Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Başarısı şüpheli bir proje olarak BRICS’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin hasım ülkelere karşı güçlü para birimini silaha dönüştürmesi ve ülkeleri iktisadi darboğazlara sokması bugünün en çarpıcı olgularından biri. Öte yandan Çin, Rusya ve “küresel Güney” ülkelerinden müteşekkil BRICS grubu, doların hegemonyasına karşı geliştirdiği çeşitli alternatiflerin lansmanını yapıyor ama bunların oluru var mı, orası şüpheli.

Amerikalı blog yazarı Noah Smith, BRICS’in öncülerinin tebliğ ettiği projelerin pek inandırıcı ya da gerçekleşmesi mümkün olmadıklarını, hatta BRICS’in bizzat kendisinin geleceğini olmadığını, çeşitli gerekçelerle izah ediyor. Bununla birlikte, yazarın, uluslararası finansal akışlardaki dolar kullanımına ilişkin tezlerinin (“ABD baskısı yok”, “dolar kullanılıyor, çünkü kullanması kolay”) fazla kolaya kaçtığı söylenmeli ve buralara birer soru işareti konmalıdır.


BRICS düzmecedir

Noah Smith
27 Ağustos 2023

BRICS NATO karşıtı değil, doların yerini almayacak ve küresel ekonomik büyümeyi kontrol etmeyecek.

Çin ekonomisi muhtemelen uzun vadeli bir durgunluk sürecine girerken Batı basını, Çin’in kontrol ettiği yeni uluslararası teşkilatlanmalar aracılığıyla dünya üzerinde nüfuz ve belki de dünya hakimiyeti kurma çabası konusunda uyarılarda bulunuyor. Financial Times’tan James Kynge şöyle yazıyor:

“Çin’in planının anahtarı, Çin liderliğinde bir dizi ülke grubu oluşturarak, genişleterek ve finanse ederek gelişmekte olan dünya üzerindeki liderliğini istikrarlı bir şekilde kurumsallaştırmak. […] Bu stratejinin amaçları büyük ölçüde çift yönlü: dünyanın geniş bir kesiminin Çin ticaretine ve yatırımına açık kalmasını sağlamak ve ülkenin gücünü ve değerlerini yansıtmak için BM’de ve diğer forumlarda gelişmekte olan ülkelerin oy gücünü kullanmak.”

Bu gruplardan en önemlisi —ya da en azından Batı’da en çok dikkat çeken ve en çok endişeyle karşılananı— BRICS. Bu biraz tuhaf örgüt, 22 yıl önce Goldman Sachs analisti Jim O’Neill tarafından oluşturulan bir yatırım stratejisi olarak hayata geçmişti; temelde, hızla büyüyeceğini düşündüğü büyük gelişmekte olan ülkelerden oluşan bir grup. “BRICs” bu ülke listesinin —Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin— kısaltmasıydı. Daha sonra bu dört ülke bir araya gelerek Goldman Sachs’ın kısaltmasını gerçek bir ekonomik foruma dönüştürmeye karar verdiler ve burada periyodik olarak bir araya gelerek iktisadi kalkınmayı nasıl hızlandıracaklarını, yeni finansal kurumlar oluşturmayı ve gelişmekte olan ülkelerin dünyadaki genel etkisini nasıl artıracaklarını ele aldılar. 2010 yılında Güney Afrika da katıldı ve BRIC, BRICS oldu.

BRICS toplanmaya ve hiçbiri bir yere varmayan iktisadi teşebbüsler önermeye devam etti. Şubat ayında grup hakkında yazdıklarımı aktarmakla yetineceğim:

“2009 yılında [BRICS] düzenli olarak toplanmaya ve kendi iktisadi kurumlarını nasıl oluşturacağını düşünmeye başladı; Dünya Bankası ile rekabet edecek bir Yeni Kalkınma Bankası, döviz krizi zamanlarında birbirlerine borç vermek için bir Koşullu Rezerv Düzenlemesi (genelde IMF’nin yaptığı şey), denizaltı fiber-optik kablo sistemi vb.

Bu da sonuç vermedi. Yeni Kalkınma Bankası neredeyse hiç kredi vermedi ve bu da Jim O’Neill’in bankayı bir hayal kırıklığı olarak ilan etmesine neden oldu. Rusya 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiğinde, NDB Ukrayna ile bağlarını kopardı. Koşullu Rezerv Düzenlemesi aslında hiçbir şey yapmadı ve BRICS Kablosu hiçbir zaman dönüşmedi.”

Evet, BRICS teşkilatının bugüne dek yapmayı başardığı hiçbir şeyin toplamını sıralamak için iki kısa paragraf yeterli. Ama yine de insanlar BRICS’in küresel öneme sahip bir teşkilat olduğuna inanmaya devam ediyor. Sadece Batı basınındakileri değil, dünyanın dört bir yanındaki bir dizi ülkeyi kastediyorum. Güney Afrika’daki son BRICS zirvesinde grup altı yeni üyeyi — Suudi Arabistan, İran, BAE, Arjantin, Mısır ve Etiyopya— kabul etti. Bu altı ülke, bu yılın başlarında resmi başvuru sunan 19 ülke arasından seçildi (Endonezya gibi bazıları daha sonra geri adım attı). Teşkilatın iki kademeli bir üyeliğe sahip olup olmayacağı ve bazı ülkelerin sadece “ortak” olup olmayacağı net değil, fakat BRICS’in gerçek ekonomi politikası açısından hiçbir şey yapmadığı göz önüne alındığında, bunun önemli olup olmadığından emin değilim.

Peki BRICS neden medyada bu kadar ilgi görüyor? Bunun bir nedeni, bazı insanların BRICS’in yeni oluşmakta olan bir jeopolitik ve hatta askeri ittifak, yani ABD hegemonyasına ve Batı hakimiyetine son verecek küresel bir anti-NATO vs. vs. olduğunu düşünmesi (ve bazılarının da bunu umması). Örneğin, iktisatçı Branko Milanovic yakın zamanlarda şöyle yazmıştı:

“Putin’in NATO’nun genişlemesine yardımcı olması, ittifakın küreselleşmesi yeni BRICS’i yarattı. Etki-tepki.”

Bu elbette saçmalık. Çin ve Rusya hakikaten de gelişmiş demokrasilere karşı yarı bir ittifak halindeler ve Hindistan’ın Rusya ile Soğuk Savaş dönemindeki ortaklıklarına dayanan dostane ilişkileri var. Fakat Hindistan ve Çin müttefik değil, stratejik rakipler. Arada bir kanlı sınır çatışmaları yaşıyorlar ve bu çatışmalar periyodik olarak “gerilimi azaltma” söylemleriyle yatıştırılamıyor. Hindistan, ABD ile iktisadi ve stratejik ortaklığını derinleştirirken bile pek çok Çin uygulamasını yasaklıyor ve Çin mallarının ithalatını kısıtlamak için harekete geçiyor.

Hindistan ve Çin arasındaki gerilimler, Asya’daki ve başka bölgelerdeki pek çok ülke gibi son birkaç yıldır Çin’e karşı fikri sert bir şekilde değişen Hindistan kamuoyunda oldukça belirgin. Aslında Brezilya da Çin’e daha az sıcak bakar hale geldi.

Bu, BRICS’in NATO karşıtı olmamasının en bariz nedeni. Bunun dışında başka nedenler de var: Suudi Arabistan hala ABD’nin müttefiki ve Brezilya, Güney Afrika, Etiyopya, Mısır ve Arjantin gibi ülkeler büyük güç çatışmalarına dahil olmak istemiyor. Rusya ve İran gelişmiş demokrasilere karşı Çin ile ittifak yapmak isteyebilir ama geri kalanlar bununla ilgilenmiyor.

BRICS aynı zamanda temel değerler konusunda da görüş ayrılığına düşüyor. Hindistan ve Brezilya demokrasiye büyük değer verirken Çin, Rusya ve İran demokrasinin en büyük karşıtları oldu. Bu, BRICS ile ortak demokratik idealler dizisini destekleyen G7 arasında sık sık yapılan karşılaştırmaların yersiz olmasının pek çok nedeninden biri.

Değerler arasındaki bu farklılıklar BRICS bünyesindeki gerilimlerde de kendini gösterdi. Gruplaşmayı genişletme çabası Çin’den gelirken Hindistan ve Brezilya buna direnmeye çalıştı:

Hindistan ve Brezilya, Çin’in siyasi nüfuzunu artırmak ve ABD’ye karşı koymak için gelişmekte olan piyasalardan oluşan BRICS grubunu hızla genişletme teklifine karşı çıkıyor… Çin bu toplantılar sırasında defalarca genişleme için lobi yaptı…

İki Hintli yetkili, Hindistan’ın Çin’in genişleme çabalarına karşı çıkmasının ardından gruba kabul kurallarının taslağının hazırlandığını söyledi… Hindistan, BRICS ülkelerinin grubu genişletmek istiyorlarsa, hanedan ve otokratik bir yönetime sahip Suudi Arabistan yerine yükselen ekonomilerin yanı sıra Arjantin ve Nijerya gibi demokrasilere bakmaları gerektiği fikrini öne sürdü…

Brezilyalı bir yetkili, Brezilya’nın BRICS ittifakında doğrudan bir çatışmadan kaçınmak ve Çin’in bu ittifakı G7’ye meydan okuyan düşmanca bir yapı haline getirme baskısına direnme yönünde gizlice çalıştığını söyledi.”

Bu durum, BRICS’i bir zamanlar halkların NATO karşıtı olacağını düşündüğü Çin liderliğindeki bir başka teşkilata benzetiyor: Çin, Rusya, Hindistan ve İran’ın yanı sıra Suudi Arabistan ve Mısır’ın da “diyalog ortakları” olarak yer aldığı Şanghay İşbirliği Örgütü. Hindistan ile Çin arasındaki gerilimler nedeniyle bu teşkilatın hiçbir gücü, önemi ya da gerçek somut girişimleri kalmadı (Aslında, gözlerinizi iyice kısarsanız, Hindistan’ın Çin liderliğindeki teşkilatlanmalara katılıp daha sonra bunların etkinliğini sönümlendirme stratejisini görebilirsiniz). Jeostratejik açıdan BRICS, tam da ŞİÖ’nün düştüğü duruma düşecek gibi görünüyor.

Üye ülkeler arasındaki gerilimler, BRICS’in Rusya’nın gündeme getirdiği ABD dolarının yerini alacak ortak bir para birimi oluşturma fikrini asla hayata geçiremeyecek olmasının nedenlerinden biri. Hindistan, Çin uygulamalarının ülkeye girmesine bile izin vermiyorsa, rupiyi RMB ile birleştirmesinin hiçbir yolu yok. Çin’in diğer BRICS üyelerine kıyasla çok daha büyük bir iktisadi ağırlığa sahip olduğu düşünüldüğünde, ortak bir para birimi planına dahil olmak Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan, Arjantin, Mısır ve diğerlerinin para politikası bağımsızlığını ortadan kaldıracaktır. Ağır yaptırımlara maruz kalan ekonomileri ve finansal sistemleriyle Rusya ve İran para birimlerini yuanlaştırmakta fayda görebilirler, ancak diğerlerinin hiçbiri bunu yapmayacaktır. Açıkça söylemek gerekirse bir BRICS para birimi asla gerçekleşmeyecek.

Peki ya ortak bir para birimi olmasa bile ABD’nin finansal hakimiyetinin yerini daha genel olarak almak? Burada uluslararası finans sisteminin özünde nasıl işlediğine dair bazı yaygın yanlış anlamalar olduğunu düşünüyorum. IMF ve Dünya Bankası gibi yoksul ülkelere borç para veren ve şu anda Batı’nın hakimiyetinde olan çok taraflı kuruluşlar var. Fakat bu kuruluşlar yoksul ülkelere borç verme konusunda tekel konumunda değiller; Çin halihazırda bu işi kendi başına fazlasıyla yapıyor.

Dolayısıyla BRICS, Koşullu Rezerv Düzenlemesi’ni hakikaten de hayata geçirip alternatif bir IMF/Dünya Bankası’na dönüştürse bile bu, küresel finans sistemini halihazırda olduğundan çok daha farklı bir hale getirmeyecektir. Ve pratikte, böyle bir kuruluş tarafından verilen krediler Pekin’de siyasi olarak belirlenecek ve Çin’inki kadar iyi, yani çok da iyi olmayan bir performans gösterecektir. Hindistan ve Brezilya muhtemelen bir grup yoksul ülkenin “borç tuzağı diplomasisi” yürüttükleri için kendilerine kızmasını istemeyeceklerdir, bu nedenle BRICS’in IMF ya da Dünya Bankası benzeri kredilerini sınırlandırmak için baskı yapacaklarını tahmin ediyorum.

Doların rezerv/ödeme para birimi olarak rolü ve çok taraflı kredi kuruluşlarının varlığı dışında, uluslararası finansal sistemde çok fazla bir şey yok. Diğer tek büyük parça SWIFT gibi küresel ödeme altyapısı. ABD ve Avrupa, Ukrayna’nın işgal edilmesinin ardından Rusya’ya mali yaptırımlar uyguladıklarında bu altyapıya erişimi kısıtlayarak ağırlıklarını koyabileceklerini gösterdiler. Ancak bu mali yaptırımların etkisi yalnızca bir yıl kadar sürdü zira Rusya, nihayetinde ödeme yapmanın ve ödeme almanın başka yollarını keşfetti. Bu da Batı’nın cephaneliğindeki en korkutucu finansal silahtı.

Dolayısıyla Batı’nın ya da ABD’nin küresel finans sistemi üzerindeki sözüm ona hakimiyetinin pek bir anlamı yok; yani BRICS’in ilk etapta yerine koyabileceği pek bir şey yok. ABD’nin sistemde oynadığı büyük rol hegemonyadan değil, kolaylıktan kaynaklanıyor; bunu görmek için BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası’nın borçlanmasının çoğunu nasıl dolar cinsinden yaptığına bakın. Bunun nedeni ABD’nin onlara bunu yaptırması değil, sadece bu daha kolay.

Batı basınının BRICS ile ilgili son endişesi, söz konusu ittifakın Çin’in gelişmekte olan dünya üzerindeki iktisadi liderliğini pekiştireceği yönünde. Kynge şöyle yazıyor:

“Bu stratejinin en önemli bağlamı, Çin’in küresel güney üzerinde daha güçlü liderlik arayışına girerek, dünyanın en büyük ve en hızlı büyüyen kısmıyla aynı safta yer alması…

Şi, 2021’de katıldığı bir forumda ‘Çin her zaman gelişmekte olan ülkeler ailesinin bir üyesi olacaktır. Gelişmekte olan ülkelerin küresel yönetişim sistemindeki temsiliyetini ve sesini yükseltmek için elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz,’ demişti.”

Bu kesinlikle Çin liderlerinin aklında olan bir şey.

Şimdi, Çin Dışişleri Bakanlığı’nın yerinde olsaydım, ülkemin asla gelişmiş statüsüne ulaşamayacağını gururla ilan etmezdim; kimse orta gelir tuzağının havalı bir yer olduğunu düşünmüyor. Fakat her halükârda Çin’in, gelişmiş ülkelerde bozulan imajı ve durgunlaşan ihracatı göz önüne alındığında, gelişmekte olan küresel bir ekonomi ittifakının lideri olmaya yönelebileceğini düşündüğü aşikâr.

Ancak BRICS ülkelerine bakarsanız, yeni katılanlar da dahil olmak üzere, çok azının aslında hızla geliştiğini görürsünüz. Çoğunlukla doğal kaynak ihracatçısı olan bu ülkelerin ekonomileri farklı gelir seviyelerinde plato çizmiş durumda. Çin dışında sadece Hindistan ve Etiyopya son on yıl içinde önemli miktarda büyüme kaydetti.

Hindistan’ın Çin ile olan ekonomik rekabetinden daha önce bahsetmiştim, dolayısıyla BRICS’te Çin’in istifade edebileceği hızlı büyüme potansiyeli açısından geriye sadece, zaman zaman iç savaşa dönüşen derin siyasi istikrarsızlıklarla boğuşan Etiyopya kalıyor.

Şu anda dünyanın büyüme potansiyelinin ciddi bir kısmı Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerinde —Hindistan, Bangladeş, Endonezya, Filipinler, Vietnam vb— yatıyor. Fakat Hindistan hariç bu ülkeler BRICS üyesi değil. Ve bu ülkelerin çoğunun Çin hakkındaki fikirleri hafif dostane olmayan bir yaklaşımdan açıkça düşmanca bir yaklaşıma kadar uzanıyor. Çin’in Asya’daki bölgesel ve hegemonik hırsları arttıkça, bu ülkeler Hindistan, Japonya, ABD, Avrupa ve birbirlerine daha da yakınlaşıyor. Bazıları hala Çin yatırımlarını ve mallarını memnuniyetle karşılayacaktır ama bunu Çin’in demokratik rakipleriyle de yatırım ve ticaret bağlantılarıyla dengelemeye çalışacaklardır. Ve Çin’in iktisadi olarak yavaşlaması, Brezilya’da halihazırda olduğu gibi, gelişmekte olan ülkelerdeki fikir birliğini büyük ölçüde azaltacaktır.

Her neyse, Batı basınında bazılarının BRICS’ten algıladığı tehdidin her yönü esasen sahte. Daha keskin görüşlü yorumcular, teşkilatın ŞİÖ gibi bir şeye, bir amaç arayan bir kısaltma ve hiçbir zaman gerçek bir şeye dönüşmeyen belirsiz bir jeo-iktisadi güç kavramına dönüşebileceğini düşünüyor.

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English