Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu

Yayınlanma

Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.

PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?

Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.

Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.

Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.

Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.

Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.

Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.

Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.

TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’

Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.

İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.

PKK SORUNU VARDIR

Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.

PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.

GÖRÜŞ

Lübnan’da yeni dönem

Yayınlanma

Yazar

Lübnan Parlamentosu Joseph Aoun’u yeni cumhurbaşkanı olarak seçti. Lübnan eski cumhurbaşkanı Michel Aoun’un görev süresinin Ekim 2022’de sona ermesinden bu yana parlamentoda hiçbir isim üzerinde anlaşma sağlanamamıştı. Bu ilk değil, önceki cumhurbaşkanı Michel Aoun’un seçilmesi de iki yıldan fazla sürmüştü.

Joseph Aoun geçmişte Özgür Yurtsever Partisi’nden eski cumhurbaşkanı Michel Aoun ve damadı Dışişleri eski Bakanı Cibran Bassil ile ittifak yapan ancak daha sonra bağımsız bir siyasi figür haline gelen bir ordu komutanı. Adaylığı, Lübnan’ın en etkili Hristiyan politikacıları olan Cibran Bassil ve Semir Caca tarafından başlangıçta reddedilmiş olsa da, her iki isim de sonunda istemeyerek de olsa Joseph Aoun’u destekledi. Özellikle Caca, kendisi cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Lübnan’da Ulusal Anlaşmaya göre cumhurbaşkanının Maruni Hristiyan olması gerekiyor.

Seçim Sürecindeki Siyasi Ortam

Bu seçim, Lübnan’ın karmaşık ve çoğu zaman çelişkili siyasi ortamını yansıtıyor. Yeni cumhurbaşkanının ABD’ye yakın bir figür olması ve Washington ile derin bir koordinasyon içinde bulunması, zafer yolunu şekillendiren önemli etkenlerden biri oldu. Aoun’un Suudi Arabistan’a yaptığı ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın kardeşi Savunma Bakanı ile görüştüğü son ziyaret de konumunu güçlendirdi. Bölünmüş durumdaki Sünni partiler de büyük ölçüde Suudi Arabistan’ın tercihlerine uyarak Joseph Aoun’un adaylığını destekledi.

ABD, Fransa, Katar ve Suudi Arabistan gibi uluslararası aktörler, seçim sürecinde önemli bir rol oynadı. Bu dış müdahale, Lübnan’ın içişlerinde bağımsızlık mücadelesi verme konusundaki uzun süredir devam eden zorluklarını bir kez daha gözler önüne serdi. Ancak ironik bir şekilde, İran’ın Lübnan’daki nüfuzuna tepki olarak kendilerini “Hizbullah karşıtı” olarak tanımlayan partiler, bu dış müdahaleyi Hizbullah’a karşı bir zafer olarak kutladı ve kendi retoriklerine ters düştü.

Hizbullah ve müttefiki Emel Hareketi’nin desteklediği Maruni Marada Hareketi’nin lideri olan Süleyman Franjieh daha geniş bir uzlaşı sağlamak adına adaylıktan Joseph Aoun lehine çekildiğini açıkladı. Seçimden bir gün önce Franjieh’nin yaptığı bu açıklama sonrasında Joseph Aoun’un seçilmesine kesin gözle bakılmaya başlandı.

Hizbullah’ın Direnci ve Stratejik Vizyonu

Sürekli olarak siyasi saldırılara ve ihanetlere maruz kalmasına rağmen Hizbullah, Lübnan’da önemli bir güç olmaya devam ediyor. Hizbullah, olumsuz koşullara uyum sağlama ve karmaşık siyasi manevralar yapma yeteneğini defalarca kanıtladı.

Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım’ın yakın zamanda vurguladığı gibi, Hizbullah’ın yaklaşımı yalnızca askeri direnişe dayanmıyor; durumun gerekliliklerine göre şekillenen daha geniş bir stratejik vizyon içeriyor. Hizbullah, Orta Doğu’daki değişen güç dengelerini anlamakta ve Lübnan’ın çıkarlarını korumak için buna uygun hareket ediyor.

Lübnan’ın Geleceği İçin Önemli Sorular

Yeni cumhurbaşkanı Joseph Aoun, seçilmesinde etkili olan ABD, Suudi Arabistan ve müttefiklerinin etkisiyle hareket ederek ülkedeki mevcut bölünmeleri derinleştirecek politikalar mı izleyecek yoksa Lübnan’ın egemenliğini ve iç istikrarını mı öncelik olarak değerlendirecek?

Mayıs 2022’de yapılan genel seçimlerden bu yana yeni bir hükümet kurulamadı ve hala seçim öncesi görevde olan başbakan ve kabine geçici olarak yönetimde. Aoun, Lübnan’ın parçalanmış siyasi yapısında bir başbakan seçip bir hükümet kurmak zorunda. Bu süreç, siyasi gruplar kilit bakanlıkları ele geçirmeye çalışırken yine gecikmelere neden olabilir ve mevcut geçici hükümetin görev süresini uzatabilir.

Lübnan Ordusu’nda Joseph Aoun’dan sonra Genelkurmay Başkanlığına kimin gelecegi kritik bir karar. Bu karar, Lübnan’ın iç güvenliği ve Batı ile Hizbullah arasında kurulacak hassas dengenin geleceği açısından büyük etkiler yaratacak. Özellikle İsrail ile yapılan 60 günlük ateşkesin bitimine günler kala Lübnan Ordusu’nun Litani Nehrinin güneyinde UNIFIL askerleri ile güvenliği sağlayabilmesi konusunda endişeler artarken, ordunun başına gelecek yeni isim kritik önem taşıyor. Yine Ulusal Anlaşmaya göre Genelkurmay Başkanı’nın Maruni Hristiyan olması gerekiyor.

Joseph Aoun Neden Şimdi Seçilebildi?

İki yıldır seçilemeyen Aoun neden şimdi seçimi kazandı? Bunun en önemli nedeni Lübnan’da Hizbullah’ın zayıflaması, Esad rejiminin düşmesi ve direniş ekseninin genel olarak güç kaybetmesidir. İkinci nedeni ise, güneyde, Bekaa Vadisi’nde ve özellikle Beyrut’ta yakın zamanda yaşanan savaş nedeniyle büyük yıkıma uğrayan bölgelerin yeniden inşası için uluslararası fon ve desteğe duyulan ihtiyaçtır.

Hizbullah’ın adayı olan Süleyman Franjieh ya da diğer adaylardan biri cumhurbaşkanı seçilseydi, uluslararası destek ve fonların gelmesi pek olası değildi. Riyad ve Washington’un bu durumu bir baskı aracı olarak gördüğü açık. Uluslararası toplumun üzerinde uzlaştığı bir cumhurbaşkanı seçilmeden bu desteğin sağlanması pek olası görünmüyordu. Bunun ötesinde, Esad’ın düşüşüyle birlikte Lübnan’ın içten içe çöküş yaşayan, kurumları iflas etmiş, dünyadan izole bir ülke haline gelmesinin, bölgedeki yöneticiler için bir tehdit oluşturduğu açıkça görülüyor.

Lübnan’ın yeni cumhurbaşkanı, derin bir şekilde bölünmüş siyasi ortamda ve yoğun dış müdahale altında göreve geliyor. Bu seçim, ülkenin liderlik dinamiklerinde bir değişimi temsil etse de, hükümetin kurulması, iç ve dış çıkarlar arasındaki dengeyi sağlama ve iç istikrarı koruma gibi zorluklar hala büyük önem taşıyor. Lübnan’ın geleceği, liderlerinin hizipçiliği aşarak ülkenin egemenliğini ve birliğini önceliklendirme becerisine bağlı olacak.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

‘Yeni Suriye’ zorluklar arasında ulusal yeniden yapılanmaya başlıyor

Yayınlanma

Yazar

2025’in ilk günlerinde, Suriye geçici hükümetinin Dışişleri Bakanı Esad Şibani, Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı’nın daveti üzerine Riyad’a ulaştı ve ilk diplomatik ziyaretini gerçekleştirdi. Bu ziyaret, geçen hafta Suudi heyetinin Şam’a yaptığı ziyaretin karşılığı niteliğinde olup, dünyaya ‘Yeni Suriye’nin savaş ve karanlık dönemini geride bırakarak ulusal yeniden yapılanmanın yeni bir dönüm noktasına girdiğini gösteriyor.

13 yıl önce Suriye krizi başladığında, Suudi Arabistan, Arap Ligi’ne liderlik ederek Batılı ülkelerle işbirliği içinde Esad rejimini devirmeye ve “Şii Hilali” olarak bilinen stratejik tehdidi ortadan kaldırmaya çalıştı. Ancak bu çaba, IŞİD’in yükselerek uluslararası toplum için bir numaralı tehdit haline gelmesi ve Rusya’nın Şii Hilali ile birlikte Esad rejimini başarıyla koruması nedeniyle başarısız oldu. Suudi-Suriye ilişkileri tarihindeki en düşük noktaya ulaştı ve ancak 2023’te Suudi Arabistan ve İran’ın mezhep çatışmalarını sona erdirip ilişkilerini normalleştirmesiyle toparlanmaya başladı. Ancak bu ilişkiler tam anlamıyla normalleşmeden Esad rejimi hızla çöktü.

Uluslararası toplumun, özellikle Şii Hilali ve Direniş Ekseni’nin zayıflaması sonrasında, Suriye’nin yeni hükümetini örtülü bir şekilde tanıdığı bu hassas dönemde, Suriye ve Suudi Arabistan ilişkileri yapısal bir yeniden düzenlenme fırsatı yakaladı. Suudi Arabistan hızla Suriye geçici hükümetinin bir numaralı bölgesel ortağı haline geldi. Bu işbirliği hem mantıklı hem de karşılıklı fayda sağlıyor çünkü ne Suudi Arabistan ne de yeni Suriye rejimi İran’ın doğal müttefiki. ‘Yeni Suriye’nin Suudi Arabistan’a yaklaşması ve potansiyel bir ittifak kurması, Arap dünyasının birliğini güçlendirecek ve İran ile Şii nüfuzunu daha da zayıflatacaktır.

Suriye Dışişleri Bakanı’nın Suudi Arabistan ziyareti, geçici hükümetin yeni bir sayfa açmasının önemli bir adımıdır. Bu ziyaret, savaşı ve çatışmayı sona erdirme, iç uzlaşı ve istikrar arayışı, ulusal yönetimi, toplumu ve ekonomiyi yeniden inşa etme ve uluslararası topluma yeniden katılma arzusunu dış dünyaya ileten pratik bir mesajdır. Aynı zamanda, lider Ahmed Şara’nın (eski adıyla Ebu Muhammed el-Culani) yeni yönetim ve diplomasi vizyonunun bir testi ve tanıtımı niteliğindedir. Bu nedenle dikkat çekici bir önem taşımaktadır.

Geçen hafta Suudi devlet televizyonu Al Arabiya, Şara ile yarım saatlik bir röportaj yayınladı. Eskiden askeri kıyafetlerle görülen bu tartışmalı figür, takım elbise giymiş, zarif bir şekilde konuşmuş ve akıcı, standart Arapça ile kendinden emin bir şekilde performans sergilemiştir. Yönetim fikirleri ve stratejik planları izleyicileri etkiledi, ancak belirgin sakalı onun El Kaide geçmişini hatırlatmaya devam etti.

Şara, İdlib’deki yönetim deneyimini gözden geçirerek Esad’ı devirmek için yalnızca askeri güce değil, aynı zamanda sivil güçlerin seferber edilmesine de dayanılması gerektiğini vurguladı. Yıkımı ve kayıpları en aza indirme çabalarının yanı sıra, eski rejimle, hatta Esad’ın kendisiyle temas kurarak iktidarın sorunsuz bir şekilde devredilmesine odaklanıldığını belirtti. Şara, “İdlib deneyimi”nin tüm Suriye’deki karmaşık durum için tam anlamıyla uygun olmayabileceğini kabul etmekle birlikte, geçici hükümetin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı çerçevesinde çeşitli grupları birleştirmeye ve farklı etnik grupların çıkarlarını gözeterek düzeni yeniden sağlamaya istekli olduğunu ifade etti. Anayasa reformu veya yeni bir anayasa temelinde ulusal birlik hükümeti kurulması ve nüfus sayımı sonrasında genel seçimlerin yapılması hedefleniyor.

Şara, Suriye’ye müdahil olan farklı güçlerin farkında olarak, Suriye’nin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi temelinde tüm taraflarla karşılıklı saygıya dayalı ikili ilişkiler geliştirilmesi gerektiğini vurguladı. Bu bağlamda Suriye’nin Rusya ile olan tarihsel bağlarına saygı gösterileceğini belirtti. Ayrıca ABD’ye, Suriye’nin ekonomik zorluklarını hafifletmek için “Sezar Yasası” yaptırımlarını kaldırma çağrısında bulundu ve Türkiye’nin kuzeydeki toprak kontrolüne ilişkin meseleleri çözmeyi hedefledi. Ancak Golan Tepeleri, İsrail ile ilişkiler ve terörizmle tamamen bağları koparma gibi daha hassas konuları pas geçti. Bunun yerine İran’ın Suriye üzerindeki uzun vadeli etkisini sona erdirmenin öncelikli bir hedef olduğunu açıkça belirtti.

Şara, Suriye nüfusunun %80’ini oluşturan Sünni Müslümanları temsil eden bir figür olarak, Suudi Arabistan ve Körfez Arap ülkelerinin rolünü öne çıkardı. Suriye’nin güvenliği ve istikrarının Körfez’in refahı ile yakından ilişkili olduğunu ifade etti ve Körfez ülkelerinin Suriye’nin yeniden inşasında önemli bir rol oynamasını ve yeniden yapılanma faydalarından pay almasını umduğunu dile getirdi. Şara, Suudi Arabistan’ın “2030 Vizyonu”nu kapsamlı bir şekilde incelediğini ve ekonomik çeşitlilik çabalarına hayranlık duyduğunu belirtti. Suudi Arabistan’ın büyük Suriye yeniden yapılanma projelerine katılmasını ve altyapı yatırımlarına liderlik etmesini memnuniyetle karşıladığını ekledi.

Bu ziyaret, Yeni Suriye’nin Arap dünyasının bir parçası olacağını ve Sünni liderliğin geleneksel ana akımında yer alacağını gösteriyor. Aynı zamanda Körfez ülkelerinden destek arayarak Suriye’nin hızla istikrar kazanmasını ve yeniden inşa sürecinin başlamasını hedefliyor.

Suriye geçici hükümeti, savaşın harap ettiği tüm ülkelerdeki yeni hükümetlerin karşılaştığı üç büyük yeniden inşa göreviyle karşı karşıya: güvenlik, siyasi ve ekonomik yeniden yapılanma. “Yeni Suriye” için güvenlik yeniden yapılanması açıkça en acil önceliktir. Bu, gerçek ve kapsamlı bir ateşkesin sağlanması, tüm silahlı grupların ulusal silahlı kuvvetlere entegre edilmesi, silahlı ayrılıkların sona erdirilmesi, tam barış ve güvenliğin yeniden sağlanması ve insan, mal ve özellikle insani yardım malzemelerinin serbest dolaşımının güvence altına alınmasını içerir.

Siyasi yeniden yapılanma ise güvenlik yeniden yapılanmasının başarısına bağlı olan, daha uzun vadeli ve temel bir görevdir. Bu süreç, BM Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde siyasi diyalogların yürütülmesini, geniş temsili olan bir koalisyon hükümetinin kurulmasını ve hukuki uzmanların rehberliğinde, kapsamlı istişareler ve halkın görüşlerinin alınmasıyla yeni bir anayasa hazırlanmasını veya mevcut anayasanın revize edilmesini kapsar. Ardından, yeni anayasa ve güvenilir, güncellenmiş bir nüfus sayımı temelinde ulusal seçimler düzenlenecek ve bu da yasama, yürütme ve yargı organlarının bir araya getirilmesini sağlayacaktır. Bu adımın tamamlanması üç ila beş yıl sürecektir.

Siyasi yeniden yapılanma, çeşitli grupların siyasi taleplerinin, ulusal ve etnik kimliklerinin uzlaşma ve uyum içinde olup olmayacağını sınayacak kırılgan ve hassas bir geçiş aşamasıdır. Ayrıca, geçici hükümetin, Suriye’yi yarım yüzyıldan fazla bir süre yöneten Arap milliyetçiliği ve Baas Partisi ideolojisinin “çifte mirasını” nasıl yöneteceğini test edecektir. Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından, yeni hükümetin ulusal savunma kuvvetlerini aceleyle dağıtıp Baas Partisi’ni tasfiye etmesi sonucu ülkenin kaosa sürüklendiği trajedinin tekrarlanması önlenmelidir. Bu geçiş aşaması dikkatle yönetilmezse, Yeni Suriye, Irak, Libya ve Yemen’in on yıl süren iç savaşlarına benzer bir duruma düşebilir ve bu, “Suriye Savaşı 3.0” olarak adlandırılabilecek “küçük bir dünya savaşı”na dönüşebilir. Bu da Yeni Suriye’nin inşa edilmesi ve şekillendirilmesi için tarihi fırsatları yok edebilir ve en az bir nesli tekrar kan ve çatışmaya sürükleyebilir. Bu aşamada, Suriye halkının açlık ve yoksulluktan kurtulması ve barış içinde yaşayıp çalışabilmesi hayati önem taşımaktadır. Bu, yalnızca geçici hükümetin liderliği ve bilgelik kapasitesine değil, aynı zamanda uluslararası toplumun cömert yardımı ve kararlı desteğine bağlı olacaktır.

Ekonomik yeniden yapılanma, Yeni Suriye için yalnızca acil bir görev değil, aynı zamanda güvenlik ve siyasi yeniden yapılanmanın ardından gelen uzun, zorlu bir süreçtir. Bir bakıma bu, Suriye’nin güvenliği ve siyasi istikrarının uzun vadeli teminatıdır. Geçtiğimiz dört yıl içinde Esad rejimi ekonomiyi, halkın geçimini ve ordunun moralini istikrara kavuşturmayı başarsaydı, muhalefet güçleri onlarca yıllık yönetimi sadece 12 gün içinde deviremezdi. Ekonomik ve sosyal sorunların temelden çözülmemesi, Esad hükümetini, Arap Baharı’nın patlak vermesinden 13 yıl sonra Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki güçlü liderlerin çöküşünün ardından beşinci “domino taşı” haline getirdi. Bu durum, Esad rejiminin bu ülkelerin acı verici derslerinden yeterince yararlanamadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Suriye geçici hükümeti, dağılmış ve kriz içinde bir ülke devralmış, ancak aynı zamanda ‘Yeni Suriye’ için yeni bir dönem başlatmıştır. Suriye’nin nihayetinde bağımsız, özgür, demokratik, kapsayıcı, istikrarlı, gelişen ve tam egemenliğe ve toprak bütünlüğüne sahip bir ülke olarak yeniden inşa edilip edilemeyeceği, zamanla belli olacaktır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Belarus’ta seçimler yaklaşırken Batı yanlısı muhalefet ne diyor?

Yayınlanma

Yazar

Geride bıraktığımız 2024 senesi, dünya genelinde çatışma bölgelerinin ve toplumsal hareketlerin arttığı bir yıl oldu ve yeni yıla da dünya genelinde ısınmaya devam eden başlıklarla girdik. 

Ancak, coğrafi konumu ve politikasıyla oldukça kritik bir konumda bulunan ve uzun süredir dünya gündemine oturacak düzeyde bir gelişme yaşanmadığı için deyim yerindeyse ‘gölgede kalan’ bir ülkede daha siyasi iklim ısınıyor: Belarus. 

Belarus, 1994 yılından beri Batı tarafından ‘Avrupa’nın son diktatörü’ olarak nitelendirilen Aleksandr Lukaşenko tarafından yönetilen bir eski Sovyet ve Doğu Avrupa ülkesi. Belarus’un Batı tarafından sık sık hedef alınmasının ise iki önemli sebebi var.

Birincisi, Belarus ekonomisinin büyük ölçüde devlet kontrolüne dayanması.

İkincisi ise, 8 Aralık 1999’da Rusya ile imzalanan Birlik Devleti Anlaşması. Anlaşmayla, ekonomi, savunma, dış politika ve sosyal alanlarda iş birliğini artırarak iki ülke arasında bir tür ‘ortak devlet’ oluşturulması ve ‘kısmen birleşmiş bir yapıda hareket etmesi’ amaçlanıyor.

Özetle Belarus, bir Avrupa ülkesi olmasına rağmen pazarının kontrolünü Avrupa’ya teslim etmiyor, Avrupa’nın ‘tarihsel rakibi’ Rusya ile yakın ilişkiler içerisinde ve uzun süredir ‘otoriter bir lider’ tarafından yönetiliyor. 

Bu ülke de, diğer eski Sovyet ülkelerinde olduğu gibi çeşitli renkli devrim girişimlerine sahne olmuş bir ülke. Belarus’un Sovyet mirasını -sembolik olarak- yer yer Rusya’dan daha fazla sahiplenmesi, ittifakları ve ekonomik yapısı ve ciddi yolsuzluk iddiaları, bu ülkedeki Batı yanlısı liberal muhalefetin politik duruşunu, benzerlerine oranla daha da sağda konumlandırıyor.

Belarus’ta düzenlenen kitlesel muhalefet eylemlerinin her seferinde, organizatörlerin ‘daha fazla özelleştirme’, ‘yabancılara toprak satışı’ gibi talepler sunması, mevcut durumun ekonomi politiğini açıkça ortaya koyuyor. 

Avrupa’nın doğusundaki bu ‘Rusya dostu’ ülkede yaşananlar, önümüzdeki günlerde yine dünya gündeminin ilk sıralarına yükselecek. Çünkü Belarus’ta 26 Ocak – 9 Şubat tarihlerinde yeniden başkanlık seçimleri düzenlenecek. Lukaşenko’nun yedinci dönemi için yeniden aday olacağını açıkladığı seçimlerde, Belarus Merkez Seçim Komisyonu (CEC) Batı yanlısı Özgürlük İçin Hareket liderleri Yuras Hubareviç ve Aliaksandar Drazdou ile bağımsız adaylar Diana Kovaleva ve Viktor Kuleş’in adaylıklarını reddetti.

Seçimlere Lukaşenko’yla birlikte katılmaya hak kazanan isimler ise, Liberal Demokrat Parti lideri Oleg Gaidukeviç, Komünist Parti’den Sergey Sırankov, bağımsız aday Hanna Kanapatskaya ile Emek ve Adalet Partisi’nden Aleksander Hijnyak’tan oluşuyor.

Belarus’ta seçim dönemlerinin aynı zamanda eylem dönemi olduğu düşünüldüğünde, -2020-21 ‘Terlik Devrimi’ eylemleri de seçim ihlalleri iddialarına karşı başlamıştı- bu seçimlerde de öncelikle Batı yanlısı eylemlerin düzenlenmesi bekleniyor. Ancak, Batı yanlısı liberal muhalefetin ‘anlamsız’ olarak nitelendirdiği bu seçimler, Ukrayna’da devam eden savaşla birlikte düşünüldüğünde, her zamankinden daha fazla dikkat çekici. 

Ancak bu sefer, Belarus ve Lukaşenko’yla ilgili yeni iddialar da gündeme geldi. Merkezi Varşova’da olan, Belarus muhalefetinin en önemli propaganda araçlarından Nexta başta olmak üzere, muhalif kesimler yeni bir iddiayı öne sürmeye başladı: 

“Putin, Belarus’ta darbe yapabilir.”

Belarus’ta Rus yanlısı bir darbe iddiası, Belaruslu muhalif siyasetçi ve eski diplomat Pavel Latuşko tarafından da dile getirildi. Latuşko, Belarus’ta Kültür Bakanlığı ve Polonya Büyükelçiliği gibi görevlerde bulunmuş, 2020 Belarus protestolarının ardından muhalefet saflarına katılmış ve şu anda ‘sürgünde’ yaşayan bir siyasetçi.

Latuşko’nun “Rusya yanlısı generaller Kremlin’den böyle bir emir alırlarsa gerçek bir darbe gerçekleştirebilirler” ifadeleriyle kastettiği askeri liderler ise, Belarus askeri bürokrasisi içerisinde uzun süredir ‘Rusya yanlısı lobi’ olarak tanımlanan, Belarus Güvenlik Konseyi Devlet Sekreteri Korgeneral Aleksandr Volfoviç, Belarus İçişleri Bakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanlığı Ana Müdürlüğü (OMON) Komutanı -ki OMON, muhalefet eylemlerini bastırmak için kullanılan en aktif askeri birlik- Tümgeneral Mikhail Karpenkov ve Belarus Savunma Bakan Yardımcısı, Genelkurmay Başkan Yardımcısıdır ve askeri strateji ve operasyonlardan sorumlu Tümgeneral Pavel Muraveyko.

İddialara göre, bu isimlerin önderliğinde, Belarus’ta Lukaşenko’ya karşı ‘Putin yanlısı bir darbe’ yapılabilir. 

Bu noktada, Belarus siyasetinde son iki ayda yaşanan önemli gelişmeleri tekrar hatırlamakta fayda var. 

ABD’nin ‘iç karışıklık’ uyarısı

ABD Dışişleri Bakanlığı, Aralık 2024’te Belarus’ta bulunan vatandaşlarına ülkeyi ‘derhal terk etmeleri’ çağrısında bulundu. Mevcut koşullar nedeniyle ülkede kalmanın ciddi riskler taşıdığını belirten Bakanlık ayrıca, vatandaşlarından Belarus’a seyahat etmemelerini de istedi. Bakanlığın ‘Belarus makamlarının yerel yasaları keyfi bir şekilde uygulaması’, ‘tutuklanma riski’, ‘Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşını kolaylaştırmaya devam etmesi’ gibi sık tekrar ettiği tespitlerinin yanında bir diğer dikkat çekici olan gerekçe ise, ‘iç karışıklık potansiyeli’ ifadesiydi.

Zelenskiy’in Belarus açıklaması

Ukrayna lideri Zelenskiy ise, Putin ile herhangi bir müzakereye girişmeyeceğini bir kez daha vurguladığı mesajında, Moldova ve Gürcistan’da ‘direnenlere’ gönderdiği selamın ardından “Eminim bir gün hepimiz ‘Yaşasın Belarus!’ diyeceğiz diyerek beklentilerini, Rus yanlısı kaynaklara göre ise ‘planlarını’ açıklamış oldu. 

Son olarak, Litvanya yönetimi, ülkenin güneybatısında Belarus sınırında bulunan askeri eğitim sahasını 8 haftalık bir kurs için Ukraynalı askerlere tahsis etti.

Rusya/Belarus kaynakları ne diyor?

Rusya ve Belarus yanlısı kaynaklar ise, muhalif çevrelerce dile getirilen ‘Putin yanlısı darbe’ söyleminden de önce, Joe Biden yönetiminin ‘giderayak’ ortalığı karıştıma planı ve seçimler öncesinde Belarus’ta renkli devrim/darbe girişimi olduğu görüşünde.

Belarus devlet televizyonu ONT’nin haberine göre Polonya, Litvanya ve Ukrayna’dan silahlı gruplar, Belarus muhalefetiyle birlikte planlanan bir operasyon kapsamında Belarus’un güneybatısındaki dört bölgeye saldırmayı planlıyor. Kanalın araştırmasına göre, Belarus’a önce milliyetçi çeteler saldıracak, ardından paralı askerler ve NATO güçleri getirilecek.

ONT’ye göre ayrıca, bu operasyon Rusya’nın Bryansk ve Kursk bölgelerinde test edildi. Bu bölgelere düzenlenen saldırılar ‘vur-kaç’ prensibine göre yapılıyordu. Kanal, aynı taktiğin Belarus’ta da uygulanabileceğini iddia ediyor.

Belarus basını, Ukrayna’dan gelecek asıl vurucu gücün, halihazırda Ukrayna ordusu saflarında yer alan sağcı ‘Belarus Gönüllü Kolordusu’, Kalinovski ve paralı askerlerden oluşacağını ve Belarus’a Brest bölgesinden saldırmayı planladıklarını varsayıyor.

Aynı zamanda, Belarus ve Rusya’dan çok sayıda haber kaynağı, Minsk başta olmak üzere ülke genelinde 24-25 Ocak tarihlerinden itibaren sokak eylemlerinin başlayacağını iddia ediyor. 

Çernobil iddiaları

Belarus/Rusya yanlısı kaynaklar aynı zamanda, Çernobil’e düzenlenecek bir saldırı senaryosuna dikkat çekiyor. Konuyla ilgili yapılan öngörülere göre, Çernobil’de bir patlamanın sahnelenmesinin ardından, Belarus-Ukrayna sınırında Mozır ve Stolin yönünde bir sınır ihlali yapılacak ve bu operasyon, Çernobil saldırısının ardından Rus birliklerinin Belarus’a geldiği bir senaryo altında gerçekleştirilecek. Belarus muhalefeti ise, Batı’ya Belarus’un güneyindeki duruma müdahale etmeleri için çağrıda bulunacak ve nihayetinde, bu senaryo NATO barış gücünün Ukrayna topraklarına konuşlandırmasıyla sonuçlandırılacak. Bu sırada, Belarus’ta ise uyuyan hücrelerin ve sabotajcıların saldırılarıyla bir iktidar değiştirme girişimi gerçekleştirilecek.

Darbeyi yapmaya kim daha yakın?

Belarus içerisindeki güç dengeleri, bahsi geçen lobiler ve darbe olasılığı, gerçekleşmeden tam olarak bilinemeyecek ve bazı başka soruları da beraberinde getiren ihtimaller. Ancak, bütün bunların aynı bir önceki dönemde olduğu gibi seçim ikliminde gündeme getirilmesi, iddianın gerçekliğine dair önemli ipuçları barındırıyor. Öte yandan, Ukrayna savaşı üzerinden ABD liderliğindeki Batı’yla ciddi bir rekabet içine giren ve zorlanma emarelerini çoktan göstermeye başlayan Kremlin’in ise, Belarus gibi bir müttefikini, yeni bir askeri cephe açılmasıyla sonuçlanabilecek bir darbeyle alaşağı etmeyi düşünmesi de pek akla yatkın değil. Lukaşenko ile Putin arasındaki rekabet ise, Ukrayna gündemi nedeniyle -şimdilik- ertelenmiş görünüyor. 

Belarus, kendisini çevreleyen ülkelerin özellikle ikisiyle ciddi gerilimlere sahip. Polonya, Belarus muhalefetinin siyasi merkezi konumunda bir ülkeyken, Ukrayna ise, Belaruslu silahlı muhalif grupların askeri üssü konumunda. Dolayısıyla, eldeki veriler ışığında “Belarus’ta ne olacak?” sorusuna aranan yanıt için Rusya’dan önce bu iki ülkeyi dikkatle izlemek gerekiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English