Dünya Basını
ABD’de NATO tartışması: Hint-Pasifik’te Avrupa’nın ağırlığına güvenilmemeli

ABD’li stratejist Foreign Policy’de yazdı: Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek.
Harvard Üniversitesi Robert ve Renée Belfer Merkezi’nde Uluslararası İlişkiler profesörü olan Amerikalı siyaset bilimci Stephen Martin Walt, Foreign Policy’de yayımlanan makalesinde kuruluşundan bu yana büyük dönüşümler geçiren NATO’nun gelecekte evrilebileceği dört modeli inceledi. Özetle “hayati çıkarlarına doğrudan tehdit olmadığı müddetçe ABD’nin yurt dışında asker konuşlandırmamasını ve Avrupa ve Ortadoğu gibi kritik bölgelere yerel ortak üzerinden müdahaleyi” savunan “kıyıdan dengeleme” stratejisinin mimarlarından Walt, ABD’nin Çin karşısındaki üstünlüğünün çok uzun süre devam etmeyeceğini ve Çin’in ekonomik büyümesi devam ederse bir süre sonra uluslararası politikayı belirleme noktasında daha etkili bir konuma yükseleceğini dolayısıyla ABD’nin de buna göre pozisyon alması gerektiğini savunuyor.
Walt, “Hangi NATO’ya İhtiyacımız Var” başlığını taşıyan makalesinde NATO’nun Avrupa güvenliğine odaklanan mevcut yaklaşımının değişmesi gerektiğini belirtiyor. Walt’a göre Avrupa artık kendi başının çaresine bakmalı ve ABD de esas rakibi Çin’e odaklanmalı. Walt, Çin’e karşı yaklaşımda ABD ve Avrupa çıkarlarının uyuşmadığı görüşünde ve ona göre “…(Amerikalı) hiç kimse Hint-Pasifik terazisinde Avrupa’nın ağırlığına güvenmemeli.”
Stephen Martin Walt’ın yazısını aynen yayınlıyoruz:
Sürekli değişim dünyasında, transatlantik ortaklığın dayanıklılığı öne çıkıyor. NATO benden daha yaşlı ve ben genç bir adam değilim. NATO’nun varlığı, Kraliçe II. Elizabeth’in Britanya tahtına çıkmasından bile önceye dayanıyor. Orjinal mantığı – “Sovyetler Birliği’ni dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak” – bugün eskisi ile daha az alakalı olsa da (Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına rağmen) yine de Atlantik’in her iki tarafında da refleks olarak saygı görüyor. Eğer Washington, Berlin, Paris, Londra gibi şehirlerde iz bırakmayı uman hevesli bir politika yapıcı iseniz NATO’nun kalıcı meziyetlerini övmek hala akıllıca bir kariyer hamlesi olur.
Bu uzun ömür, NATO’nun kurulması ve “transatlantik topluluk” fikrinin şekillenmeye başlamasından bu yana ne kadar değiştiği düşünüldüğünde özellikle dikkat çekici. Varşova Paktı gitti ve Sovyetler Birliği çöktü. Amerika Birleşik Devletleri, geniş Orta Doğu coğrafyasında masraflı ve başarısız savaşlarda 20’yi aşkın yıl harcadı. Çin, küresel nüfuzu az olan yoksul bir ulustan dünyanın en güçlü ikinci ülkesine yükseldi ve liderleri gelecekte daha da büyük bir küresel rol üstlenmeyi hedefliyor. Avrupa’nın kendisi de derin değişimler yaşadı: değişen demografi, tekrarlanan ekonomik krizler, Balkanlar’daki iç savaşlar ve 2022’de bir süre devam etmesi muhtemel görünen yıkıcı bir savaş.
Elbette, “transatlantik ortaklık” tamamen durağan değildi. NATO tarihi boyunca yeni üyeler ekledi, 1952’de Yunanistan ve Türkiye ile başlayarak 1982’de İspanya ardından 1999’dan itibaren eski Sovyet müttefikleri ve en son da İsveç ve Finlandiya. İttifak içindeki yüklerin dağılımı da değişti ve Avrupa’nın çoğu Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra savunma katkılarını önemli ölçüde azalttı. NATO ayrıca bazıları diğerlerinden daha önemli olan çeşitli doktrinsel dönüşümlerden geçti. Bu nedenle, transatlantik ortaklığının gelecekte nasıl şekillenmesi gerektiği sorulmaya değer. Misyonunu nasıl tanımlamalı ve sorumluluklarını nasıl dağıtmalı? Bir yatırım fonunda olduğu gibi, geçmiş başarı gelecekteki performansın garantisi değildir, bu nedenle, en iyi getiriyi arayan akıllı portföy yöneticileri, bir fonun varlıklarını değişen koşullara göre yeniden düzenleyecektir. Önceki değişiklikler, mevcut olaylar ve gelecekteki olası koşullar göz önüne alındığında, var olmaya devam ettiğini varsayarak, transatlantik ortaklığı gelecekte hangi geniş vizyon şekillendirmeli?
İleriye dönük en az dört farklı model düşünebiliyorum:
Model 1: Aynı Tas Aynı Hamam
Bariz yaklaşım ki bürokratik katılık ve politik ihtiyatlılık göz önüne alındığında belki de en muhtemel olanı, mevcut düzenlemeleri üç aşağı beş yukarı aynı tutmak ve mümkün olduğunca az değişmektir. Bu modelde NATO, öncelikli olarak adındaki ‘Kuzey Atlantik’ ifadesinin de ima ettiği gibi Avrupa güvenliğine odaklanmaya devam edecek. ABD, Ukrayna krizi sırasında olduğu gibi Avrupa’nın “ilk müdahalecisi” ve tartışmasız ittifak lideri olarak kalacak.
Yük paylaşımı yine çarpık olacak: Amerika’nın askeri yetenekleri Avrupa’nın askeri güçlerini gölgelemeye ve ABD’nin nükleer şemsiyesi ittifakın diğer üyelerini kapsamaya devam edecek. NATO’nun Afganistan, Libya ve Balkanlar’daki maceralarının hayal kırıklığı yaratan sonuçları ışığında mantıklı bir karar olan, Avrupa’nın yeniden kendine odaklanması vurguları öne çıkacak, bu da “alan dışı” misyonun önemini azaltacak.
Adil olmak gerekirse, bu modelin bazı belirgin meziyetleri var. Tanıdık ve Avrupa’nın “Amerikan müdahalesini” devam ettiriyor. Sam Amca düdüğü çalmak ve kavgaları ayırmak için hâlâ orada olduğu sürece, Avrupa devletleri, aralarında çıkan çatışmalar konusunda endişelenmek zorunda kalmayacaklar.
Yeniden silahlanma masraflarını karşılamak için zengin refah devletlerinden pay vermek istemeyen Avrupa hükümetleri, Sam Amca’nın yükün orantısız payını üstlenmesine izin vermekten mutlu olacak ve özellikle Rusya’ya en yakın ülkeler güçlü bir ABD güvenlik garantisini arzulayacaklar. Orantısız yeteneklere sahip net bir ittifak lideri, daha hızlı ve tutarlı karar almayı kolaylaştıracaktır, aksi durumda hantal bir koalisyona dönüşebilir. Bu nedenle, birileri bu formülü değiştirmeyi önerdiğinde tutucu Atlantikçilerin alarma geçmesinin haklı nedenleri var.
Yine de, “aynı tas aynı hamam” modelinin de bazı ciddi dezavantajları var. En barizi, fırsat maliyeti: ABD’yi Avrupa’nın ilk müdahalecisi olarak tutmak, Washington’un, güç dengesine yönelik tehditlerin önemli ölçüde daha büyük olduğu ve diplomatik ortamın özellikle karmaşık olduğu Asya’ya yeterli zaman, dikkat ve kaynak ayırmasını zorlaştırıyor.
ABD’nin Avrupa’ya olan güçlü adanmışlığı, bazı olası çatışmaları önleyebilir, ancak 1990’lardaki Balkan savaşlarını engellemedi ve ABD’nin Ukrayna’yı Batı güvenlik yörüngesine sokma çabası mevcut savaşı kışkırtan bir sebep oldu. Batı’da kimsenin amaçladığı şey bu değil elbette, ama önemli olan sonuçtur. Ukrayna’nın savaştaki son başarıları memnuniyet verici ve umarım devam ederler, ancak savaş hiç çıkmasaydı herkes için çok daha iyi olurdu.
Dahası, “aynı tas aynı hamam modeli” Avrupa’yı Avrupa’nın korunmasına bağımlı kalmaya teşvik ediyor ve Avrupa dış politikasının yürütülmesinde rehavete kapılarak gerçeklerden kopmasına neden oluyor.
Sorun başlar başlamaz dünyanın en büyük gücünün sizin tarafınızda olacağından eminseniz, yabancı enerji kaynaklarına aşırı bağımlılığın ve evinize yaklaşan otoriterliğe aşırı hoşgörülü olmanın risklerini gözardı etmek daha kolay olur. Ve neredeyse hiç kimse bunu kabul etmek istemese de, bu model ABD’yi kendi güvenliği ve refahı adına çok da kritik olmayan çatışma bölgelerine sürükleme potansiyeli taşıyor. En azından bu model, artık eleştirmeksizin onaylamamız gereken bir yaklaşım değil.
Model 2: Uluslararası Demokrasi
Transatlantik güvenlik işbirliği için ikinci bir model, çoğu NATO üyesinin demokratik karakterini ve demokrasiler ile otokrasiler (ve özellikle Rusya ve Çin) arasında büyüyen ayrımı vurgulamaktır. Biden yönetiminin ortak demokratik değerleri vurgulama çabası ve demokrasinin küresel sahnede hâlâ otokrasiden daha iyi performans gösterebileceğini kanıtlama arzusunun arkasında bu vizyon yatıyor. Eski NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in Demokrasiler İttifakı Vakfı da benzer bir anlayışı yansıtıyor.
Öncelikle Avrupa güvenliğine odaklanan “aynı tas aynı tamam” modelinin aksine, bu transatlantik ortaklık anlayışı daha geniş bir küresel gündemi kucaklıyor. Bu model, çağdaş dünya siyasetini demokrasi ve otokrasi arasındaki ideolojik bir rekabet tasavvur ediyor ve bu mücadelenin küresel ölçekte verilmesi gerektiğine inanıyor. ABD yönünü Asya’ya “dönüyorsa”, Avrupalı ortaklarının da bunu yapması gerekir, ancak demokratik sistemleri savunmak ve teşvik etmek gibi daha temel bir amaç için. Bu vizyonla tutarlı olarak, Almanya’nın yeni Hint-Pasifik stratejisi, o bölgenin demokrasileriyle bağları güçlendirme çağrısında bulunuyor ve Alman savunma bakanı yakın zamanda, 2024’e doğru bölgedeki donanma gücünü genişleteceğini duyurdu.
Bu vizyonun “Demokrasi iyidir, otokrasi kötü”ye dayanan basitliği en önemli meziyeti, ancak kusurları çok daha ağır basıyor. Öncelikle, böyle bir çerçeve kaçınılmaz olarak ABD ve/veya Avrupa’nın desteklemeyi seçtiği otokrasilerle (Suudi Arabistan ya da diğer Körfez ülkeleri veya Vietnam gibi potansiyel Asya ortakları gibi) ilişkilerini karmaşıklaştıracak ve transatlantik ortaklığı yaygın bir ikiyüzlülük suçlamasına maruz kalacak.
İkincisi, dünyayı dost demokrasilere ve düşman diktatörlüklere bölmek, ikinciler arasındaki bağları güçlendirecek ve birincileri “böl-yönet” stratejisinden vazgeçmek zorunda bırakacak. Bu açıdan bakıldığında, o zamanki ABD Başkanı Richard Nixon ve danışmanı Henry Kissinger’in, Maoist Çin ile yakınlaşmalarının Kremlin’e endişelenecek yeni bir baş ağrısı verdiği 1971’de, bu çerçeveyi benimsememiş olmalarına sevinmeliyiz.
Son olarak, demokratik değerleri merkeze almanın, transatlantik ortaklığı mümkün olan her yere demokrasiyi yerleştirmeye çalışan bir haçlı örgütüne dönüştürme riski bulunuyor. Özetle bu hedef ne kadar arzu edilse de, son 30 yıl ittifakın hiçbir üyesinin bunu nasıl yapacağını bilmediğini gösteriyor. Demokrasi ihracı son derece zor ve özellikle dışarıdakiler onu zorla dayattığında başarısız oluyor. NATO’nun şu anki üyelerinden bazılarında demokrasinin vahim durumu göz önüne alındığında, bunu ittifakın temel varlık nedeni olarak benimsemek aşırı derecede tuhaf görünüyor.
Model 3: Çin’e Karşı Küreselleşme
Üçüncü model, ikinci modelin kuzeni, ancak transatlantik ilişkileri demokrasi gibi liberal değerler etrafında organize etmek yerine, Avrupa’yı yükselen Çin’i kontrol altına almayı hedefleyen ABD’nin temel çabasına katmaya çalışıyor. Gerçekte, Amerika’nın çok taraflı Avrupalı ortaklarını Asya’da halihazırda var olan ikili hub-and-spoke anlaşmalarıyla birleştirmeyi ve Avrupa’nın güç potansiyelini ABD’nin uzun yıllar karşı karşıya kalabileceği tek ciddi rakibine karşı konuşlandırmayı amaçlıyor.
İlk bakışta bu cazip bir vizyon gibi görünüyor ve bunun erken bir tezahürü olarak ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya arasındaki AUKUS anlaşmasına işaret edilebilir. Rand Corperation’dan Michael Mazarr’ın yakın zamanda gözlemlediği gibi, Avrupa’nın artık Çin’i sadece kazançlı bir pazar ve değerli bir yatırım ortağı olarak görmediğine ve buna karşı “yumuşak bir denge” kurmaya başladığına dair kanıtlar var. Amerikan perspektifinden bakıldığında, Avrupa’nın ekonomik ve askeri potansiyelinin ana rakibine karşı hizaya sokulması son derece arzu edilir.
Ancak bu modelle ilgili iki bariz sorun var. Birincisi, devletler yalnızca güce karşı değil, tehditlere karşı da denge kurar ve coğrafya bu değerlendirmelerde kritik bir rol oynar. Çin hırsını ve gücünü her geçen gün artırabilir, ancak ordusu Asya’yı geçip Avrupa’ya saldırmayacak ve donanması dünyayı dolaşıp Avrupa limanlarını ablukaya almayacak.
Rusya, Çin’den çok daha zayıf ama çok daha yakın ve son zamanlardaki eylemleri, farkında olmadan askeri sınırlılıklarını ortaya çıkarmış olsa bile endişe verici. Bu nedenle, Avrupa’dan Çin’in yeteneklerine karşı ciddi bir çaba göstermesi değil, en ılımlı ‘yumuşak dengeleme’ beklenmelidir. NATO’nun Avrupalı üyeleri Hint-Pasifik’teki güç dengesini önemli ölçüde etkileyecek askeri kapasiteye sahip değiller ve bunu yakın zamanda elde etmeleri mümkün değil. Ukrayna’daki savaş, en nihayetinde Avrupa devletlerini, askeri güçlerini yeniden inşaya sevk edebilir ancak çabalarının çoğu, Rusya’ya karşı savunma ve caydırma amacıyla kara, hava ve istihbarat yeteneklerine odaklanacak.
Bu, Avrupa açısından mantıklı, ancak bu güçlerin çoğu, Çin’e dair herhangi bir çatışmayla ilgisiz olacak. Hint-Pasifik’e birkaç Alman firkateyninin gönderilmesi, Almanya’nın orada değişen güvenlik ortamına duyduğu ilgiyi işaret etmenin güzel bir yolu olabilir, ancak bölgesel güç dengesini değiştirmeyecek veya Çin’in hesaplamalarında önemli bir fark yaratmayacaktır.
Avrupa elbette yabancı askeri güçlerin eğitilmesi, silah satışı, bölgesel güvenlik toplantılarına katılım gibi başka yollarla Çin’i dengelemeye yardımcı olabilir ve ABD bu çabalardan memnun olmalı. Ancak hiç kimse Hint-Pasifik sahnesinde çok sert bir dengeleme yapmak için Avrupa’ya güvenmemelidir. Bu modeli hayata geçirmeye çalışmak, hayal kırıklığının ve artan transatlantik hıncının bir formülü olur.
Model 4: Yeni bir İş Bölümü
Bunun olacağını biliyordunuz: bence doğru olan da bu model. Daha önce de tartıştığım gibi transatlantik ortaklık için gelecekteki en uygun model, Avrupa’nın kendi güvenliğinin ana sorumluluğunu üstlendiği ve ABD’nin Hint-Pasifik bölgesine çok daha fazla önem verdiği yeni bir iş bölümüdür. ABD resmi bir NATO üyesi olarak kalacak, ancak Avrupa’nın ilk müdahalecisi değil son çare müttefiki olacak. Bundan böyle, Birleşik Devletler, yalnızca bölgesel güç dengesi dramatik biçimde değişirse Avrupa’da karaya dönmeyi planlayacak, başka türlü değil.
Bu model bir gecede hayata geçirilemez ve Birleşik Devletler, Avrupalı ortaklarının ihtiyaç duydukları yetenekleri geliştirme ve edinmelerine yardımcı olurken işbirliği ruhu içinde müzakere edilmelidir.
Bu devletlerinin çoğu, Sam Amca’yı kalmaya ikna etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacakları için Washington’un, destekleyeceği tek modelin bu olduğunu açıkça belirtmesi gerekecek. NATO’nun Avrupalı üyeleri çoğunlukla kendi başlarına kalacaklarına gerçekten inanmadıkça, gerekli adımları atma kararlılıkları kırılgan kalacaktır ve taahhütlerinden geri adım atmaları da olası.
ABD başkanı olduğu süre boyunca geçerli bir amacı olmaksızın yaptığı küstahlık ve abartılı sözleriyle müttefiklerini kızdıran Donald Trump’ın aksine, Joe Biden bu süreci başlatmak için ideal bir konumda. Kendini adamış bir Atlantikçi olarak haklı bir üne sahip, bu nedenle yeni bir iş bölümü için baskı yapması, kızgınlık veya kızgınlık işareti olarak görülmeyecektir. O ve ekibi, Avrupalı ortaklarımıza bu adımın uzun vadede herkesin çıkarına olduğunu söylemek için eşsiz konumdalar. Biden ve ekibinin bu adımı atmasını beklemiyorum ama yapmalılar.
Dünya Basını
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, Amerikan dış politikasının savunma sanayii çıkarlarıyla kurduğu karmaşık ve çoğu zaman çelişkili ilişkiye dair kritik bir analiz sunuyor. Defense One gibi, ABD ulusal güvenlik aygıtına yakın ve savunma bürokrasisiyle iç içe geçmiş bir platformda yayımlanmış olması, yazının içeriğini yalnızca aktardıklarıyla değil, aynı zamanda aktarmadıklarıyla da düşünmeyi gerektiriyor. Makale, “Avrupa’nın savunmada özerkliği” söylemini benimserken, bunu Amerikan silah satışlarına zarar vermeyecek biçimde yeniden çerçeveleyerek hem stratejik otonomi fikrini daraltıyor hem de emperyal savunma piyasasının sınırlarını tartışmadan kabul ediyor.
Bu yönüyle metin, ABD’nin küresel hegemonyasını koruma refleksleri ile müttefikler arası çıkar çatışmalarının güncel bir tezahürünü yansıtsa da bu çelişkilerin yapısal kökenlerine inmeden, çözümü daha “akıllı” bir Amerikan yönetişiminde arıyor.
“Amerikan satın al” baskısı geri tepiyor
Emma Ashford
Defense One
6 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Hiç şüphe yok ki ABD Başkanı Donald Trump, ABD savunma sanayisinin büyük bir hayranı. “Dünyanın en iyi füzelerine sahibiz” demişti yakın zamanda gazetecilere verdiği demeçte, “Dünyanın en iyi denizaltıları bizde. En iyi tanklar, en güçlü silahlar da.” Hatta 79. doğum gününde Washington’da Amerikan silahlarını sergilemek için bir askerî geçit töreni düzenlemeyi bile planlıyor.
Ancak Trump’ın Amerikan silahlarına ve dışarı silah satışına olan bu tutkusu, bazı diğer politika hedeflerini giderek daha fazla riske atıyor.
Trump yönetimi, Avrupa’da birbiriyle çelişen iki politika izliyor: Bir yandan Avrupa devletlerinin savunma harcamalarının artırmasını ve kendi güvenliklerine daha fazla yatırım yapmasını isterken, diğer yandan bu kaynakların ABD menşeli silahlara harcanmasında ısrar ediyor. Bu ikili tutum, Avrupa siyasi elitlerinin tepkisini çekiyor ve kıtanın savunma alanında özerkleşme sürecini yavaşlatma, hatta raydan çıkarma riski taşıyor. Oysa uzun vadede, kendi savunmasını yapabilen güçlü bir Avrupa, savunma sanayi kârlarından feragat edilse bile ABD için önemli bir kazanım olabilir.
Trump yönetimi, Avrupa’nın savunma kapasitesinin artırılmasını istediğini açıkça ifade etti. Savunma Bakanı Pete Hegseth’in bu yılın başlarında NATO müttefiklerine hatırlattığı gibi, “Avrupa’nın güvenliğini sağlamak, öncelikle Avrupalı üyelerin sorumluluğu olmalı”. Bu söylem, Ukrayna’ya verilen askeri desteğin geçici olarak azaltılması ve Avrupa ülkelerinin savunmaya GSYİH’nın yüzde 5’ine varan oranlarda kaynak ayırması yönündeki baskılarla da destekleniyor.
Ve nihayet Avrupa, ABD’nin “yük paylaşımı” konusundaki söylemlerini ilk kez ciddiye alıyor gibi duruyor. Almanya’daki yeni hükümet nisan ayında, “borç freni”ni gevşeterek savunma harcamalarını artırmayı kabul etti; bu, birkaç yıl öncesine kadar düşünülemez bir adımdı. 23 NATO üyesi artık savunmaya GSYİH’larının yüzde 2’sini ayırıyor. Avrupa Komisyonu ise ortak savunma alımlarını koordine etmek için “Avrupa’yı Yeniden Silahlandır” (ReArm Europe) girişimini başlattı.
Ancak Trump yönetimi, bu süreçte müttefiklerini hem kendileri hem de Ukrayna için ABD yapımı silahlar satın almaya zorlamaya devam etti. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Avrupalı yetkililerle yaptığı bir toplantıda, ABD savunma şirketlerinin Avrupa yatırımlarından dışlanmasının “Washington’da olumsuz karşılanacağını” söyleyerek AB’nin ReArm projesine açık bir uyarı yapmış oldu.
Bu, ABD’nin Avrupa’ya yönelik uzun süredir devam ettirdiği bir politika. 2019 yılında ilk Trump yönetimi, AB’nin ortak savunma sanayi girişimi PESCO kapsamında yabancı silahlara getirilecek kısıtlamalara karşı çıkmış, hatta Avrupalı silah üreticilerine misilleme yapmakla tehdit etmişti.
Bu tutum, Trump’ın küresel politikalarıyla da uyumlu. Nitekim gümrük savaşlarından Körfez ülkelerine yapılan ziyaretlere kadar pek çok hamle, ABD şirketlerinin yurtdışı silah satışlarını artırma odaklıydı. Trump’ın ilk döneminde, Beyaz Saray yeni silah satış anlaşmalarını büyük başarılar olarak lanse etmiş; Dışişleri Bakanlığı’nı ABD müttefiklerine “Amerikan satın almaya” zorlamayı teşvik etmişti.
Ne var ki bugün, Avrupa’yı “Amerikan satın al” baskısı altında tutmak sorun yaratıyor. Bu tür bir dayatma, Avrupa ülkeleri arasında Amerikan ürünlerini satın almaları mı yoksa Avrupa içinde yatırım yapmaları mı gerektiği konusunda bölünmelere yol açarak ortak bir konsensüs oluşturmayı zorlaştırıyor. Örneğin, Almanya’nın F-35 alım kararı, Fransız yetkilileri öfkelendirdi; zira bu kararın Avrupa’nın ortak savaş uçağı projesi FCAS’ı (Geleceğin Muharebe Hava Sistemi – Future Combat Air System) baltalayacağı düşünülüyor.
Fransızlar kısmen haklı: Avrupalıları sadece Amerikan silahları satın almaya yönlendirmek, kıtanın savunma sanayi tabanını zayıflatabilir ve Trump yönetiminin desteklediğini söylediği “özerk Avrupa savunması” hedefini baltalayabilir. Belki daha da önemlisi, savunma harcamalarını artırma gibi siyasi açıdan popüler olmayan kararlar, kamuoyuna “yerli yatırım” olarak satılamazsa, Avrupa liderleri bu adımları hiç atamayabilir.
Yine de bazı durumlarda ABD silahlarını satın almak mantıklı olabilir. Avrupa savunma şirketleri hızla büyüse de (sadece 2023 yılında yüzde 17’lik bir artışla) hâlâ üretemedikleri veya seri üretime geçiremedikleri sistemler var. Ve şayet Avrupa ülkeleri önümüzdeki yıllarda sahiden GSYİH’nın yüzde 5’ini savunmaya ayırırlarsa, kıtanın savunma sanayisi bu talebi kısa sürede karşılayamayacaktır.
Bu nedenle, ABD’nin Avrupa’ya silah satışlarının önümüzdeki yıllarda da devam edeceğine pek şüphe yok. Ne var ki ABD’nin kendi savunma sanayii bile ordu ve müttefiklerinin ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor. Güçlü bir Avrupa savunma endüstrisi, transatlantik savunma ekosistemini entegre ederek ortak güvenlik ihtiyaçlarını karşılamada stratejik bir avantaj sağlayabilir.
Karar vericiler, “şimdi ne alınmalı” (hava savunma sistemleri gibi acil ihtiyaçlar) ve “uzun vadede neye yatırım yapılmalı” (füze teknolojileri gibi) soruları dikkatle değerlendirmeli. Bu, ABD liderlerinin kısa vadeli silah satış kazançlarını değil, uzun vadeli stratejik çıkarları gözetmesini gerektiriyor.
Trump yönetimi, NATO müttefiklerini savunma harcamalarını artırmaya ikna etmede büyük adımlar attı. NATO’nun kurulduğu günden bu yana neredeyse her yönetimi hayal kırıklığına uğratan bir mücadelede en azından bir miktar zafer elde edildiğini iddia edebilirler.
Ancak bu kazanımın sürdürülebilmesi için silah satışları konusunda daha dengeli bir yaklaşım benimsenmeli: ABD, kritik satışları desteklerken Avrupalı müttefiklerine her koşulda “Amerikan satın al” demekten vazgeçmeli. Uzun vadede bu hem Amerika hem de Avrupa’nın yararına olacaktır.
Dünya Basını
İran’la savaş kapıda mı?

Editörün notu: ABD Başkanı Trump’ın İran’a verdiği ültimatomun süresi dolarken, Tahran’ın sessizliği Washington’u köşeye sıkıştırdı. Trump, müzakereleri zorla kabul ettirmek için savaş söylemini bir taktik olarak kullanıyor, ancak ABD’nin bölgedeki askeri hazırlıklarının sınırlı olması bu tehditlerin ciddiyetini sorgulatıyor. Orta Doğu’da 35 yılı aşkın deneyime sahip savaş muhabiri Elijah J. Magnier, bu durumun gerçekten bir savaşa mı işaret ettiğini, yoksa ABD’nin Umman’da yapılacak görüşmeler öncesi müzakere gücünü artırma hamlesi mi olduğunu tartışıyor.
İran’la savaş kapıda mı?
Elijah J. Magnier
13 Haziran 2025
ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’a nükleer anlaşmayla ilgili şartlarını kabul etmesi ve nihai yanıtını vermesi için tanıdığı iki aylık ültimatom bugün doluyor.
Tahran’dan herhangi bir yanıt gelmemesi, Trump’ı köşeye sıkıştırmış durumda. Trump, ilk başkanlık döneminde, 2018’de, İran’ı yeniden müzakere masasına oturtabileceği düşüncesiyle nükleer anlaşmadan çekilmişti.
Ancak İran’ın masaya oturmayı reddetmesi üzerine bir yıldan fazla bir süre boşuna beklemişti. Şimdi ise ikinci dönemindeki aynı başkan, güç kullanarak müzakereleri dayatmak amacıyla Orta Doğu’da savaş tamtamları çalarak farklı bir zorlayıcı diplomasi yöntemi izliyor.
Trump, (kısa sürede teslim olan) Avrupa ile olan ticaret anlaşmazlıkları sırasında da benzer taktikler kullanmış; lehte şartlar üzerinde anlaştıktan sonra geri adım atmadan önce gerilimi tırmandırmıştı.
Fakat Çin’e karşı Trump, aynı şekilde karşılık vermeye hazır, kararlı bir rakiple karşı karşıya kalmıştı. Şimdi ise Trump, bir savaş iklimi yaratmanın İran’ı masaya getireceğine inanıyor gibi görünüyor.
Özellikle de Washington ve Tel Aviv’deki yetkililerin, İran’ın “zayıf” olduğu ve askeri güç kullanılacaksa bunun “ya şimdi ya da asla” yapılması gerektiği yönündeki —yanlış— görüşü paylaştığı bir dönemde.
Tahran’daki diplomatlar, her ne kadar hazırlıklar sürse de diplomasinin hâlâ bir alanı olduğunu ve savaşın kaçınılmaz olmadığını belirtiyor.
Şu ana kadar, kritik görevde olmayan personelin ailelerinin gönüllü olarak ayrılması talimatı dışında, ABD’nin Orta Doğu’daki askeri konuşlandırmalarında önemli bir değişiklik gözlemlenmedi.
Resmi tahliye emirleri, güçlerin kaydırılması, yeniden konuşlandırılması veya diğer maliyetli gerilim adımları atılmadı. Bu durum, ABD hükümetinin henüz savaşa tam anlamıyla hazırlanmadığının bir işareti olarak görülüyor.
Peki, İran’la bir savaş gerçekten kapıda mı, yoksa ABD sadece bu pazar Umman’ın başkenti Maskat’ta yapılacak bir sonraki müzakere turu öncesinde kendi müzakere pozisyonunu güçlendirmeye mi çalışıyor?
İsrail İran’ın nükleer ve balistik programına saldırdı: İran’dan misilleme
Dünya Basını
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat

Rus dış politika uzmanı Sergey Karaganov, liberal uluslararası düzenin Birinci Dünya Savaşı’ndan beri süregelen bir krizde olduğunu ve Batı’nın düşüşünün sömürgeciliğin sonu ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü gibi olaylarla hızlandığını belirtiyor. Karaganov, BM ve IMF gibi mevcut küresel kurumların yetersiz kaldığını, BRICS ve ŞİÖ gibi platformlarda paralel yapılar kurulması gerektiğini savunuyor. Rusya’nın Ukrayna’daki askeri müdahalesi ile “Dünya Çoğunluğu” olarak adlandırdığı Küresel Güney’i yeniden keşfettiğini ve bu çoğunluğun askeri-stratejik çekirdeği olduğunu vurguluyor. Ayrıca, Rusya-Çin ittifakının Batı baskısına karşı koymada ve yeni bir dünya düzeni inşa etmede kilit rol oynadığını, ancak Büyük Avrasya konseptiyle Çin’in olası hegemonyasının dengeleneceğini ifade ediyor.
Sergey Karaganov ile mülakat
14 Mayıs 2025
Missing Voices, New South Institute’un (NSI) liberal uluslararası düzenin gelişmekte olan krizini ana akım tartışmalarda genellikle göz ardı edilen sesler aracılığıyla inceleyen bir girişimi. Yeni serinin bu ilk mülakatında Yelena Vidoyeviç, Batı’nın düşüşünün kökenlerini izlemek ve Batı sonrası, çok kutuplu dünyanın nasıl şekillendiğini keşfetmek üzere Sergey Karaganov ile bir araya geliyor.
Karaganov, Rusya’nın Dış ve Savunma Politikaları Konseyi’ne liderlik etme ve uluslararası danışma kurullarında görev alma konusundaki onlarca yıllık deneyimine dayanarak, liberal düzenin Birinci Dünya Savaşı kadar erken bir tarihte çatlamaya başladığını ve sömürgeciliğin sona ermesi, nükleer caydırıcılık ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle hızlandığını savunuyor. Birleşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi mevcut kurumların neden günümüz gerçekleriyle artık uyuşmadığını tartışıyor, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) içinde paralel çerçeveler oluşturulmasını öneriyor ve Rusya’nın Ukrayna’daki Özel Askeri Operasyonu’nun ardından Dünya Çoğunluğu’nu yeniden keşfetmesi üzerine düşünüyor.
Aşağıdaki söyleşinin tamamını okumaya davet ediyoruz. Bu, Missing Voices serisindeki birkaç diyalogdan sadece ilki; yakında Küresel Güney’den akademisyenler ve uygulayıcılarla daha fazla mülakat yayımlanacak.
Sergey Aleksandroviç Karaganov, Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksekokulu, Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Fakültesi Fahri Profesörü; Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlığı Onursal Başkanı; Durum Analizi Programı Başkanı. Karaganov, Yevgeniy Primakov’un yakın bir çalışma arkadaşıydı ve hem Boris Yeltsin’e hem de Vladimir Putin’e Devlet Başkanlığı Danışmanlığı yaptı.
Liberal uluslararası düzenin krizde olduğu konusunda yaygın bir fikir birliği var. Ancak, bu krizin temel nedenleri veya Batı modelinin çöktüğünü gösteren erken uyarı işaretleri konusunda daha az fikir birliği bulunuyor. Bu erken göstergeler nelerdi ve mevcut türbülansa en çok hangi faktörler katkıda bulundu?
16. yüzyıla kadar dünyanın çok kutuplu olduğunu, ancak 16. ve 17. yüzyıllardan sonra Batı merkezli hâle geldiğini söyleyebiliriz. Batı’nın askeri üstünlüğü, o zamanlar Avrupa’nın kültürel ve siyasi sömürgeciliği ile ekonomik hakimiyet sisteminin temelini oluşturdu. Sömürgecilik çökmeye başladığında, yerini liberal küreselci sistem olarak da adlandırılan yeni sömürgeciliğe bıraktı. Ancak temeli sürekli çatırdadığı için yeni sömürgecilik de çökmeye devam etti.
Liberal uluslararası düzenin krizi, daha doğrusu Batı’nın krizi, yüz yıldan daha uzun süre önce, Batı’nın kendisine karşı korkunç bir dünya savaşı (Birinci Dünya Savaşı) başlatmasından sonra başladı. Bu, Batı toplumunun birçok normunu ve temelini sarstı. Oswald Spengler, bu durumu bazen Avrupa’nın Çöküşü olarak da adlandırılan Batı’nın Çöküşü adlı kitabında oldukça etkileyici bir şekilde anlatmıştı.
1920’lerin başlarında Sovyetler Birliği hâline gelen Rusya, Batı sisteminden koptu ve diğer şeylerin yanı sıra sömürgecilik karşıtı ve ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeye başladı. Fakat bu dönem, Batı içindeki çelişkilerden büyük ölçüde kaynaklanan 1930’ların en derin krizi ve İkinci Dünya Savaşı ile aynı zamana denk gelmesine rağmen, henüz Batı ve liberal sistemlerin kriziyle ilişkilendirilmiyordu.
1950’lerde ve 60’larda, eylemlerinin sonuçlarının tam olarak farkında olmasa da kendi güvenliğinden endişe duyan Sovyetler Birliği’nin nükleer silahlar yaratması ve uluslararası sistemdeki 500 yıllık Batı hakimiyetinin temelini yıkmasıyla yeni bir aşama başladı. Bu temel, Avrupa’nın/Batı’nın askeri-teknik ve askeri-örgütsel üstünlüğüne dayanıyordu.
1960’larda Batı savaşları kaybetmeye başladı ve sömürgeciliğin tasfiyesi başladı. Batı artık iradesini zorla kabul ettiremiyordu. Kore Savaşı kaybedildi, Fransa’nın Vietnam’daki savaşı da öyle, bunu Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’daki yenilgisi ve petrol ambargosu izledi.
Batı’da ve özellikle Avrupa’da yapısal çelişkiler birikmeye başladı. Avrupa 1960’ların sonlarından itibaren durgunlaşıyordu ve 1970’lerde ve 80’lerde Batı’nın gerilemeye başladığı görülüyordu. Ancak daha sonra Sovyetler Birliği çöktü ve Batı’nın küresel hakimiyet sistemlerine rakip olma rolünü oynamayı bıraktı. Batı mesut oldu ve sorunlarını unuttu, özellikle de Rusya, Orta ve Doğu Avrupa ve tabii ki Çin’de kendisine açılan bir buçuk ila iki milyar düşük ücretli işçiden ve devasa pazarlardan güçlü bir destek aldığı için.
Ancak 2000’lerde, kabul edilebilir, egemen koşullarda Batı sistemine entegre olamayacağını anlayan Rusya, askeri gücünü yeniden tesis etmeye karar verdi ve bunu başardı. Liberal uluslararası düzen, belirli etik, öncelikle Protestan, Hristiyan değerler üzerine kurulmuş olan Batı kapitalizminin ahlaki yozlaşmasıyla aynı zamana denk gelen yeni bir krize sürüklendi. Sonsuz zenginleşmeye ve sürekli artan tüketime dayalı bir model hakim oldu ve böylece yaşamın dokusuna —Dünya gezegenine— zarar verdi.
Rusya bir ölçüde muhtemelen liberal düzen krizinin anahtarıydı, ancak ne Sovyet ne de Rus liderlerin gerçekte ne yaptıklarını tam olarak anladıklarından eminim. Ülkenin güvenliği için endişeleniyorlardı ve geleneksel Rus enternasyonalizmiyle hareket ederek, o zamanlar “Üçüncü Dünya” olarak adlandırılan sömürgecilik karşıtı hareketleri ve ülkeleri desteklediler. Tekrar söyleyeyim: Keskin bir kriz uzun zaman önce patlak verdi, en akut aşaması 1970’lerde/80’lerde başladı, ancak bu, Batı modelinin geçici zaferiyle kesintiye uğradı, ardından kriz hızlandı ve o zamandan beri ivme kazanıyor.
Gelişmekte olan “Batı sonrası” dünyanın tanımlayıcı özellikleri olarak neleri görüyorsunuz? Bu yeni dönemde güç dinamikleri, ekonomik yapılar ve jeopolitik ittifaklar nasıl değişecek? Ayrıca, mevcut küresel yönetişim kurumlarının geçerliliğini koruyacağına mı, yoksa değişen güç dengesini yansıtmak için reforme edilmeleri, hatta değiştirilmeleri mi gerektiğine inanıyorsunuz?
Sorunuzun iki cevabı var. Birincisi, mevcut küresel yönetişim kurumları çoğunlukla açıkça yetersiz. Bu öncelikle IMF, Dünya Bankası ve büyük ölçüde BM bağlantılı kurumlar için geçerli. Dolayısıyla bunları neyle ve nasıl değiştireceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Ancak bunları zamanından önce yok etmeye gerek yok, bu sadece kaosu artırır.
Şimdilik basit reçetem, ŞİÖ, BRICS ve Küresel Güney yerine kullanmayı tercih ettiğimiz ifadeyle Dünya Çoğunluğu içinde paralel kurumlar oluşturmamız ve aynı zamanda bazı kilit uluslararası kalkınma konularında Batı’dan istekli katılımcıları da sürece dahil etmemizdir. Bunlar arasında örneğin iklim değişikliklerinin ve insan kaynaklı felaketlerin sonuçları, gıda kıtlığı, salgın hastalıklar ve biyolojik silahların yayılması yer alıyor. Acil dikkat gerektiren ancak mevcut sistem içinde çözülemeyen daha pek çok konu sayabilirim.
Ancak yine de tüm BM sistemini hemen hurdaya çıkarmamalıyız. Belki 15 ila 20 yıl ya da daha sonra, büyük bir dünya savaşına sürüklenmezsek BM kurumlarına tekrar ihtiyacımız olabilir. BM’nin temel sorunu Tüzüğü değil, son birkaç on yıldır, başta merkezlerinin New York, Cenevre ve Viyana’da bulunması olmak üzere bir dizi koşul nedeniyle, Batılı ülkelerden yetkililer veya kendilerini Dünya Çoğunluğu ile değil Batı ile aynı hizaya getiren yetkililer tarafından kuşatılmış olmasıdır. Bununla birlikte, bu sistem zayıflıyor ve giderek daha az meşru hâle geliyor olsa da yok edilmemelidir. Bunun yerine paralel sistemler oluşturulmalı.
İkincisi, yeni dünya düzeninin tanımlayıcı özellikleri hakkında. Ben elbette kâhin değilim. Ancak uzun bir dönemin ardından (şu anda tahmin etmek neredeyse imkânsız olsa da bence 10 ila 15 yıl sürecek) ulusların ve medeniyetlerin gelişebileceği, etrafta hegemonların olmadığı, eskilerin kenara çekileceği ve yenilerinin ortaya çıkma şansı bulamayacağı çok kutuplu ve oldukça özgür bir dünya göreceğimiz benim için oldukça aşikar. Bu yüzden o dünyayı gerçekten seviyorum. Onu görecek kadar yaşamayabilirim ama bu başka bir mesele. Batı yanlısı olmayacak. Umarım hür olacak.
Fakat özgürlük çok pahalı bir metadır ve bedelini ödemek zorunda kalacağız. Ona ulaşmak için çok çalışmamız gerekecek. Bu yüzden tüm ülkelerin, halkların ve her bireyin, dünyanın büyük çaplı bir savaşa sürüklenmesini önlemek ve ulusların dağılmasından kaçınmak için bu çalkantılı dönemi olabildiğince sorunsuz atlatmaya çalışması gerekiyor. Bu oldukça zor bir dönem ama üzerinde düşünülmesi gereken bir şey.
Ukrayna’daki Özel Askeri Operasyon (ÖAO), Rusya için sadece Batı ile ilişkilerinde değil, daha da önemlisi, sizin ve meslektaşlarınızın “Dünya Çoğunluğu” olarak adlandırdığı Küresel Güney’i yeniden keşfetmesinde nasıl bir dönüm noktası oldu?
ÖAO —aslında Ukrayna’da Batı ile savaş— Rusya’nın politikasının tüm yönlerini önemli ölçüde etkiledi. Bu operasyon, Rus ekonomisinde ve Rus dış politika düşüncesinde doğuya kayışı hızlandırdı. Çin, Hindistan ve diğer Asya ülkeleriyle ticaret hacmi keskin bir şekilde arttı. Afrika ile ticaret canlanıyor. Rusya’nın Dünya Çoğunluğu’na yönelik devam eden yöneliminin çarpıcı bir şekilde hızlanması da çok önemli. Rusya nihayet gelecekteki büyüme kaynaklarının ve en umut verici ortakların burada olduğunu fark etti.
Ancak Dünya Çoğunluğu’na bu yöneliş ÖAO’dan çok önce tasarlandı ve başladı. Bundan birkaç yıl önce yazdık ve konuştuk. Birkaç yıl önce meslektaşlarımla birlikte Dünya Çoğunluğu’na yönelik yeni politika hakkında bir rapor yayımladık ve ondan beş altı yıl önce de Afrika’ya yönelik yeni politika hakkında bir rapor yayımlamıştık. Yani hazırlıklıydık. Ve şimdi nesnel koşullar Dünya Çoğunluğu ile uyumlanmamızı hızlandırıyor. Dahası, Rusya nihayet bu çoğunluğun bir parçası olduğumuzu, onun askeri-stratejik çekirdeği ve temeli olduğumuzu kabul etmeye başlıyor. Biz sömürgeci güçler arasında değildik.
Sovyetler Birliği sömürgecilikten ve yeni sömürgecilikten kurtuluşu aktif olarak savundu ve Batı’nın askeri üstünlüğünü baltalayarak Dünya Çoğunluğu’nu eski Batı’nın hakimiyetinden kurtarmaya başladık. Ayrıca Rusya’da Doğu, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin kültürüne artan bir ilgi görüyoruz ve halklar arası temaslar genişliyor, bu da çok cesaret verici. Yüksek enternasyonalizmin ve kültürel, dini ve etnik açıklığın çok iyi Rus geleneğine geri dönüyoruz. Size hatırlatayım, 18. yüzyılda etnik bir Etiyopyalının general rütbesine sahip olduğu neredeyse tek ülkeydik. O, Büyük Petro’nun sevilen bir çalışma arkadaşı ve öğrencisiydi. Rusya’nın en büyük şairi Puşkin (ve Puşkin’in bizim her şeyimiz, modern Rus edebi dilinin kurucusu olduğunu söyleriz), bu Afrika kökenlinin torunuydu.
ÖAO’nun Rusya’daki iç politika ve ekonomimiz üzerinde olumlu bir etkisi oldu. Bu askeri operasyonun teşvik ettiği bu iç değişikliklerin, kaçınılmaz bir dünya savaşı riskini taşıyan NATO’nun doğuya doğru genişlemesini durdurmanın yanı sıra, elbette temel hedeflerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Daha önce neredeyse durgun olan ekonomi şimdi daha hızlı büyüyor. Bilime, özellikle de teknik bilimlere yeniden yatırım yapıyoruz.
Savaş, Rus seçkinlerini ve toplumunu, geri kalmışlığın bir işareti hâline gelen Batıcılıktan ve Batı merkezcilikten arındırmaya yardımcı oluyor. Batı yaptırımları, komprador burjuvaziden ve onun entelektüel hizmetkârlarından kurtulmamıza yardımcı oluyor. Belki daha da önemli bir sonuç var: Rusya “gerçek benliğine” geri dönüyor. Ahlaki ve manevi bir yükseliş yaşıyor. Başka bir deyişle, çok boyutlu bir ekonomik, kültürel ve manevi Rönesans durumundayız. Elbette bu canlanmanın bedelini en iyi evlatlarımızın kanıyla ödemek zorunda olmamız çok üzücü. Ama biz kazanacağız. Bu canlanma, Doğu’ya ve Küresel Güney’e doğru kayışla birlikte bizde kalacak, özellikle de bu Dünya Çoğunluğu’nun askeri-politik çekirdeği olduğumuzu sürekli vurguladığımız için. Dünya Çoğunluğu’nu Batı’nın boyunduruğundan kurtarıyoruz.
Ukrayna’daki savaşın başlangıcındaki temel açığa çıkışlardan biri, Avrupalı seçkinler arasında —ve bir ölçüde kamuoyunda— “Rusya kaynaklı endişelerin” derinliğiydi. Bu endişeleri ne ölçüde tarihsel olarak yerleşmiş, uzun süredir devam eden jeopolitik anlatılara dayalı görüyorsunuz? Yoksa bu, daha yakın tarihli olaylara ve stratejik gelişmelere bir tepki mi? Mevcut gerilimler göz önüne alındığında, Rusya’nın orta vadede Batı’nın çoğuyla ilişkilerini normalleştirmesi için gerçekçi bir yol görüyor musunuz, yoksa kırılmalar yakın gelecekte uzlaşma için çok mu derinleşti?
Rus düşmanlığı (Russofobi) her zaman, özellikle Avrupa’da ve daha az ölçüde Amerika Birleşik Devletleri’nde çok güçlü olmuştur. Slavlar ten rengi olarak Romano-Cermenlere benzese de bu bir tür ırkçılıktı. Bu, kültürel bir ırkçılık, bir tür üstünlük duygusuydu, zira tarihin belirli bir noktasında Moğol istilası nedeniyle Rusya teknolojik gelişimde geri kalmıştı. Fakat bu Rus düşmanlığının temel nedeni, Rusya’nın Avrupa ile yaptığı savaşları her zaman kazanmış olmasıydı.
Avrupa ile yaklaşık sekiz yüzyıl boyunca savaştık ve her zaman galip çıktık. Tüm Avrupa için özellikle travmatik olan, bizim Büyük Anayurt Savaşı olarak adlandırdığımız İkinci Dünya Savaşı’nda Rusya’ya yenilmesiydi. Yugoslavya ve Yunanistan hariç neredeyse tüm Avrupa ülkeleri Alman ordusuna silah, teçhizat ve yiyecek sağladı. Dahası, neredeyse tüm Avrupa ülkeleri asker verdi. On binlerce İtalyan, on binlerce Rumen ve hatta Fransızlar bize karşı savaştı. Alman Wehrmacht’ı ve SS’lerinin dörtte biri, hatta üçte biri Alman olmayan Avrupalılardan oluşuyordu.
1945’te Alman faşizmini yendiğimizi söyleriz, ama gerçekte bu, Avrupa’ya karşı bir zaferdi. O zamanlar, cömertlikten ve zafer coşkusundan dolayı Müttefiklerle birlikte kazandığımızı söylüyorduk. Doğru, kıta Avrupası’nı Amerikalılar ve İngilizlerle birlikte yendik.
Ama şimdi Avrupa’da Rus düşmanlığının (Russofobi) çamurlu dalgaları yeniden yükseliyor. Mevcut nefret dalgasının bir başka ve çok daha derin nedeni, bugünkü Avrupalı seçkinlerin her cephede kaybediyor olması. Eşitsizlik artıyor, ekonomi yavaşlıyor ve Avrupalıların kendi çıkarları için dünyaya dayattığı sözde “yeşil gündem” başarısız oldu. Avrupa toplumları derin bir ahlaki yozlaşmaya batıyor, bu da onları diğer birçok ulus için “dışlanmış” yapıyor. Avrupa toplumlarında ortaya çıkan ve diğer ülkelere dayatmaya çalıştıkları tüm bu en yeni, çok tuhaf insan sonrası veya insan karşıtı değerlerden bahsediyorum. Bunlar arasında ultra feminizm, LGBT kültürü, tarihin inkârı, transhümanizm vb. yer alıyor.
Buna, son 30 yıldır Avrupa genelinde eşitsizlikteki çarpıcı artışı, orta sınıfın düşüşünü ve sendikaları zayıflatmak ve kendi işgücü maliyetlerini düşürmek amacıyla 1960’larda birkaç göçmen dalgasının ülkeye girmesine izin veren ve şimdi onlarla başa çıkamayan Avrupalı seçkinlerin yaptığı korkunç ve şeytani hatayı da eklemeliyim. Bu sürekli başarısızlıkları örtbas etmek ve iktidarlarını meşrulaştırmak için (iktidardan uzaklaştırılmaları gerekirdi), 10 yılı aşkın süredir Rusya’dan askeri tehdit korkusunu körüklüyorlar.
Şimdi bu askeri tehdit korkusu, askeri bir histeriden başka bir şeye dönüşmüyor. Avrupalılar savaşa hazırlanıyor, bu da bizim ve tüm normal insanlar için gerçekten şok edici. Yüz yılı aşkın bir sürede üçüncü kez kendilerini intihara sürüklüyorlar. Avrupa’nın, iki dünya savaşı da dahil olmak üzere tüm insanlığın sorunlarının kaynağı olduğunu unutmamalıyız. Hiçbir şey öğrenmediler ve bir kez daha yeni bir dünya savaşına doğru gidiyorlar. Umarım Rusya, dünyanın üçüncü bir dünya savaşı kumarını oynamasını durdurabilir ve bu seçkinleri dizginleyebilir. Ama önümüzde zorlu bir yol var.
Şu anda Batı içinde Rusya’ya yaklaşımı ve Ukrayna’daki savaşın geleceği konusunda büyüyen bir ayrışmaya tanık oluyoruz gibi görünüyor. Paradoksal olarak, Rusya ile müzakere veya barış anlaşması olasılığını araştırmaya daha istekli olan ABD iken, pek çok AB lideri en iyi ihtimalle tereddütlü, en kötü ihtimalle ise bu tür tartışmalara kesinlikle karşı çıkıyor. Bu strateji farklılığını neyin tetiklediğine inanıyorsunuz? Bu, ABD ve AB içindeki farklı jeopolitik önceliklerin, ekonomik çıkarların veya iç siyasi baskıların bir yansıması mı? Ve bu bölünmenin, çatışmanın ele alınmasında Batı uyumunun geleceği için ne gibi etkileri olabilir?
Avrupalı ve Amerikalı seçkinler arasındaki farklar açık ve giderek artıyor. Bu savaşın başında, Amerikalı ve Avrupalı seçkinler genellikle aynı çıkarları güdüyorlardı. Amerikalılar, Rusya’yı stratejik bir düşman olarak mahvetmeyi umuyordu. Avrupalılar ise daha çok savaşı kazanmak ve böylece varlıklarını haklı çıkarmak ya da en azından toplumlarını iç sorunlardan uzaklaştırmak istiyordu. Ancak yıllar geçtikçe bu savaşı kazanamayacaklarını anladıkça, Amerikalı ve Avrupalı seçkinler arasında farklılıklar ortaya çıkmaya başladı.
Her şeyden önce, Rusya Ukrayna’daki NATO saldırganlığına sadece sert bir direniş göstermekle kalmadı, aynı zamanda bu saldırganlık devam ederse er ya da geç Rusya’yı Avrupa’daki hedeflere karşı nükleer silah kullanmaya zorlayacağını da belirtti. Amerikalılar fikir değiştiriyor, zira Avrupa’da nükleer bir savaşa ihtiyaçları yok. Nükleer savaşın neye benzediğini anlıyorlar. Biden son derece saldırgan bir söylem benimsemiş olsa da, daha Biden döneminde geri çekilmeye başladılar. Ancak onun yönetimi altında bile Ukrayna’ya askeri yardım yer yer azalmaya başladı.
Avrupalılar için durum çok daha karmaşık. Amerikalılar nükleer savaş tehlikesini anlıyor ve istemiyorken, Avrupalı seçkinler akıllarını yitirmiş durumda. Bir “stratejik parazitlik” bulutu içinde yaşıyorlar, savaş korkusunu ve halklarına karşı sorumluluklarını kaybettiler. Bu yüzden yol boyunca her şeyi kaybederek, kendi kendini yok etme riskine rağmen ülkelerini savaşa doğru itiyorlar.
Ayrıca, Amerikalılar bu savaşta zaten çok önemli hedeflere ulaştılar. Hedeflerden biri Rusya ile Avrupa arasında yakın bir uyumu önlemekti. Bu hedefi, Ukrayna kartının ilk kez oynandığı ve Ukrayna’da ilk darbenin gerçekleştiği 2000’li yıllardan beri güdüyorlardı. Ülke sürekli bir gerilim kaynağına dönüştürüldü. Amerikalılar başarmıştı. 2000’lerin başlarında, Rus ve birçok Avrupalı lider tek bir kıtasal ekonomik, siyasi ve güvenlik alanı oluşturmaktan bahsediyordu. Amerikalılar bunu istemedi. Bu yüzden yakın gelecekte böyle bir alanın oluşturulamayacağından emin olmak için ellerinden geleni yaptılar.
Ayrıca, Amerikalıların Ukrayna’da bu savaşı başlatmaktaki hedeflerinden biri de Avrupa’yı soyma yeteneklerini artırmaktı. Amerika, Dünya Çoğunluğu’nu soyma fırsatını kaybediyor çünkü Amerika Birleşik Devletleri nispeten zayıfladıkça Dünya Çoğunluğu daha bağımsız hâle geliyor. Bu yüzden ABD, Dünya Çoğunluğu’nu yağmalama konusundaki bu azalan fırsatı, Avrupa’yı cüretkâr bir şekilde soyarak telafi ediyor. Savaş ve tüm bu süper yaptırımlar nedeniyle, Avrupa Rus doğalgazını ve Rus kaynaklarını reddederek rekabet avantajlarını baltaladığı için, Amerikalılar şimdi hem Avrupa parasını hortumluyor hem de Avrupa sanayisini Amerika Birleşik Devletleri’ne çekiyor. Yani Amerikalılar bu savaşı zaten kazandı, ama sadece Avrupa’ya karşı. Şimdi bu çatışmayı bir şekilde sona erdirmek ve nükleer savaş seviyesine tırmanmasını önlemek için Rusya ile bir anlaşma yapmak istiyorlar. Ama Avrupalılar çıldırdı ve gözü dönmüş bir şekilde uçuruma doğru koşuyorlar.
Ortak yazarı olduğunuz Rusya’nın Dünya Çoğunluğu’na Yönelik Politikası başlıklı raporda, BRICS ve bir ölçüde ŞİÖ, “Batı’nınkine alternatif kurallar koyma, standartlar belirleme, politikalar yürütme ve kurumsal alternatifler yaratma potansiyeline sahip… Dünya Çoğunluğu’nun öncüsü” olarak tanımlanıyor. Özellikle aşırı soldan gelen, BRICS’in yapısal toplumsal dönüşümü yönlendirmek yerine küresel güç yapıları içinde ulusal seçkinleri ilerletmeye yönelik bir platformdan ibaret olduğu yönündeki eleştirilere nasıl yanıt verirsiniz?
Rusya, BRICS ve ŞİÖ’nün gelişimini, uluslararası sistemin yönetilebilirliğinin tamamen çökmesini önlemenin bir yolu olarak görüyor. Batı’nın hakim olduğu eski kurumlar ölüyor. BM sistemi çok zayıfladı, işlevlerinin çoğunu yerine getiremiyor ve Batılı seçkinlerin temsilcileri veya Batı yanlısı yetkililer tarafından kuşatılmış durumda. Yeni bir güç dengesi ve yeni bir kurumsal sistem kuracağımız ya da eskisinin bazı unsurlarını restore edeceğimiz uzun dönem için paralel sistemler oluşturmamız gerektiğine inanıyorum.
Hakikaten de Rusya şimdiye kadar uluslararası kalkınma için alternatif bir sosyo-ekonomik model önermedi. Bahsettiğiniz eleştirinin oldukça yerinde olduğuna inanıyorum. Bu, sizinle birlikte ele almamız gereken çok zor ve karmaşık bir konu.
Modern küreselci liberal kapitalizmin göreceli faydasını yitirdiğini ve şimdi açıkça zararlı olduğunu kabul ediyorum; birincisi, sürekli artan tüketime dayandığı için doğaya, ikincisi ise sonsuz tüketime yapılan vurgu nedeniyle insanların tamamen tüketen hayvanlara dönüşmesine. Kâr arayışı ve bilişim devrimi insanın kendisini yok etmeye başlıyor. Alternatif bir kalkınma modeli tasarlamaya başlamak ve onu uygulamaya çalışmak için Dünya Çoğunluğu’ndan düşünürlerle ve Batı’daki ilerici entelektüellerle birlikte çalışmamız gerekiyor.
Bu konuda Rusya’nın yeterince aktif olmadığına ve bunun bizim zayıflığımız olduğuna inanıyorum. Geçen yıl St. Petersburg Ekonomi Forumu’nda Devlet Başkanımızla konuştuğumda bu konuyu gündeme getirdim. Bir şeylerin devam ettiğini biliyorum ama bu konuda birlikte çalışmamız gerekiyor. Bu sadece “sol” güçleri değil, aynı zamanda insanlığın geleceği için sorumluluk duyan politikacıları ve bilim adamlarını da içermeli. Mevcut kapitalizm modeli insanlığı bir çıkmaza sürüklüyor.
Güney Afrika, Rusya’nın daha geniş dış politika stratejisinde nasıl bir rol oynuyor? Ayrıca iktisadi, siyasi ve güvenlik hususları Rusya’nın Güney Afrika ile ilişkilerini ne ölçüde şekillendiriyor ve bu ilişkinin önümüzdeki yıllarda nasıl gelişeceğini görüyorsunuz?
Güney Afrika ile ilişkilerimizin olumlu yönde geliştiğini görüyoruz, onu gelecek vaat eden bir ortak olarak değerlendiriyoruz. Ticaret hacmi artıyor ve insani temaslar genişliyor. Çoğu uluslararası siyasi konuda birlikte duruyoruz ve BRICS’i birlikte inşa ediyoruz, bu yüzden tek seçenek ilerlemek.
Belki de insani, bilimsel ve eğitimsel bağların geliştirilmesine daha fazla dikkat etmeliyiz. Giderek daha fazla Rus öğrencinin Güney Afrika’da okuduğunu biliyorum. Güney Afrika’dan ve diğer Afrika ülkelerinden mümkün olduğunca çok öğrenciyi Rusya’da okumaya çekmek için ek çaba göstermemiz gerekiyor. Rusya, Afrikalılar için çok uygun bir ülke çünkü burada ırkçılık yok. Elbette bazıları böyle hissedebilir ama prensipte ırkçılık Rus ulusal karakterine yabancıdır. Sanırım Afrikalı dostlarımız, o zamanki Sovyetler Birliği’nde okuyan ve şimdi muhtemelen Afrika ülkeleriyle kurduğumuz dostane ilişkilerin çekirdeğini oluşturan on binlerce Afrikalı öğrencinin hissettiği gibi burada kendilerini çok rahat hissedeceklerdir.
Rusya’nın Çin ile ittifakının uzun vadeli sürdürülebilirliğini nasıl değerlendiriyorsunuz ve böyle bir ortaklık ne gibi riskler taşıyabilir?
Rusya ve Çin gayri resmi müttefiklerdir. Birbirimizi birçok yönden tamamlıyoruz. Çinlilerin işgücü fazlası var, bizim ise devasa kaynaklarımız. Ayrıca çok uzun bir sınırı paylaşıyoruz ve son on yıllarda kurduğumuz iyi ilişki, sınırın her iki tarafında da güvenliğimizi büyük ölçüde artırdı. Sınırdaki asker sayısını keskin bir şekilde azalttık ve Çin de aynısını yaptı. Kuzeyde neredeyse hiç büyük askeri birliği yok. Ama en önemli şey bu değil.
Rusya ve Çin ekonomik alanda çok yakın işbirliği yapıyor. Biz ve Çinli dostlarımız da henüz çok erken oluşum aşamasında olan gelecekteki bir uluslararası kalkınma modeli üzerinde çalışıyoruz. Son olarak, Rusya ve Çin’in fiili müttefik olması, her ülkenin birleşik stratejik gücünü ikiye katlıyor.
Çin’in, arkasında Rusya’nın stratejik gücü olmasaydı Amerika Birleşik Devletleri ve Batı’nın baskısına nasıl direnebileceğini hayal etmek zor. Çin ve ekonomik gücü, Avrupa ile olan çatışmamızda bize çok yardımcı oldu, şimdi de oluyor ve gelecekte de olacak. Rus ve Çinli liderler, 1960’lar ile 1980’ler arasında düşüncesizce kötüleşen iki ülke arasındaki ilişkileri düzeltti. Tanrı, Batılı komşularımızı, özellikle de Amerikalıları çılgınlığa sürükleyerek bize yardım etti. Aynı anda Çin ve Rusya’ya baskı uygulayarak, iki dost ülkeyi bir ittifaka ittiler, böylece her birimizin tek başına potansiyel gücünü ve birleşik gücümüzü çarpıcı bir şekilde artırdılar.
Söylemeye gerek yok, Rusya ve Çin arasında ekonomik güç açısından büyük bir dengesizlik var. Bu, bazı politikacılarımız ve toplumumuz arasında bazı endişelere neden oluyor ama bu dengesizliğin ilişkilerimizi şimdi veya öngörülebilir gelecekte etkileyeceğinden endişe duymuyoruz.
Pekin, ülkemize yönelik Çinli işgücü göçü konusunda son derece dikkatli. Burada çok sayıda Çinli öğrenci ve iş insanı var, ancak pratikte hiç Çinli işçi yok. Yaklaşık 15 yıl önce özel bir araştırma yaptık ve Batı’nın ülkelerimiz arasına nifak sokmak amacıyla iddia ettiği gibi Rusya’da milyonlarca Çinli olmadığını öğrendik. Aslında sayıları, buradaki Alman pasaportlu Almanlardan bile daha azdı. Bugün burada o kadar çok Alman yok elbette, ama yine de ülkemizde çok az Çinli var ve hatta mutfakları nedeniyle burada daha fazlasını görmek isterdim. Ancak uzun vadede bu dengesizlik hakkında oldukça ciddi düşünmek zorunda kalacağız.
Bu dengesizliği göz önünde bulundurarak, ben de dahil olmak üzere biz, yedi sekiz yıl kadar önce Büyük Avrasya konseptini önerdik. Başlangıçta Çinli dostlarımız bu konsepte biraz kıskançlıkla yaklaştılar, ama şimdi Büyük Avrasya Ortaklığı’nı birlikte inşa ediyoruz. Büyük Avrasya Ortaklığı, tüm Avrasya için bir işbirliği, kalkınma ve güvenlik sistemi ve bir noktada belki de gıda, ilaç, doğal ve insan kaynaklı felaketlere müdahale ve ulaştırma sektörlerinde bir güvenlik veya yumuşak güvenlik sistemi anlamına geliyor.
Fakat bu konseptin daha da derin bir anlamı var. Büyük Avrasya konsepti, Avrasya’nın tartışmasız lideri olan Çin’in, yanında Endonezya, ardından Hindistan, Pakistan, İran, Türkiye ve son olarak Rusya gibi yükselen diğer büyük güçler tarafından dengeleneceği anlamına geliyor. Böylece kimse Çin hegemonyasından korkmayacak. Çinli dostlarımızın başlangıçta bu tür bir dengelemenin gerekli olduğunu kabul etmesi zordu. Ama şimdi eşitler arasında birinci olmanın, herkesin korktuğu bir hegemon olmaktan çok daha iyi olduğunu anlıyorlar. Pekala, önümüzdeki 10 ila 15 yıl içinde ne olacağını göreceğiz.
Bence politikamız bir yandan Çin’den herhangi bir tehdidin ortaya çıkmasını önlemeyi, diğer yandan da ilişkimizi mümkün olan her düzeyde güçlendirmeyi ve onu Büyük Avrasya’nın omurgası yapmayı amaçlıyor. Doğal olarak, bu omurga er ya da geç üçüncü bir desteğe, Hindistan’a, ardından da dördüncü ve beşinci desteklere, yani İran ve Arap ülkelerine ihtiyaç duyacaktır. Ve sonra dünyanın merkezi olması gereken yere, büyük ve barışçıl bir Büyük Avrasya’ya geri dönecektir. Bu terimi benim bulmuş olmamdan dolayı çok mutlu ve gururluyum.
-
Görüş2 hafta önce
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?
-
Asya5 gün önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını1 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Avrupa2 hafta önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor
-
Rusya2 hafta önce
Ukrayna’dan Rus stratejik bombardıman üslerine kamyonlardan kalkan İHA’larla saldırı
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya ve Ukrayna heyetleri tekrar İstanbul’da: Masada neler var?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’