Bizi Takip Edin

AVRUPA

AfD, AB ve NATO’yu ne yapacak?

Yayınlanma

Geçen ay, Almanya için Alternatif’in (AfD) 2014 Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri için hazırladığı taslak manifesto basına sızmıştı. Manifestoda dikkat çeken unsurlardan biri de partinin ‘AB’nin kontrollü dağılmasını [Auflösung]’ savunmasıydı. AB’yi ‘son derece antidemokratik’ bulan ve AP’nin meşruiyetini tartışmaya açan AfD, yine de güçlü bir ‘avroseptik’ listeyle 2024’e hazırlanıyor.

Ne var ki, geçen haftasonu toplanan AfD kongresinin ilk bölümünde, manifestoda yer alan kontrollü dağılma terimi, parti liderleri Tino Chrupalla ve ‎Alice Weidel tarafından ‘editoryal bir dikkatsizlik’ olarak nitelendirildi ve kongrenin bu haftasonu yapılacak ikinci bölümünde çıkarılacağı söylendi.

Bu sözler ortalığı karıştırdı. Partinin Thüringen şefi ve ‘radikal’ kanada mensup olduğu ileri sürülen Björn Höcke, ifadenin metinde kalmasını istiyor ve bu konuda kürsüde kendisine söz verilmezse ‘isyan’ tehdidinde bulunuyor. AP listesinde dördüncü sırada yer alan ve partinin ‘ılımlı’ kanadına mensup olduğu iddia edilen Christine Anderson da Almanya’nın AB’den derhal ayrılması çağrısında bulunmaya devam ediyor.

AB yerine ulus-devlet federasyonu

Chrupalla geçen ay verdiği bir demeçte, “Ulus-devletlerin potansiyelini kullanabilmek ve doğuya giden köprüyü yeniden inşa edebilmek için Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasını talep ediyoruz,” demişti.

Avrupa Birliği’nin ‘ulus-devletin yerini alamadan ulusal yetkileri gasp ettiğini’ ve Avrupa Komisyonu’nun ‘meşruiyetten yoksun’ olması nedeniyle ‘yeterince demokratik’ olmadığını savunan Chrupalla ayrıca AB’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlarını AB’nin ‘gayrimeşruluğunun’ başlıca örneği olarak gösterdi ve bunların ‘vatandaşların çıkarına olmadığını’ ve artan enflasyon ve durgunluğa yol açtığını söylemişti.

Eş Başkan, AfD’nin AB yerine ‘yeni bir Avrupa ekonomik ve çıkar temelli topluluğu, bir Avrupa ulusları ligi’ önerdiğini aktarmıştı.

AfD’nin ‘Staatsvolk’ arayışı

AfD, manifestosunda ‘federal bir Avrupa’ fikrini açıkça reddediyor. AfD’nin taslak metninde, “Böyle bir oluşum, başarılı devletler için gerekli ön koşullar olan ne bir Staatsvolk’a ne de gerekli asgari kültürel kimliğe sahiptir,” deniyor.

Staatsvolk’taki vurgu bize ait. Bire bir çeviride ‘devletin halkı’ diyebileceğimiz bu kavram, hem egemen bir devletin tüm ulusal anasırını kapsıyor, hem de daha ‘etnomilliyetçi’ diyebiliceğimiz, egemen bir devletteki baskın ulusal unsuru öne çıkarıp diğer azınlıkları dışarıda bırakan başka bir anlama sahip. İlk anlam, etnik kökenine bakmaksızın bir ülke topraklarında yaşayan tüm vatandaşlara işaret ediyor; diğer ise dışlayıcı bir etnomilliyetçiliğe.

Almanya’da birçok sözcüğün anlamının Nasyonal Sosyalist iktidar ile birlikte dönüşüme uğradığını hatırlatmak gerekiyor. ‘Volk’ bunların başında gelir. Türkçeye ‘halk’ diye rahatça çevirebileceğimiz bu sözcük, nazi sözlüğünde kan ve toprak ile bağlı Alman ulusuna işaret eder hale gelmişti örneğin.

AfD içinde de Staatsvolk’ün her iki anlamını da savunabilecek kişiler olduğu açık. AfD’nin manifestodaki argümanları güçlü bir şekilde ‘ulus’, ‘egemenlik’ ve ‘kimlik’ gibi kavramlar etrafında dönüyor. Sadece ‘ulus’ ve ‘ulusal’ terimleri seçim programında 145 kez geçiyor.

AfD kongresi toplandı: ‘Völkisch’ ideolojisinin konsolidasyonu mu?

AB yerine AfD mi dönüşüyor?

AfD, kararların Brüksel’de değil, ulus devletin merkezinde alınması gerektiğini savunuyor. Programın giriş bölümünde AB’yi ele geçiren ‘küreselci elitlerden’ bahsediliyor.

AB’nin kontrollü dağılması etrafında dönen tartışma, AfD’nin AP içindeki sağcı Kimlik ve Demokrasi (ID) grubuna katılım başvurusunu kabul etmesiyle birlikte daha da alevlenebilir. Zira ID’nin şu andaki en önemli partileri Fransız Ulusal Birlik (Marine Le Pen) ve İtalyan Lega (Matteo Salvini), federal Avrupa’ya ilişkin tutumlarını yumuşatmış görünüyorlar.

Örneğin Marine Le Pen daha önce savunduğu AB’yi feshetme fikrinden vazgeçti ve bunun yerine blokta ‘köklü bir reform’ yapılması için bastırıyor. Bu, AfD’ye göre ‘imkansız’ bir şey. Benzer şekilde, Lega da şu sıralar, ‘avroseptik’ fikirlerini yavaş yavaş terk ederek yaklaşan seçimler için merkez sağ güçlerle geniş bir ittifak kurmaya çalışıyor.

AfD parlamento grubunun Avrupa politikası sözcüsü Harald Weye, geçen ayın sonunda Deutschlandfunk’a verdiği bir röportajda AB’nin kontrollü dağılması ifadesinin kelimenin tam anlamıyla ‘bir kişinin dilbilgisi dikkatsizliği’ olduğunu ileri sürmüştü. Oysa, 2017, 2019 ve 2021 seçimlerinde AfD açıkça ‘Dexit’, yani Almanya’nın AB’den çıkışını, üstelik ‘zorunluluk’ olarak savunuyordu. 2021 Bundestag seçimleri için ilan edilen programda, “Avrupa Birliği’nin son yıllarda planlı bir ekonomi süper devletine dönüşme çabası bizi, temel reform yaklaşımlarımızın bu AB’de gerçekleştirilemeyeceğinin farkına varmaya itti. Almanya’nın Avrupa Birliği’nden ayrılmasını ve yeni bir Avrupa ekonomik ve çıkar topluluğu kurmasını gerekli görüyoruz,” deniliyordu.

AfD’nin ‘daha Alman bir Avrupa’ planı

Frankfurter Allgemeine Zeitung’da (faz) yayınlanan, Magdeburg parti konferansıyla ilgili bir analizde, eş başkanların bu konuda farklı düşündüğü iddia ediliyor. faz’a göre Alice Weidel çekilmeyi saçma buluyor, ama Tino Chrupalla NATO’dan çekilmeye olduğu gibi AB’nin kontrollü dağılmasına da sempati duyuyor.

WELT’te yer alan bir habere göre AfD lideri Weidel’e yakın kaynaklar, AfD’nin, AP’deki müttefikleri Ulusal Birlik ve Lega’nın dahil olduğu ID’deki ortaklarını korkutmamak için daha yumuşak bir ifadeyi savunduğunu söylüyor. Weidel kısa süre önce Stern’e yaptığı açıklamada, “Ben AB’nin parçalara ayrılmasından bahsetmeyi tercih ediyorum. Örneğin ortak güvenlik ve savunma politikası gibi bazı bölümlerde bu yapı mantıklı. Fakat şu ana kadar başarısız olduğu yer de burası,” dedi.

Benzer bir tutum Avro bölgesine yönelik tutumda da görülüyor. Partinin 2013 Federal Meclis seçimleri kampanyasında “Almanya’nın Avro’ya ihtiyacı yok” deniyordu. Ertesi yıl, bu tutum yumuşatıldı ve AB için ‘daha esnek bir parasal düzen’ önerildi ve ‘istikrar odaklı Avro ülkeleri kendi aralarında Maastricht Antlaşması temelinde daha küçük bir para sistemi oluşturmalıdır’ denildi. 

On yıl sonra, 2024 Avrupa Seçim Programı taslağında Avro bölgesinden ayrılmanın adı bile geçmiyor. Artık sadece Avro sisteminin değiştirilmesi söz konusu. Hatta, AfD’nin Almanya’yı Avro bölgesinde tutup daha ‘istikrar odaklı’ bir para sistemi önerisi, AB’yi ‘eskisinden daha Alman’ hale getirmek demek olduğu eleştirisi yöneltiliyor. Alman sermayesi için çok elverişli olan Avrupa ekonomik bölgesi, ortak para birimiyle birlikte kalmalı, fakat bunu sürdürmek için katlanılan maliyetler azaltılmalıdır. Hepsinden önemlisi, Almanya’nın zararına başka ülkelere ‘transfer ödemeleri’ yapılmamalıdır. 

Bu noktada AfD’nin yalnız olmadığını da hatırlatmak gerekiyor. Yunanistan krizi sırasında Hür Demokratlar (FDP), özellikle de Frank Schäffler, Yunanistan’a yönelik kurtarma paketine itiraz etmiş ve genel olarak da Avro bölgesine yönelik mali yardımlara karşı çıkmıştı. Bu fikirlerin CDU/CSU içerisinde de hayli yaygın olduğu su götürmez. 

AfD ve Almanya: Avrupa İhracatçılar Federasyonu mu?

Almanya’nın NATO’dan ayrılması tartışılıyor

AB’nin yanı sıra bir diğer tartışma başlığı da ABD ve NATO.

Aralarında Björn Höcke’nin de bulunduğu yedi AfD eyalet lideri, partinin Avrupa seçim manifestosunda ‘Avrupa devletlerinin nihayet kendi güvenliklerinin sorumluluğunu kendi ellerine almaları’ çağrısında bulunuyor ve NATO’yu ‘uzaktaki bir hegemonun sözde koruyucu şemsiyes’ olarak tanımlıyorlar.

Yedilinin önergesinde, Şansölye Olaf Scholz’ün geçen sene Alman ordusunun reformu için gündeme getirdiği ‘Zeitenwende’nin (dönüm noktası), Avrupa devletlerinin, ‘uzak ve kendine hizmet eden bir hegemonun sözde koruyucu şemsiyesi’ altına sığınmak yerine, ‘kendi güvenliklerinin sorumluluğunu kendi ellerine almaları anlamına gelmesi’ gerektiği savunuluyor.

Önergenin devamında Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği politikaları tarafından ‘gerilemeye’ sürüklendiği belirtiliyor ve “Askeri ittifak politikası bu gelişmeleri daha da kötüleştirdi. Zira AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP), ABD liderliğindeki NATO karşısında bağımsız bir Avrupa kolektif güvenlik sistemi kurmakta yetersiz kalmıştır,” deniyor.

Önerge, Federal Program Komisyonu’nun taslak önergesinin giriş bölümünü değiştirmeyi amaçlıyor. Önergede AB ve NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin ABD’ye ‘Avrupa düzeni üzerinde daha da derin bir etki’ kazandırdığı belirtiliyor. Yedili, Avrupa ülkelerinin kendilerine ait olmayan ve ‘Avrasya bölgesindeki verimli ticari ilişkiler’ gibi ‘doğal çıkarlarına’ taban tabana zıt olan çatışmaların içine çekilmekte olduğunu düşünüyor.

Fakat Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti lideri Martin Vincentz önergenin NATO’ya karşı bir pozisyon olarak algılanmasını istemiyor. WELT AM SONNTAG’a konuşan Vincentz, “İmzacılardan biri olarak önergeyi NATO’dan çıkma yönünde değil, NATO’nun da çıkarına olacak şekilde Avrupa savunma politikasının güçlendirilmesi yönünde anlıyorum,” diyor.

ABD ve NATO ile ilişkiler konusunda parti içinde kesin bir kanaat olduğunu söylemek zor. Örneğin Schleswig-Holstein eyalet başkanı Kurt Kleinschmidt ile Kuzey Ren-Vestfalya ve Berlin eyalet parlamenterlerinin ortak önergesi, ‘mükemmel siyasi ilişkilerin Amerikan dış ve güvenlik politikası stratejilerinin Alman ve Avrupa stratejilerine ters düşmemesini’ gerektirdiğini belirtiyor.

Grup ayrıca Avrupa seçim manifestosuna 2016’da kabul edilen temel programdan bir cümle eklemek istiyor: “NATO üyeliği, NATO’nun kendisini bir savunma ittifakı olarak göreviyle sınırladığı ölçüde Almanya’nın dış ve güvenlik politikası çıkarlarına uygundur.”

AfD’li Joachim Paul ile mülakat: Almanya’da AfD’nin yükselişinin sebebi ne?

NATO ile ilgili bir başka değişiklik önergesi de Hamburg ve Kuzey Ren-Vestfalya’dan bazı eyalet parlamenterleri tarafından sunuldu. Bu önergede, “İki rakip, ABD ve Çin arasında ortaya çıkan ve muhtemelen durdurulamaz blok oluşumu göz önüne alındığında, Almanya’nın mevcut ittifak içinde kalmasının ve kendi ulusal çıkarlarına öncelik vermek için tüm olanakları kullanmasının en iyisi olduğunu düşünüyoruz,” deniyor.

Önergeye göre buna NATO’nun Avrupa ayağının ve dolayısıyla Almanya’nın ‘dünyada daha güçlü bir etkiye sahip olmak ve Washington’un her isteğine uymak zorunda kalmamak için’ kendi ekonomik, kültürel ve askeri yeteneklerini genişletmesi de dahil. AfD’lilere göre “ zaman ABD askerlerinin Avrupa’da kalıcı olarak konuşlandırılmasına da gerek kalmayacaktır.”

AfD’nin 2017 yılında yayınladığı parti programı ‘Almanya için Manifesto’da da, “NATO üyeliği, NATO’nun rolü savunma ittifakı olarak kaldığı sürece, dış politika ve güvenlik politikası açısından Almanya’nın çıkarlarına uygundur. Kuzey Atlantik İttifakı’nın Avrupa ayağının önemli ölçüde güçlendirilmesinden yanayız,” deniyordu. Bununla birlikte AfD, Alman topraklarında konuşlandırılmış müttefik askerlerin ve nükleer silahların geri çekilmesinden yana.

AVRUPA

Mahkeme, Meloni’nin göçmenleri Arnavutluk’a gönderme planlarını bir kez daha engelledi

Yayınlanma

Pazartesi günü Roma’daki bir mahkeme, Başbakan Giorgia Meloni’nin kısa süre önce uygulamaya başladığı İtalya-Arnavutluk göçmen transferi planını, ekim ayı ortasında askıya aldığı 12 transfere ek olarak yedi sığınmacının transferini askıya alarak bir kez daha bozmaya karar verdi.

Aslen Mısır ve Bangladeşli olan sığınmacılar cuma günü İtalya’dan Arnavutluk’taki merkeze yerleştirilmişti. Mahkemenin kararı sığınmacıların İtalya’ya geri taşınması anlamına geliyor.

Aynı yargıçlar daha önce de Avrupa Adalet Divanının 4 Ekim tarihli kararına dayanarak başvuru sahiplerinin menşe ülkelerini güvensiz bularak gözaltı işlemlerini durdurmuş, fakat bu kez işlemleri askıya alarak hükümetin revize edilmiş “güvenli ülke” kararnamesini aynı mahkemeye geri göndermişti.

Mahkemenin hükümet ile yargı arasındaki gerilimi daha da tırmandırması muhtemel kararını açıklayan bir bildiride, “Bir ülkenin ‘güvenli’ olarak tanımlanmasına ilişkin kriterler AB hukuku tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle, ulusal yasama ayrıcalıklarına bakılmaksızın, hakimler her zaman … İtalyan Anayasasının da öngördüğü gibi, uyumsuz olduğunda ulusal hukuka göre öncelikli olan AB hukukunun doğru uygulandığını doğrulamalıdır,” deniyor.

Roma mahkemesi bu kararla, hükümetin daha fazla yasal aksaklıktan kaçınmak için birinci ve ikinci göçmen transferleri arasında alelacele revize ettiği “güvenli ülkeler” kararnamesinin, bir ülkenin “güvenli” olarak kabul edilebilmesi için topraklarının tamamında güvenliğin garanti altına alınmasını gerektiren AB yasalarını geçersiz kılamayacağını teyit etmiş oldu.

Geçtiğimiz günlerde Bologna, Palermo ve Roma’daki mahkemeler konuyla ilgili soruları AB mahkemesine iletmişlerdi.

Pazartesi günkü karar aynı zamanda Arnavutluk’un dış kaynak kullanımı projesinde bir başka gecikmeye işaret ediyor ki muhalefet liderleri merkezlerin bir aydan fazla bir süredir boş bırakılmasının devlete milyonlarca dolara mal olduğunu söylüyor.

Ulusal ihale kurumuna göre, Arnavutluk’taki iki kabul merkezi beş yıl içinde 653 milyon avroya mal olacak.

Mahkemenin kararını eleştiren Başbakan Yardımcısı ve Lega lideri Matteo Salvini, “Hükümeti değil ama İtalyanları ve onların güvenliğini hedef alan siyasi amaçlı bir karar daha,” dedi.

Muhalefetteki Demokrat Parti Senatörü Filippo Sensi ise sosyal medya hesabından açıklama yaparak, “Ve şimdi de yedi kişi. Beceriksizlik, israf ve beyhudelik gerçekten inanılmaz,” ifadelerini kullandı.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Ukrayna solundan Sosyalist Enternasyonal’e açık mektup

Yayınlanma

Ukraynalı yazar Maksim Goldarb, Almanya’da yayın yapan NachDenkSeiten portalında, Ukrayna solu adına Sosyalist Enternasyonal’e (Socintern) hitaben bir açık mektup kaleme aldı.

Mektupta, Olof Palme ve Willy Brandt gibi siyasi önderlerin sosyalist ve sosyal demokrat ideallerine geri dönülmesi çağrısında bulunuyor.

Goldarb, Ukrayna hükümetinin terör ve baskılarıyla sarsılan sol örgütlere ve aktivistlere yönelik destek eksikliğinden duyduğu şaşkınlığı ifade ediyor.

Bu bağlamda yazar, 2022’den bu yana çok sayıda Ukraynalı solcu politikacının, aktivistin ve gazetecinin tutuklanması, işkence görmesi ve öldürülmesi vakalarını sıralıyor:

“Bundan bir ay önce, 126 ülkeden 150’den fazla sosyalist ve sosyal demokrat partinin yer aldığı Sosyalist Enternasyonal’in (Socintern) yönetim kurulu Amerika Birleşik Devletleri’nde toplandı. Kendini Birinci ve İkinci Enternasyonal ile Sosyalist İşçi Enternasyonal’inin mirasçısı olarak gören bu örgüt, 150 yıldan uzun bir tarihe sahip.

Enternasyonal’in tarihi, Engels, Liebknecht, Luxemburg, Kautsky, Vandervelde, Bauer, Adler ve Bebel gibi ünlü isimlerle anılıyor. 20. yüzyılda ise Sosyalist Enternasyonal’in hikayesi, İsveç Başbakanı Olof Palme, Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand ve Almanya Sosyal Demokrat Başbakanı Willy Brandt ile özdeşleşmiştir. Ayrıca, Brandt’in girişimiyle Sosyalist Enternasyonal, dünyanın temel sorunlarına (savaş ve barış, iktisadi kalkınma, demokrasinin gelişimi, gerçek bir milli bağımsızlığın sağlanması, gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki ilişkiler ve ekoloji) bütüncül bir bakışla yaklaşma kararı almıştı.

Yirminci yüzyılda Socintern, dünya siyasetinde önemli bir aktör haline geldi. Küresel sorunları soyut bir perspektiften değil, ideolojik ve siyasi bir duruşla ele alarak kapitalist yaşam tarzının kriz belirtilerini vurguladı. 20. yüzyılın ikinci yarısında yeniden canlanan Socintern, dünya sahnesinde sosyalizmin fikirlerini en etkili şekilde temsil eden bir güç olarak öne çıktı.

Özgürlük, adalet, dayanışma; bunlar, Sosyalist Enternasyonal’in en temel siyasi ilkeleri olup, örgütün ana program belgesi olan Stockholm İlkeler Bildirgesi’nde güvence altına alınmıştır.

Bugün Sosyalist Enternasyonal’in başkanlığını, İspanya Başbakanı ve PSOE lideri Pedro Sanchez yürütmektedir. Sahneye yakışan ve düşüncelerini etkili bir dille ifade edebilen yetenekli bir siyasetçidir.

Biz Ukraynalı sosyalistler ve sosyal demokratlar, Sosyalist Enternasyonal’in yönetim kurulu toplantısını, birlik ve ilerleme dolu açıklamalarını hem sevinçle hem hayranlıkla hem de biraz şaşkınlıkla izledik.

Sevinç duyduk, zira Socintern’in örneğinde olduğu gibi sosyalist dünya hareketi yok olmamış; bilakis, güçlenerek, büyüyerek ve tüm insanlık için hayati önem taşıyan çağdaş sorunlara eğilerek küresel hedeflere doğru emin adımlarla ilerliyor. Neoliberaller, oligarşiler ve onların uzantıları karşısında küresel bir aktör olma şansına sahip.

Hayranlığımızın nedeni ise, Ukraynalı sosyalistlerin Socintern’de temsil edilmemesi ve bu faaliyetlere katılamamasıdır. Bunun bir nedeni, Ukrayna’daki sosyalist ve diğer sol partilerin Devlet Başkanı Zelenskiy rejimi tarafından dağıtılması ve yasaklanmasıdır; dolayısıyla resmi bir başvuru yapacak kimse kalmamıştır.

Şaşkınlığımız ise Sosyalist Enternasyonal’in genel olarak, üye partilerinin ise özel olarak Ukraynalı sol harekete, onun liderlerine ve üyelerine Ukrayna’daki mevcut hükümet tarafından uygulanan baskılara karşı sessiz kalmasından kaynaklanmaktadır. Bu baskılar neredeyse üç yıldır aralıksız devam etmektedir.

Socintern, onun başkanı ve pek çok Avrupalı üye partisi bilmelidir ki, savaşın başlangıcından bu yana Ukrayna hükümeti tüm, evet TÜM Ukraynalı sol partileri yasaklamıştır.

Bu partiler, tamamen mesnetsiz ve absürt suçlamalarla yasaklandı! Ülkeden ayrılamayan liderleri ve üyeleri ise ya öldürüldü ya da hapse atıldı: 6 Mart 2022, komünist liderler Kononoviç kardeşlerin tutuklanması ve hapse atılması; 10 Mart 2022, sosyalist gazeteci Yan Taksyur’un tutuklanması; 19 Mart 2022, muhalif siyasetçi ve insan hakları savunucusu Olena Berejna’nın tutuklanması; 22 Şubat 2022, blogger ve yazar Dmitro Skvorzov’un tutuklanması; 19 Mart 2022, solcu gazeteci Yuriy Tkatçev’in tutuklanması; 31 Mart 2022, gazeteci ve muhalif blogger Gleb Lyaşenko’nun tutuklanması.

Bir yıl sonra, Ukrayna Sosyalist Partisi’nin eski başkanı İlya Kiva, Moskova’da Ukrayna güvenlik teşkilatının bir ajanı tarafından öldürüldü. Liste daha birkaç sayfa boyunca uzatılabilir. Sol partilerin ofisleri milliyetçiler ve radikaller tarafından talan edildi.

Ukrayna’daki sol partiler, özellikle de Ukrayna Sol Güçler Birliği, yalnızca barış çağrısı yaptıkları, savaşın derhal durdurulmasını ve barış görüşmelerinin başlatılmasını savundukları için; nükleer bir felaketin yaklaştığını ilan ettikleri için; Ukrayna’daki savaşın yarattığı çıkar çevrelerine —oligarşiye ve savunma sanayiine— doğrudan işaret ettikleri için; ülkedeki yolsuzluğun felaket boyutuna ulaştığını, Neonazizm’in tırmanışını, milli ekonominin çöküşünü ve oligarklar ile devlet başkanına yakın olan bürokratların zenginleşmesini eleştirdikleri için; kısacası, bugün dünya oligarşisinin kontrolündeki medya organlarının dahi dile getirdiği her şeyi söyledikleri için yasaklandılar.

Avrupa’daki pek çok sol partiye, özellikle PSOE’ye ve Sosyalist Enternasyonal Başkanı P. Sanchez’e yaptığımız sayısız çağrı cevapsız kaldı. Bu neden böyle? İlgisizlik mi? Eğer öyleyse, Sosyalist Enternasyonal kongrelerinde sıkça bahsedilen o küresel dayanışma ve solun karşılıklı desteği nerede? İlan ettiğiniz ‘dayanışma’, ‘özgürlük’, ‘adalet’ nerede? Yoksa bunlar yalnızca Sosyalist Enternasyonal üyeleri için mi geçerli, diğer sol partiler buna dahil değil mi? Bizimle dayanışma protestolarınız nerede? Liderleriniz, Sanchez ve Scholz, neden Zelenskiy rejiminin liderlerini, onun açıkça diktatörce ve milliyetçi eğilimlerini sosyalist bir duruşla sert bir şekilde eleştirmek yerine gülerek karşılıyor?

Yoksa Sosyalist Enternasyonal ve Avrupa’daki sosyalist partilerin liderleri, Ukraynalı sosyalistlerin ve komünistlerin baskı altına alınmasını ve zulme uğramasını sessizce mi destekliyor? Neden? Hangi amaçla? Buna inanmak istemiyorum ama aksi halde yıllardır süren bu sessizliğinizi nasıl açıklayabiliriz? Bilgisizlik mi? Bir kez daha söylüyorum: Saçmalık.

Sahte bir maske takmak, güzel sözler, sloganlar, sahnede yapılan açıklamalar ve verilen pozlar, inançlarınızın Brandt ve Palme gibi isimlerin seviyesinde olduğunu göstermek için yeterli değil. Bu tür bir tutum ve ‘Görmedim, duymadım, bilmiyorum’ tavrı, Sosyalist Enternasyonal’in dünya politikasındaki rolünü ve gücünü önemsiz, etkisiz bir konuma indirgeyecek. Mevcut durumda Sosyalist Enternasyonal’in yeni binyılda dünya politikasındaki ağırlığı, Brandt dönemindeki etkiyle karşılaştırılamayacak bir noktaya gerilemekle karşı karşıya.

Yaklaşık 35 yıl önce, dönemin Sosyalist Enternasyonal başkanı B. Carlsson’un haklı olarak söylediği gibi: ‘Bu örgütün kongreleri, eylemsizlik çölünde kaybolup giden güzel sözlerin nehirlerine dönüşüyor.’

Son başkanlık toplantısında ilan edilen küresel hedefler iyi ve umut verici, fakat elbette işe küçük adımlarla başlamak gerekir: Öncelikle diğer ülkelerdeki solu savunmayı öğrenmek, sosyalizmin düşmanlarına karşı sert ve tavizsiz bir duruş sergilemek, dünya genelinde sol hareketin güvenilir bir savunucusu olarak kendimizi göstermek. Ancak bu şekilde Sosyalist Enternasyonal’in ana hedefi olan küresel ilerleme için küresel bir koalisyon inşa etme fikrine geçebiliriz.

Unutmayalım ki, neredeyse tüm sol partiler kendi ülkelerinde baskıya uğradı, liderleri ve üyeleri hapse atıldı ya da sürgüne gitmek zorunda kaldı, bazıları ise iktidardaki rejimler tarafından yok edildi. Ama sonunda sadece tekrar ayağa kalkmakla kalmadılar, pek çok ülkede zafer kazanan, hükümet olan partilere dönüştüler. Biz de modern sosyalizmin Ukrayna’da zafer kazanacağı aydınlık günlere inanıyoruz ve bu hedef doğrultusunda, sürgünde de olsak, baskı altında da olsak çalışıyoruz.

Bugün sosyalizmin birliği gerçekten bir ‘tek yumruk’, dünya çapında tek bir güç olarak sergilendiğinde anlam kazanacak bir desteğe ve korunmaya ihtiyacımız var.”

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Hollanda 9 Aralık’tan itibaren sınır kontrolleri uygulayacak

Yayınlanma

Hollanda Göç Bakanlığı, Hollanda’nın 9 Aralık’tan itibaren tamamı AB’nin Schengen bölgesindeki ülkelerle olan kara sınırlarında ve Schengen bölgesi içindeki bazı uçuşlarda kontroller uygulayacağını açıkladı.

Altı ay sürecek kontroller, Geert Wilders’in göçmen karşıtı Özgürlük Partisinin (PVV) liderliğindeki sağcı koalisyon tarafından önerilen daha geniş bir göç baskısının bir parçası.

Göç Bakanı Marjolein Faber, Bakanlar Kurulunun onayını aldıktan sonra bir basın açıklaması yaparak politikayı duyurdu.

PVV’li Faber, “Düzensiz göç ve göçmen kaçakçılığıyla somut bir şekilde mücadele etmenin zamanı geldi. Bu nedenle aralık ayının başından itibaren Hollanda’da sınır kontrollerini yeniden uygulamaya başlayacağız,” dedi.

“Pogrom” mu, “Siyonist provokasyon” mu: Amsterdam’da neler oldu?

Söz konusu tedbir 9 Aralık’ta yürürlüğe girecek. Lahey, kararın üye devletlerin dolaşım özgürlüğünü kısıtlamadan dört hafta önce Brüksel’e bildirimde bulunmalarını gerektiren AB yasalarına uygun olduğunu belirtti.

Bu yılın başlarında Faber Brüksel’e Hollanda’nın da AB mülteci yükümlülüklerinden çıkmak istediğini söylemişti.

Geçen yılki seçimlerde en çok sandalyeyi kazanan Geert Wilders, sosyal medya hesabından PVV’nin vaadini yerine getirdiğini söyledi. Wilders on yılı aşkın bir süredir Hollanda sınırlarının kapatılması çağrısında bulunuyor.

PVV’yi kabinede temsil eden Faber, sınır kontrollerinin nasıl yapılacağını belirtmedi. Bu hamle, sınır kontrolleri için ulusal politika gücü müdahalesi için ekstra finansman sağlamıyor. Açıklamada altı aylık kısıtlamaların “mevcut kapasite dahilinde” yapılması gerektiği belirtildi.

AB’den “göçle mücadele” manzaraları

Hollanda’nın komşuları Almanya ve Belçika ile yüzlerce kara sınır kapısı bulunuyor. Halihazırda polis nokta kontroller gerçekleştiriyor. Faber, sınır kontrollerinin trafiği mümkün olduğunca az engelleyecek şekilde yapılması gerektiğini söyledi.

Almanya geçen ay Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve Danimarka sınırlarında, “aşırılık yanlılarının” saldırılarını gerekçe göstererek benzer kontroller yapmaya başlamıştı.

Almanya ve Hollanda, çoğu AB üye ülkesinin yanı sıra İzlanda, Lihtenştayn, Norveç ve İsviçre’yi de kapsayan sınırsız seyahat bölgesi olan Schengen bölgesinin parçası.

AB’ye göre üye devletler, iç güvenlik gibi ciddi bir tehdit durumunda AB’nin iç sınırları olarak adlandırılan bölgelerde geçici olarak kontrolleri yeniden başlatabilirler. Fakat sınır kontrollerinin istisnai durumlarda son çare olarak uygulanması ve süreyle sınırlı olması gerektiği de belirtiliyor.

Amsterdam’da İsrailli futbol holiganları ile Arap ve Müslüman topluluklar arasında çıkan olayların ardından PVV ve Wilders, olaylara karışan göçmenlerin sınır dışı edilmesini talep etmiş ve “düzensiz göçün antisemitizmi artırdığını” öne sürmüştü.

AB’den göçle mücadele manzaraları – 2: Schengen çatırdıyor

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English