Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Başarısı şüpheli bir proje olarak BRICS’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin hasım ülkelere karşı güçlü para birimini silaha dönüştürmesi ve ülkeleri iktisadi darboğazlara sokması bugünün en çarpıcı olgularından biri. Öte yandan Çin, Rusya ve “küresel Güney” ülkelerinden müteşekkil BRICS grubu, doların hegemonyasına karşı geliştirdiği çeşitli alternatiflerin lansmanını yapıyor ama bunların oluru var mı, orası şüpheli.

Amerikalı blog yazarı Noah Smith, BRICS’in öncülerinin tebliğ ettiği projelerin pek inandırıcı ya da gerçekleşmesi mümkün olmadıklarını, hatta BRICS’in bizzat kendisinin geleceğini olmadığını, çeşitli gerekçelerle izah ediyor. Bununla birlikte, yazarın, uluslararası finansal akışlardaki dolar kullanımına ilişkin tezlerinin (“ABD baskısı yok”, “dolar kullanılıyor, çünkü kullanması kolay”) fazla kolaya kaçtığı söylenmeli ve buralara birer soru işareti konmalıdır.


BRICS düzmecedir

Noah Smith
27 Ağustos 2023

BRICS NATO karşıtı değil, doların yerini almayacak ve küresel ekonomik büyümeyi kontrol etmeyecek.

Çin ekonomisi muhtemelen uzun vadeli bir durgunluk sürecine girerken Batı basını, Çin’in kontrol ettiği yeni uluslararası teşkilatlanmalar aracılığıyla dünya üzerinde nüfuz ve belki de dünya hakimiyeti kurma çabası konusunda uyarılarda bulunuyor. Financial Times’tan James Kynge şöyle yazıyor:

“Çin’in planının anahtarı, Çin liderliğinde bir dizi ülke grubu oluşturarak, genişleterek ve finanse ederek gelişmekte olan dünya üzerindeki liderliğini istikrarlı bir şekilde kurumsallaştırmak. […] Bu stratejinin amaçları büyük ölçüde çift yönlü: dünyanın geniş bir kesiminin Çin ticaretine ve yatırımına açık kalmasını sağlamak ve ülkenin gücünü ve değerlerini yansıtmak için BM’de ve diğer forumlarda gelişmekte olan ülkelerin oy gücünü kullanmak.”

Bu gruplardan en önemlisi —ya da en azından Batı’da en çok dikkat çeken ve en çok endişeyle karşılananı— BRICS. Bu biraz tuhaf örgüt, 22 yıl önce Goldman Sachs analisti Jim O’Neill tarafından oluşturulan bir yatırım stratejisi olarak hayata geçmişti; temelde, hızla büyüyeceğini düşündüğü büyük gelişmekte olan ülkelerden oluşan bir grup. “BRICs” bu ülke listesinin —Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin— kısaltmasıydı. Daha sonra bu dört ülke bir araya gelerek Goldman Sachs’ın kısaltmasını gerçek bir ekonomik foruma dönüştürmeye karar verdiler ve burada periyodik olarak bir araya gelerek iktisadi kalkınmayı nasıl hızlandıracaklarını, yeni finansal kurumlar oluşturmayı ve gelişmekte olan ülkelerin dünyadaki genel etkisini nasıl artıracaklarını ele aldılar. 2010 yılında Güney Afrika da katıldı ve BRIC, BRICS oldu.

BRICS toplanmaya ve hiçbiri bir yere varmayan iktisadi teşebbüsler önermeye devam etti. Şubat ayında grup hakkında yazdıklarımı aktarmakla yetineceğim:

“2009 yılında [BRICS] düzenli olarak toplanmaya ve kendi iktisadi kurumlarını nasıl oluşturacağını düşünmeye başladı; Dünya Bankası ile rekabet edecek bir Yeni Kalkınma Bankası, döviz krizi zamanlarında birbirlerine borç vermek için bir Koşullu Rezerv Düzenlemesi (genelde IMF’nin yaptığı şey), denizaltı fiber-optik kablo sistemi vb.

Bu da sonuç vermedi. Yeni Kalkınma Bankası neredeyse hiç kredi vermedi ve bu da Jim O’Neill’in bankayı bir hayal kırıklığı olarak ilan etmesine neden oldu. Rusya 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiğinde, NDB Ukrayna ile bağlarını kopardı. Koşullu Rezerv Düzenlemesi aslında hiçbir şey yapmadı ve BRICS Kablosu hiçbir zaman dönüşmedi.”

Evet, BRICS teşkilatının bugüne dek yapmayı başardığı hiçbir şeyin toplamını sıralamak için iki kısa paragraf yeterli. Ama yine de insanlar BRICS’in küresel öneme sahip bir teşkilat olduğuna inanmaya devam ediyor. Sadece Batı basınındakileri değil, dünyanın dört bir yanındaki bir dizi ülkeyi kastediyorum. Güney Afrika’daki son BRICS zirvesinde grup altı yeni üyeyi — Suudi Arabistan, İran, BAE, Arjantin, Mısır ve Etiyopya— kabul etti. Bu altı ülke, bu yılın başlarında resmi başvuru sunan 19 ülke arasından seçildi (Endonezya gibi bazıları daha sonra geri adım attı). Teşkilatın iki kademeli bir üyeliğe sahip olup olmayacağı ve bazı ülkelerin sadece “ortak” olup olmayacağı net değil, fakat BRICS’in gerçek ekonomi politikası açısından hiçbir şey yapmadığı göz önüne alındığında, bunun önemli olup olmadığından emin değilim.

Peki BRICS neden medyada bu kadar ilgi görüyor? Bunun bir nedeni, bazı insanların BRICS’in yeni oluşmakta olan bir jeopolitik ve hatta askeri ittifak, yani ABD hegemonyasına ve Batı hakimiyetine son verecek küresel bir anti-NATO vs. vs. olduğunu düşünmesi (ve bazılarının da bunu umması). Örneğin, iktisatçı Branko Milanovic yakın zamanlarda şöyle yazmıştı:

“Putin’in NATO’nun genişlemesine yardımcı olması, ittifakın küreselleşmesi yeni BRICS’i yarattı. Etki-tepki.”

Bu elbette saçmalık. Çin ve Rusya hakikaten de gelişmiş demokrasilere karşı yarı bir ittifak halindeler ve Hindistan’ın Rusya ile Soğuk Savaş dönemindeki ortaklıklarına dayanan dostane ilişkileri var. Fakat Hindistan ve Çin müttefik değil, stratejik rakipler. Arada bir kanlı sınır çatışmaları yaşıyorlar ve bu çatışmalar periyodik olarak “gerilimi azaltma” söylemleriyle yatıştırılamıyor. Hindistan, ABD ile iktisadi ve stratejik ortaklığını derinleştirirken bile pek çok Çin uygulamasını yasaklıyor ve Çin mallarının ithalatını kısıtlamak için harekete geçiyor.

Hindistan ve Çin arasındaki gerilimler, Asya’daki ve başka bölgelerdeki pek çok ülke gibi son birkaç yıldır Çin’e karşı fikri sert bir şekilde değişen Hindistan kamuoyunda oldukça belirgin. Aslında Brezilya da Çin’e daha az sıcak bakar hale geldi.

Bu, BRICS’in NATO karşıtı olmamasının en bariz nedeni. Bunun dışında başka nedenler de var: Suudi Arabistan hala ABD’nin müttefiki ve Brezilya, Güney Afrika, Etiyopya, Mısır ve Arjantin gibi ülkeler büyük güç çatışmalarına dahil olmak istemiyor. Rusya ve İran gelişmiş demokrasilere karşı Çin ile ittifak yapmak isteyebilir ama geri kalanlar bununla ilgilenmiyor.

BRICS aynı zamanda temel değerler konusunda da görüş ayrılığına düşüyor. Hindistan ve Brezilya demokrasiye büyük değer verirken Çin, Rusya ve İran demokrasinin en büyük karşıtları oldu. Bu, BRICS ile ortak demokratik idealler dizisini destekleyen G7 arasında sık sık yapılan karşılaştırmaların yersiz olmasının pek çok nedeninden biri.

Değerler arasındaki bu farklılıklar BRICS bünyesindeki gerilimlerde de kendini gösterdi. Gruplaşmayı genişletme çabası Çin’den gelirken Hindistan ve Brezilya buna direnmeye çalıştı:

Hindistan ve Brezilya, Çin’in siyasi nüfuzunu artırmak ve ABD’ye karşı koymak için gelişmekte olan piyasalardan oluşan BRICS grubunu hızla genişletme teklifine karşı çıkıyor… Çin bu toplantılar sırasında defalarca genişleme için lobi yaptı…

İki Hintli yetkili, Hindistan’ın Çin’in genişleme çabalarına karşı çıkmasının ardından gruba kabul kurallarının taslağının hazırlandığını söyledi… Hindistan, BRICS ülkelerinin grubu genişletmek istiyorlarsa, hanedan ve otokratik bir yönetime sahip Suudi Arabistan yerine yükselen ekonomilerin yanı sıra Arjantin ve Nijerya gibi demokrasilere bakmaları gerektiği fikrini öne sürdü…

Brezilyalı bir yetkili, Brezilya’nın BRICS ittifakında doğrudan bir çatışmadan kaçınmak ve Çin’in bu ittifakı G7’ye meydan okuyan düşmanca bir yapı haline getirme baskısına direnme yönünde gizlice çalıştığını söyledi.”

Bu durum, BRICS’i bir zamanlar halkların NATO karşıtı olacağını düşündüğü Çin liderliğindeki bir başka teşkilata benzetiyor: Çin, Rusya, Hindistan ve İran’ın yanı sıra Suudi Arabistan ve Mısır’ın da “diyalog ortakları” olarak yer aldığı Şanghay İşbirliği Örgütü. Hindistan ile Çin arasındaki gerilimler nedeniyle bu teşkilatın hiçbir gücü, önemi ya da gerçek somut girişimleri kalmadı (Aslında, gözlerinizi iyice kısarsanız, Hindistan’ın Çin liderliğindeki teşkilatlanmalara katılıp daha sonra bunların etkinliğini sönümlendirme stratejisini görebilirsiniz). Jeostratejik açıdan BRICS, tam da ŞİÖ’nün düştüğü duruma düşecek gibi görünüyor.

Üye ülkeler arasındaki gerilimler, BRICS’in Rusya’nın gündeme getirdiği ABD dolarının yerini alacak ortak bir para birimi oluşturma fikrini asla hayata geçiremeyecek olmasının nedenlerinden biri. Hindistan, Çin uygulamalarının ülkeye girmesine bile izin vermiyorsa, rupiyi RMB ile birleştirmesinin hiçbir yolu yok. Çin’in diğer BRICS üyelerine kıyasla çok daha büyük bir iktisadi ağırlığa sahip olduğu düşünüldüğünde, ortak bir para birimi planına dahil olmak Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan, Arjantin, Mısır ve diğerlerinin para politikası bağımsızlığını ortadan kaldıracaktır. Ağır yaptırımlara maruz kalan ekonomileri ve finansal sistemleriyle Rusya ve İran para birimlerini yuanlaştırmakta fayda görebilirler, ancak diğerlerinin hiçbiri bunu yapmayacaktır. Açıkça söylemek gerekirse bir BRICS para birimi asla gerçekleşmeyecek.

Peki ya ortak bir para birimi olmasa bile ABD’nin finansal hakimiyetinin yerini daha genel olarak almak? Burada uluslararası finans sisteminin özünde nasıl işlediğine dair bazı yaygın yanlış anlamalar olduğunu düşünüyorum. IMF ve Dünya Bankası gibi yoksul ülkelere borç para veren ve şu anda Batı’nın hakimiyetinde olan çok taraflı kuruluşlar var. Fakat bu kuruluşlar yoksul ülkelere borç verme konusunda tekel konumunda değiller; Çin halihazırda bu işi kendi başına fazlasıyla yapıyor.

Dolayısıyla BRICS, Koşullu Rezerv Düzenlemesi’ni hakikaten de hayata geçirip alternatif bir IMF/Dünya Bankası’na dönüştürse bile bu, küresel finans sistemini halihazırda olduğundan çok daha farklı bir hale getirmeyecektir. Ve pratikte, böyle bir kuruluş tarafından verilen krediler Pekin’de siyasi olarak belirlenecek ve Çin’inki kadar iyi, yani çok da iyi olmayan bir performans gösterecektir. Hindistan ve Brezilya muhtemelen bir grup yoksul ülkenin “borç tuzağı diplomasisi” yürüttükleri için kendilerine kızmasını istemeyeceklerdir, bu nedenle BRICS’in IMF ya da Dünya Bankası benzeri kredilerini sınırlandırmak için baskı yapacaklarını tahmin ediyorum.

Doların rezerv/ödeme para birimi olarak rolü ve çok taraflı kredi kuruluşlarının varlığı dışında, uluslararası finansal sistemde çok fazla bir şey yok. Diğer tek büyük parça SWIFT gibi küresel ödeme altyapısı. ABD ve Avrupa, Ukrayna’nın işgal edilmesinin ardından Rusya’ya mali yaptırımlar uyguladıklarında bu altyapıya erişimi kısıtlayarak ağırlıklarını koyabileceklerini gösterdiler. Ancak bu mali yaptırımların etkisi yalnızca bir yıl kadar sürdü zira Rusya, nihayetinde ödeme yapmanın ve ödeme almanın başka yollarını keşfetti. Bu da Batı’nın cephaneliğindeki en korkutucu finansal silahtı.

Dolayısıyla Batı’nın ya da ABD’nin küresel finans sistemi üzerindeki sözüm ona hakimiyetinin pek bir anlamı yok; yani BRICS’in ilk etapta yerine koyabileceği pek bir şey yok. ABD’nin sistemde oynadığı büyük rol hegemonyadan değil, kolaylıktan kaynaklanıyor; bunu görmek için BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası’nın borçlanmasının çoğunu nasıl dolar cinsinden yaptığına bakın. Bunun nedeni ABD’nin onlara bunu yaptırması değil, sadece bu daha kolay.

Batı basınının BRICS ile ilgili son endişesi, söz konusu ittifakın Çin’in gelişmekte olan dünya üzerindeki iktisadi liderliğini pekiştireceği yönünde. Kynge şöyle yazıyor:

“Bu stratejinin en önemli bağlamı, Çin’in küresel güney üzerinde daha güçlü liderlik arayışına girerek, dünyanın en büyük ve en hızlı büyüyen kısmıyla aynı safta yer alması…

Şi, 2021’de katıldığı bir forumda ‘Çin her zaman gelişmekte olan ülkeler ailesinin bir üyesi olacaktır. Gelişmekte olan ülkelerin küresel yönetişim sistemindeki temsiliyetini ve sesini yükseltmek için elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz,’ demişti.”

Bu kesinlikle Çin liderlerinin aklında olan bir şey.

Şimdi, Çin Dışişleri Bakanlığı’nın yerinde olsaydım, ülkemin asla gelişmiş statüsüne ulaşamayacağını gururla ilan etmezdim; kimse orta gelir tuzağının havalı bir yer olduğunu düşünmüyor. Fakat her halükârda Çin’in, gelişmiş ülkelerde bozulan imajı ve durgunlaşan ihracatı göz önüne alındığında, gelişmekte olan küresel bir ekonomi ittifakının lideri olmaya yönelebileceğini düşündüğü aşikâr.

Ancak BRICS ülkelerine bakarsanız, yeni katılanlar da dahil olmak üzere, çok azının aslında hızla geliştiğini görürsünüz. Çoğunlukla doğal kaynak ihracatçısı olan bu ülkelerin ekonomileri farklı gelir seviyelerinde plato çizmiş durumda. Çin dışında sadece Hindistan ve Etiyopya son on yıl içinde önemli miktarda büyüme kaydetti.

Hindistan’ın Çin ile olan ekonomik rekabetinden daha önce bahsetmiştim, dolayısıyla BRICS’te Çin’in istifade edebileceği hızlı büyüme potansiyeli açısından geriye sadece, zaman zaman iç savaşa dönüşen derin siyasi istikrarsızlıklarla boğuşan Etiyopya kalıyor.

Şu anda dünyanın büyüme potansiyelinin ciddi bir kısmı Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerinde —Hindistan, Bangladeş, Endonezya, Filipinler, Vietnam vb— yatıyor. Fakat Hindistan hariç bu ülkeler BRICS üyesi değil. Ve bu ülkelerin çoğunun Çin hakkındaki fikirleri hafif dostane olmayan bir yaklaşımdan açıkça düşmanca bir yaklaşıma kadar uzanıyor. Çin’in Asya’daki bölgesel ve hegemonik hırsları arttıkça, bu ülkeler Hindistan, Japonya, ABD, Avrupa ve birbirlerine daha da yakınlaşıyor. Bazıları hala Çin yatırımlarını ve mallarını memnuniyetle karşılayacaktır ama bunu Çin’in demokratik rakipleriyle de yatırım ve ticaret bağlantılarıyla dengelemeye çalışacaklardır. Ve Çin’in iktisadi olarak yavaşlaması, Brezilya’da halihazırda olduğu gibi, gelişmekte olan ülkelerdeki fikir birliğini büyük ölçüde azaltacaktır.

Her neyse, Batı basınında bazılarının BRICS’ten algıladığı tehdidin her yönü esasen sahte. Daha keskin görüşlü yorumcular, teşkilatın ŞİÖ gibi bir şeye, bir amaç arayan bir kısaltma ve hiçbir zaman gerçek bir şeye dönüşmeyen belirsiz bir jeo-iktisadi güç kavramına dönüşebileceğini düşünüyor.

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English