Görüş
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor

5 Mart’ta Fransa hükümet sözcüsü Sophie Primas, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski ve Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer ile birlikte ABD’yi ziyaret etmeyi düşündüklerini açıkladı ve bu ziyaretin “kısa süre içinde” gerçekleşmesi gerektiğini belirtti. Eğer bu plan hayata geçerse, bu, Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesinden sonra üç Avrupalı liderin kısa sürede ikinci kez Beyaz Saray’a gitmesi anlamına gelecek. Daha önce, Macron ve Starmer, Trump’ı transatlantik geleneksel ilişkilere önem vermeye ve Rusya-Ukrayna savaşında ABD ile Avrupa’nın aynı çizgide hareket etmesini sağlamaya ikna etmeye çalışmış ancak çok az başarı elde etmişlerdi. Zelenski’nin Beyaz Saray ziyareti ise tam anlamıyla diplomatik bir felakete dönüşmüştü; taraflar arasındaki şiddetli tartışmalar yüzünden toplantı tatsız bir şekilde sona ermiş, hatta Zelenski ve heyeti aç karnına Beyaz Saray’dan ayrılmak zorunda kalmış, ev sahibi tarafından hazırlanan zengin öğle yemeği de boşa gitmişti.
Beyaz Saray’daki üç zirve, Münih Güvenlik Konferansı’nda Avrupa’nın “en karanlık anını” yaşamasının ardından bir diğer diplomatik “Waterloo” oldu. Münih’te Avrupalı liderler, ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance tarafından kamuoyu önünde aşağılanmış ve ABD’nin Rusya ile “üst düzey diplomasi” yürüttüğünü şaşkınlıkla izlemişti. Yine de bazıları hâlâ umut besliyordu. Ancak Macron, Starmer ve Zelenski, Beyaz Saray’da Trump’ın sert tavsiyeleriyle karşılaştıktan sonra, Avrupalı liderler artık tamamen gerçekçi bir bakış açısına yönelmeye başladı. Bu nedenle, tekrar Beyaz Saray’ı ziyaret etmeye çalışmadan önce, hem Fransa hem de Birleşik Krallık, Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin önceki tutumlarını değiştirerek ateşkes müzakerelerini desteklemeye başladı. Aynı şekilde Ukrayna da “ABD liderliğinde” savaşın barışa dönüştürülmesi konusunda anlaşmaya istekli olduğunu ve ABD ile “maden karşılığı güvenlik” anlaşması imzalamak istediğini açıkladı.
Avrupalı liderler, “Trump’ın yeni politikaları” nedeniyle ciddi şekilde zedelenen ABD-Avrupa ilişkilerini onarmaya ve “ABD’nin liderliği altındaki barışı” sürdürmeye çalışıyor. Geleneksel değerler, transatlantik siyasi ittifak ve NATO askeri ittifakı aracılığıyla ABD ile Avrupa’nın ortak bir kader, ortak çıkarlar ve ortak ahlaki değerler temelinde hareket etmesini sağlamayı amaçlıyorlar. Ancak Trump’ın ikinci döneminde Avrupalı ortaklarını daha fazla hayal kırıklığına uğratacağı kesin görünüyor. Bir anlamda, Avrupa ülkeleri artık “yüz yılda bir görülen büyük değişimler” çağında bir tarihsel dönemeçten geçtiklerinin farkına varmaya başladı. ABD’ye olan stratejik bağımlılıklarını kademeli olarak azaltmaları, stratejik bağımsızlıklarını güçlendirmeleri, diplomatik özerkliklerini artırmaları ve askeri savunmalarını sağlamlaştırmaları gerektiğini anladılar.
Avrupa’nın stratejik uyanışı, tarihte ve günümüzde reddedilemeyecek güçlü mantıksal dayanaklara sahiptir. Öncelikle, hiçbir güçlü devlet sonsuza kadar süremez, hiçbir mutlak güç merkezi değişmeden kalmaz ve hiçbir sağlam müttefik ebediyen ayakta duramaz. Bu, binlerce yıllık insanlık tarihinin bize öğrettiği bir gerçektir ve Batılı politikacıların sıkça dile getirdiği, son 1500 yılda dünya güç merkezlerinin defalarca değişmesiyle kanıtlanan bir olgudur.
Ayrıca, “Trumpizm” tarafından yönlendirilen ABD, yeni bir izolasyonculuk, merkantilizm (ticaret öncelikli politika) ve Monroe Doktrini’ne doğru geri dönüyor. ABD artık küresel liderlik rolünden yorulmuş, uluslararası sorumluluklar üstlenmekten, büyük mali yükler taşımaktan ve hatta Evanjelik Hristiyanların “Mesihçi kurtuluş” misyonunu yerine getirmekten vazgeçmiş gibi görünüyor. Avrupa, ABD-Avrupa ittifakının bir “yüz yıllık evlilikten sonra” ayrılma noktasına geldiğini kabul etmek zorunda. Daha doğrusu, ABD, kendi kurduğu ve yüz yıldır sürdürdüğü dünya düzenini ve kurallar sistemini bizzat yıkıyor ve Avrupa’nın bu durumu nasıl ele alacağıyla pek ilgilenmiyor.
Avrupa’nın artık ABD’ye olan stratejik bağımlılığı sona erdirmesi gerekiyor. ABD, Avrupa medeniyetinin Kuzey Amerika kıtasındaki bir tür “gayrimeşru çocuğu” olarak doğdu. Ancak, bu “istenmeyen çocuk”, sömürgecilik karşıtı mücadelesiyle Avrupa’nın temel dayanağına dönüşerek, Avrupa’nın giderek artan şekilde bağımlı olduğu bir “kurtarıcı” haline geldi. Birinci Dünya Savaşı’na katılıp zafer kazandıktan sonra ABD, her savaşta daha da güçlendi ve eşi benzeri görülmemiş küresel bir hegemonya kurdu. Aynı zamanda, Avrupa’nın kaderini belirleyen en önemli güç olmaya devam etti: ABD’nin güçlü liderliği ve cömert desteği olmadan Avrupa, Nazi Almanyası’nı hızla yenemezdi; savaş sonrası ekonomik ve sosyal toparlanmasını bu kadar hızlı gerçekleştiremezdi; Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve müttefiklerini çökertemezdi; Batı’nın eğitim, bilim, teknoloji, ekonomi ve yumuşak gücünü koruması mümkün olmazdı.
Yüz yıllık bağımlılık, Avrupa’da ABD’ye karşı bir “baba kompleksi” veya “anne sevgisi” benzeri psikolojik bir bağlanma geliştirdi. Avrupa, ABD’nin sert ve baskıcı “büyük baba” rolünü zaman zaman eleştirse de, bu bağımlılık neredeyse doğasına işlemiş durumda. Ancak artık bu bağımlılıktan kurtulma ve stratejik bağımsızlığa yönelme zamanı geldi.
Stratejik Özerklik: Avrupa’nın Onuru ve Hayali
Stratejik özerklik aslında Avrupa’nın onuru ve hayalidir; aynı zamanda Avrupa’nın birlik çabalarının temel hedeflerinden biridir. Tarih boyunca Avrupa’nın bağımsız hareket edememesinin temel nedeni, iç yapısının aşırı derecede parçalanmış olmasıydı. Feodal beylerin hâkim olduğu bu yapı, Vestfalya Antlaşması’nın getirdiği düzenlemelere rağmen, Avrupa’nın iki dünya savaşına sürüklenmesini engelleyemedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş rekabetinin içine çekildi. Zayıf bir Avrupa, ancak güçlü ABD’nin sağladığı koruma sayesinde güvenlik ve kalkınmasını sağlayabilirdi.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Sovyetler Birliği ortadan kalktı ve Avrupa’nın birlik hayali daha da gerçekçi bir hâl aldı. Avrupa, beş aşamalı genişleme süreciyle kıtanın büyük bir bölümünü kendi çatısı altına aldı. Aynı zamanda, NATO’nun doğuya genişlemesi sayesinde güvenlik sınırlarını, Rusya’nın geleneksel stratejik derinlik bölgesine kadar ileri taşıdı.
Yeni yüzyıla girildiğinde, Avrupa’nın stratejik ortamı köklü bir iyileşme yaşadı. Sadece Sovyet tehdidinin tarih sahnesinden silinmesiyle yetinmeyip, aynı zamanda ABD’nin gelişiminin duraksadığı, hatta küçülme ve gerileme belirtileri gösterdiği yeni bir döneme tanık oldu. Böylece stratejik özerklik, Avrupa’nın yeni bir ideali ve politikası hâline geldi ve çoğu ülke ve halk tarafından desteklendi. Ancak, ABD’de Demokrat Parti’nin temsil ettiği geleneksel sistem yanlıları, Avrupa’yı Beyaz Saray’ın liderliğinde tutmak için ortak değerler, geleneksel ortaklıklar ve askeri ittifaklar aracılığıyla kıtanın bağımsızlaşmasını engellemeye çalıştı. Bu doğrultuda, titizlikle tasarlanmış bir “Ukrayna tuzağı” oluşturuldu. Avrupa’yı korkutmak için “korkuluk” olarak Rusya kullanıldı; birçok küçük Avrupa ülkesi, ABD hegemonyasının kanatları altında kalmaya ve Washington’un yönlendirmesiyle hareket etmeye zorlandı.
Trump’ın yeni politikaları, Avrupa’ya bağımsız hareket etme, kendi kaderini belirleme ve özgüven kazanma yönünde eşsiz bir tarihî fırsat ve stratejik bir pencere sundu. Ancak Avrupa hâlâ yeterli stratejik güvene sahip değil ya da yeterli stratejik hazırlık yapmış değil. Bunun yerine, hâlâ ABD’ye yaslanmak ve Washington’un sağladığı güvenlik şemsiyesinden faydalanmak istiyor. Ancak bu yaklaşımın sonucu, er ya da geç büyük bir stratejik boşluk hissi yaratacaktır.
Stratejik Özerklik: İçte Bağımsız Yol, Dışta Diplomatik Özgürlük
Stratejik özerklik, iç politikada bağımsız bir yol izlemek, dış politikada ise diplomatik özgürlüğe sahip olmak anlamına gelir. Avrupa, modern uluslararası ilişkiler ve diplomasi teorilerinin doğduğu bir merkez olmasının yanı sıra, aynı zamanda ABD diplomasisinin de entelektüel beşiği ve öncüsü olmuştur. Tarih boyunca dünya siyasetiyle ustaca oynayan bir kıta olarak Avrupa, ABD’nin diplomasi anlayışının temelini oluşturdu.
Ancak diplomasi, ulusal güç—özellikle ekonomik ve askeri kapasite—ile doğrudan bağlantılıdır. Bu temel ilke, tarih boyunca ihtişamlı dönemler yaşayan Avrupa’yı çoğu zaman “topal diplomasi”ye mahkûm etmiştir. Fransa gibi bazı istisnalar dışında, çoğu Avrupa ülkesi ABD’nin belirlediği politik çizgiyi takip etmek zorunda kalmıştır. Beyaz Saray’ın yönlendirmesiyle şekillenen politikalar, transatlantik ilişkilerde ortak bir söylem yaratmaya hizmet etmiştir.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, çok kutupluluğun hızlanması ve derinleşmesi, Avrupa’ya daha geniş bir diplomatik hareket alanı sundu. Avrupa ülkeleri, kendi ulusal çıkarları veya Avrupa Birliği’nin ortak çıkarları doğrultusunda, ABD’den farklı hatta zaman zaman karşıt diplomatik yaklaşımlar geliştirdi. Stratejik özerkliğe dayalı bu diplomatik bağımsızlık, Avrupa’nın birliğe ve güce giden yolunun somut bir göstergesi haline geldi. Ancak bu durum, ABD ve Avrupa arasındaki anlaşmazlıkları, çelişkileri ve sürtüşmeleri daha da derinleştirdi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde (Trump 1.0), ABD ve Avrupa arasındaki diplomatik farklılıklar, özellikle değerler üzerinden tartışmalara neden oldu. Ancak Joe Biden’ın başkanlığı sırasında bu farklılıklar büyük ölçüde onarıldı. Ancak Trump’ın ikinci dönemiyle (Trump 2.0) birlikte, ABD ve Avrupa arasındaki diplomatik ilişkiler, kavramsal çerçeveden paradigmatik farklılıklara kadar her alanda yeniden ayrışmaya başladı. Ticaret savaşı ve Rusya-Ukrayna savaşı gibi konular, bu ayrışmayı daha da büyüterek neredeyse iki zıt yönlü bir jeopolitik yol ayrımına dönüştürdü. Bu durum, Avrupa’nın diplomatik bağımsızlığını daha da pekiştirecektir.
Avrupa’nın En Büyük Krizi: Güvenlik Krizi
Avrupa’nın karşı karşıya olduğu en büyük kriz, güvenlik krizidir. Yani, Avrupa’nın NATO çerçevesinin dışında bağımsız ve güçlü bir askeri güç oluşturup oluşturamayacağı ve kendi güvenliğini sağlama kapasitesine ulaşıp ulaşamayacağı belirleyici olacaktır. Bu aynı zamanda, Avrupa’nın geleneksel düşmanı Rusya ile tek başına mücadele edip edemeyeceği sorusunu da beraberinde getirir.
Soğuk Savaş sona erdikten sonra Avrupa, ABD’nin merkezi olduğu NATO ittifakını benimsedi. NATO’nun temel amacı, ABD’nin askeri gücünden faydalanarak Sovyet tehdidini dengelemek, Almanya’nın yeniden yükselişini önlemek ve Avrupa’nın bir dünya savaşına yeniden sürüklenmesini engellemekti.
Son yarım yüzyılda ABD, Avrupa’da güçlü bir askeri varlık sürdü, çok sayıda üs kurdu ve NATO’nun savunma harcamalarının yarısından fazlasını karşıladı. ABD’nin savunma harcamaları, GSYİH’sinin %3’ünden fazlasına denk gelen sürekli yüksek seviyelerde kaldı. Avrupa’nın güvenliğini tamamen ABD’ye bağımlı kılan bu güvenlik alışkanlığı, Avrupa’nın kendi savunma yeteneklerini geliştirmesini engelledi ve ABD için ağır bir yük oluşturdu.
Trump’ın Dönüşüyle NATO’nun Rahat Günleri Sona Erdi
Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle birlikte, NATO’nun ABD’nin koruma şemsiyesi altında rahat bir şekilde güvende olduğu günler sona erdi. NATO artık kendi güvenliğini sağlama sorumluluğunu üstlenmek zorunda. Trump, ilk başkanlık döneminde NATO üyelerini savunma harcamalarını GSYİH’nin %2’sine çıkarmaya zorlamıştı. İkinci döneminde ise bu oranı iki katına çıkararak %5’e yükseltmelerini talep etti ve böylece ABD üzerindeki yükü büyük ölçüde azaltmayı amaçladı.
Avrupa için askeri bağımsızlık ve güçlenme artık ciddi bir gerçeklik haline geldi. Çünkü konvansiyonel ordu gücü, konvansiyonel silah sayısı, stratejik silah üstünlüğü ve savunma sanayisi kapasitesi açısından Avrupa kısa vadede ABD ile kıyaslanamaz durumda. Hatta Rusya’ya karşı koyma konusunda bile yetersiz kalabilir. Trump yönetimi Ukrayna’yı terk etmeyi planlarken ve Avrupa, Ukrayna’yı tek başına savunmaya hatta kendi güvenliğini sağlamaya hazırlanırken, Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu hızla kurup kuramayacağı ve İngiltere ile Fransa’nın nükleer şemsiyesinden yararlanıp yararlanamayacağı büyük bir soru işareti haline geldi.
Avrupa’nın “Yeniden Silahlandırılması” Planı
4 Mart’ta, ABD’nin Ukrayna’ya silah ve istihbarat yardımlarını kesmesi ve hatta uydu bağlantılarını kapatma ihtimaline karşı, Avrupa Birliği yaklaşık 800 milyar avroluk bir fon oluşturmayı ve Avrupa’yı “yeniden silahlandırmayı” planladığını duyurdu. Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un liderliğinde, Almanya Rusya-Ukrayna savaşının etkisiyle 70 yıldır sürdürdüğü barışçıl politikayı terk etti ve savunma bütçesini iki katına çıkararak GSYİH’nin %2’sinin üzerine çıkardı. Yeni hükümet koalisyonu, önümüzdeki hafta Almanya Parlamentosu’na 500 milyar avroluk ek bir fon tahsis edilmesini içeren bir yasa tasarısı sunacak. Bu fon, altyapı harcamaları bahanesiyle oluşturulacak, ancak asıl amacı Almanya’nın savunma bütçesini daha da artırmak olacak.
NATO’nun kurucu üyeleri ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan İngiltere ve Fransa, Avrupa’nın doğal liderleri olarak ön plana çıkıyor. ABD ile Avrupa arasındaki kopan jeopolitik bağı onarmaya çalışırken, aynı zamanda “ABD’nin çekilmesi” sonrası Avrupa savunmasını şekillendirmeye yönelik girişimlerde bulunuyorlar. Bunlar arasında “nükleer paylaşım” tartışmaları ve Ukrayna’ya destek sağlayacak bir Avrupa “güvence gücü” oluşturma planları da yer alıyor.
Gözlemciler, Avrupa Birliği ve üye ülkelerinin önümüzdeki dönemde olağanüstü yoğun bir çok taraflı ve ikili güvenlik müzakereleri sürecine gireceğini düşünüyor. Avrupa, ABD’nin NATO’daki liderlik yükümlülüklerini terk etmesi veya tamamen NATO’dan çekilmesiyle oluşan büyük ve karmaşık bir “üç boyutlu boşluğu” (tarihsel kayıp, mevcut belirsizlik ve psikolojik panik) doldurmak için aceleyle hazırlık yapıyor.
Trump 2.0: Uzun Süreli Bir Dönüşüm mü?
Teorik olarak, Trump’ın ikinci başkanlık dönemi sekiz yıl sürebilir ve “Trumpizm” bundan da uzun bir süre devam edebilir. Trump’ın yeniden seçilmesinden sonra geçen sadece iki ay içinde aldığı kararlar—uluslararası anlaşmalardan çekilmesi, ittifakları terk etmesi, müttefikleri satması ve diplomatik güveni yok etmesi—sadece başlangıç olarak görülüyor. Dahası, bu sürecin giderek hızlanacağı ve genişleyeceği kesin gibi görünüyor.
Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya güvenlik sistemi, uluslararası yönetim düzeni ve uluslararası ilişkiler sisteminin tamamen çökmesi anlamına geliyor. Sanki bir gecede, ABD Avrupa’nın sarsılmaz müttefikinden, her zaman güvenilir “büyük ağabeyi” olmaktan çıkıp tanıdık bir yabancıya, ticaret savaşlarını başlatan bir düşmana, değerler açısından bir rakibe ve hatta stratejik bir tehdide dönüşmüş durumda.
Öte yandan, Avrupa ise “yalnız bir gezegen” gibi hareket etmek zorunda kalıyor. Hatta, bildiğimiz “Batı dünyası” artık ABD ve Avrupa olarak ikiye bölünmüş gibi görünüyor. Avrupa, transatlantik ilişkilerde böylesine köklü ve tarihsel bir değişimi asla beklemiyordu. Avrupa Konseyi Başkanı Ursula von der Leyen, bu dönüşümü “tarihsel bir dönüm noktası” olarak nitelendirdi.
ABD-Avrupa İlişkilerinde Kaçınılmaz Ayrışma
ABD-Avrupa veya daha geniş anlamda transatlantik ilişkiler şu anda sistematik bir şekilde yeniden şekillendiriliyor, değiştiriliyor ve yeniden inşa ediliyor. Avrupa Birliği’nin önde gelen liderleri, ilişkileri normale döndürmek için büyük çaba harcıyor. Ancak, ABD ve Avrupa arasındaki ideolojik ve ekonomik çıkar farklılıkları artık öylesine derinleşti ki, bu ayrışmanın giderek büyümesi ve tarafların sonunda tamamen farklı yollara gitmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Tarihte olduğu gibi, uzun süren birlikler sonunda bölünmeye, uzun süren bölünmeler ise yeniden birleşmeye yol açar. Bu tarihsel döngü her zaman olduğu gibi tekrar ediyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak

20 Haziran itibarıyla İsrail ile İran arasındaki karşılıklı hava saldırıları ikinci haftasına girdi ve her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Saldırıların şiddeti artıyor ve kısa vadede bir ateşkes umudu görünmüyor. Dahası, ABD açıkça İsrail’e destek vererek İran’ın füzelerini ve İHA’larını engelledi ve İran’a karşı doğrudan askeri müdahaleye hazırlanıyor. Başkan Trump, yalnızca İran’ı “tam teslim olmaya” zorlamakla kalmadı, aynı zamanda üç uçak gemisi filosunu Orta Doğu’ya göndererek İsrail-İran çatışmasını ikiye bir hâline getirme ihtimalini doğurdu ve Yugoslavya Savaşı benzeri bir senaryo—uzun süreli ve yoğun hava saldırılarıyla düşmanı yenme—ortaya çıkabilir.
Basra Körfezi, dünya petrol rezervlerinin kritik noktasıdır ve İran’ın hedef alınan başlıca noktaları nükleer tesislerdir. Bu durum, küresel petrol ve doğalgaz arzında kesinti riski yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda nükleer sızıntı ve yayılma riski de doğuruyor. Bu çatışma, bölgesel savaşlardan daha endişe verici ve dünya güvenliğini daha fazla etkiliyor. Askerî ve diplomatik ayrıntıların ötesinde, İsrail-İran karşılaşmasının haklılık ve haksızlık boyutlarını büyük tarih perspektifinden değerlendirmek gerekiyor. Bu, kırk yılı aşkın süredir devam eden düşmanlığın ardından gelen son hesaplaşmayı işaret ediyor; yıllarca süren karşılıklı hakaretler, tehditler ve vekâlet savaşlarının sona erdiği bir nokta. Şimdi her iki ülke de doğrudan, yüksek yoğunluklu bir düelloya giriyor.
Öncelikle, İsrail’in ilk saldırgan taraf olması meşruiyetten ve adaletten yoksundur ve bu nedenle uluslararası kamuoyundan yoğun tepki görmektedir. Birleşmiş Milletler üyesi bir ülkenin, sadece İran’ın nükleer silaha yaklaşabileceği kuşkusuyla diğer bir BM üyesine savaş ilanı olmaksızın saldırması, açıkça uluslararası hukuku ve BM Anayasası’nı ihlal etmektedir. Bu, egemen bir devlete doğrudan saldırı, İran halkının temel insan haklarının çiğnenmesi ve modern hukuk düzenine karşı pervasız bir meydan okumadır.
Bu, İsrail’in başka egemen devletleri ihlal ettiği ilk örnek değildir. 1956’da İngiltere ve Fransa ile Süveyş Krizi’ni başlatmış, 1967’de Mısır, Suriye ve Ürdün’e önleyici saldırılar düzenleyip topraklar işgal etmiştir. 1981’de Irak’ın nükleer tesislerini bombalamış, 2007’de Suriye’deki reaktörü yok etmiştir. 2009–2012 arasında defalarca Sudan’da hedefler vurmuştur. İsrail, küçük toprak ve stratejik kırılganlık gerekçesiyle genellikle ilk saldırıyı yaparak askeri üstünlüğünü korumaya çalışmaktadır. Ancak bu yaklaşım, ülkesini adeta bir askeri devlet hâline getirmiştir.
Kuşkusuz, İsrail bu Arap ülkeleriyle düşmanlık veya ateşkes halindeydi ve bu ülkelerin hükümetleri İsrail’e düşmanlık besliyordu. Bazılarının savaş hazırlığı içinde olduğu da mümkündür. Ancak İsrail, mutlak askeri üstünlüğünü korumak ve kendi güvenliğini sağlamak için önleyici saldırılar düzenlemenin gerekçesi olarak sürekli olarak küçük toprakları, stratejik derinliğinin olmaması ve düşman güçler tarafından kuşatılmış olmasını göstermiştir. Gerçekte, İsrail 1948’deki kuruluşundan bu yana stratejik çıkmazını temelden aşamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri, askeri araçlara aşırı bağımlılığı ve savaşa olan derin bağlılığıdır. Bu durum, İsrail’i fiilen bir devlet kisvesi altında faaliyet gösteren bir askeri güç haline getirmiştir.
Bugün nükleer silaha sahip ve büyük bir üstünlüğü olan İsrail’in, İran’ın “nükleer silah edinme ihtimali” bahanesiyle saldırması, hem mantıksız hem de uluslararası ahlaka aykırıdır.
İsrail-İran çatışması, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın devamıdır. Her ne kadar bu savaş Hamas tarafından başlatılmış olsa da, kökeninde İsrail’in Filistin topraklarını uzun süredir yasa dışı olarak işgal etmesi ve sömürmesi yatmaktadır. İsrail, görünürde Hamas ve müttefiklerini yenmiş olsa da, asıl sorun hâlâ işgal edilen Filistin, Lübnan ve Suriye topraklarının iade edilmemesidir. Uluslararası hukuka göre, işgal altındaki halkların silahlı direniş hakkı, saldırıya uğrayan devletlerin ise meşru müdafaa hakkı vardır. Ortadoğu’daki çatışmaların temel meselesi budur ve İsrail’in yalnızlaşmasının nedeni de budur.
Bununla birlikte, İran da İsrail saldırıları karşısında tamamen masum sayılamaz. İsrail’in Arap topraklarını yasadışı işgali, temelde İsrail ile Arap devletleri arasındaki bir anlaşmazlıktır ve uluslararası kamuoyu büyük ölçüde Arap tarafının yanında yer almış ve İsrail’in işgal uygulamalarını tutarlı bir şekilde kınamıştır. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana İran, İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayı reddetmiş ve ne sınırı olduğu ne de toprak anlaşmazlığı bulunduğu bir ülkeye karşı düşmanca bir tutum sergilemiştir. Dahası, İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve İsrail’e karşı askeri mücadelelerinde Filistin’in sertlik yanlısı fraksiyonlarını sürekli desteklemiş ve böylece İsrail’in ulusal güvenliğine ve bölgesel istikrara ciddi bir tehdit oluşturmuştur.
Son yıllarda İran, uluslararası terörle mücadeleye katılımı ve Obama yönetimiyle yaptığı nükleer anlaşma sayesinde, nüfuz alanının fiili olarak tanınmasını sağladı. Böylece Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan “Şii Hilali”ni başarıyla oluşturdu ve “Tahran–Bağdat–Şam–Beyrut–Sana” eksenini kurdu. İran Devrim Muhafızları ve büyük Şii milis grupları Suriye’ye sızarak çok sayıda askeri üs kurdu ve İsrail’e doğrudan tehdit oluşturmaya başladı. Bu durum, İsrail’in defalarca Suriye’yi bombalamasına neden oldu—Suriye’nin karşılık verme niyeti vardı ama gücü yoktu—ve sonunda onlarca yıldır ülkeyi yöneten Esad rejiminin çökmesine yol açtı.
İran’ın Orta Doğu’daki çatışmalara—özellikle Filistin-İsrail ve Arap-İsrail ihtilaflarına—derinlemesine müdahalesi, uluslararası hukuk ilkelerine değil, pan-İslamcı ideolojiye dayanıyor. Bu ideolojiye göre, Müslüman ülkelerin işgal altındaki İslami toprakları ve ezilen Müslüman kardeşlerini kurtarmak gibi bir görevi vardır. Ancak geleneksel İslam hukuku, modern uluslararası hukukun yerini alamaz. Filistin, Lübnan veya Suriye’ye duyulan sempati de vekâlet savaşlarını başlatmak için bir gerekçe olamaz. Zamanla İran, yalnızca İsrail’in düşmanlarının ana üssü ve destekçisi olmakla kalmadı, aynı zamanda kendine de savaş ve yıkım getirdi. Uluslararası hukuk ve devletlerarası ilişkiler açısından bakıldığında, İran’ın İsrail tarafından saldırıya uğramasını “kendi hataları getirdi” demek pek de yanlış sayılmaz.
Özünde İran hükümeti gerçekten Filistin-İsrail ve Arap-İsrail çatışmalarını çözmek mi istiyor? Eğer öyleyse, İran BM kararlarına uygun olarak taraflar arasında müzakereyle çözümü desteklemeliydi; İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımalıydı, ilişki kurmasa bile. Eğer öyleyse, İran Arap ülkelerinin ortak duruşunu benimsemeli, “toprak karşılığı barış” ilkesini savunmalı ve İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarını geri vermesi koşuluyla egemenliğini tanımalıydı. Ama bunun yerine İran, Arap kolektif iradesini aşan bir hedef izledi, kendisini Arap ülkeleri adına öne attı. İran’ın Orta Doğu politikası, gerçekte Fars milliyetçiliğinin güdümündedir: Arap kayıplarını geri alma iddiası altında, Fars ve Şii kimliğiyle bölgesel siyaset sahnesinde söz hakkı ve etki elde etmeye çalışmaktadır.
Üçüncü husus, İsrail ve İran halklarının günümüzdeki acıları ve tarihî tercihleri. Savaş başladığında önce ve en fazla acı çeken hep halklardır. Ancak bu savaşın belki de en büyük anlamı, her iki ülke halkını uyandırıp hükümet politikalarını değiştirecek kolektif bir irade doğurup doğurmayacağıdır.
İsrail ve İran, farklı düzeylerde de olsa demokratik ülkeler sayılır; en azından yasal olarak, halk egemenliğine dayanan ve güçler ayrılığına sahip sistemlere sahiptir. Elbette aralarında ciddi farklar vardır: İsrail Batı tarzı çok partili bir demokrasidir; İran ise teokratik ve otoriter bir İslam Cumhuriyeti’dir. Ancak sonuçta her iki ülkenin yönetim sistemleri de halk iradesiyle şekillenmiştir. Bugünkü sonuçlara yol açan uzun süreli devlet politikalarının sorumluluğu yalnızca hükümetlere değil, halklara da aittir.
İsrail’in uzun süredir izlediği saldırgan ve yayılmacı politikalar, özellikle Yahudi halkının tarihî travmalarıyla ve güvenlik algısıyla bağlantılıdır. Yüzyıllar süren sürgün, soykırım tehlikesi ve zulüm, Yahudi toplumunun kültürel genetiğine işlemiş ve bu da onları komşu halkların haklarını görmezden gelecek kadar kendi güvenliklerine odaklanmalarına neden olmuştur. Bu, hükümetin işgal ettiği toprakları geri vererek barış sağlama yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşmasını engellemiş, tam tersine aşırı sağın yükselişine zemin hazırlamıştır.
Gazzelilerin milyonlarca kişiyle “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi”nde yaşamasına, 50 binden fazla Filistinlinin bir yılda ölmesine, açlık ve kan içinde yaşamasına rağmen İsrail halkı büyük ölçüde kayıtsızdır. İsrail’in işgal ettiği komşu topraklarla büyümesi, düşmanlıkları kalıcılaştırsa da halk bunu sorgulamak yerine sürdürmeye razıdır. Mevcut aşırı sağcı liderlerin kendi siyasi kariyerini kurtarmak için İran’a savaş açması ve karşılık bulması da halkta sadece korku ve daha sert misilleme isteği doğurmuştur; barış arayışı değil.
İran’da da iktidar düzenli değişse bile saldırgan dış politika değişmemektedir; çünkü halk bunu ya seçmekte ya da sessizce onaylamaktadır. 40 yıl önce İran halkı, yolsuz ve zalim Şah rejimini devirerek İslam Cumhuriyeti’ni kurdu. Ancak bu yeni rejim kısa sürede devrim ihracı uğruna Irak’la sekiz yıllık bir savaşa girdi ve neredeyse bir milyon insanın hayatına mal oldu. Fakat bu acı tarih halkı uyandırmak yerine, onları Fars milliyetçiliği, cihatçı şehitlik ve trajedi romantizmine daha fazla bağladı. İran halkı, hükümetin Arap komşularla ve dış dünyayla sürtüşmeler içinde yürüttüğü çatışmacı politikaları sürdürmesine göz yummaktadır.
Son birkaç on yılda Arap-İsrail ihtilafı köklü bir dönüşüm geçirdi. Süreç, Mısır, Ürdün ve FKÖ’nün İsrail’le barış yapmasıyla başladı; ardından Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile ilişkileri normalleştirmesiyle yeni bir evreye ulaştı. Orta Doğu’nun siyasi yelpazesi belirgin şekilde değişti; bölgede siyasetin ana teması artık barış, uzlaşı, iş birliği ve kalkınma yönüne kaydı. Ancak İran halkı hâlâ hükümetinin köhnemiş ve katı politikalarına körü körüne bağlı kalmakta, zorluklara, siyasi baskıya katlanmakta; ekonomik gelişme ve ulusal ilerlemeyi feda ederek “İsrail karşıtlığı” ve “İsrail’in yok edilmesi” sloganlarına sarılmakta; Arap topraklarını geri alma misyonunu kendine görev bilmekte; bu uğurda ABD ve Batı ile uzun soluklu, tüketici bir gerilim sarmalına girmeyi göze almaktadır. Bu gidişat, ülkeyi uçuruma sürüklemekte ve başkenti adeta insanların terk ettiği bir hayalet şehre çevirmektedir.
2500 yıl önce, İran halkının ataları Asya, Afrika ve Avrupa’yı kapsayan ilk büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu’nu kurdular. Ahameniş Hanedanı, çokkültürlü ve kapsayıcı bir yönetim anlayışı benimsedi. Bu hanedan, Babil’de 70 yıl köle olarak tutulan Yahudileri cömertçe özgürleştirmişti. Yahudiler, bu kurtuluş karşısında gözyaşları içinde Pers hükümdarı Büyük Kiros’u bir kurtarıcı olarak benimsediler. Yahudi prenses Ester, kimliğini gizleyerek saraya girdi, Kral Serhas’ın (Xerxes) sevgisini kazandı ve yüksek makamlarda bulunan amcası Mordehay ile birlikte düşmanları Amaleklileri yok ederek halkını korudu. Bu tarihî efsaneler, Yahudiler ile İranlılar arasında barış içinde bir arada yaşamanın parlak örneğidir.
Ancak modern çağda, İsrail ile İran neredeyse yarım yüzyıldır birbirine düşman hâline geldi. Bu, büyük bir ironi; iki ülkenin ve halklarının trajedisi; Yahudi ve Pers uygarlık tarihine aykırı bir sapmadır. Bugün sürmekte olan ve giderek şiddetlenen bu dolaylı savaş, sonucu ne olursa olsun kazananı olmayan bir çatışmadır. Dileğimiz; iki ülkenin karar vericileri ve seçmenleri, bu kan ve ateşten ders çıkararak politikalarını gözden geçirir, düşmanlıklarını terk eder ve Arap ülkeleriyle birlikte “toprak karşılığı barış” ilkesine sadık kalır.
Filistin meselesi, iki devletli çözüm temelinde ele alınmalı; Lübnan ve Suriye topraklarının müzakere yoluyla geri alınması hedefiyle İbrahim Anlaşmaları’nın kapsamı genişletilmelidir. Karşılıklı anlayış, kabullenme ve saygı temelinde İsrail ile İran arasındaki uzun süredir süregelen çatışma sona erdirilmeli; Orta Doğu, çatışma ve savaşın sarmalından tamamen kurtarılmalı; dünyada büyük ölçekli şiddeti geride bırakan diğer bölgeler gibi barış ve kalkınma yolunda ilerlemelidir. Böylece kaybedilen zaman telafi edilir, ertelenen kalkınma ve refah yeniden yakalanır.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Avrupa
Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’

Rusya’nın Ukrayna’nın ardından Avrupa ülkelerini ‘işgal etmeye’ devam edeceği tezi, Avrupa siyasetini şekillendiren ana unsurlardan biri haline geldi. Kıta genelinde yükselen ‘Batı/NATO/AB karşıtı’ güçlere ve ABD’de Donald Trump iktidarının Rusya’yla git gelli barış arayışlarına rağmen, Avrupa’da ‘ana akım siyaset’ savaş hazırlıklarına son sürat devam ediyor. Bu kapsamda, Baltık ülkelerinden yeni bir hamle daha geldi.
Litvanya, Letonya ve Estonya, ‘Rusya’nın artan tehditleri karşısında sivil halkın güvenliğini sağlamak’ amacıyla kitlesel tahliye planlarını ortaklaşa yürütme kararı aldı. Üç ülkenin içişleri bakanları, 13 Haziranda Vilnius’ta düzenlenen resmi törenle imzaladıkları mutabakatla, sınır ötesi tahliye sürecinde koordinasyonun sağlanmasını, bilgi paylaşımının hızlandırılmasını öngören kapsamlı bir işbirliği başlattı.
Planı “Açık prosedürler ve hızlı bilgi akışı hayati öneme sahip. Bu sayede kriz öncesinde ve esnasında paniğin önüne geçebilir, tedbirleri hızla uygulamaya koyabiliriz” ifadeleriyle tanımlayan Litvanya İçişleri Bakanı Vladislav Kondratovic, özellikle ‘geniş çaplı tahliyelerde’ bu birlikteliğin kritik bir rol oynayacağını savundu.
Tahliye planında neler var?
Üç ülke, tahliye kapasiteleri, potansiyel tahliye koridorları ve sınır kapılarının durumu gibi bilgileri paylaşacak. Bu bilgiler, halkın güvenli ve hızlı biçimde taşınmasını sağlayacak şekilde kullanılacak. Aynı zamanda engelli, yaşlı, çocuk ve diğer hassas grupların tahliye süreçlerinde özel öncelik alacağı vurgulandı.
Mutabakatın temel hedefi, yayınlanan resmi açıklamada şöyle açıklandı:
“Baltık ülkeleri arasında kitlesel tahliyelere yönelik bölgesel işbirliğini güçlendirmek, ortak tahliye planları hazırlamak ve hızlı bilgi paylaşımıyla ortak zorluklara çözüm bulmak bu mutabakatın ana amacıdır.”
Şu an için imzalanan memorandumun açıklanmış bir bütçesi yok; resmi kaynaklarda herhangi bir harcama miktarı yer almıyor. Öte yandan, geçtiğimiz yıllara baktığımızda örneğin 2024’te Litvanya tek başına kitlesel tahliye altyapısı için yaklaşık 285 milyon euro ayırması bütçenin büyüklüğü konusunda bir fikir verebilir.
Baltık ülkelerinin attığı bu adım ilk değil, son da olmayacak. Daha önce, halka savaşa hazırlık broşürlerinden, ülkelerdeki mezarlık kapasitesinin hesaplanmasına kadar ciddi savaş hazırlığı planları yapıldı.
Bunların yanında, geçen ayın sonunda Belçika, Estonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Finlandiya ve İsveç’in içişleri ve sivil savunmadan sorumlu bakanları Brüksel’de bir araya gelerek Avrupa’nın sivil savunma kapasitesinin güçlendirilmesi çağrısında bulunmuştu.
Çağrıda, “sadece askeri değil, iç güvenliğin hazırlıklı olması, istikrarın sağlanması ve çeşitli krizlere karşı direnç geliştirilmesi gerektiği” vurgulanmıştı.
Zapad 2025’in öncesinde
Baltık ülkelerinin bu kararı, Belarus’ta Eylül ayında düzenlenecek olan “Zapad 2025” adlı Rusya-Belarus ortak tatbikatı öncesinde geldi. Moskova ve Minsk’in birlikte düzenlediği bu tatbikatlar, Batı tarafından her seferinde ‘yeni bir saldırının provası’ olarak değerlendiriliyor.
Bu arada Belarus, tatbikatların ölçeğinin önemli ölçüde küçültüleceğini ve taşınacağını duyurdu. Bu kararın, NATO’yla gerilimi artırmanın önüne geçme amacıyla alındığı iddia edilse de, anlaşılan bu hamle gerilimi düşürmeye yetmiyor.
Sağlık sektörü de savaşa hazırlanıyor
Askeri yapılandırma hamleleri ve geniş çaplı savaşa hazırlık propagandasını, Avrupa’da sağlık sisteminin de ‘Rusya’dan gelen saldırılara’ karşı hazırlıklar takip ediyor.
Litvanya’da kimi hastaneler elektrik ve su kesintilerine karşı önlemler alıp helikopter pistleri inşa ederken, Estonya’da ambulans ekiplerine kurşun geçirmez yelekler ve uydu telefonları sağlıyor. Estonya ayrıca,
Tahliye planları tartışılırken, Politico’da Doğu Avrupa’nın savaş hazırlıklarına dair dikkat çekici bir haber daha yayınlandı.
‘Avrupa’nın sınır ülkeleri hastanelerini savaşa hazırlıyor’ başlıklı, Giedre Peseckyte imzalı haber, Litvanya, Letonya, Estonya ve Polonya gibi ülkelerin sağlık altyapılarını ‘kriz senaryolarına karşı’ seferber ettiğini aktarıyor.
Peseckyte’nin haberde mikrofon uzattığı isimlerin açıklamaları, Avrupa’da siyaset ve toplumun savaş moduna nasıl hazırlandığı konusunda çarpıcı işaretler barındırıyor:
Estonya Sağlık Kurulu Başkan Yardımcısı Ragnar Vaiknemets: “Burada kötü komşularımız var: Rusya ve Belarus. Bu artık ‘saldıracak mı’ değil, ‘ne zaman saldıracak’ sorusudur.”
Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk: “Cephe hattındaki ülkeler için hazırlık artık bir tercih değil, zorunluluktur.”
Norveç Sağlık Direktörlüğü’nden Bjørn Guldvog: “Savaş zamanı ihtiyaçlar, normalin üç ila beş katı olabilir.”
Riga’daki Pauls Stradiņš Klinik Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan doktor Rūdolfs Vilde: “Ebeveyn olan doktorların çoğu, çocuklarını ortada bırakıp savaşta çalışmak istemiyor.”
Letonya Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Agnese Vaļuliene: “En kötüsüne hazırlanmamız gerek. Ama umarız hiç gerçekleşmez.”
Ancak, Rusya’nın ‘olası saldırısıyla’ ilk karşılaşacak ülkeler, askeri ve sağlık alanında oldukça yetersiz. Estonya, Almanya’ya kıyasla kişi başına düşen sağlık çalışanı sayısının yarısına sahip. Savaş çıkması durumunda çalışanların ülkede kalıp kalmayacağı ise belirsiz. Litvanya’da yapılan bir ankette, sağlık personelinin yüzde 25’i savaşta kaçacağını belirtmiş; yüzde 33’ü ise kararsız.
Avrupa’da her 100 bin kişiye ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düşerken, savaş koşullarında bu sayı yeterli değil. Hastanelerin çoğu yalnızca 24-48 saat boyunca yüzde 150 kapasitede çalışabilecek donanıma sahip. Ancak buna rağmen Doğu Avrupa’da birçok hastane, bodrum katlarını ameliyathanelere dönüştürme planı yapıyor.
Sivil katılım öne çıkıyor
Savaş hazırlıkları ve tahliye planlarının yanında, Baltık ülkeleri bu yıl çok sayıda tatbikat düzenlemeyi planlıyor. Bu tatbikatların öne çıkan özellikleri ise, yaralı tahliyesi, acil müdahale gibi ‘sivil savunma’ başlıklarının öne çıkması.
Bütün bu tablonun ortaya çıkardığı gerçek şu: Baltık ülkeleri, Rusya’yla savaşta silahlı kuvvetlerin yeterli olacağına inanmıyor ve bu nedenle halkın da doğrudan cepheye sürüldüğü yeni bir sivil-askeri seferberlik türü inşa ediliyor. Peki böyle bir durumda, Rusya gerçekten bu ülkelere saldırırsa, sivil/asker kayıpları arasındaki ayrım nasıl hesaplanacak? Bu sorunun yanıtı henüz belli değil.
Baltık bölgesi, Avrupa’nın doğu sınırı olarak savaşın ilk hedefi olacaklarına inandırılmış durumda. Bu ülkelerin yöneticilerine göre, olası bir Rus saldırısına karşı hazırlık artık yalnızca askerin değil, sivil halkın, doktorun, hemşirenin, itfaiyecinin, hastanenin, kısacası tüm toplumun görevi.
Baltık ülkeleri, ‘Rusya’nın saldırısı’ temelinde soyut bir tehdit senaryosuna göre hareket ediyor. Rusya’nın Ukrayna’dan sonra Baltık ülkelerine saldıracağı fikri, şu an için bir kehanetten ibaret. Ancak, bölgede artan NATO askeri varlığı, bu senaryoyu ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ haline getirebilir.
Kaynaklar
https://www.politico.eu/article/eastern-europe-baltics-hospitals-wartime-preparation-health-care-russia-ukraine/
https://vrm.lrv.lt/lt/naujienos/baltijos-saliu-vidaus-reikalu-ministrai-stiprina-bendradarbiavima-civilines-saugos-srityje/
https://tvpworld.com/87266026/baltic-states-sign-pact-for-joint-evacuation-strategy
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
Görüş
Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ziyareti 23 yıl aradan sonra bir ilk oldu. Pazar günü yapılan bu ziyaret konusundapPek çok spekülasyon duyuldu; “Türkiye’ye açık bir mesaj” denildi örneğin. Bir süredir Hindistan’dan Türkiye’ye yönelik çeşitli boykot eylemleri görülüyor. Peki Delhi’nin bir nüfuzu var mı? Dürüst olmak gerekirse çok fazla değil. Ancak bu yazıda konuyu buraya çekmeye niyetim yok. 22 Nisan’da Hindistan kontrolündeki Keşmir’e gerçekleşen terör saldırısının ardından mayıs boyunca da devam eden Pakistan ile çatışma sürecinde Ankara’nın İslamabad’a destek veren duruşunda bu kez kartlarını biraz açık oynaması doğal olarak Yeni Delhi’de hoşnutsuzluk yarattı. Türkiye-Hindistan ilişkilerini tartışmaya açtı.
Ancak Hindistan’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik oyunu yalnızca Türkiye’ye karşı bir hoşnutsuzluk siyaseti değil. Güney Kıbrıs ile etkileşim, Hindistan’ın daha büyük Akdeniz puzzle’ının bir parçası. 2023’te Yunanistan (40 yıldır bir Hint başbakanın ilk ziyareti) ve geçen yıl İtalya ziyaretlerinde bulunan Modi bu yıl Fransa’daydı ve Marsilya’da Hindistan konsolosluğunu açtı. Kanada’daki G7 görüşmelerinden önce Güney Kıbrıs’ta bulunan Modi dönüşte de Hırvatistan’a geçti. Bu bir Hindistan başbakanının Hırvatistan’a yaptığı ilk ziyaret ki Güney Kıbrıs ve Hırvatistan IMEC’te potansiyel ortaklar olarak görülüyor.
Güney Kıbrıs ziyareti, Türkiye-Pakistan işbirliğine bir tepki olarak çerçeveleniyor olabilir, ancak çok daha derin. Akdeniz’de önemli görülen Güney Kıbrıs’ın, 2023’te Delhi’deki G20 zirvesinde duyurulan ABD destekli Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru IMEC’in önemli bir bileşeni olması bekleniyor. Hindistan, Güney Kıbrıs ile daha yakın bağları IMEC’e destek olarak görüyor ve İsrail-Güney Kıbrıs enerji çıkarımının potansiyelini dikkate alıyor. Bu, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs (+ ABD) üçlü işbirliğine kadar uzanabilir ve ayrıca Güney Kıbrıs ve İsrail’in IMEC’i destekleyen deniz altı kabloları için elektrik sağlamasına izin verebilir.
Türkiye ve Hindistan ilişkilerinin başlangıcı iyi olsa da ne yazık ki doğası her zaman karmaşık oldu. İlişkilerin ticari, turizm ve kültürel ayakları gelişme gösteriyor. Ancak aynı şey daha önemli olan siyasi ayak için ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hint Müslüman liderlerin -daha sonra Hindistan Ulusal Kongresi tarafından da desteklenen- Hilafet Hareketi ve Hint Müslümanların Milli Mücadele’ye maddi yardımı gibi başlangıç dönemindeki iyi niyetin çoğu Hindistan’ın 1947’deki bölünmesinden sonra ne yazık ki Hindistan’a değil Pakistan’a aktarıldı ve günümüzde bu örnekler yalnızca Delhi ile ilişkileri romantize etme görevi görüyor. Açıkçası 2000’lerin başında Başbakan Bülent Ecevit, Hindistan’a özel bir sempati besleyen ilk ve tek liderdi. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ilişkilerde “sıcak” havanın estiği bir istisnaydı.
Bu istisna dışında Türkiye siyaseti büyük çoğunlukla Pakistan ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde gelişti. Hindistan siyaseti ise Türkiye’yi Pakistan prizmasından gördüğü bir düzlemde. Şurası açık: Yeni Delhi Ankara’nın İslamabad ile yakınlık kurmasından hoşlanmıyor. Özellikle savunma alanında. Bu arada bu ikilem yalnızca Ankara için geçerli değil, hemen her Müslüman ülke aynı ikilemle karşı karşıya. Ancak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Pakistan ile ilişkilerini bir şekilde yumuşattı. Daha da fazla hoşnutsuz olduğu şey, Ankara’nın özellikle Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası platformlarda Keşmir konusunu gündeme getirmesi. Hindistan buna karşılık Yunanistan, Ermenistan ve Güney Kıbrıs ile daha yakın bağlar kurdu. Ayrıca, Suudi Arabistan ve BAE ile ortaklıklarını derinleştiriyor. Tüm bunlar Delhi tarafından Ankara’ya yönelik bir “karşı strateji” geliştirme çabası olarak sergileniyor. Yeni Delhi Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamak için Ankara’ya stratejik olarak karşı koyma planları yapıyor olabilir, ancak yanıbaşında Çin gibi devasa dişli rakibine karşı kendini garantileyebilir ve sürdürülebilir bir düzlem oturtmadan uzak coğrafyalara uzanan strateji planlamalarının başarı ve sürdürülebilirliği gerçekçi değil. Yani bizdeki amiyane tabirle boyundan büyük işlere kalkışmak sözü buraya uygun.
Bu arada, Türkiye’ye yönelik eleştiriler -her zamanki gibi- yüksek sesle dile getirilirken Çin söz konusu olduğunda dikkat çekici bir sessizlik var. Ya da stratejik bir sessizlik demeliydim. Bu çifte standardın ardında daha derin bir jeopolitik ve ekonomik gerçek yatıyor. Hindistan özellikle endüstriyel ekosistemi için Pekin’e fazlasıyla bağımlı. Bağımlılık o kadar derin ki Çin ile -özellikle ticaret kısıtlamalarını içeren- herhangi bir çatışma, Delhi’nin üretim ve elektronik sektörlerinin büyük bir bölümünü felç etme riski taşıyor. Bu ekonomik bağımlılık Hindistan’ın daha güçlü ve vazgeçilmez bir oyuncu olan Çin’i doğrudan eleştirmekten kaçınırken sembolik olarak karşı karşıya gelmesi daha kolay olan Türkiye’yi neden hedef aldığını açıklıyor. Ki Delhi’nin Pekin konusundaki sessizliği rastlantısal değil, hesaplanmış bir durum; ekonomik kısıtlamalar, stratejik zaaflar ve küresel tedarik zincirlerinin acil gerçekleri dikkate alınarak hesaplanmış bir durum.
Gerçekçi bir bakış açısıyla -romantizm gözlüğünü takmadan- şu açıkça söylenebilir: Ankara, Keşmir ve Pakistan’a yönelik politikasını değiştirmediği sürece, yakın gelecekte ikili ilişkilerin çok fazla iyileşmesi pek olası görünmüyor. Normal koşullarda, ortak kültürel bağlara sahip iki dost ülke arasındaki büyüyen işbirliği pek kaygı yaratmayabilir. Ancak giderek daha görünür hale gelen Ankara ile İslamabad arasındaki yakınlık, Pakistan ile Hindistan arasındaki artan gerginliklerin ortasında şekilleniyor. Türkiye için Pakistan ile ilişki kurmak, Hindistan ile bağların pahasına olmak zorunda değil. Ancak Hindistan ve Pakistan’ın her birinin diğerinin dış ilişkilerini sıfır toplamlı bir rekabetin parçası olarak algıladığını unutmayın. Delhi’nin algısı, Türkiye’nin Pakistan’ı yalnızca diplomatik olarak desteklemekle kalmayıp aynı zamanda bölgesel askeri dengeyi etkileyecek şekilde savunma kapasitesini önemli ölçüde güçlendirdiği yönünde. Ankara’nın mevcut politikası Hindistan’ın mevcut algısını güçlendiriyor.
Burada Hindistan ve Pakistan arasındaki oyunun büyük etkisi var. Oyun şöyle: Pakistan belirli bir Müslüman çoğunluklu ülkeyle ilişkiler kurmada daha aktif olduğunda, Hindistan o ülkenin rakibiyle daha fazla etkileşime giriyor. Burada asıl söz konusu olanlar: Türkiye-Yunanistan ve Azerbaycan-Ermenistan. Pakistan Türkiye ve Azerbaycan’a ne kadar yakınlaşıyorsa, Hindistan da Yunanistan ve Ermenistan’a o kadar yakınlaşıyor. Hindistan için denkleme aynı zamanda Güney Kıbrıs ve İran’ı da dahil edin. İsrail’i de unutmamak gerek. Delhi’deki birçok kişi, örneğin, Hindistan’ın İran, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE ve İsrail’e hızla ulaşarak yakın savunma ve stratejik ilişkiler aramasını, Ankara’nın Pakistan, Bangladeş ve Maldivler ile olan savunma ilişkilerine bir tepki olarak açıkladı.
Yeni Delhi, Üç Kardeş İttifakı olarak nitelenmeye başlayan Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan’ın Hindistan’a meydan okumak için birlikte çalıştığını düşünüyor ve bu jeopolitik koalisyonun yükselişinden kaygı duyuyor. Son Hindistan-Pakistan çatışmasında İslamabad’a Türkiye’den çok daha sert bir retorikle açık diplomatik desteğini sunan ülkenin Azerbaycan olduğu bilinmeli. Ki Delhi, Ermenistan ordusunu güçlendiriyor ve bu Bakü’yü kızdırıyor. Yeni Delhi, Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan arasında oluşturulan üçlü yarı ittifaka diplomatik olarak karşı koymak için İran ve Ermenistan ile yakın çalışma yoluna gitti. Her iki ülke de bu oluşumdan kaygı duyuyor. Erivan, Bakü ile yıllardır süren bir toprak mücadelesi veriyor. Tahran, İran’da yaşayan milyonlarca Azeri nedeniyle Bakü ile gerginlik yaşıyor ki onların Azerbaycan ile yakın kültürel bağları var ve İran, Bakü’nün bu bağları ayrılıkçı hareketleri desteklemek için kullanacağından korkuyor.
Hindistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Ermenistan ve İran ile yakın bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Gergin ama düşmanca olmayan Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkileri zaman geçtikçe daha da kötüleşebilir. Modi bloklar oluşturuyor. Türkiye Pakistan’ı Hindistan’a karşı açıkça desteklediğinden Yunanistan’a mesaj göndermek için Güney Kıbrıs’ta. Güney Kıbrıs, Yeni Delhi’nin güvenilir dostu olarak görülüyor. Hindistan, Kıbrıs sorununa bir çözüm olarak BM Kararlarına dayalı Rumların önderliğinde iki bölgeli iki toplumlu bir federasyonu destekliyor. Modi’nin Keşmir konusunda BM Güvenlik Konseyi kararlarını görmezden gelmesi ancak Kıbrıs konusunda BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuk yoluyla çözülmesini savunması tuhaf bir ikiyüzlülük.
Türkiye ve Pakistan iyi niyeti besleyen doğasıyla köklü kültürel bağları paylaşmaya devam edecek. Buna karşın Ankara’nın bölgesel anlaşmazlıklarda açık bir “hizalanma” sinyali vermekten kaçınacak şekilde eylemlerini kalibre etmesi gerekiyor. Ki ölümcül bir çatışmada açıkça taraf seçmek kısa vadeli dayanışma sağlayabilir ancak özellikle ticaret, diplomasi ve çok taraflı forumlarda Ankara’nın özlemlerine uzun vadeli zarar verebilir. Yükselen bir ekonomik ve politik güç olarak Hindistan, Asya’nın geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. Ankara’nın BRICS gibi platformlara katılımı veya Küresel Güney ile bağları genişletme konusundaki ilgisi, Yeni Delhi ile yapıcı bağlardan yararlanır.
Doğrusu Hindistan Türkiye ile bağlarını güçlendirmeye çalışıyordu. Ve açıkçası depremden sonra iyi niyet göstergesi olarak sunduğu Dost Operasyonu’nun ardından ilişkilerin özellikle siyaseten güçleneceği yönünde büyük bir beklentiye girmişti. Yeni Delhi İslamabad ile son çatışmasındaki Ankara tutumunu, “Hindistan’ın dostluğunu reddetti” olarak algıladı. İnsani yardımın sürekli dile getirilmesi hoş bir davranış değil ayrıca. Ve devletler büyük çoğunlukla rasyonel varlıklardır ve doğal olarak onlardan minnettarlık duygusuyla değil, çıkar güdümlü politika geliştirmeleri beklenir. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi bölgesel anlaşmazlıklarda ve duyarlılıklar noktasında “stratejik gizem” belki daha doğru bir yaklaşım tarzı olabilir.
Romantizme gerek yok, özellikle 2019’dan bu yana ikili ilişkiler ciddi düşüşte ve ufukta sürpriz bir sıçrama da olası görünmüyor. Zaten muazzam değildi, diye de düşünenler olabilir tabii.
-
Görüş5 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu3 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi6 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3