Bizi Takip Edin

Amerika

ABD’de seçim günü: Süreç nasıl işliyor?

Yayınlanma

Bugün tüm dünyada büyük bir ilgiyle beklenen ABD başkanlık seçimleri yapılıyor. Siyasetçiler ve uzmanlar, bugünün yalnızca Amerika’nın değil, tüm dünya düzeninin geleceğini etkileyeceğine inanıyor. Ancak seçim günü, bu uzun soluklu seçim sürecinin yalnızca bir aşaması; hatta sürecin sonu bile değil.

ABD’de başkanlık seçimleri, kasım ayının ilk salı günü yapılan ana oylamanın çok öncesinde başlıyor ve oylar sayıldıktan sonra bile aylarca sürebilen bir süreç.

ABD’de başkanlık seçimlerinin dolaylı bir seçim olduğu bilinir: 538 üyeden oluşan Seçiciler Kurulu’nda yüzde 50’den fazla oy alan, yani en az 270 oya ulaşan aday Beyaz Saray’ın başına geçer. Bu sistem, halk oyuyla kazananın başkan olmasını şart koşmaz.

“Dolaylı seçim” terimi kafa karışıklığına yol açabilir ve sanki ABD vatandaşları sürecin dışında bırakılmış gibi görünebilir. Fakat gerçekte, Amerikalılar bu sürecin doğrudan içinde. Başkanlık yarışı, Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin ön seçimleriyle ocak veya şubat ayı gibi erken bir tarihte başlar.

Bu dönemde, Oval Ofis’e talip politikacılar, partilerinin desteğini kazanmak için yarışır. Her eyalette yapılan bu ön seçimlerde Amerikalılar, ülkenin iki büyük partisinin başkan adaylarını doğrudan belirleme sürecine katılır.

Ön seçimlerde en sert rekabet, görevdeki başkanın iki dönem görev yapmış ve yeniden aday olma hakkını kaybetmiş olduğu yıllarda yaşanır. Örneğin, 2016’da pek çok siyasetçi başkanlık hırsıyla ortaya çıkarak partilerinin desteğini almak için yoğun bir mücadele vermişti. Görevdeki başkanın yeniden aday olduğu yıllarda ise en çok ilgi, muhalefetin ön seçimlerine odaklanır. Bu durumda, muhalefetin adayları, seçmenlere kendilerinin başkanı devirebilecek kişi olduğuna ikna etmeye çalışır.

2024 yılı ön seçimleri, bu rekabetin farklı bir versiyonunu sundu. Demokrat Parti, Joe Biden’ı ikinci dönem aday gösterirken, Cumhuriyetçilerde ise eski Başkan Donald Trump öne çıktı. Trump, parti içindeki gücü sayesinde diğer adayları hızlıca saf dışı bıraktı.

Bu yılın ön seçimlerinde, temmuz sonunda Demokratlar sürpriz bir değişiklik yaparak, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i aday gösterdi. Joe Biden’ın sağlık durumu ve yaşı nedeniyle seçimi kazanamayacağı endişesiyle yapılan bu hamle, Demokrat seçmenlerin desteğini büyük ölçüde kazandı.

Sonuç olarak, görevdeki Başkan Yardımcısı Harris ve eski Başkan Trump, bugün kıyasıya bir final mücadelesine girişiyor.

2024’te rekor erken katılım

2024 seçimlerinde dikkat çeken bir diğer nokta ise rekor düzeyde erken oylama katılımı oldu. Koronavirüs pandemisi sırasında, 2020’de yüzde 66’sı erken oy kullanarak bir rekora imza atmıştı. Bu yıl, daha fazla Amerikalı seçmenin sandık başına gitmesi bekleniyor.

1 Kasım itibariyle, 66 milyon kişi oyunu kullanmış durumda ve bunların yüzde 53‘ü şahsen, yüzde 47’si ise posta yoluyla oy kullandı. Bu rakam, 2020 seçimlerinde 154 milyon seçmenin katılım gösterdiği rekor oranının yüzde 40’ını temsil ediyor.

Erken oylamada, başkanlık yarışının sonucunu belirleyebilecek kritik eyaletlerdeki yüksek katılım da dikkat çekiyor. Bu eyaletlerdeki seçmenlerin yoğun katılımı, seçim sonuçları hakkında ipucu arayan stratejistlerin ve uzmanların ilgisini çekiyor.

ABD’deki başkanlık seçimleri dolaylı bir seçim sistemine dayanır ve bunun en doğrudan sonucu “salıncak eyaletler” olgusu. ABD’nin kurucu babaları, ülkenin ilk federasyon yapısını oluştururken, her eyaletin yönetim belirleme sürecinde özel bir rol oynaması gerektiği konusunda hemfikirdi.

Böylelikle hem küçük eyaletlerin seçim sonucuna etki edebilmesi sağlanmış hem de büyük eyaletlerin baskın iradesinin diğer eyaletleri gölgede bırakmasının önüne geçildi.

Bu kapsamda Seçiciler Kurulu tasarlandı ve 538 üyeden oluşan bu organ, eyaletlerin ABD Kongresi’ndeki temsil oranına göre belirli sayıda seçmenden oluşuyor. Temsilciler Meclisi’ndeki sandalye sayısı eyalet nüfusuna göre dağıtılırken, Senato’da her eyalete iki sandalye verilerek bu oran dengelendi. Örneğin, Kaliforniya 54 seçmene sahipken, Alaska sadece 3 seçmenle temsil ediliyor. Columbia’da ise 3 seçmen hakkı tanınıyor.

Seçmenlerin, eyaletlerinde hangi adaya oy vereceği halk oylaması ile belirlenir. Çoğu eyalette “kazanan hepsini alır” ilkesi uygulanır; bu da bir adayın, eyalet halk oylamasını kazanması halinde tüm seçmen oylarını aldığı anlamına gelir.

Fakat Maine ve Nebraska gibi eyaletlerde daha orantılı bir sistem mevcut. Seçim sonuçlarının öngörülemez olduğu ve her iki adayın oy farkını kapatma mücadelesi verdiği bu kararsız eyaletlerde, başkanlık yarışının kaderi belirlenir. 2024 yılı itibariyle Wisconsin, Michigan, Pennsylvania, Georgia, Kuzey Carolina, Arizona ve Nevada gibi eyaletler bu kritik konumda yer alıyor.

ABD seçimlerinin karmaşıklığı yalnızca oy verme günü ile sınırlı değil. Oy sayımı tamamlandığında, hangi adayın önde olduğu genel hatlarıyla netleşse de Seçiciler Kurulu yaklaşık bir buçuk ay sonra, 17 Aralık’ta toplanarak oylama yapar. Bu süreçte, eyaletlerin seçmenleri yasal olarak halk oylamasını kazanan adaya oy vermeye zorlanmaz; yanlış oyu kullanan seçmenler ise en fazla 1000 dolar cezaya tabi tutulur.

Fakat bu tür durumlar çok nadir ve Seçiciler Kurulu halk iradesine saygı gösterir. Örneğin, 2016 seçimlerinde “yanlış” oy kullanan yalnızca on civarında seçmen vardı ve sonuç üzerinde bir etkisi olmadı.

Seçim süreci burada da sona ermez. 6 Ocak’ta Kongre’de, başkanlık yarışının resmi olarak onaylandığı bir oturum düzenlenir ve yeni başkan ile başkan yardımcısının görevi devralması 20 Ocak’ta yemin töreni ile gerçekleşir.

Seçim sonuçları çoğu kez çarşamba sabahı netleşir ve Seçiciler Kurulu oylaması ya da Kongre onayı formalite haline gelir.

Amerika

Hiroşima Nagazaki Barış Komitesi’nden Steinbach, İsrail’in gizli nükleer gücünün perde arkasını anlattı

Yayınlanma

Hiroşima Nagazaki Barış Komitesi’nden John Steinbach, Schiller Enstitüsü panelinde İsrail’in gizli nükleer programının perde arkasını anlattı. Steinbach, İsrail’in nükleer cephaneliğinin sadece bir savunma aracı olmadığını, aynı zamanda başta ABD olmak üzere diğer ülkeleri kendi istediği politikalara zorlamak için kullanılan bir şantaj mekanizması olduğunu belirtti.

Hiroşima Nagazaki Barış Komitesi’nden (Hiroshima Nagasaki Peace Committee of the National Capital Area) John Steinbach, Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen “True Citizens of Every Nation Demand Peace” (Her Ulustan Gerçek Yurttaşlar Barış İstiyor) başlıklı online panelde, İsrail’in gizli nükleer silah programının tarihini ve mevcut durumunu detaylarıyla anlattı.

Steinbach, İsrail’in nükleer cephaneliğinin, varlığı tehdit edildiğinde tüm dünyayı yok etmeyi amaçlayan “Samson Seçeneği” doktrininin ötesinde, başta ABD olmak üzere diğer ülkeleri kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye zorlamak için aktif bir şantaj aracı olarak kullanıldığını vurguladı.

Steinbach, İsrail’in bugün 100 ila 500 arasında gelişmiş termonükleer bomba ve nötron bombasına sahip olduğunu belirtti. Ayrıca, ABD’nin doğu kıyılarına ve Moskova’nın ötesine ulaşabilen Jericho 1, 2 ve 3 balistik füzeleri ile Almanya tarafından sağlanan ve nükleer kapasiteye sahip en az altı adet Dolphin sınıfı denizaltıdan oluşan sofistike bir fırlatma sistemine sahip olduğunu ifade etti.

‘Asıl amaç ABD’yi zorlamak’

İsrail’in nükleer programının temel amacının, yazar Israel Shahak’ın ifadesiyle “statükoyu İsrail’in lehine dondurmak” olduğunu belirten Steinbach, bu politikanın özellikle ABD’yi hedef aldığını söyledi.

Steinbach, Fransa’nın nükleer programının eski direktörü Francis Perrin’in, “İsrail programının aslında ABD’yi istediklerini yapmaya zorlamak amacıyla tasarlandığını düşündüklerini” söylediğini aktardı.

Bu zorlama politikasının ilk kez 1973 savaşında bariz bir şekilde uygulandığını belirten Steinbach, “İsrailliler, ABD’nin devasa bir hava ikmali yapmaması durumunda nükleer silah kullanma tehdidinde bulundu. Kissinger ve Nixon istemeyerek de olsa boyun eğdi, hava ikmali gerçekleşti ve dünya nükleer alarma geçti,” dedi.

Nükleer programın kökenleri ve Fransa işbirliği

Steinbach, İsrail’in nükleer programının temellerinin, Holokost’un bir daha asla tekrarlanmaması vizyonuyla David Ben-Gurion tarafından atıldığını ve genç bir bakan yardımcısı olan Şimon Peres’in programın başına getirildiğini söyledi. Programın bilimsel liderliğini ise Ernst Bergmann’ın üstlendiğini ekledi.

Programın 1950’lerin ortalarında ABD’den alınan bir araştırma reaktörüyle büyük bir ivme kazandığını belirten Steinbach, aynı dönemde Fransa ile başlayan işbirliğine dikkat çekti.

Steinbach, “İsrail, Fransız programında tam bir ortaktı. 1950’ler ve 60’ların başındaki Cezayir testlerinin aslında ortak İsrail-Fransız testleri olduğunu anlamalıyız,” değerlendirmesinde bulundu.

Fransa’nın ayrıca Dimona reaktörünün inşasına yardım ettiğini ve tesisin sivil amaçlı bir araştırma reaktörü olarak tanıtılmasına rağmen, bunun bir plütonyum üretim reaktörü olduğunu bildiğini ifade etti.

Kennedy’yi kandıran maket tesis

Dönemin ABD başkanları Eisenhower ve Kennedy’nin İsrail’in nükleer silah edinmesine şiddetle karşı çıktığını ve programdan büyük şüphe duyduğunu belirten Steinbach, Kennedy’nin denetim talebi üzerine İsrail’in başvurduğu aldatmacayı şöyle anlattı:

“İsrail aşırı önlemler aldı. Denetçiler geldiğinde gördükleri her şey tam bir sahtekarlıktı. Onlara hiçbir zaman Dimona kompleksinin gerçek kısımları gösterilmedi, bir maket gösterildi. Denetçiler geri dönüp tesisin sivil amaçlı olduğunu söylediler.”

Steinbach, Kennedy’nin programı durdurmaya kararlı olduğunu ancak kısa bir süre sonra öldürüldüğünü de sözlerine ekledi.

Eski CIA analisti McGovern: İstihbarat ‘İran nükleer silah yapmıyor’ diyor, başkan dinlemiyor

Vanunu’nun ifşaatları oyunu değiştirdi

İsrail’in yıllarca “nükleer belirsizlik” politikası izlediğini ancak Dimona’da teknisyen olarak çalışan Mordecai Vanunu’nun Sunday London Times‘a sızdırdığı fotoğraf ve belgelerin her şeyi değiştirdiğini vurgulayan Steinbach, bu belgeleri inceleyen Manhattan Projesi’nin bomba tasarımcıları Frank Barnaby ve Ted Taylor’ın vardığı sonuçların şok edici olduğunu belirtti.

Steinbach, “O dönemde İsrail’in 200’e yakın nükleer silaha sahip olduğu tahmininde bulundular. Daha da önemlisi, İsrail’in sadece atom bombasına değil, aynı zamanda hidrojen bombasına ve savaş başlıklarıyla kolayca eşleştirilebilecek minyatürleştirilmiş nükleer silahlara da sahip olduğunu belirlediler. Bu, istihbarat camiası için devasa bir başarısızlıktı,” dedi.

Steinbach ayrıca, Güney Afrika ile ortak nükleer testler yapıldığını, program için uranyumun büyük kısmının Güney Afrika’dan, sarı kek uranyumun Almanya’dan sağlandığını ve ABD’nin Pensilvanya eyaletindeki Numec tesisinden de zenginleştirilmiş uranyum kaçırıldığına dair güçlü kanıtlar olduğunu söyledi.

‘UAEA casus yuvasına dönüştü’

Konuşmasının sonunda Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nı (UAEA) sert bir dille eleştiren Steinbach, kurumun “içinin kof ve bir casus yuvası” haline geldiğini savundu.

Steinbach, “Bu durum, UAEA’nın, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT) ve Birleşmiş Milletler’in güvenilirliğini ölümcül bir şekilde zayıflatmıştır,” ifadelerini kullandı.

Steinbach, Mısırlı diplomat Mohamed el-Baradei’nin dürüst bir UAEA direktörü olduğunu ancak ABD’nin onu kasıtlı olarak görevden alarak kurumu bugünkü haline getirdiğini iddia etti.

Okumaya Devam Et

Amerika

Eski CIA analisti McGovern: İstihbarat ‘İran nükleer silah yapmıyor’ diyor, başkan dinlemiyor

Yayınlanma

Eski CIA analisti Ray McGovern, John F. Kennedy suikastının, başkanın İsrail’in nükleer programına karşı çıkmasıyla bağlantılı olduğunu söyledi. McGovern, dönemin kilit ismi James Angleton’ın İsrail adına casusluk yaparak programı örtbas ettiğini ve ABD istihbaratının “İran nükleer silah geliştirmiyor” yönündeki raporlarının başkan tarafından göz ardı edildiğini belirtti.

Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen online bir panelde konuşan eski CIA analisti Ray McGovern, ABD’nin eski başkanı John F. Kennedy’nin öldürülmesinin, İsrail’in nükleer silah programına karşı çıkmasıyla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade etti.

1963-1990 yılları arasında CIA’de görev yapan ve 1980’lerde Ulusal İstihbarat Tahminleri’ne başkanlık eden McGovern, dönemin CIA Karşı İstihbarat Şefi James Jesus Angleton’ın, İsrail’in nükleer faaliyetlerini örtbas eden bir casus olduğunu ifade etti.

McGovern, Schiller Enstitüsü’nün “True Citizens of Every Nation Demand Peace” (Her Ulustan Gerçek Yurttaşlar Barış İstiyor) başlıklı panelinde yaptığı konuşmada, ABD istihbarat camiasının 2007’den bu yana “İran nükleer silah üzerinde çalışmıyor” yönündeki raporlarının, mevcut başkan tarafından kasıtlı olarak göz ardı edildiğini belirtti.

McGovern, bu durumun CIA’in varlık nedenini sorgulanır hale getirdiğini vurguladı.

Kennedy suikastı ve ‘Potemkin köyü’ komplosu

McGovern, Kennedy’nin İsrail’in nükleer programına şiddetle karşı çıktığını ve bu programı durdurmaya kararlı olduğunu hatırlattı.

O dönemde CIA’in İsrail ile ilgili tüm konuları kontrol eden isminin James Jesus Angleton olduğunu belirten McGovern, “Adı James Jesus Angleton’dı. Kennedy suikastına karıştığına dair somut kanıtlar var,” dedi.

McGovern, Angleton’ın, ABD’li denetçileri yanıltmak için İsrail’in Dimona nükleer tesislerinde sahte bir “Potemkin köyü” kurulmasına yardım ettiğini iddia etti.

McGovern, “Denetçiler geri döndüğünde ‘Burası oldukça temiz görünüyor’ dediler. Çünkü Angleton ve İsrailli yoldaşları bu Potemkin köyünü inşa etmişlerdi,” değerlendirmesinde bulundu.

İstihbarat camiası 2007’den beri aynı şeyi söylüyor

McGovern, ABD istihbarat camiası 2007’den bu yana her yıl “yüksek güvenle” İran’ın nükleer silah geliştirmediğini raporladığını vurguladı.

Bu görüşün sadece analistlerle sınırlı kalmadığını, eski CIA Direktörü William Burns’ün de görevden ayrılmadan hemen önce bu gerçeği teyit ettiğini belirtti.

McGovern, Burns’ün, “İran’ın nükleer silah üzerinde çalışmadığını yinelemek isterim. Ayrıca, istihbarat toplama faaliyetlerimiz o kadar kapsamlı ki, eğer nükleer silah üzerinde çalışmaya başlarlarsa Batı’nın bundan neredeyse anında haberi olur,” dediğini aktardı.

‘Başkan istihbaratı dinlemiyor’

Tüm bu somut raporlara rağmen mevcut başkanın istihbaratı dinlemediğini ifade eden McGovern, Trump’ın, Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard’ı kastederek, “Onun ne dediği umurumda değil,” şeklindeki sözlerini hatırlattı.

McGovern, önümüzdeki iki haftalık kritik süreçte kamuoyunun Trump’a, “Siyonistlerin soykırımını desteklemenin kabul edilemez olduğunu” göstermesi gerektiğini belirterek, “Trump’ın bu konuda fare kapanına çekilmemesi için ne gerekiyorsa yapmalıyız,” çağrısında bulundu.

‘CIA’in varlığı sorgulanmalı’

McGovern, CIA’in varlığını sürdürmesi konusundaki kendi tereddütlerini de dile getirdi. Kurumun lağvedilmesi yönündeki çağrılara, CIA analistlerinin en azından İran konusunda doğruyu söyleyerek dik durmaları nedeniyle direndiğini söyledi.

Fakat bu tek doğru duruşun bile başkan tarafından hiçe sayılmasının, kurumun geleceği hakkında ciddi şüpheler doğurduğunu belirtti. McGovern, “Dürüst analistler, başkan ‘Onların ne dediği umurumda değil’ dediğinde ne hissedecek? Belki de CIA için artık umut kalmamıştır,” ifadelerini kullandı.

Okumaya Devam Et

Amerika

Temyiz mahkemesi, Trump’ın Ulusal Muhafızlarına şimdilik izin verdi

Yayınlanma

Perşembe günü geç saatlerde bir federal temyiz mahkemesi heyeti, Başkan Donald Trump’ın Ulusal Muhafızlar’ı şimdilik Los Angeles’ta konuşlandırmaya devam etmesine izin verdi.

Üç yargıçtan oluşan 9. ABD Temyiz Mahkemesi heyeti, Trump’ın konuşlandırmasını yasadışı bulan ve onu birliklerin kontrolünü Kaliforniya Valisi Gavin Newsom’a iade etmeye zorlayan bir yargıcın kararını oybirliğiyle askıya aldı.

Kararada, “Fakat kararımızın sadece önümüze sunulan gerçekleri ele aldığını vurgulamak isteriz. Başkanın Ulusal Muhafızları federalleştirme yetkisine sahip olduğunu düşünsek de, kararımızda federalleştirilmiş Ulusal Muhafızların gerçekleştirebileceği faaliyetlerin niteliğine değinilmemiştir,“ denildi. 

Trump’ın kararının mahkemeler tarafından incelenemeyeceği yönündeki yönetimin görüşüne katılmadığını belirtti, fakat yargıçlar mahkemelerin “son derece saygılı” olmaları gerektiğini kabul etti.

Mahkeme, “Başkan’a bu saygıyı göstererek, Başkan’ın yasal yetkisini yasal olarak kullandığı sonucuna vardık,” dedi.

Trump, zaman zaman şiddet olaylarına dönüşen Los Angeles’taki son protestoların ardından göçmenlik memurlarını korumak için binlerce Ulusal Muhafız askeri gönderdi. Bu hamle, Newsom ve eyalet başsavcısı tarafından hızla dava açılmasına yol açtı.

Mahkemenin kararı, Trump için hukuki mücadelede bir zafer anlamına gelse de, bu zafer kısa süreli olabilir. Geçen hafta askerlerin sevkini geçersiz kılan kararı veren ABD Bölge Yargıcı Charles Breyer, bugün (20 Haziran) süresiz ihtiyati tedbir kararı verip vermemeyi görüşmek üzere duruşma yapacak.

Breyer, eski Başkan Clinton tarafından atanan ve emekli Yüksek Mahkeme yargıcı Stephen Breyer’in kardeşi.

Trump, askerlerin konuşlandırılmasında, isyan olması veya normal kuvvetlerle federal yasaları uygulayamadığı durumlarda Ulusal Muhafızları federalleştirmesine izin veren bir yasayı gerekçe göstermişti.

Temyiz heyeti perşembe günü, ikinci şartın muhtemelen yerine getirildiğini kabul ettiğinden, isyan olup olmadığı sorusuna gerek olmadığını açıkladı.

Kararda, “Davacıların kendi sunumlarında, bazı protestocuların molotif kokteyl dahil olmak üzere nesneler attığı ve mülke zarar verdiği belirtiliyor. Davalıların sunduğu beyanlara göre, bu faaliyetler federal memurların yasaları uygulama yeteneğini önemli ölçüde engelledi,” denildi.

Üç yargıçtan oluşan temyiz heyeti, Trump tarafından atanan iki yargıç, Mark Bennett ve Eric Miller ile eski Başkan Joe Biden tarafından atanan yargıç Jennifer Sung’dan oluşuyor.

9. Temyiz Mahkemesi, Trump’ın vali “aracılığıyla” konuşlandırma emrini verme zorunluluğunu yerine getirmediğine dair Newsom’ın argümanını da reddetti.

Newsom, bunun kendi onayını gerektirdiğini iddia etmişti fakat temyiz heyeti, Kaliforniya Ulusal Muhafızlarının genel emir subayına bildirimde bulunmanın yeterli olabileceğini söyledi.

Heyet, yasanın “valilere başkanın federalleşme kararı üzerinde herhangi bir veto yetkisi vermediğini” vurguladı.

Newsom yaptığı açıklamada, “Mahkeme, Trump’ın Ulusal Muhafızları istediği gibi kullanabileceği ve kendini mahkemeye açıklamak zorunda olmadığı iddiasını haklı olarak reddetti. Başkan bir kral değildir ve kanunların üstünde değildir,” dedi.

Vali, Trump’ın ABD askerlerini vatandaşlara karşı “otoriter bir şekilde kullanmasına” karşı mücadelesini sürdüreceğini de ekledi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English