesi, faaliyet gösterdiği kıtaya atıfta bulunuyordu. Şirket, Alaska’daki Rus yerleşimlerini desteklemek için Kaliforniya’da tarım yapıyor, gemi inşa ediyor ve kürk ticareti yapıyordu. Ancak yıllar geçtikçe işler kötüye gitti. 1841’de Fort Ross ve diğer varlıklar, İsviçre kökenli Meksikalı girişimci John Sutter’a satıldı. Yedi yıl sonra Kaliforniya’da ilk altın bulundu ve “altına hücum” dönemi başladı.
Fort Ross, sadece 42 bin 857 rubleye satıldı. Bu parayla o dönemde Moskova’nın merkezinde güzel bir konak alınabiliyordu. Bir iddiaya göre Sutter, ödemeyi tam yapmadı: Üçte birini nakit olarak ödedi, bir kısmını buğdayla yüksek fiyattan ödedi ve bir kısmını da hiç ödemedi. Bir başka iddiaya göre ise “altına hücum” başladıktan sonra Rusya’ya olan tüm borçlar kapatıldı. 2014’te Devlet Duması üyesi Mihail Degtyarev, Rusya Dışişleri Bakanlığı’na anlaşma şartlarının yerine getirilmemesi nedeniyle satışı iptal etme ve Amerikan topraklarını Rusya’ya geri kazandırma önerisinde bulundu.
Rus Kuzeyi
Alaska’yı, ünlü bir şarkıda iddia edildiği gibi Katerina değil, 1867’de II. Aleksandr sattı. Bunun birkaç nedeni vardı. İlk olarak, Rusya ekonomik bir krizle karşı karşıyaydı. Rothschildler’den alınan kredinin faizini ödemek için paraya ihtiyaç vardı. İkinci olarak, çar, denizaşırı toprakların yeterince korunmadığını ve bu nedenle kolayca ele geçirilebileceğini düşünüyordu. O dönemde Alaska’da altın bulunmuştu ve bölge maceraperestlerle doluydu. Rus yetkililerin onları kontrol etme imkanı yoktu.
Toprak, o dönemde dostane ilişkiler içinde olan ABD’ye 7,2 milyon dolara satıldı. Bu miktar, Rothschildler’den alınan kredinin yüzde 10’undan azdı ve hektar başına 5 sentten daha ucuzdu. Bu uygunsuz fiyata rağmen ABD, satın alma konusunda pek istekli değildi. Ruslar, Amerikalı politikacıları ikna etmek ve hatta rüşvet vermek zorunda kaldı. Rus Büyükelçisi Eduard Stoeckl, rüşvet için 144 bin dolar harcadı ve buna rağmen Alaska’nın satın alınması kararı ABD Senatosu’nda sadece bir oy farkla kabul edildi. Anlaşmaya karşı çıkanlar, yeni toprakları “Seward’ın buzdolabı” (Grönland’ı satın almak isteyen Dışişleri Bakanı Seward’ın adıyla) olarak adlandırdı ve hükümeti boşa para harcamakla suçladı. Ancak “altına hücum”, ABD’nin tüm masraflarını fazlasıyla karşıladı.
Alaska için ödenen paranın Rusya’ya hiç ulaşmadığına dair bir efsane var. Söylentiye göre para İngiltere’ye transfer edildi, altın külçeleri satın alındı ve “Orkney” adlı gemiyle St. Petersburg’a gönderildi. Fakat gemi yolda battı ve yükü sigortalayan şirket sadece kısmi tazminat ödeyerek iflas etti. Gerçekte ise Devlet Arşivi belgeleri, Amerikan parasıyla Kursk-Kiev, Ryazan-Kozlov ve Moskova-Ryazan demiryolları için ekipman satın alındığını gösteriyor.
Filipin Ormanları
1896’da Filipinler halkı, İspanyol yönetimine karşı ayaklandı. Bağımsızlık mücadelesinde bir müttefik arıyorlardı ve bu müttefik ABD olabilirdi. Amerikalılar destek sözü verdi ve iki yıl sonra İspanya’ya savaş ilan etti. Savaş, Aralık 1898’de Paris Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla hızlıca sona erdi. Antlaşmaya göre ABD, Porto Riko ve Guam adalarını (ABD’ye dahil olmayan ancak yönetimi altında olan bölgeler) aldı. Ayrıca Küba ve Filipinler üzerinde kontrol sahibi oldu.
Fakat Filipinler ile ilgili durum pek de hoş değildi. Savaşın bitmesine birkaç ay kala Filipinler bağımsızlığını ilan etti, ancak ABD bunu tanımadı. Bunun yerine Amerikalılar, Paris Antlaşması’na bu adaları İspanya’dan 20 milyon dolara satın aldıklarını yazdı. Adalılar, bağımsızlık yerine yeni bir sahip buldukları için öfkelendi. Filipinler Devlet Başkanı Emilio Aguinaldo, yeni bir savaştan açıkça bahsetti ve kısa süre sonra savaş başladı.
Çatışmaların fitilini, 4 Şubat 1899 gecesi bir Filipinlinin ölümü ateşledi. Muhtemelen, İngilizce bilmediği için bir ABD askeri üssüne yanlışlıkla girdi ve nöbetçi tarafından vuruldu. Amerikan ordusu, Filipinli milisleri hızla yenilgiye uğrattı, ancak ülkede gerilla savaşı başladı. Resmi olarak savaş, 1902’de esir alınan Aguinaldo’nun Amerikan yönetimini tanımasıyla sona erdi, ancak gerilla saldırıları 10 yıl daha devam etti. Savaş, ABD’ye 600 milyon dolara mal oldu, yani İspanya’ya ödenen miktarın 30 katı. Filipinliler ise 1935’te ABD’den özerklik, 1946’da ise tam bağımsızlık kazanarak mücadelelerini sonlandırdı.
Elon Musk’tan X-TikTok karşılaştırması: ‘Mütekabiliyet olmalı’
Türkiye’nin ekonomik durumu Suriye’nin yeniden inşasını kaldırabilir mi?
Rusya kamuoyu, Trump’ın ‘savaşı bitirme’ vaadine karşı şüpheli
Steve Bannon: Ukrayna’nın Trump’ın Vietnam’ı olma riski var
Trump ilk 100 günde Çin’i ziyaret edecek mi?
Çok Okunanlar
-
AMERİKA2 hafta önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA2 hafta önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
OnlyFans feminizm kılığına bürünmüş sömürüdür
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Rus basınından değerlendirme: Trump’ın Grönland’a neden ihtiyacı var?