Görüş
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu

Bugünlerde Kürt sorununun çözülmesi için atılacak tarihi adımlardan söz ediliyor. Hatta neredeyse bu iş kotarılırsa hepimizin gelirlerinin katlanacağı, çözülmezse açlığa mahkum olacağımızı ima etmeye başladılar bile… Bu tür psikolojik harekat girişimlerini AB konusunun Türkiye’yi iç ve dış politika olarak esir aldığı günlerden iyi hatırlarım. AB konusu her derde deva gibi sunulmuştu. Sonuçta AB üyesi Yunanistan 2008 yılında derin bir krize girdi ve kriz sadece Yunanistan ile sınırlı kalmadı; AB ülkelerinin büyük bir bölümünü kasıp kavurdu; ama o propagandayı yapan meşhur gazeteciler ve diğerlerinin ilgi alanına pek girmedi AB krizleri… Konuyla sadece magazinsel açılardan ilgilenmeyi tercih ettiler.
PEKİ KÜRT SORUNU NEDİR?
Amerikan ve Avrupalı düşünce kuruluşlarından duyduklarını bizlere anlatmaya çalışanlara göre Türkler ve Kürtler olmak üzere iki milli kimlik var. Bu kimlikler en azından son yüzyıldan bu yana kesintisiz bir biçimde mevcut ve Osmanlı’nın nihai dağılma sürecine girdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortak mücadele verdiler; fakat bunlardan birisi – Türkler – kendi milli devletlerini kurarken diğerine – Kürtler – kazık attı, yüzüstü bıraktı. İşte, sorunun kaynağı burası. Bu sorunun şimdi çözülmesi gerekiyor.
Oysa tarihi kayıtlar hiç de öyle söylemiyor. Örneğin Musul sorunu Lozan’da müzakere edilirken bırakın bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürt kökenlileri Musul Eyaleti (İngiltere’nin kurduğu Irak devletini oluşturan üç eyaletten birisi. Diğerleri Bağdat ve Basra eyaletleri) içinde yani Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürt kökenliler Türkiye’den yanaydılar. Lozan’da Musul’un Türkiye’ye verilmesi gerektiğini ısrarla savunan İsmet Paşa bölge nüfusunun büyük ölçüde Türk oluğunu söylediğinde İngiliz tarafı Türk değil Kürt olduğunu ileri sürmüş; İsmet Paşa ise buna ‘madem öyle plebisit yapalım’ derken Türk ile Kürt arasında bir fark olmadığını hatta kendisinin de Kürt olduğunu söyleyerek karşılık vermişti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında patlak veren isyanlar (Şeyh Said vd.) milli karakterli olmaktan çok uzaktı. Zaten milli kimlik esaslı bir mücadele olmuş olsaydı Türkiye bunu bastırmakta çok zorluk çekerdi. Osmanlı dağılırken kaybedilen topraklardaki Müslümanlar etnik kökenlerinden bağımsız olarak ve ‘Türk’ oldukları gerekçesiyle yerlerinden sürülmüşlerdi. Balkanlar ve Kafkaslardan on sekizinci yüzyıl başlarından itibaren kitleler halinde Osmanlı’nın elindeki topraklara kaçan Müslümanlar özellikle Anadolu’da Atatürk liderliğinde başarılan Milli Mücadele/Kurtuluş Savaşı sayesinde bağımsız devlet kurmayı başarmış ve Atatürk bu devleti en çağdaş milliyetçilik harmanı ile oluşturmuştur. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denilmiştir.
Anadolu’dakilerle birlikte aşağı yukarı hepsi Müslüman ve hem kendini Türk hisseden hem de Müslüman olmayan toplumların Türk olduğu gerekçesiyle düşmanlığına maruz kalan bu toplum sosyolojik, psikolojik, siyasi ve ekonomik açılardan Türk milleti haline gelmiştir ve buna en büyük katkıyı Atatürk’ün modern milliyetçilik esasları üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devleti yapmıştır. Eğer Türkiye’de Türkler ve Kürtler olarak adlandırılabilecek iki ayrı millet olsaydı Kürt milletinin kendince kutsal gördüğü bir coğrafyası, düşman veya öteki algısı olması gerekirdi. Ve o coğrafyada bağımsızlık mücadelesi vermesi, devlet olma çabası içinde bulunması gerekirdi.
Türkiye’de dün de bugün de böyle bir durum/sorun olmamış/yaşanmamıştır. Türkiye’nin Kürt etnik kökeninden olan insanların hiç yaşamadığı bölgesi, ili ve hatta ilçesi yoktur. Milyonlarca karışık evlilik ve bu karışık evliliklerden doğan milyonlarca insan Türkiye’deki milletleşme sürecinin tutkallarından birisidir. Buradaki en önemli avantaj ‘taraflar’ diye bir algı oluşmamış olmasıdır. Dolayısıyla ‘öteki’ algısı da yoktur.
Daha açık bir ifadeyle Kürt kökenli aileler iş bulmak, çoluk çocuklarını daha iyi şartlarda yetiştirmek için büyük kentlere taşınırken kafalarında başka bir milletin topraklarına yerleşme düşüncesinden kaynaklanacak hiçbir endişe vs. olmamıştır. Aynı şekilde Kürt kökenli insanların ‘kendi şehirlerine’ yerleşmesinden rahatsız olan/olacak başka bir millet de söz konusu değildir/yoktur. Yani herkes kendisini bu milletin parçası saymış ve o milletin kurduğu devletin vatandaşları olmuşlardır.
Bu milletleşme süreci onlarca yıl içerisinde ortak idealler ve ortak çıkarlarla da takviye edilmiştir. Nerede ekonomik kalkınma hız kazanmış, yeni iş alanları açılmış ve yeni imkanlar ortaya çıkmışsa Türkiye’nin her bölgesinden insanlar oralara akın ederek muazzam bir ekonomik/sosyal hareketlilik başlatmışlardır. Karışık evlilikler sadece Kürt kökenliler ile olmayanlar arasında değil her bölgeden herkes arasında büyük çapta gerçekleşmiştir; çünkü toplumda ‘öteki’ algısı hiç yoktur/olmamıştır. Bu sayede Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan devletler içerisinde, katlamalı nüfus artışına rağmen hem ekonomik kalkınma hem de askeri güç oluşturma açılarından en başarılı olanı tartışmasız Türkiye’dir. Milletleşme süreci açısından da Arap/Müslüman coğrafyasının en başarılı örneğidir.
Türkiye’de sadece anayasal ve yasal çerçevede ‘Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ denilmekle kalınmamış: aynı zamanda uygulamada da bu ilkeye uyulmuş; etnik ve/veya mezhebi kökenlerine bakılmaksızın herkes her ticari/ekonomik alanda veya kamu bürokrasisinde yer alabilmiştir. Üstelik bu, kendiliğinden gerçekleşmiş; bir üst aklın veya düzenin durumu dengelemek/yönetmek adına adeta kotalar koyarak yaptığı çabalar sonucunda oluşmamıştır. Herkes kendisini bu milletin mensubu addetmiş ve o milletin kurduğu devletin imkanlarından yararlanmayı, ortak ideallere katkıda bulunmayı ve ortak çıkardan pay almayı otomatik hakkı saymıştır. Bu yüzden 1974 yılında Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirirken ülkenin her tarafında olduğu gibi Güneydoğu bölgemizde de askerlik şubelerinin önü askere gönüllü gitmek isteyen yüzbinlerle dolup taşmıştır.
TÜRKİYE COĞRAFYASI DIŞINDAKİ ‘KÜRTLER’
Türkiye dışında bir Kürt sorunu olabilir ve hatta vardır; çünkü örneğin Irak’ta İngiltere manda yönetimi tarafından bu devletin kurulduğu tarihten itibaren Araplar ve Kürtler denilebilecek bir mücadele söz konusu olmuştur. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşını kaybederek bölgeden geri çekilmesinin ardından Irak’ın kuzey bölgelerinde patlak veren aşiret karakterli isyanlar bu insanların Irak devletine ve toplumuna entegre edilmemesinden dolayı yıllar içerisinde bir yandan aşiret özelliklerini korumuş olsa da öte yandan da ‘Kürt isyanları’ halini almıştır. Her fırsatta – örneğin Irak-İran gerginliklerinde – bu isyanlar patlak vermiş ve giderek kısmen de olsa milli kimlik oluşturma yolunda ilerlemiştir. Hala aşiret özelliklerini sıkı sıkıya muhafaza eden bu yapının PKK/PYD önderliğinde kurulması hayal edilen bir Kürdistan devletine kolaylıkla entegre olup olmayacağı veya entegre olmayı isteyip istemeyeceği de pek çok soru işaretleriyle doludur. Böyle bir kararı muhtemelen ortaya çıkacak şartlar belirleyecektir.
İran’daki Kürtlerin hemen hepsinin – Feyli Kürtler hariç – Sünni, İran’ın ise ağırlıklı olarak Şii olması oradaki Kürt sorunu ile ilgili en temel başlangıç sebep olsa gerektir. Türk asıllılar kadar rejime entegre olmamaları da ayrıca belirleyici sebeplerden bir başkasıdır. Suriye’de ise durum biraz daha farklı gelişmiştir. Öncelikle Suriye vatandaşı büyük bir ‘Kürt’ kitle yoktu. Şeyh Said isyanı sırasında sınırın ötesine geçen aşiretlerden oluşan ‘Kürtler’ ve onların geleceği önce manda yönetimleri sonra da bir kargaşadan ötekine evrilen Suriye yönetimleri tarafından ihmal edildi. Vatandaş olan Kürt kökenliler ise milli-üniter yapıdaki Suriye içinde sınırlı düzeyde entegre edilebildiler. Zaten gerek Irak gerekse Suriye’deki Baas yönetimleri bırakın Arap olmayanları Arap toplumların bile tümünü tek bir millete dönüştürecek derecede geniş vizyonlu olamadılar. Anayasal yapıları buna uygun olsa bile uygulamada dar kafalı, bölgeci (Irak’ta Tıkritliler, Suriye’de Aleviler gibi) ve zaman zaman da mezhepçi vs. çizgide politikalarla halkta millet ve mensubiyet duygusu yaratamadılar.
PKK SORUNU VARDIR
Türkiye’de Kürt sorunu olduğunu söylemek ırki açıdan bir millet tasavvuruna Kürt kökenli insanlarımızın kurban edilmesi demek olur. Böyle bir sorun olduğunu kabullenip bunu çözmek için PKK ile doğrudan veya dolaylı müzakereye oturmak ise PKK liderliğinde bir Kürt milleti inşa etmek amacına hizmet demektir. Unutmayalım ki, milletler siyasal, sosyolojik ve ortak çıkarlar temelinde devletler tarafından inşa edilirler.
PKK bugün tamamen ABD-İsrail tarafından Türkiye dahil bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmak için kullanılan bir aparat haline gelmiştir. Bu terör örgütüyle sadece mücadele edilir/edilmelidir. Doğrudan veya dolaylı müzakere etmek en başta Kürt kökenli insanlarımıza yapılacak en büyük kötülük olur.
Görüş
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi

9 Nisan’da ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’da basına yaptığı açıklamada İran’a bir son tarih verdiğini ve bu sürede yeni bir nükleer anlaşmaya varılmaması durumunda İran’a karşı kesinlikle askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Ayrıca İsrail’in de bu müdahaleye derin şekilde katılacağını ve “lider rolü” üstleneceğini söyledi. Görünen o ki “Trump 2.0” dönemi, İran’a yönelik tehditlerinde askeri bir ton kazandı; ancak genel olarak bu baskı, yayı germek ama tam çekmemek şeklinde tanımlanabilir. Bu aşırı baskı, yedi yıl önce ortaya atılan “Pompeo’nun 12 maddesini” yeniden gündeme getirebilir.
Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu ile görüştü. Bu görüşmeden sonra ABD, İran ile doğrudan müzakerelere başladığını duyurdu. İran Dışişleri Bakanı Araghchi ise 8 Nisan’da, 12 Nisan’da Umman’da dolaylı üst düzey görüşmeler yapılacağını doğruladı ama ABD’nin iddia ettiği “doğrudan müzakere”yi yalanladı.
Analistler, bu zirvenin yalnızca ikili ticaret tarifeleri ve Gazze meselesi değil, aynı zamanda İran nükleer krizi karşısında ortak tutum geliştirme konusunda da önemli olduğunu düşünüyor. Trump’ın sonrasında yaptığı açıklamalara bakılırsa, İsrail, İran’ın nükleer eşiği aşması durumunda (yani fiilen nükleer silah sahibi olması halinde) saldırı düzenleyerek nükleer tesisleri hedef alacak. ABD, askeri müdahaleyi bir “B Planı” olarak tutmak, önce müzakerelerle yoğun baskı kurmak, başarısızlık durumunda ise İsrail’e savaş için yeşil ışık yakmak niyetinde.
Uzun süredir ABD-İsrail tehditlerine alışkın olan İran, bu tür savaş şantajlarına pek prim vermiyor. İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan, İran’ın “nükleer silah peşinde olmadığını” yineledi ve ülkenin uzun vadede nükleer bilim ve enerjiye ihtiyacı olduğunu belirtti. İran dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, 10 Nisan’da sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı açıklamada, dış tehditlerin devam etmesi halinde İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla işbirliğini askıya alabileceğini ve denetçileri sınır dışı edebileceğini, ayrıca zenginleştirilmiş nükleer maddeleri güvenli iç bölgelere taşıyabileceğini belirtti.
“Trump 2.0” dönemi henüz 100 gün dolmadan tam güçle saldırıya geçti. “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” sloganı adına dünya ticaret ortaklarına savaş açarak küresel ticaret düzenini bozmayı hedefliyor. Şu an dünyadaki en büyük kaygı, Trump yönetiminin ekonomik zorbalığına maruz kalmamak. Bu yüzden jeopolitik çatışmalar geçici olarak arka planda kalmış gibi görünüyor.
Jeopolitik açıdan Trump’ın dönüşü, iki ana cepheye odaklanıyor: Rusya-Ukrayna savaşı ve Orta Doğu. Bu cephelerdeki temel hedef ise İran’ı dize getirmek. Bu nedenle Trump yönetiminin İran’a yönelik yeni politikası şekillenmekte; temel olarak tehdit ve zorlamaya, ikincil olarak ise diyalog ve müzakereye dayalı, adım adım baskının artırıldığı, kuşatma stratejisinin izlendiği bir yol izleniyor.
Şu anda Trump yönetimi, İsrail ile tam işbirliği içinde, “direniş ekseni”ni zayıflatma ve dağıtma sürecini sürdürüyor. Suriye rejimini devirmeye çalıştı, Hamas’ı ve Hizbullah’ı zayıflattı, Irak’taki halk direnişini susturdu. Şimdi Gazze’deki durumu toparlamaya ve Yemen’deki Husilere karşı askeri operasyonlarla İran’a baskıyı artırmaya çalışıyor. Nihai hedef, Trump liderliğindeki bir “Orta Doğu barışı”: Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini hızlandırmak, İran’ı yalnızlaştırmak ve bölgedeki en büyük Amerikan-İsrail karşıtı aktörü etkisizleştirmek.
Trump yönetimi bir süredir İsrail’i koşulsuz destekliyor. “Al-ver” zihniyetiyle “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” gibi söylemleri gündeme getirerek Arap ülkelerini İsrail’in lehine hareket etmeye zorluyor. Böylece “Hamas sonrası dönemi” başlatmayı, Filistin-İsrail çatışmasının siyasal ve jeopolitik yapısını değiştirmeyi hedefliyor. Diğer yandan, Kızıldeniz rotasının güvenliğini sağlama bahanesiyle Yemen’deki Husilere yönelik büyük çaplı saldırılar düzenleyerek İsrail’in vekil savaşçısı gibi hareket ediyor. Aynı zamanda İran-Husi ilişkisini artık işbirliği değil, “efendi-köle” ilişkisi olarak tanımlıyor ve bu şekilde İran’a karşı baskıyı meşrulaştırmaya çalışıyor.
İran nükleer meselesi konusunda Trump, ilk dönemine kıyasla daha sert bir savaşçı tutum sergiliyor. Açıkça “müzakereler başarısız olursa vururuz” diyerek İsrail’in savaş ateşini Basra Körfezi’ne taşımasına destek veriyor. ABD, İsrail ile birlikte İran’a yüksek düzeyde baskı uygularken, üç belirgin avantaja sahip:
Birincisi, İran bir yılı aşkın süredir süren “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nda ağır darbeler aldı; topyekûn savaştan kaçınma eşiği tamamen ortaya çıktı. “Direniş Ekseni” de dağılmış durumda.
İkincisi, ABD-Rusya ilişkileri büyük bir dönüşüm yaşadı. Rusya, Orta Doğu’daki diplomatik hezimetten sonra, şimdi dikkatini Ukrayna topraklarını ve maden kaynaklarını ABD ile paylaşmaya yöneltti.
Üçüncüsü, her ne kadar Rusya ile İran arasında hâlâ iyi ilişkiler olsa da, Rusya açıkça, İran saldırıya uğrarsa müdahale etmeyeceğini ilan etti.
Trump, 2017’de ilk kez başkan olduğunda, altı aylık gözlem ve pazarlığın ardından İran nükleer anlaşmasından çekildiğini açıkladı. O dönemde yazdığım analizde belirtmiştim ki, Trump bu anlaşmadan sadece “çekilmek için çekilmedi.” Diğer izolasyonist, “önce Amerika” ve anti-küreselleşmeci/çok taraflılığa karşı anlaşma bozma girişimlerinden farklı olarak, Trump yönetimi nükleer anlaşmayı yıkarak aslında ileriye dönük bir hamle yapıyordu — anlaşmayı bozup yerine yeni şartlar koyarak Orta Doğu sorununu bir bütün olarak “çözmeye” ve bu süreçte ABD’nin çıkarlarına hizmet etmeye çalışıyordu.
2018’in 21 Mayıs’ında ABD Dışişleri Bakanlığı, İran nükleer tehdidini tamamen ortadan kaldırmakla kalmayıp, İran’ın Orta Doğu’da yıllarca oluşturduğu jeopolitik kazanımları da yok etmeyi ve bölgesel düzeni, ABD-İran ile İran-İsrail ilişkilerini yeniden şekillendirmeyi hedefleyen kapsamlı bir “B Planı” sundu. Bu plan aslında ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik politikalarının bir versiyonuydu ve tipik bir “havuç-sopa” stratejisiydi. Ancak Kuzey Kore’ye sunulan taleplere kıyasla çok daha sert, kapsamlı ve uzun vadeli bir vizyonla oluşturulmuştu. Amacı, Orta Doğu’daki tarihî ve güncel çelişkileri çözmek ve bölgeyi yeniden dengeli bir yapıya kavuşturmak idi.
Dolayısıyla, bugün Trump’ın İran nükleer sorununa yeniden odaklanması, aslında eski konuların yeniden gündeme getirilmesidir ve yedi yıl önceki yoğun baskı düzeyine henüz ulaşmış değildir. O dönemdeki ABD-İran politikası, büyük ihtimalle hem akademide hem de pratikte unutulmuş olan ve “Pompeo’nun 12 Maddesi” olarak bilinen dikkatle hazırlanmış bir stratejik paketti. Bu nedenle, bugün Trump tarzı İran politikasını değerlendirirken bu listeye yeniden bakmak oldukça faydalı olur.
Pompeo’nun 12 Maddesi
Pompeo, Amerikan Heritage Vakfı’nda yaptığı konuşmada, İran’ın ABD’nin tüm ekonomik yaptırımları kaldırması ve ikili ilişkilerin yeniden kurulması için 12 talebi karşılaması gerektiğini vurguladı. Aksi takdirde İran, “tarihin en ağır yaptırımlarıyla” karşılaşacaktı. Bu 12 madde; İran’ın nükleer silah ve balistik füze programından tamamen vazgeçmesini, tutuklu kişileri serbest bırakmasını, “terörü desteklemeyi” durdurmasını ve bölge ülkelerinin iç işlerine müdahaleye veya güvenliğini tehdit etmeye son vermesini kapsıyordu.
Nükleer silahlar ve balistik füzelerle ilgili dört madde ise şunlardı:
-İran, tüm askeri nükleer projelerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirmeli ve bunlardan kalıcı ve denetlenebilir şekilde vazgeçmeli.
-Tüm uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurmalı, plütonyum işleme yapmamalı ve ağır su reaktörlerini kapatmalı.
-Ajansın herhangi bir tesise koşulsuz denetim yapmasına izin vermeli.
-Balistik füze yayılımını durdurmalı, nükleer başlık taşıyabilecek füze sistemlerini geliştirmemeli ve fırlatmamalı.
Bu koşullar, sadece nükleer silahların yayılmasını önleme açısından bakıldığında bile, İran nükleer anlaşmasındaki kısıtlamaların çok ötesine geçiyor ve İran’ın nükleer silaha sahip olma ve bunları uzun menzilli füzelerle taşıma kapasitesini tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyordu.
“Pompeo’nun 12 Maddesi”nin Kalan Sekiz Şartı ve Anlamı
Devlet dışı aktörlerle ilgili üç maddeye göre İran:
-Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad dahil olmak üzere Orta Doğu’daki sözde “terör örgütlerine” verdiği desteği derhal kesmeli;
-Afganistan ve çevresindeki Taliban gibi “terörist güçleri” desteklememeli ve El Kaide’nin üst düzey liderlerini barındırmamalı;
-Devrim Muhafızları, özellikle de Kudüs Gücü’nün dünya genelindeki “teröristlere” ve silahlı gruplara verdiği desteği sonlandırmalı.
ABD’ye göre İran, Orta Doğu’daki çeşitli radikal örgütlerin arkasındaki güç ya da müttefik konumunda; özellikle Filistin ve Arap ülkelerinin İsrail’e taviz vermesini engelleyen başlıca sorun kaynağı. Bu nedenle, Orta Doğu’da kalıcı barış için İran’ın etkisiz hale getirilmesi gerektiği düşünülüyor.
Bölge ülkeleriyle ilişkiler bağlamındaki dört madde:
-İran, Irak’ın egemenliğine saygı göstermeli, desteklediği Şii milislerin silahsızlanmasına, dağılmasına ve topluma yeniden entegre olmasına izin vermeli;
-Yemen’deki Husilere askeri desteği kesmeli ve Yemen sorununun barışçıl, siyasi çözümüne katkı sağlamalı;
-Suriye’deki tüm İran askeri unsurlarını çekmeli;
-İsrail’i yok etmekle tehdit etmeyi, Suudi Arabistan ve BAE’ye füze fırlatmayı, uluslararası deniz taşımacılığını tehdit etmeyi ve siber saldırılar düzenlemeyi bırakmalı.
Ayrıca ABD, İran’dan “gözaltında tuttuğu” ABD vatandaşlarını ve müttefiklerinin vatandaşlarını da serbest bırakmasını istedi.
Bu sekiz madde, nükleer silahlar veya füze programlarıyla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, nükleer anlaşmanın kapsamını çok aşan, İran’ın Orta Doğu ve küresel ölçekteki askeri ve diplomatik faaliyetlerini bütünüyle sınırlamayı hedefleyen bir stratejidir. Bu, İran’ın bölgesel yayılmasına karşı, ABD müttefikleri olan İsrail ve Körfez ülkelerini koruma ve mezhepsel çatışmaları engelleme amacı taşıyan bir karşı hamledir. İran’a dış etki yaratmayı bırakması ve elde ettiği nüfuz alanlarından vazgeçmesi için baskı yapılmaktadır.
ABD, bu 12 maddeye tam uyum gösterilmesi halinde İran’a bazı ödüller vaat etti: Yeni bir nükleer anlaşma imzalanması, tüm yaptırımların kaldırılması, diplomatik ve ekonomik ilişkilerin yeniden kurulması, İran’ın ileri teknolojiye erişiminin sağlanması, ekonomik modernizasyonunun desteklenmesi ve küresel ekonomiye entegrasyonu.
Bu, Trump yönetiminin yeni İran stratejisini temsil ediyor: ABD-İran ve İran-İsrail arasındaki düşmanlığı çözmeyi, bölgesel dengeleri yeniden şekillendirmeyi ve İran’ı İslam Devrimi öncesi sıradan bir bölgesel aktör konumuna döndürmeyi amaçlayan bir yol haritası. Hem sert baskılar (“sopalar”) hem de cazip vaatler (“havuçlar”) içeriyor.
Ancak İran hükümeti, bu 12 maddeyi tamamen reddetti. Çünkü bu, İran’ın teslim olmasını ve İslam Devrimi ile kurulan büyük ideallerden vazgeçmesini, sıradan bir ülke haline gelmesini isteyen bir “teslim anlaşması” olarak görüldü. Trump yönetimi sonrasında yeni yaptırımlar getirdi, ancak İran bu zor dönemi atlattı, Biden’ın seçilmesini bekledi ve şimdi Trump’ın ikinci kez iktidara gelmesine tanıklık ediyor.
“Trump 1.0”dan “Trump 2.0”a sekiz yıl geçti, nükleer anlaşma dirilmedi, kriz de savaşa dönüşmedi. Fakat mevcut jeopolitik ve güvenlik koşulları İran açısından daha olumsuz: Doğu Akdeniz’de askeri başarısızlık, Hizbullah’ın yenilgisi ve Şam’daki rejim değişikliği nedeniyle “Şii Hilali”nin batı kanadı kaybedildi.
2024 Ekim’inde İsrail’in büyük çaplı saldırısında, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan uzun menzilli bir hava koridoru açıldı, İran iç bölgelerine uyarı niteliğinde saldırılar düzenlendi ve İran’ın eşit düzeyde karşılık veremeyecek kadar zayıf olduğu görüldü. “Trump 2.0” dönemiyle birlikte, “Şii Hilali”nin merkezi olan Irak da İran’dan uzaklaşıp Arap dünyasına yakınlaşma baskısıyla karşı karşıya. Bu nedenle, İran’ın genel jeopolitik ortamı kötüleşti ve Doğu Akdeniz hava sahasını kontrol eden ABD-İsrail cephesi daha da saldırgan hale geldi. Bu durum, İran üzerindeki baskının “Trump 1.0” döneminden daha ağır olacağı anlamına geliyor.
Pompeo her ne kadar artık yönetimde olmasa da, “Pompeo’nun 12 Maddesi” Trump’ın güvenlik ekibinin Orta Doğu politikasının temel taşını oluşturuyor. Bu şartlar muhtemelen “Trump 2.0” döneminde yeniden gündeme gelecek ve İran’a baskı kurmak için stratejik yay tamamen gerilecek.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?

Fransız Le Figaro gazetesinde, Fransa ordusunun haritacılarının Romanya’da ‘Rusya’yla çatışma hazırlığına’ ilişkin dikkat çekici bir haber yayınlandı. ‘Fransız ordusunun haritacıları, Rusya ile artan gerilim rotasında NATO’nun doğu kanadında görevde’ başlıklı, Nicolas Barotte imzalı haberde, Rusya’nın saldırı beklentisiyle yapılan yeni askeri hazırlıklar detaylandırılıyor.
Habere göre, Fransız ordusunun haritacıları, Romanya’nın Moldova ve Ukrayna sınırındaki bölgelerin haritalarını çıkarıyor.
Askerlerin, her 5 kilometrede bir su veya çan kuleleri gibi yüksek noktaları belirlediği bilgisi paylaşılıyor.
Fransız askerlerine göre bu yapılar, gerektiğinde topçular için hedef belirleme konusunda referans noktaları olarak kullanılacak.
Fransız askerleri ayrıca, askeri birliklerin hareket güzergâhlarını ve ordunun ilerleyebileceği eksenleri de içeren son derece ayrıntılı bir harita hazırlamış. Haritalama faaliyetinin asıl amacı, uydu sinyalleri kesilse bile sahada yön bulmayı kolaylaştırmak.
Haritalandırmayı hangi askerler yaptı?
Söz konusu haritalandırma işleminin, 28. Coğrafi Grup (28e Groupe Géographique) tarafından yapıldığı belirtiliyor.
‘28e GG’ kısaltmasına sahip bu birim, Strasbourg yakınlarındaki Haguenau kentinde konuşlu, Fransa ordusunun en küçük ancak en stratejik birimlerinden biri. Kara kuvvetlerine coğrafi bilgi, harita üretimi ve topoğrafik analiz desteği sağlamakla görevli olan 28e GG, uzun yıllar istihbarat komutanlığına bağlıydı, 2023 sonbaharında ise Mühendislik Tugayı’na (brigade du génie) bağlandı.
Askeri harekat alanlarında harita üretimi, LIDAR (lazerli konum belirleme yöntemi), drone ve mobil veri toplama araçları gibi yöntemlerle 3 boyutlu arazi haritalandırması, askeri hedeflerin geçiş güzergahları ve altyapının tespiti ve savaş durumunda uydu sinyallerinin kesilmesi halinde kullanılacak referans noktalarının belirlenmesi, hedef tespiti ve ateş destek planlamasında topçulara destek sağlamak gibi kritik görevleri bulunan bu birim, Fransız ordusunun en kilit savaşa hazırlık birimlerinden biri. 350 askerden oluşan bu birlik, yalnızca operasyonlara değil, aynı zamanda planlama süreçlerine de aktif olarak katılıyor.
Romanya’da Fransız askeri varlığı
Bu arada, Fransız ordusunun Romanya’daki askeri varlığı yeni değil. Fransa, Rusya – Ukrayna savaşı başladığında NATO’nun doğu kanadını güçlendirme çabaları kapsamında Romanya’nın orta kesiminde, Transilvanya bölgesinde yer alan Cincu’ya bin asker konuşlandırmıştı.
Fransız askerleri, burada konuşlu NATO’ya bağlı NATO’nun kurduğu Çok Uluslu Savaş Grubu’nun (Multinational Battlegroup – Romania) liderliğini de yürütüyor.
Neden Romanya?
Le Figaro’nun haberine göre bu birlik, Romanya’da hazırladığı haritayı Haguenau’daki karargahının koridoruna asmış bile.
Romanya haritasında, ülkenin topoğrafyası üç boyutlu olarak gösteriliyor. 28e GG, her 5 kilometre bir referans noktaları belirledi ve olası rotaları saptadığı bir askeri hareketlilik haritası oluşturdu.
Harita, Google’nın sokak görünümü aracına (Street View) benzeyen bir teknolojiyle oluşturuldu. 28e GG tarafından kullanılan, yüksek çözünürlüklü kameralar ve lazer sensörüyle donatılmış bir araç, bölgeyi üç boyutlu olarak taradı.
Bütün bu askeri hazırlığın en can alıcı noktası ise Focșani Kapısı.
Focșani Kapısı
Focșani Kapısı (ya da Focșani Geçidi), Romanya’nın doğusunda yer alan ve tarih boyunca askeri strateji açısından son derece önemli bir bölge.
Doğu Karpatlar ile Tuna Ovası arasındaki dar ve düz bir geçit, Moldova, Transilvanya ve Tuna bölgesi arasında bir geçiş noktası.
Bölgenin dağlık yapısının aksine düzlük bir bölge olduğu için, savunan için zor, saldıran için kolay bir coğrafya.
NATO’nun beklentisi Rusya’nın buradan saldıracağı üzerine olduğuna göre, Rusya’nın Foşani’den yapacakları başarılı bir işgalin Romanya’nın kalbine, hatta Köstence üzerinden Karadeniz’e kadar yayılabileceği öngörülüyor.
Öte yandan, Focşani’nin Osmanlı, Rusya, Almanya ve Sovyetler tarafından askeri amaçlarla kullanılmış olması, bölgeye duyulan ilginin tarihsel sebeplerinden.
Rusya Focşani’den saldırırsa ne olur?
Focşani’ye verilen önem, kuşkusuz ‘Rus işgali’ anlatısıyla Avrupa’nın militarizasyonunu sürdürme çabalarının da önemli bir parçası. Ancak, NATO’nun öngörülerinin gerçekleşeceği varsayılırsa ne olur?
Eğer Rusya, NATO’nun beklediği gibi Focşani’den saldırırsa, ilk karşılacağı askeri güç Romanya’nın 8. Tümeni ve 2. Piyade Tümeni olacaktır. Saldırıya ilk tepki veren Rumen uçakları ise, Fetești ve Borcea’daki üslerden kalkacaktır.
Eğer NATO’nun 5. Madde’si yürürlüğe konur da NATO tüm gücüyle Rusya’yı karşılamaya karar verirse, ABD’nin Romanya’da Karadeniz kıyısındaki Mihail Kogălniceanu Hava Üssü ve devreye girecektir.
Rusların gerçekten Focşani’den saldırması durumunda, Baltık Bölgesi’ndeki yoğun NATO varlığının birincil düzeyde bir etkisi olmayacaktır. Örneğin, Polonya ve diğer Baltık ülkelerinin Moldova-Romanya eksenine doğrudan müdahalesi, Karpatlar nedeniyle lojistik olarak zor. Bu ülkeler en fazla, Rusya’ya kuzeyde yeni bir cephe açıp oyalama taktiği uygulayabilir.
Böyle bir durumda akla ilk gelen diğer NATO gücü, 2001’de NATO’nun Acil Müdahale Gücü olarak kurulan NATO İtalyan Hızlı Dağıtım Kolordusu olur.
Türkiye’nin konumu
Bütün bu simülasyonda, Türkiye’nin denge siyasetini bir kenara bırakıp, NATO’nun ikinci büyük kara ordusuna sahip bir ülke olarak ittifak yükümlülüklerine uyduğunu varsayalım. Bu durumda, Türkiye’nin olası adımları, birliklerini en geç 72 saat içinde Romanya’ya ulaştırma hedefini taşımalı.
2023 itibariyle Türkiye, 66. Mekanize Piyade Tugayı (İstanbul) veya Komando Tugayları gibi yüksek hazırlık seviyesine sahip birlikleriyle Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti (VJTF) içerisinde.
Bu bağlamda, İstanbul’daki 66. Mekanize Tugay ile Suriye operasyonlarından tecrübeli komando tugayları, Romanya’ya kara destek sağlayabilecek en hızlı birlikler olarak karşımıza çıkıyor.
Türk Donanması ayrıca, NATO’nun Standing NATO Maritime Group-2 (SNMG2) ve Standing NATO Mine Countermeasures Group-2 (SNMCMG2) gibi deniz görev gruplarına rotasyonel olarak fırkateyn, hücumbot ve mayın avlama gemileriyle katkı sağlayan, Karadeniz’de en büyük donanma gücüne sahip NATO gücü konumunda.
Aynı şekilde, Türkiye’nin hava gücü, Romanya’daki NATO üslerine hava yoluyla muharip birlik ve mühimmat takviyesi yapabilirken; SİHA’lar ve deniz karakol uçaklarıyla keşif ve caydırıcılık görevleri üstlenebilir ve çıkarma kabiliyetine sahip amfibi birlikler ve SAT/SAS komandoları da NATO harekât planı çerçevesinde Romanya topraklarına sevk edilebilir.
Elbette, Türkiye’nin böyle bir senaryoda doğrudan askeri çatışmaya dahil olması, Türkiye’ye atfedilen denge odaklı dış politika çizgisinin dışında kalan bir ihtimal olarak değerlendiriliyor.
Böyle bir simülasyonun gerçekleşmesi ihtimali, mevcut siyasi konjonktürde yine uzak bir ihtimal olduğu aşikar olarak, Rusya’nın önce Odessa’yı ele geçirip Moldova sınırına ulaşması, Moldova (Transdinyester) üzerinden hareketle Romanya’yı işgale kalkışması ihtimalinin gerçeğe dönüşmesiyle alakalı.
Ancak, Türkiye’nin savaşa dahli şimdilik uzak ihtimal olsa da, mevcut ‘caydırıcılık’ konseptinde yeni görevler üstlenmesi ihtimali artık yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.
Özellikle, ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupa’yı ‘terk ettiği’ bir siyasi iklimde gözler Türkiye’ye çevrilmişken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son olarak Antalya Diplomatik Forumu’nda yaptığı “Türkiye, Avrupa’nın güvenliği için sorumluluk almaya hazır” açıklaması, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Avrupa güvenlik mimarisinde daha aktif görevler alacağının en açık sinyallerinden biri.
Son dönemde Türk askerinin Ukrayna’ya gideceği sıkça konuşulsa da, NATO’nun önemli bir odak noktası olan Romanya’da da Türk birliklerini görmek sürpriz olmayacaktır.
Sonuç
NATO, Doğu Avrupa ile birlikte, Doğu Avrupa’yı da Rusya’nın olası saldırı rotalarından biri olarak değerlendiriyor ve savaş hazırlıklarını da buna göre şekillendiriyor. Trump dönemi ABD-Avrupa ilişkileri dalgalı seyrederken, yapılan hazırlıklar düşünüldüğünde iki tarafın da ABD’nin kısa vadede Avrupa’dan asker çekeceğine inanmadığı görülüyor. Keza, NATO ve ABD yetkilileri bu konuda ‘yatıştırma’ çabalarına başladı bile.
Öte yandan, NATO Rusya’nın saldırısında Romanya’yı stratejik bir rota olarak görüp, bölgeyi askeri açıdan kritik kabul ederken, böyle bir ülkenin NATO ve Avrupa Birliği (AB) karşıtı bir dönüşüm yaşamasının mevcut stratejilere vereceği ‘zarar’ da açıkça ortada. Bu da, Romanya’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turundan zaferle ayrıldığı halde, Calin Georgescu’nun adaylıktan dahi men edilerek yarış dışı bırakılmasının önemli sebeplerinden biri.
Görüş
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?

İran ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki müzakereler, uzun süren iniş çıkışların ardından nihayet dün, 12 Nisan’da Umman’ın Maskat şehrinde gerçekleşti. Bu, İranlı ve Amerikalı tarafların birbirleriyle ilk kez müzakere ettiği bir durum değil; ancak Ortadoğu’nun kaderinin bu denli bu görüşmelere bağlı olması bakımından ilk kez böyle bir süreç yaşanıyor. Bu nedenle de bu İran-ABD müzakereleri niteliği açısından, daha önce tecrübe edilenlerden oldukça farklıdır.
Bu müzakere turunda Tahran, önceki döneminde İran’a maksimum ekonomik baskı uygulayan Trump’ın şimdi de savaş tehdidini doğrudan İran’ın üzerine saldığı bir ortamda masaya oturmuştur. İsrail, Gazze’deki soykırımını sürdürerek kendisini bir “soykırım zaferi”nin kazananı gibi sunmaktadır; Hizbullah Lübnan’daki iç siyasi denklemde pasif bir konuma itilmiş durumdadır; Şam artık, İsrail’e karşı direnişi sürdürmek için İran’ın Hizbullah ve diğer Filistin direniş gruplarına destek hattını kurduğu aktörlerin kontrolünde değildir; İran’a yakın güçler Irak’ta iç siyasi çatışmalarla meşguldür; ve İran’ın kendisi de ciddi bir döviz ve ekonomik krizle karşı karşıyadır. Tüm bunlara paralel olarak İsrail, Trump’ı İran’a karşı etkili ve acı verici bir darbe indirmeye ikna etmek için tüm lobi gücünü seferber etmiştir. Çünkü onlara göre İran artık İsrail’e karşı sert ve sürekli darbelerle bir savaş yürütebilecek stratejik kapasitesini kaybetmiştir.
Ancak İran, bu tabloya karşı olarak İsraillilerin iddia ettiği gibi zayıf bir konumda olmadığını ısrarla vurgulamakta ve İran’a yönelik askeri bir saldırının “Amerikan askerlerinin hayatıyla kumar oynamak” anlamına geleceğini ifade etmektedir. (Bu ifade, İran İslam Cumhuriyeti Lideri’nin danışmanı Ali Laricani tarafından dile getirilmiştir.) İran, İsrail ve ABD’nin stratejik altyapılarına yönelik saldırı gerçekleştirmesi durumunda ağır darbeler alabileceğini kabul etmekle birlikte, karşılık olarak vereceği darbelerin de ABD ve İsrail için son derece acı verici olacağını vurgulamaktadır.
İran’ın ABD ve İsrail’in tehditlerine karşı geliştirdiği bir diğer strateji ise, yalnızca doğrudan saldırıya cevap vermekle yetinmeyip, ABD askerleri ve çıkarlarını Ortadoğu’daki tüm Arap ülkelerinde meşru hedef olarak göreceğini ilan etmiş olmasıdır. Bu da güvensizlik ve krizin Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar ve Hint Okyanusu gibi bölgelere yayılması anlamına gelir. Böyle bir gelişme, Arap ülkelerinin kırılgan güvenlik ortamını ciddi bir krizle karşı karşıya bırakacaktır.
İşte bu bağlamda, İran-ABD müzakereleri her ne kadar yeni bir olgu olmasa da, hiçbir zaman bölge güvenliği üzerinde bu denli belirleyici ve etkili olmamıştır.
Cumartesi görüşmesinden cumartesiler müzakerelerine!
Birkaç saat süren “dolaylı” görüşmelerin ardından her iki taraf da cumartesi günü gerçekleşen müzakereye dair olumlu bir tutum sergiledi. Görüşmelerin nasıl geçtiğine dair iki tarafın aktardığı bilgiler arasında belirgin bir fark ya da çelişki bulunmuyordu; hem İranlı müzakereci hem de Beyaz Saray görüşmeleri olumlu değerlendirdi. İran Dışişleri Bakanı ve başmüzakerecisi Abbas Arakçi, ABD ile yaptığı müzakereleri “yapıcı”, “umut verici” ve “karşılıklı saygı çerçevesinde” olarak tanımladı. Arakçi, “İran’ın tutumunu kararlılıkla ve ileriye dönük bir yaklaşımla açıkladım. Her iki taraf da bu süreci birkaç gün içinde sürdürme kararı aldı” ifadelerini kullandı.
Öte yandan, Beyaz Saray da Umman’ın ev sahipliğinde gerçekleşen ilk dolaylı İran–ABD görüşmesine ilişkin olarak müzakereleri “tam anlamıyla olumlu ve yapıcı” olarak nitelendirdi. Beyaz Saray, tarafların önümüzdeki cumartesi günü müzakereleri sürdürme konusunda anlaştığını vurguladı.
Beyaz Saray’ın açıklamasındaki dikkat çekici bir nokta da şu ifadeydi: “Witkoff, Arakçi’ye Başkan Trump’tan, iki ülke arasındaki anlaşmazlıkların mümkün olduğunca diplomasi ve diyalog yoluyla çözülmesi yönünde talimat aldığını iletti.”
Tahran ve Washington’un ilk tepkilerini karşılaştırdığımızda, her iki tarafın da ortak ve umut verici bir anlatı sunduğu görülmektedir. Bu da son haftalardaki gergin atmosferin en azından geçici olarak yatışmasına neden olmuş ve kısa vadede gerilimin azalabileceğine dair umutları artırmıştır.
Bununla birlikte, iki ülke arasındaki müzakere süreci karmaşık ve zorlu bir yoldur. Bu nedenle her ne kadar umut verici sinyaller alınsa da, her türlü gelişmeye hazırlıklı olmak gerekir. Ancak şu an için tarafların müzakereleri sürdürmeye hazır olduklarını göstermeleri, ABD’nin İran’ın kırmızı çizgileri olan nükleer endüstrinin tamamen kapatılması ve füze sanayisinin gündeme getirilmesini görüşme dışı tuttuğu anlamına gelir. Buna karşılık İran da nükleer silah üretmeyeceğine dair daha ciddi güvence ve taahhütler vermeye hazır görünmekte ve muhtemelen uranyum zenginleştirme seviyesini Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nda (JCPOA) üzerinde anlaşılmış düzeye geri getirmeye hazırdır.
Şimdiden umut edilebilir ki, eğer beklenmedik gelişmeler yaşanmazsa, İran’a uygulanan yaptırımların hafifletilmesi, dondurulmuş İran varlıklarının serbest bırakılması ya da İran’dan petrol alımı yapan ülkelere baskı uygulanmaması gibi başlıklar da önümüzdeki haftalarda müzakere edilecek konular arasında yer alacaktır.
Görünüşe göre önümüzdeki cumartesiler İran ve Ortadoğu için kader belirleyici günler olacak; haftanın sonu, haftanın kendisinden daha ilgi çekici hale gelecek.
Riskler
Cumartesi akşamından itibaren oluşan olumlu havaya rağmen, bu müzakereler hâlâ önemli risklerle karşı karşıyadır. Bu sürecin en büyük sorunu, İsrail’in açık muhalefetidir. İsrail, doğal olarak bu görüşmeleri İran’a yönelik “nihai darbe” stratejisiyle çelişkili görmektedir ve bu süreci sabote etmek için hiçbir girişimden kaçınmayacaktır. Bu sabotajlar; İran’ın nükleer ve füze faaliyetlerine dair yeni casusluk belgelerinin ifşa edilmesi, dünyanın farklı bölgelerinde sabotaj eylemlerinin gerçekleştirilmesi, İran’a yönelik provokatif eylemler (örneğin, İranlı yetkililere yönelik suikastler) gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Washington’daki Siyonist lobinin çabaları da İsrail’in elindeki diğer bir önemli koz olup, Amerikalı müzakerecilerin zihnini bulandırma konusunda etkili bir araçtır—ki bu, İran’ın sahip olmadığı bir avantajdır.
Bu müzakerelerin en önemli risklerinden bir diğeri de bizzat Donald Trump’ın kendisidir. Trump, kendini yüceltmeye büyük bir eğilim duyan bir figürdür ve Amerikan seçmeninin gözünde kendisini bir “kahraman” gibi göstermeye çalışmak, siyasi faaliyetlerinin temelini oluşturur. Bu nedenle de diğer taraflara yönelik küçümseyici ve aşağılayıcı bir dil kullanmaktan çekinmez. Onun bu ruhsal ve psikolojik yapısı, Amerika’nın kendisine yönelik buyurgan ve küçümseyici tutumlarına karşı aşırı hassasiyeti olan İran için her an her şeyin sona ermesi anlamına gelebilir. Her ne kadar İran’ın müzakerelerin “dolaylı” biçimde yürütülmesindeki ısrarı rasyonel görünmese de, bu tavır aslında İran’ın Amerikan tarafının kibri, sadakatsizliği ve geçmişteki ihanetlerinden kaynaklanan derin travmalarını yansıtmaktadır. Belki de İsrail’den sonra, Trump temsilcileri ile İranlılar arasındaki müzakerelerin başarısızlığa uğraması açısından en büyük risk, bizzat Trump’ın geveze dili ve kibirli karakteridir.
Bir diğer sorun ise, İran iç siyasetindeki denklem değişimlerinin müzakereleri etkileme ihtimalidir. Eğer bu görüşmelerden önemli kazanımlar elde edilirse, doğal olarak Pezeşkiyan hükümetinin siyasi ağırlığı artacaktır. Bu durum da, içerideki siyasi rakiplerini daha fazla harekete geçirecektir. Her ne kadar Pezeşkiyan hükümeti, Ruhani hükümetinin aksine, kamuoyunu oyalayan reklam şovlarından ve “hayal satma” diyebileceğimiz hamlelerden uzak durmakta ve başmüzakereci Abbas Arakçi de selefi Cevad Zarif’in aksine daha temkinli bir duruş sergilemekteyse de, tüm bu ihtiyatlı tutuma rağmen, iç siyasette hükümeti başarısız göstermeye yönelik sabotaj riski her zaman vardır.
Geçtiğimiz hafta İran’ın eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin özel kalem müdürü Mahmud Vaezi, bir röportajında şu ifadeyi kullanmıştı: “Garip bir şekilde, bu 40 yıl boyunca ne zaman çeşitli ülkelerle bir açılım yapmak istesek, ya ülke içinde ya da dışında bir olumsuz olay yaşandı.”
Bu tür olaylar, şu anki müzakereler için de tekrar yaşanabilecek tecrübeler olabilir.
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’daki Porsche fabrikaları tank üretmeye başlayacak
-
Görüş1 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 4
-
Görüş1 hafta önce
Yemen’de 48 saatlik Husi karargâhı ziyareti…
-
Ortadoğu2 hafta önce
İsrail’den Türkiye’ye “bombalı” mesaj
-
Avrupa1 hafta önce
Komünist Parti’ye karşı ilk ‘Twitter devrimi’: Moldova’da 16 yıl önce ne olmuştu?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Wolfgang Münchau: Trump’ın tarifeleri küreselleşmenin sonudur
-
Dünya Basını2 hafta önce
FT: İsrail anayasal krizin eşiğinde
-
Görüş1 hafta önce
Hindistan için Şili neden önemli?