DÜNYA BASINI
Amerika’nın yeni dünya düzeninde Almanya’nın konumu
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: İktisatçı ve siyasi yorumcu Michael Hudson’ın aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi 2 Kasım 2022 tarihinde yayımlandı. NATO ve ABD’nin Ukrayna’yı Rusya’ya karşı kışkırtmasında dikkatle izlenen en önemli ülke Almanya’dır, Hudson da buna dikkat çekiyor. Dünyadaki Amerikan egemenliğini Ortaçağ’daki Kilise egemenliğine benzeten Hudson, dünyanın ABD-NATO merkezli blok ile yeni oluşmakta olan Avrasya ülkelerinin oluşturduğu blok arasında iki kampa bölündüğünü düşünmektedir. Peki bu iki kampın savunduğu değerler neler? Hudson’un ABD kampının “değerlerine” ilişkin net bir fikri olduğu görülüyor; ama Avrasya kampı için aynısını söylemek mümkün değil. Aslında Hudson’ın bu değerlerin oluşturulması için de bir çağrı yaptığı anlaşılıyor; Papalığın biricikliğini ortadan kaldıran Lutherci bir Reform talebidir bu. Görünen o ki, iktisadi mantığı da “kamu-özel işbirliği”dir. Hudson, insanlığı kapitalizmi aşmaya değil, neoliberalizmi aşmaya davet eder bir pozisyondadır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Michael Hudson
2 Kasım 2022
Almanya, Amerika’nın Rusya, Çin ve Avrasya’nın geri kalanına yönelik Yeni Soğuk Savaşının iktisadi bir uydusu haline geldi.
Almanya ve diğer NATO ülkelerine, bugün Ukrayna’daki vekalet savaşından daha uzun sürecek ticaret ve yatırım yaptırımlarını kendi üzerlerine uygulamaları söylendi. ABD Başkanı Biden ve Dışişleri Bakanlığı sözcüleri, Ukrayna’nın dünyayı iki karşıt iktisadi ittifak grubuna bölen çok daha geniş bir dinamiğin açılış arenası olduğunu açıkladılar. Bu küresel kırılma, dünya ekonomisinin tek kutuplu ABD merkezli dolarize bir ekonomi mi yoksa karma kamu/özel ekonomileri ile Avrasya’nın kalbi olan çok kutuplu, çok para birimli bir dünya mı olacağını belirlemek için on veya yirmi yıllık bir mücadelenin belirtisidir.
Başkan Biden yarılmayı demokrasilerle otokrasiler arasında olarak tanımladı. Bu terminoloji, tipik bir Orwellci laf salatasıdır. “Demokrasiler” ile, ABD ve müttefiki batılı mali oligarşileri kastetmektedir. Amaçları, ekonomik planlamayı seçilmiş hükümetlerin elinden Wall Street’e ve ABD kontrolündeki diğer finans merkezlerine kaydırmak. ABD’li diplomatlar, dünyanın altyapısının özelleştirilmesini ve ABD teknolojisine, petrol ve gıda ihracatına bağımlılığını talep etmek için Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankasını kullanıyorlar.
Biden, “otokrasi” ile bu finansallaştırma ve özelleştirme kontrolüne direnen ülkeleri kastetmektedir. Pratikte, ABD’nin retoriği, kendi iktisadi büyümesini ve yaşam standartlarını yükseltmek, finans ve bankacılığı ise kamu hizmeti olarak tutmak anlamına gelir. Temelde mesele, ekonomilerin mali zenginlik yaratmak için bankacılık merkezleri tarafından mı planlanacağı –temel altyapıyı, kamu hizmetlerini ve sağlık hizmetleri gibi toplumsal hizmetleri özelleştirip tekellere dönüştürerek– yoksa bankacılık ve para yaratmayı sürdürerek halk sağlığı, eğitim, ulaşım ve iletişimi kamunun elinde tutup yaşam standartlarının ve refahın mı yükseltileceğidir.
Bu küresel kırılmada en fazla “istenmeyen hasar” gören ülke Almanya’dır. Avrupa’nın en gelişmiş endüstriyel ekonomisi olarak, Alman çeliği, kimyasalları, makineleri, otomotiv ve diğer tüketim malları, alüminyumdan titanyum ve paladyuma kadar Rus gaz, petrol ve metal ithalatına yüksek derecede bağımlıdır. Yine de, Almanya’ya düşük fiyatlı enerji sağlaması amacıyla inşa edilen iki Kuzey Akım boru hattına rağmen, Almanya’ya kendisini Rus gazından mahrum etmesi ve sanayisizleşmesi söylendi. Bu, Almanya’nın iktisadi üstünlüğünün sonu anlamına gelir. Diğer ülkelerde olduğu gibi Almanya’da da GSYİH büyümesinin anahtarı işçi başına düşen enerji tüketimidir.
Rus karşıtı yaptırımlar, bugünün Yeni Soğuk Savaşını doğal olarak Alman karşıtı yapıyor. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Almanya’nın düşük fiyatlı Rus boru hattı gazını yüksek fiyatlı Amerikan LNG[1] ile değiştirmesi gerektiğini söyledi. Bu gazı ithal etmek için Almanya, LNG tankerlerini tutabilmek amacıyla hızla liman kapasitesi inşa etmek için 5 milyar dolar harcamak zorunda kalacak. Sonuç, Alman sanayisinin rekabetçiliğini kaybetmesi olacak. İflaslar yayılacak, istihdam azalacak ve Almanya’nın NATO yanlısı liderleri kronik bir bunalım ve düşen yaşam standartları dayatacak.
Çoğu siyaset teorisi, ulusların kendi çıkarları doğrultusunda hareket edeceklerini varsayar. Diğer türlü onlar, kendi kaderlerini kontrol edemeyen uydu ülkelerdir. Almanya, sanayisini ve yaşam standartlarını ABD diplomasisinin emirlerine ve Amerika’nın petrol ve gaz sektörünün çıkarlarına tabi hale getiriyor. Bunu gönüllü yapıyor; askeri zor nedeniyle değil, dünya ekonomisinin ABD Soğuk Savaş plancıları tarafından yürütülmesi gerektiğine olan ideolojik inanç nedeniyle.
Bazı zamanlar, insanın kendi anlık durumundan bir adım geri atıp bugünün dünyasını bölen türdeki siyasi diplomasinin tarihi örneklerini araştırması, bugünün dinamiklerini anlamasını kolaylaştırır. Bulabildiğim en yakın benzerlik, ortaçağ Avrupa’sının Roma papalığınca Alman krallarına –Kutsal Roma İmparatorlarına– karşı 13. yüzyılda verdiği mücadeledir. Bu çatışma Avrupa’yı çoğunlukla bugünkü çizgiler etrafında böler. Bir dizi papa, II. Frederick[2] ve diğer Alman krallarını aforoz etmiş ve müttefiklerini Almanya ve onun kontrolündeki güney İtalya ve Sicilya’ya karşı seferber etmişti.
Batının Doğuya karşı düşmanlığı Haçlı Seferleri (1095-1291) tarafından kışkırtıldı, tıpkı bugünkü Soğuk Savaşın ABD’nin dünya hakimiyetini tehdit eden ekonomilere karşı bir haçlı seferi olması gibi. Almanya’ya karşı Ortaçağ savaşı, Hıristiyan Avrupa’yı kimin kontrol edeceği üzerineydi: papaların dünyevi imparatorlar haline gelmesiyle birlikte papalık veya iktidarı talep ederek onları ahlaki olarak meşrulaştıran ve kabul eden ayrı krallıkların seküler yöneticileri.
Ortaçağ Avrupa’sında, Amerika’nın Çin ve Rusya’ya karşı Yeni Soğuk Savaşına benzeyen şey 1054’teki Büyük Ayrılma idi.[3] Hıristiyan âlemi üzerinde tek kutuplu bir kontrol talep eden IX. Leo, Konstantinopolis merkezli Ortodoks Kilisesini ve ona ait olan bütün Hıristiyan nüfusu aforoz etti. Tek bir piskoposluk, Roma, kendini İskenderiye, Antakya, Konstantinopolis ve Kudüs’ün eski patrikhaneleri de dahil olmak üzere, zamanın tüm Hıristiyan dünyasından kopardı.
Bu kopuş Roma diplomasisi için siyasi bir sorun yarattı: Tüm Batı Avrupa krallıklarını kendi kontrolü altında nasıl tutacağı ve onlardan mali sübvansiyon hakkı talep edeceği sorunu. Bu amaç, seküler kralların papalık dini otoritesine tabi kılınmasını gerektiriyordu. 1074’te VII. Gregory Hildebrand, Roma’nın Avrupa üzerindeki gücünü güvence altına almak için idari stratejisini özetleyen 27 Papalık Emrini duyurdu.
Papalık talepleri bugünkü ABD diplomasisi ile şaşırtıcı şekilde benzerdir. Her iki durumda da askeri ve dünyevi çıkarlar, herhangi bir emperyal egemenlik sisteminin gerektirdiği dayanışma duygusunu pekiştirmek için ideolojik bir haçlı ruhu biçiminde bir yüceltmeyi gerektirir. Mantık ebedi ve evrenseldir.
Papalık Emirleri iki temel bakımdan radikaldi. Hepsinden önce, Roma piskoposunu tüm diğer piskoposlukların üzerine çıkararak modern papalığı yarattı. 3. Madde, yalnızca papanın piskoposları atama, görevden alma veya yeniden görevlerine iade etme gücüne sahip olduğuna hükmeder. Bunun güçlendirir şekilde, 25. Madde piskoposları atama (veya görevden alma) hakkını yerel yöneticilere değil, papaya verdi. Ve 12. Madde, meşru yöneticiler addedilmek için “tüm prenslerin yalnızca Papa’nın ayaklarını öpmesini” zorunlu kılan 9. Madde’yi takiben, papaya imparatorları görevden alma hakkını verdi.
Aynı şekilde bugün de ABD’li diplomatlar, kimin bir ulusun devlet başkanı olarak tanınması gerektiğini belirleme hakkını talep ediyorlar. 1953’te İran’ın seçilmiş liderini devirdiler ve onun yerine Şah’ın askeri diktatörlüğünü koydular. Bu ilke, ABD’li diplomatlara, ABD’nin kurumsal ve mali çıkarlarına hizmet etmek için bağımlı oligarşiler yaratan Latin Amerika askeri diktatörlüklerine sponsorlukları gibi, rejim değişikliği için “renkli devrimlere” sponsor olma hakkı veriyor. Ukrayna’daki 2014 darbesi, ABD’nin liderleri atama ve görevden alma hakkının en son uygulamasıdır.
Daha yakın zamanlarda, ABD’li diplomatlar Juan Guaidó’yu seçilmiş başkanı yerine Venezuela’nın devlet başkanı olarak atadılar ve o ülkenin altın rezervlerini ona devrettiler. Başkan Biden, Rusya’nın Putin’i bertaraf etmesi ve onun yerine daha ABD yanlısı bir lider koyması gerektiğinde ısrar etti. Bu devlet başkanı seçme “hakkı”, 2. Dünya Savaşından beri Avrupa siyasetine yönelik siyasi müdahalelerinin uzun tarihinde, ABD siyaset üretimi kapsamında bir sabit olagelmiştir.
Papalık Emirlerinin ikinci radikal özelliği, papalık otoritesinden sapan tüm ideoloji ve siyasetleri dışlamalarıydı. 2. Madde, yalnızca Papa’ya “Evrensel” denebileceğini bildirmişti. Herhangi bir anlaşmazlık, tanım gereği sapkınlıktı. 17. Madde, hiçbir meclis ya da kitabın papalık otoritesi olmadan kanonik[4] addedilemeyeceğini belirtiyordu.
Bugünün ABD destekli finansallaştırılmış ve özelleştirilmiş “serbest piyasalar” ideolojisi tarafından yapılana benzer bir talep, ekonomileri ABD merkezli mali ve kurumsal seçkinlerin çıkarlarından haricinde başka çıkar olmaksızın şekillendirmek için hükümet gücünün kuralsızlaştırılması anlamına geliyor.
Bugünün Yeni Soğuk Savaşında evrensellik talebi, “demokrasi” lafzıyla örtülü. Fakat bugünün Yeni Soğuk Savaşında demokrasinin tanımı basitçe “ABD yanlısı” olmak ve bilhassa ABD’nin sponsorluğundaki yeni iktisadi din olarak neoliberal özelleştirme demektir. Bu etik, Nobel benzeri İktisadi Bilimler Anma Ödülünde olduğu gibi “bilim” olarak kabul edilir. Bu, döküntü neoliberal Chicago Okulu iktisadının, IMF kemer sıkma programlarının ve zenginler için vergi kayırmacılığının modern hüsnütabiridir.
Papalık Emirleri, dünyevi âlemler üzerinde tek kutuplu kontrolü güvence altına almak için bir strateji açıkladı. Papalığın dünyevi krallara, her şeyden önce Almanya’nın Kutsal Roma İmparatorlarına üstünlüğünü savundular. 26. Madde, papalara “Roma Kilisesiyle barış içinde olmayan” her kim olursa olsun aforoz etme otoritesi vermişti. Bu ilke, papanın “tebaaları kötü adamlara olan bağlılıklarından kurtarmasını” sağlayan 27. Maddeye işaret ediyordu. Bu, rejim değişikliğini gerçekleştirmeyi hedefleyen “renkli devrimlerin” ortaçağ versiyonunu cesaretlendiriyordu.
Bu dayanışmada ülkeleri birleştiren şey, merkezi papalık kontrolüne tabi olmayan toplumlara karşı bir düşmanlıktı – Kudüs’ü zapteden Müslüman Kafirler ve yanı sıra Fransız Katharlar[5] ve diğer herkes sapkın sayılıyordu. Her şeyden önce, haraç için papalık taleplerine direnecek kadar güçlü bölgelere karşı düşmanlık vardı.
İtaat ve haraç taleplerine direnen sapkınları aforoz etmeye yönelik böylesi bir ideolojik gücün bugünkü karşılığı, ABD yaptırımlarının tehdidi altında ekonomik uygulamaları dikte eden ve tüm üye hükümetlerin uyması için “koşullar” belirleyen Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve IMF olacaktır – ABD hükümdarlığını kabul etmeyen ülkelerin aforoz edildiği modern versiyon. Emirlerin 19. Maddesi papanın hiçkimse tarafından yargılanamayacağına hükmeder – tıpkı bugün olduğu gibi, Birleşik Devletler eylemlerini Dünya Mahkemesinin kararlarına tabi tutmayı reddediyor. Aynı şekilde bugün de ABD’nin NATO ve diğer güçler (IMF ve Dünya Bankası gibi) aracılığıyla yaptığı diktelerin ABD uyduları tarafından sorgusuz sualsiz takip edilmesi bekleniyor. Neoliberal özelleştirmeleri Britanya’nın kamu sektörünü yok eden Margaret Thatcher’ın da söylediği gibi, Başka Bir Seçenek Yok (TINA) [There Is No Alternative].
Amacım, kendi diplomatik taleplerini yerine getirmeyen tüm ülkelere yönelik bugünün ABD yaptırımlarıyla analojiyi vurgulamaktır. Ticari yaptırımlar bir aforoz şeklidir. 1648 Westphalia Antlaşmasının her bir ülkeyi ve yöneticilerini yabancı müdahalelerinden bağımsız kılan ilkesini tersine çevirirler. Başkan Biden, ABD müdahalesini “demokrasi” ile “otokrasi” arasındaki yeni zıtlığın temin edilmesi olarak nitelendiriyor. Demokrasiden kastı, yaşam standartlarını ve toplumsal dayanışmayı teşvik eden karma kamu/özel ekonomilerinin aksine, emekçinin yaşam standardını düşürerek mali zenginlik yaratan ABD kontrolü altındaki bağımlı bir oligarşidir.
Vurguladığım gibi, Büyük Ayrılma, Konstantinopolis merkezli Ortodoks Kilisesini ve onun Hıristiyan nüfusunu aforoz etmek suretiyle geçtiğimiz bin yıl boyunca ‘Batı’yı ‘Doğu’dan ayıran vahim dini bölünme çizgilerini yarattı. Bu bölünme o kadar önemliydi ki Vladimir Putin, bugünün ABD ve NATO merkezli Batı ekonomilerinden kopuşu anlatan 30 Eylül 2022 tarihli konuşmasının bir parçası olarak buna atıfta bulundu.
12. ve 13. yüzyıllar İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerdeki Norman fatihler ile Alman krallarının defalarca protesto gösterilerinde bulunmalarına, defalarca aforoz edilmelerine, ancak nihayetinde papanın taleplerine boyun eğmelerine şahitlik etti. Martin Luther, Zwingli ve 8. Henry’nin[6] nihayet Roma’ya Protestan bir seçenek yaratarak Batı Hıristiyanlığını çok kutuplu hale getirmesi 16. yüzyılı buldu.
Neden bu kadar uzun sürdü? Cevap, Haçlı Seferlerinin örgütleyici bir ideolojik çekim sağlamasıdır. Bu, bugün Doğu ile Batı arasındaki Yeni Soğuk Savaşın ortaçağdaki anolojisidir. Haçlı Seferleri, “öteki”ye karşı nefreti seferber ederek “ahlaki reform”un ruhani bir odağını yarattı – Müslüman Doğu ve giderek artan bir şekilde Yahudiler ve Roma kontrolüne muhalif Avrupalı Hıristiyanlar. Bu, Amerika’nın mali oligarşisinin günümüzdeki neoliberal “serbest piyasa” doktrinlerine ve onun Çin, Rusya ve bu ideolojiyi takip etmeyen diğer uluslara düşmanlığına ortaçağda yapılan analojidir.
Bugünün Yeni Soğuk Savaşında, Batının neoliberal ideolojisi “öteki”ye korku ve nefreti seferber ediyor, bağımsız bir yol izleyen ulusları “otokratik rejimler” olarak şeytanlaştırıyor. Şu anda Batıyı kasıp kavuran Rusofobi ve İptal Kültüründe açıkça görüldüğü gibi, tüm halklara karşı doğrudan ırkçılık teşvik ediliyor.
Batı Hıristiyanlığının çok kutuplu dönüşümünün 16. yüzyıl Protestan seçeneğine gereksinmesinde olduğu gibi, Avrasya’nın banka merkezli NATO Batısından kopuşu da karma kamu/özel ekonomilerin nasıl organize edileceğine ve mali altyapılarına ilişkin alternatif bir ideoloji tarafından sağlamlaştırılmalıdır.
Batıdaki ortaçağ kiliselerinin sadakaları ve bağışları, papalığın taleplerine direnen yöneticilere karşı yürüttüğü savaşlar için gönüllü haraçlara [Peter’s Pence][7] ve papalığa diğer sübvansiyonlara katkıda bulunmak nedeniyle suyunu çekti. İngiltere, bugün Almanya’nın oynadığı büyük kurban rolünü oynamıştı. Muazzam İngiliz vergileri, görünüşte Haçlı Seferlerini finanse etmek için toplandı ve Sicilya’da II. Frederick, Conrad ve Manfred[8] ile savaşmaya yönlendirildi. Bu yönlendirme, kuzey İtalya’dan (Lombardlar ve Cahorsinler[9]) papalık bankacıları tarafından finanse edildi ve ekonomi aracılığıyla nesilden nesile aktarılan kraliyet borçları haline geldi.
İngiltere’nin baronları, 1260’larda II. Henry’ye karşı bir iç savaş yürüttüler ve ekonomiyi papalık taleplerine feda etmedeki suç ortaklığına son verdiler.
Papalığın diğer ülkeler üzerindeki iktidarını sonlarından şey, onun Doğuya karşı savaşının sona ermesiydi. Haçlılar Akra’yı, Kudüs’ün başkentini 1291’de kaybedince, papalık Hıristiyanlık üzerindeki kontrolünü kaybetti. Artık savaşacak ‘kötülük’ yoktu ve ‘iyi’ çekim merkezini ve uyumunu yitirmişti. 1307’de Fransız IV. Philip (“Adil”), Paris Tapınağındaki Tapınakçıların[10], Kilisenin büyük askeri bankacılık tarikatının zenginliğine el koydu. Diğer yöneticiler de Tapınakçıları millileştirdiler ve para sistemi Kilisenin elinden alındı. Roma tarafından tanımlanan ve seferber edilen bir düşman olmadan, papalık Batı Avrupa üzerindeki tek kutuplu ideolojik gücünü kaybetti.
Tapınakçıların ve papalık finansmanının reddedilmesinin modern eşdeğeri, ülkelerin Amerika’nın Yeni Soğuk Savaşından çekilmesi olacaktır. Giderek daha fazla ülke Rusya ve Çin’i düşman olarak değil, karşılıklı ekonomik avantaj için büyük fırsatlar sunan [ülkeler olarak görürken], dolar standardını ve ABD bankacılık ve finans sistemini reddedecektir.
Almanya ve Rusya arasında bozulan karşılıklı kazanç vaadi
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması, Soğuk Savaşın bitişini vaat etmişti. Varşova Paktı dağıtılmış, Almanya birleşmiş ve Sovyet askeri tehdidi artık var olmadığından Amerikan diplomatları NATO’ya son verme sözü vermişti. Rus liderler, Başkan Putin’in ifade ettiği gibi, Lizbon’dan Vladivostok’a kadar yeni bir pan-Avrupa ekonomisinin yaratılacağı umuduna kapıldılar. Özellikle Almanya’nın Rusya’ya yatırım yapma ve sanayisini daha verimli bir şekilde yeniden yapılandırma konusunda başı çekmesi bekleniyordu. Rusya bu teknoloji transferi ödemesini nikel, alüminyum, titanyum ve paladyum ile birlikte gaz ve petrol tedarik ederek yapacaktı. NATO’nun Yeni Soğuk Savaşı haber verecek şekilde genişletileceği beklentisi bir yana, Avrupa’nın en yozlaşmış kleptokrasisi olarak kabul edilen Ukrayna’nın, kendilerini Alman Nazi amblemi ile tanımlayan aşırılıkçı partiler tarafından yönetilmesine destek vereceğine dair hiçbir beklenti yoktu.
Batı Avrupa ile eski Sovyet ekonomileri arasındaki görünüşte mantıklı olan karşılıklı kazanç potansiyelinin oligarşik kleptokrasilerin sponsorluğuna dönüşmesini nasıl açıklayacağız? Kuzey Akım boru hattının imhası, dinamikleri kısaca özetliyor. Neredeyse on yıldır ABD’nin değişmeyen talebi, Almanya’nın Rus enerjisine olan bağımlılığını reddetmesiydi. Bu taleplere Gerhard Schröder, Angela Merkel ve Alman iş dünyası liderleri karşı çıkıyordu. Alman imalatçıları ile Rus hammaddeleri arasındaki karşılıklı ticaretin bariz ekonomik mantığına işaret ediyorlardı.
ABD’nin sorunu, Almanya’nın Kuzey Akım 2 boru hattına onayını nasıl durduracağıydı.
Victoria Nuland, Başkan Biden ve diğer ABD’li diplomatlar, bunu yapmanın yolunun Rusya’ya karşı bir nefreti kışkırtmak olduğunu gösterdiler. Yeni Soğuk Savaş, yeni bir haçlı seferi olarak tezgâhlandı. George W. Bush’un, Amerika’nın Irak’ın petrol kuyularını ele geçirmek için yaptığı saldırıyı tanımlaması da bu şekildeydi. ABD destekli 2014 darbesi, sekiz yılını Doğudaki Rusça konuşan bölgeleri bombalamakla geçiren kukla bir Ukrayna rejimi yarattı. Böylece NATO, Rusya’nın askeri cevabını kışkırttı. Kışkırtma başarılıydı ve arzu edilen Rus cevabı beklendiği gibi nedensiz gaddarlık olarak damgalandı. Askeri cevabın sivilleri koruması, NATO destekli medyada, Şubat ayından bu yana uygulanan ticaret ve yatırım yaptırımlarını hak edecek saldırganlık olarak gösterildi. Haçlı Seferinin anlamı budur.
Sonuç, dünyanın iki kampa bölünmesidir: ABD merkezli NATO ve yeni oluşan Avrasya koalisyonu. Bu dinamiğin yan ürünlerinden biri, Almanya’yı, Rusya (ve belki de Çin) ile karşılıklı olarak avantajlı ticaret ve yatırım ilişkileri [kuran] bir ekonomi siyaseti izleme yeteneğinden mahrum bırakmasıdır. Almanya Şansölyesi Olaf Sholz bu hafta Çin’e giderek bu ülkeden kamu sektörünü ortadan kaldırmasını ve ekonomisini sübvanse etmeyi durdurmasını talep edecek, aksi takdirde Almanya ve Avrupa Çin ile ticarete yaptırım uygulayacak.[11] Çin’in bu gülünç talebi karşılamasının imkânı yok, ABD veya başka herhangi bir endüstriyel ekonomi kendi bilgisayar çipini ve diğer kilit sektörleri sübvanse etmekten vazgeçemez. German Council on Foreign Relations [Alman Dış İlişkiler Konseyi], Almanya’nın sanayisizleşmesini ve Çin, Rusya ve bunların müttefiklerini dışlayarak, ticaretinde ABD’ye bağımlılığını talep eden, NATO’nun neoliberal “liberteryen” bir şubesidir. Bu, Almanya’nın ekonomik tabutuna son çivi olmayı taahhüt ediyor.
Amerika’nın Yeni Soğuk Savaşının bir başka yan ürünü, küresel ısınmayı durdurmaya yönelik herhangi bir uluslararası planı sona erdirmek oldu. ABD ekonomik diplomasisinin temel taşlarından biri, petrol şirketleri ve NATO müttefiklerinin dünyanın petrol ve gaz arzını kontrol etmeleri, yani karbon bazlı yakıtlara olan bağımlılığı azaltmalarıdır. Irak, Libya, Suriye, Afganistan ve Ukrayna’daki NATO savaşı buydu. “Demokrasiler, Otokrasilere Karşı” gibi soyut bir şey değil. Bu, ABD’nin enerjiye ve diğer temel ihtiyaçlara erişimlerini kesintiye uğratarak diğer ülkelere zarar verme kapasitesi ile ilgilidir.
Yeni Soğuk Savaşın ‘iyilik, kötülüğe karşı’ anlatısı olmadan, ABD’nin çevresel korumaya ve Batı Avrupa ile Rusya ve Çin arasındaki karşılıklı ticarete saldırısına yönelik ABD yaptırımlarının var olma nedeni ortadan kalkar. ABD’nin dünyanın çok kutuplu olmasını önlemek için öngördüğü 20 yıllık mücadelenin yalnızca ilk adımı olan Ukrayna’daki bugünkü mücadelenin bağlamı budur. Bu süreç, Almanya ve Avrupa’yı, ABD’nin LNG tedariğine bağımlılığa hapsedecektir.
İşin püf noktası, Almanya’yı askeri güvenliği için ABD’ye bağımlı olduğuna ikna etmeye çalışmak. Almanya’nın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey ise, ABD’nin Avrupa’yı marjinalleştiren ve “Ukraynalaştıran” Çin ve Rusya karşıtı savaşından korunmak.
Batılı hükümetler tarafından bu savaşa müzakere yoluyla son verilmesi için herhangi bir çağrı yapılmadı, çünkü Ukrayna’da hiçbir zaman savaş ilan edilmedi. ABD hiçbir yerde savaş ilan etmez, çünkü ABD Anayasasına göre bu Kongre’nin deklarasyonunu gerektirir. Böylece ABD ve NATO orduları bombalar, renkli devrimler örgütler, iç politikaya müdahale eder (1648 Westphalia anlaşmalarını geçersiz kılar) ve Almanya’yı ve Avrupalı komşularını parçalayan yaptırımları dayatır.
Müzakereler, savaş ilanı olmayan ya da uzun vadeli tek kutuplu dünya egemenliği stratejisi olan bir savaşı nasıl “sonlandırabilir”?
Cevap, şu anki ABD merkezli uluslararası kurumlar grubunun bir alternatifle değiştirilmesine kadar hiçbir sonun gelemeyeceğidir. Bu, ekonomilerin finans merkezleri tarafından merkezi planlama ile özelleştirilmesi gerektiği şeklindeki neoliberal banka merkezli görüşe bir alternatifi yansıtan yeni kurumların yaratılmasını gerektiriyor. Rosa Luxemburg, seçimi sosyalizm ya da barbarlık biçiminde tanımlamıştı. Son kitabım The Destiny of Civilization’da [Uygarlığın Kaderi] alternatifin siyasi dinamiklerini genel hatlarıyla tasvir ettim.
Çeviren: Erman Çete
Dipnotlar:
[1] LNG (Liquefied natural gas – Sıvılaştırılmış doğal gaz): İşlenmiş doğal gazın, içerisindeki kirliliği arındırarak atmosferik basınçta yaklaşık olarak -163 derecede yoğunlaştırılmasıyla elde edilen doğal gaz. Sıvı hale getirilmesiyle nakliye ve güvenliğinin artırılması hedeflenir. (ç.n.)
[2] II. Frederick, 12. ve 13. yüzyıllarda Kutsal Roma İmparatoru, Papalıkla savaştı, iki kez aforoz edildi. (ç.n.)
[3] Büyük Skizma diye de bilinen Doğu ve Batı Hıristiyan kiliselerinin ayrılmasına verilen ad. (ç.n.)
[4] Canonical: Katolik Kilisesi kanunlarında, ancak Kilise tarafından tanınan örgüt, kişi ya da eserlere verilen sıfat. (ç.n.)
[5] Latincede ‘arınmış, ‘temiz’ anlamlarına gelen ve 12. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkmış bir tarikat. Katharlar iyi ve kötü iki ayrı Tanrıya inanıyor ve reenkarnasyonun gerçekliğini kabul ediyordu. (ç.n.)
[6] Martin Luther, Wittenberg Kilisesinin kapısına astığı rivayet edilen 95 maddelik ünlü tezi ile Reform’a liderlik eden din adamı; Huldrych Zwingli, İsviçre’de Protestan reformunu başlatan kişidir, neredeyse Luther ve Calvin kadar önemli bir şahsiyettir; 8. Henry, İngiltere’yi Katolik Kilisesinden tamamen ayıran Tudor hükümdarıdır. (ç.n.)
[7] Peter’s Pence: Katolikler tarafından papaya yapılan yıllık gönüllü katkı. İlk çıkışı, İngiltere’deki Saksonlar eliyledir ve her yıl tüm İngiliz hanelerinin Kiliseyi verdiği vergiyi kapsıyordu. (ç.n.)
[8] Manfred, Sicilya Kralı, II. Frederick’in oğlu, peş peşe üç Papa tarafından da aforoz edildi ve 1255-66 yıllarında düzenlenen Haçlı seferinin hedefi oldu; Conrad, Manfred’in yeğeni, Sicilya Kralı, Svabya Dükü. (ç.n.)
[9] Cahorsinler: Ortaçağ’da Kuzey İtalya’daki borç veren bankerlere verilen isim. (ç.n.)
[10] Tapınak Şövalyeleri veya Süleyman Tapınağı Tarikatı: 12. yüzyılda kurulan ve merkezi Kudüs’teki Harem’üş Şerif olan Katolik milis gücü. Haçlı Seferlerinin en önemli güçlerinden olan Tapınakçılar, esas güçlerini Avrupa genelinde oluşturdukları mali ağdan alıyorlardı. Yazarın atıf yaptığı el koymalar, Tapınakçıların can damarlarının kesilmesi anlamına geliyordu. (ç.n.)
[11] Olaf Scholz’ün Çin ziyaretinin bu anlama gelip gelmediği biraz şüpheli. Zira Scholz’e Volkswagen, Siemens, BMW, BASF, Biontech gibi Alman devlerinin CEO’ları eşlik etti. (ç.n.)
İlginizi Çekebilir
-
Filipinler ve ABD savunma bağlarını derinleştirmek için istihbarat paylaşımı anlaşması imzaladı
-
Rusya Federasyon Konseyi: Üçüncü Dünya Savaşı’na bir adım daha yaklaşıyoruz
-
Brezilya’daki G20 zirvesinde Küresel Güney gündemi ön plana çıkıyor
-
‘Biden, giderayak Üçüncü Dünya Savaşını başlatmaya çalışıyor’
-
Bloomberg: Meksika lideri Sheinbaum, Trump’ın Çin siyasetine destek sinyali veriyor
-
Liz Truss: Britanya’nın kendi Donald Trump’ına ihtiyacı var
DÜNYA BASINI
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Yayınlanma
17 saat önce18/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:
***
Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil
Gideon Levy
“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.
“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.
Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”
Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.
İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.
Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.
Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.
Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.
Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…
Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.
Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.
DÜNYA BASINI
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Yayınlanma
2 gün önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trLizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024
Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.
ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.
Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”
Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.
2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.
Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.
Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.
Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.
Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.
Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.
Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.
Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.
Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.
Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.
Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.
Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.
Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.
Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.
Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.
Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.
Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.
Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.
Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.
Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.
Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.
Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.
Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.
Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.
DÜNYA BASINI
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Yayınlanma
2 gün önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…
Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.
Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.
Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz
Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.
Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.
Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.
DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.
Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.
Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.
İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.
Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.
DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.
Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.
Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.
Tayvan kalabalık bir İHA üreticisi heyetle Litvanya’yı ziyaret ediyor
Filipinler ve ABD savunma bağlarını derinleştirmek için istihbarat paylaşımı anlaşması imzaladı
Rusya Federasyon Konseyi: Üçüncü Dünya Savaşı’na bir adım daha yaklaşıyoruz
“Trump’ın İsrail yanlısı kabinesi, kendisine oy veren Müslümanları hayal kırıklığına uğrattı”
Trump, Enerji Bakanlığını petrol-nükleer destekçisi Chris Wright’a teslim etti
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA7 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi