Dünya Basını
Askeri tarihçi Roland Popp: ‘Trump dönüm noktasında’

Askeri tarihçi Roland Popp, Almanya’nın önde gelen gazetelerinden Berliner Zeitung’dan Simon Zeise’ye verdiği mülakatta Ukrayna savaşının kilitlendiğini, Trump’ın arabuluculukta başarısız olduğunu ve Avrupa’nın hüsnükuruntu içinde olduğunu belirtiyor. Popp, Rusya’nın kapsamlı savaş hedefleri ve Ukrayna’nın taviz vermeme kararlılığı nedeniyle yakın zamanda barış beklemediğini ifade ediyor. Batı’nın yaptırımlarını etkisiz bulduğunu ve askeri güçle diplomatik hazırlığın birleştirilmesi gerektiğini vurgulayan Popp, ayrıca, Alman kamuoyundaki uzmanlık eksikliğini eleştirerek, Rusya ile NATO arasında doğrudan bir çatışma riskine dikkat çekiyor.
Askeri uzman, Ukrayna müzakerelerini değerlendirdi: ‘Trump dönüm noktasında’
Simon Zeise
16 Mayıs 2025
Askeri tarihçi Roland Popp, verdiği mülakatta Ukrayna savaşının kilitlendiğini, Trump’ın nüfuzunu kaybettiğini ve Avrupa’da hüsnükuruntunun hakim olduğunu belirtti.
Ukrayna’da üç yıldır şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Savaşan taraflar arasında ilk müzakereler yapılmış olsa da her gün askerler ve siviller ölmeye devam ediyor. Almanya, Fransa, Birleşik Krallık ve Polonya, diplomatik bir girişim başlatmak yerine daha fazla silah sevkiyatına odaklanıyor. Kilitlenmiş bu durum karşısında ateşkes ve kalıcı barış şansı ne kadar? Berliner Zeitung, bu konuyu ETH Zürih Askeri Akademisi’nden askeri tarihçi Roland Popp ile konuştu.
Sayın Popp, Donald Trump’ın göreve başlamasından bu yana Rusya ile Ukrayna arasında pek çok müzakere yapıldı. Yakında bir barış anlaşmasına varılacak mı?
Çok karamsarım. Mevcut durumda asıl meselenin barış müzakereleri veya ateşkes sağlamak değil, başarısızlıktan diğer tarafın sorumlu olduğuna Trump yönetimini ikna etmek olduğu izlenimindeyim. Trump’ın arabuluculuk rolünde daha önce iddialı bir şekilde duyurduğu kadar başarılı olmadığını da kabul etmek gerekiyor.
Bunu nasıl açıklarsınız?
Trump bir dönüm noktasına geldi. Amerikalılar yeniden Avrupa’nın pozisyonuna yaklaştı. Trump yönetimi, İstanbul’daki toplantı öncesinde Putin’e yönelik Avrupa ültimatomunu desteklediğini bile ima etmişti. Şimdi ise durum daha çok Avrupa’nın hüsnükuruntusu gibi görünüyor. Şu anda müzakerelerde kayda değer bir ilerleme yok.
Putin ve Trump kamuoyunda yakın müttefikler olarak gösteriliyor. Barış müzakerelerinde kayda değer bir ilerleme olmamasını nasıl açıklıyorsunuz?
Kamuoyunda kişiler ön plana çıkarılıyor ancak müzakereleri son derece zorlaştıran yapısal nedenler de var. Rusya’nın savaş hedefleri oldukça kapsamlı. Şu anda bir ateşkes, bu hedeflere ulaşılmasını muhtemelen imkânsız hâle getirir. Ukrayna içinse Rusya’nın talepleri kesinlikle kabul edilemez. Savaş alanında daha önemli gelişmeler yaşanmadan barış anlaşmasının hâlâ çok uzakta olduğunu düşünüyorum, her ne kadar her iki tarafta da savaş yorgunluğu artmış olsa da.
Trump uzun süre Rusya’nın taleplerini desteklemeye istekli görünüyordu. Beyaz Saray’da kameralar önünde Vladimir Zelenskiy’e geri adım atması gerektiğini açıkça belirtti. Trump’ın tutumu neden değişti?
Trump, selefinden çok farklı bir yol izledi. Biden, Rusya’yı olası bir askeri yenilgi tehdidiyle barışa zorlamak için Ukrayna’yı neredeyse koşulsuz desteklemişti. Trump ise Ukraynalıları taviz vermeye zorlamak için Rusya’nın hedeflerine yaklaştı. Fakat Ukraynalılar hâlâ Avrupalıların desteğine sahip ve Rusya’nın kapsamlı taleplerine boyun eğmeye niyetli değiller. Bu anlaşılabilir bir durum, zira hiçbir devlet egemenliğinin bu ölçüde kısıtlanmasına razı olmaz. Ama sonuçta bir de savaş alanının kendisi var ve burada Ukrayna çok büyük sorunlarla karşı karşıya. Şu anda bir ateşkes, askeri açıdan en çok Ukrayna’ya yarar sağlar. Rusya’nın buna ihtiyacı yok; tam tersine, bir ateşkes Rusya’nın hızlanan ilerleyişinin mevcut seyrini kesintiye uğratır.
Merz, Keir Starmer, Macron ve Tusk, geçtiğimiz hafta sonu Kiev’deydi ve Rusya’ya ateşkesin ne zamana kadar imzalanması gerektiğine dair bir ültimatom verdiler. Bu yaklaşımı ne kadar başarılı buluyorsunuz?
Bu her şeyden önce bir çaresizlik ifadesi. Rusya yine yaptırımlarla tehdit edildi. Oysa Batı’nın şimdiye kadarki yaptırım politikası, tüm güçsüzlüğünü ve stratejik yetersizliğini halihazırda ortaya koydu. Berlin’in, Moskova’da bu tür tehditlerin artık ciddiye alınmadığını kabul etmesi gerekiyor.
Ukrayna savaşının çözümü için diplomatik girişimlerde bulunulması gerektiğini savunan az sayıdaki sesten birisiniz. Amacınız nedir?
Benim için önemli olan, eski düşman imgelerinin refleks olarak yeniden canlandırılmaması. Askeri bilimlerden diğer sesler gibi ben de Almanya’nın güvenliği için daha fazla para harcaması gerektiği görüşündeyim. Ancak Baltık ülkelerinde istisnai bir senaryoyu önlemek için büyük ölçüde silahlanma fikrini tamamen yersiz buluyorum. Rusya’nın NATO’ya ne zaman saldırmayı planladığına dair —nisan 2029’da mı, yoksa Polonya istihbaratının iddia ettiği gibi 2026’da mı— yapılan bu tahmin yarışması, ciddi tehdit analizleri değil, hesaplanmış siyasi mesajlardır. İhtiyaç duyulan şey, inandırıcı askeri güç ile diplomatik uzlaşıya hazır olmanın birleşimidir. Kamuoyunda bu kadar baskın olan güvenlik uzmanları, Avrupa’da yeniden istikrarlı bir düzen kurmaya yönelik herhangi bir inandırıcı strateji olmaksızın sadece askeri caydırıcılıktan bahsediyor.
Alman siyasi talk show’larında uzmanlara dair çok tek taraflı bir tablo çiziliyor. Uzmanlık eksikliği mi var, yoksa bu politik olarak mı isteniyor?
Ukrayna savaşında bu uzmanların çoğu hemen her konuda yanıldı. Örneğin Carlo Masala’ya göre Rusya, 2022 yaz sonunda askeri olarak “son demlerini” yaşıyordu. Bilimsel olarak böyle bir tespitten, Rusya’nın şimdi tüm NATO bölgesi için bir tehdit olduğu yönündeki mevcut ifadelere nasıl gelinir?
Şu anda sürekli ekranlarda olan uzmanların neredeyse hiçbiri gerçekten askeri bilimler alanında araştırma yapmadı. Ancak Almanya kendi kendini uzmanlıktan mahrum bıraktı. Örneğin, şu anda askeri tarih alanında sadece tek bir kürsü bulunuyor. Bu epey manidar.
Bu tür yanlış değerlendirmelerin ne gibi et kileri oluyor?
Bu durum, Leopard 2 tanklarının teslimatı tartışmasında açıkça görüldü. Federal hükümet, Batılı tankların Ukrayna’ya “oyun değiştirici” olarak zafere yardımcı olacağını varsayan bu uzmanların değerlendirmeleriyle baskı altına alındı. Ciddi askeri bilim insanlarıyla yaptığım görüşmelerde buna aslında kimse inanmıyordu. Fakat bu tür sesler hiç dinlenmedi. Bu, Alman medyasının da sorumlu tutulması gereken bir sorumsuzluktur. Steinmeier’in “kalibre uzmanları” hakkındaki şikayeti, hükümettekilerin talk show’lardan gelen sürekli baskı karşısındaki hayal kırıklığının bir ifadesiydi.
Rusya’nın NATO’ya saldırmayacağından neden bu kadar eminsiniz?
Rusya’nın Suwałki Koridoru’ndan geçmeyeceği veya Estonya’ya saldırmayacağı konusunda mutlak bir güvence veremem. Ancak Rusya’nın bununla ne gibi bir amacı olabilir? NATO ile nükleer bir çatışmayı provoke etmek mi? Rusya’nın güvenlik hesaplamaları hakkında ne biliyoruz? Putin, 2014’te Kırım’ı zorla ilhak ettiğinde, arka plandaki düşünce muhtemelen Ukrayna’nın bir gecede NATO üyesi olabileceği korkusuydu. Bu, sonuçta onlara 2008’de kamuoyuna açıklanmıştı. Bu gerçekleştiğinde, Moskova’nın NATO ile bir çatışmaya girmeden Ukrayna ile savaşması artık mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla Putin, Kiev’deki iktidar değişikliğinin hemen ardından Kırım ve Donbass’ta harekete geçti. Büyük sorunlardan biri, politikalarımızın diğer devletlerin tehdit algılarını nasıl etkilediği gibi önemli bilimsel bulguları göz ardı etmemizdir. Bunun Putin’in saldırganlığına anlayış göstermekle hiçbir ilgisi yok. Mesele daha çok sağduyulu, stratejik analizdir. Ve bizde bu tamamen eksik.
Friedrich Merz, Ukrayna’ya Taurus seyir füzesi tedarik etmek istiyor. Bazı çevreler bunun Rusya ile doğrudan bir çatışmaya yol açabileceğinden endişe ediyor. Siz bu konuyu nasıl görüyorsunuz?
Merz’in Taurus konusunda bu kadar ileri gitmesine şaşırdım. Şimdi kendini bir çıkmaza soktu. Almanya’nın sonunda Taurus’u Ukrayna’ya teslim edeceğine ikna olmuş değilim. Seyir füzesi Rusya’ya zarar verir, ancak asla savaşın kaderini değiştirmez. Ayrıca Taurus, hâlâ kendi savunmasına inandırıcı bir şekilde katkıda bulunan son silah sistemlerinden biri. Taurus Ukrayna’da kullanılırsa, ülke savunması için ancak kısıtlı bir şekilde kullanılabilir. Kendi güvenliğinin ciddi şekilde tehdit altında olduğunu düşünenler, bu tür sistemleri kesinlikle yurt dışına vermemelidir.
Avrupalılar, Ukrayna müzakerelerinde Trump ve Putin tarafından göz ardı edildiklerini eleştiriyor. Putin’in Avrupalılara çoktan müzakere teklif etmesi gerekmez miydi?
Avrupalıların Ukrayna’ya ve Vladimir Zelenskiy’e verdiği destek, Trump yönetimi altındaki Amerikan desteğinden daha güçlü. Bu nedenle Putin, ABD ile müzakereleri Avrupalılara tercih ediyor; özellikle de ABD düzeyinde bir büyük güç olarak algılanmak istediği için. Angela Merkel, Avrupa’nın bazı kesimlerinin Rusya ile bağımsız ilişkilerini sürdürmesini sağlamıştı, bunun sonucunda Berlin bağımsız bir dış politika izleyebiliyordu. Rusya da Almanlar ve Fransızlarla diyalog halinde kalmaya istekliydi. Ancak tüm bunlar bu savaşla yok oldu: Şimdi Moskova ve Washington, diğer Avrupalıların katılımı olmadan Avrupa’nın düzeni hakkında yeniden konuşuyor. Ve bu feci sonucun yalnızca Trump’ın seçilmesinden kaynaklandığına inananlar, korkarım hiçbir şey anlamamışlardır.
Almanya ve Fransa savaşı önlemek için daha fazlasını yapabilir miydi?
Bu, tarihçileri önümüzdeki on yıllarda meşgul edecek büyük bir soru. Bu felakete yol açan süreci daha iyi anlayabilmemiz için tüm arşivlerin parça parça değil, tamamen açılmasını faydalı buluyorum. Özellikle silah sevkiyatlarını her zaman savunan çevrelerden, Rusya’nın güvenlik çıkarlarını ve ekonomik entegrasyonunu dikkate alan Merkel hükümetinin asıl sorumluluğu taşıdığı sürekli ima edildi. Bana göre bu yanlış bir analiz.
Merkel, Putin’e karşı fazla mı saftı?
Savaşın nasıl çıktığına bakıldığında, savaşın patlak vermesinden önceki aylarda aşırı bir hızlanma görülüyor. Merkezi olan, Avrupa’nın Ukrayna politikası üzerindeki önceki Alman-Fransız tekelinin ortadan kaldırılmasıydı. Bu dönüşün koşulları şu anda tamamen belirsiz; Berlin’deki iktidar değişikliğiyle pek ilgisi yoktu. Sonrasında ne Berlin ne de Paris’in kayda değer bir etkisi oldu. Amerikalılar ve İngilizler ise çok daha fazla etkiye sahipti. Bir tarihçi olarak, bu savaşı olası kılan şeyin, diğer etkenlerin yanı sıra, Merkel politikasının terk edilmesi olduğu tezini savunurum.
Koalisyon hükümetinin dış politikası yoğun eleştirilere maruz kaldı. Yeni federal hükümette bir rota değişikliği gözlemliyor musunuz?
Bunu söylemek henüz zor. Sonuçta, özellikle SPD dış politikada büyük bir değişim geçirdi. Sosyal Demokratlar geleneksel olarak Federal Almanya Cumhuriyeti’nin dış politikasında vatansever olarak adlandırılabilecek pozisyonları daha güçlü bir şekilde savundular; Egon Bahr’ı düşünün, nispeten tutarlı bir şekilde ulusal çıkarları savunduğu için Washington’daki pek çok kişi için kırmızı çizgiydi. CDU ise her zaman transatlantik geleneğe çok daha yakındı. Sonuç olarak, Avrupalılardan kıtayı barışa kavuşturabilecek bağımsız girişimler göremiyorum.
Her iki tarafta da savaş çığırtkanlığı devam ederse, bir noktada Rusya ile NATO arasında doğrudan askeri bir çatışma yaşanmasından endişe ediyor musunuz?
Evet, elbette, durum istikrarsız. Bunun sadece panik yaymak olduğu ve hiçbir savaş tehlikesi olmadığı yönündeki karşı argümanı abartılı buluyorum. Avrupalılar, en geç ağır silahların teslimatıyla bu savaşa büyük ölçüde dahil oldular. Rusya açısından bakıldığında, on binlerce Rus askerinin ölümünden Avrupalılar sorumlu tutuluyor. Bu doğrudan olmasa da dolaylı yoldan savaşa dahil olmaktır. Moskova’da Avrupalılara yönelik öfke elle tutulur düzeyde. Soru şu: Bununla nasıl başa çıkılacak? Kendi bilimsel çıkarlarınıza aykırı olsa bile Rusya ile çatışmayı kalıcı hâle getirmeye mi çalışıyorsunuz? Bundan sonra Avrupa politikasının büyük sorusu bu olacak: Rusya sorunu.
Tarihte defalarca umutsuz gibi görünen durumlar yaşandı ancak bunlar sonuçta barışla noktalandı. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında Ukrayna’da barış için bir şans görüyor musunuz?
Temel olarak, bu kadar yoğunlukla yürütülen çatışmalar, savaşan tarafların düşüncelerinde bir değişikliğe yol açabilir. Ukrayna ihtilafı, sadece kurban sayısının yüksekliğiyle değil, Birinci Dünya Savaşı’nı andırıyor. Belki de sadece umut ediyorum ama burada da kalıcı bir çatışma hâlinde yaşanamayacağının ve yaşanmak istenmediğinin kabul edilebileceğini hayal edebiliyorum. Özellikle Ukrayna toplumu uzun süre kendini Avrupa’dan Rusya’ya bir tür köprü olarak tanımladı. Belki bir gün bu role geri dönme şansı olur. Unutmayalım ki Vladimir Zelenskiy, o dönemde barış vaat ettiği için büyük bir çoğunlukla devlet başkanı seçilmişti. Şimdi ise bir savaş devlet başkanı ve Rusya’nın düşmanı oldu, bu da tarihin trajedisidir.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Görüş2 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını1 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş1 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Diplomasi3 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3
-
Ortadoğu18 saat önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?