Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Yeni dönemin gerçekleri akıllara seza türden. Sanayi Devrimi’nden bu yana ilk defa müreffeh Batı’da iktisadi gerileme ve sanayisizleşme gözlemleniyor. Son yıllarda 50 yıl öncekinden bambaşka bir noktaya gelen Çin’in büyümesinde bunun etkisi son derece fazla. Bununla beraber Küresel Güney olarak tabir edilen, yoksul, fazla nüfuslu ve potansiyel barındıran ülkelerin Çin ve Rusya gibi güçlerin etrafında kümelenmesi söz konusu. Daha önce Dünya Bankası’nda görev yapan Sırp asıllı Amerikalı ekonomist Branko Milanovic, Foreign Affairs dergisinde yer verilen makalesinde küresel terazideki değişimi tarihsel perspektiften ele alıyor.


Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları

Branko Milanovic
Foreign Affairs

Eşitsizlik döneminde yaşıyoruz, ya da bize sık sık öyle söyleniyor. Dünya genelinde ama özellikle de Batı’nın müreffeh ekonomilerinde, zenginler ile geri kalanlar arasındaki uçurum her geçen yıl büyüyerek uçurum haline geldi; bu durum kaygı yayıyor, öfkeyi körüklüyor ve siyaseti karıştırıyor. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın yükselişinden Birleşik Krallık’taki Brexit oylamasına, Fransa’daki “sarı yelekler” hareketinden dünyanın en yüksek gelir eşitsizliği oranlarından birine sahip olan Çin’deki emeklilerin son protestolarına kadar her şeyin sorumlusu olarak bu gösteriliyor. İddiaya göre küreselleşme bazı elitleri zenginleştirmiş olabilir, ancak bir zamanlar sanayinin kalbi olan bölgeleri harap ederek ve insanları popülist politikalara duyarlı hale getirerek diğer pek çok insana da zarar verdi.

Eğer her ülkeye tekil olarak bakacak olursanız bu tür anlatılarda doğru olan çok şey var. Ulus-devlet düzeyinin ötesine geçip tüm dünyaya baktığınızda resim farklı görünüyor. Bu ölçekte, yirmi birinci yüzyıldaki eşitsizlik hikayesi tam tersi; dünya 100 yılı aşkın süredir olduğundan daha eşit hale geliyor.

“Küresel eşitsizlik” terimi, ülkeler arasındaki fiyat farklılıklarına göre ayarlanmış, belirli bir zamanda tüm dünya vatandaşları arasındaki gelir eşitsizliğini ifade eder. Genelde Gini katsayısı ile ölçülür; bu katsayı, herkesin aynı miktarda kazandığı varsayımsal tam eşitlik durumu olan sıfırdan, tek bir bireyin tüm geliri elde ettiği bir başka varsayımsal durum olan 100’e kadar uzanır. Pek çok araştırmacının ampirik çalışmaları sayesinde iktisatçılar, son iki yüzyılda küresel eşitsizlik tahminindeki değişimin genel hatlarını çizebiliyor.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkışından yirminci yüzyılın ortalarına kadar, zenginlik Batılı sanayileşmiş ülkelerde yoğunlaştıkça küresel eşitsizlik de arttı. Bu, Soğuk Savaş döneminde, dünyanın yaygın olarak “Birinci Dünya”, “İkinci Dünya” ve “Üçüncü Dünya” olarak üç iktisadi gelişmişlik düzeyini ifade edecek şekilde bölündüğü dönemde zirveye ulaştı. Fakat daha sonra, yaklaşık 20 yıl önce, büyük ölçüde yakın zamana dek dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in iktisadi yükselişi sayesinde küresel eşitsizlik azalmaya başladı. Küresel eşitsizlik, 1988 yılında Gini endeksinde 69,4 ile en yüksek seviyesine ulaştı. Bu oran 2018’de 60,1’e düşerek on dokuzuncu yüzyılın sonundan bu yana görülmemiş bir seviyeye geriledi.

Küresel eşitliğin ivmelenmesi kaçınılmaz değil. Çin artık küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde azaltmaya yardımcı olamayacak kadar zenginleşti ve Hindistan gibi büyük ülkeler, Çin’e benzer bir etkiye sahip olmak için gereken ölçüde büyüyemeyebilir. Pek çok şey Afrika’daki ülkelerin nasıl bir performans göstereceğine bağlı; kıta küresel yoksulluk ve eşitsizlikteki bir sonraki büyük düşüşe güç verebilir. Ancak küresel eşitsizlik azalsa bile, bu tek tek ülkelerdeki sosyal ve siyasi çalkantıların azalacağı anlamına da gelmiyor, tam tersi söz konusu. Küresel ücretlerdeki büyük farklılıklar nedeniyle, yoksul Batılılar on yıllar boyunca dünyanın en çok kazanan insanları arasında yer aldı. Gelirleri artan Batı dışındakiler, yoksul ve orta sınıf Batılıları yüksek mevkilerinden edeceği için bu durum artık geçerli olmayacak. Bu türden değişim, müreffeh ülkelerde küresel standartlara göre varlıklı olanlarla olmayanlar arasındaki kutuplaşmanın altını çizecektir.

Üç eşitsizlik dönemi

Küresel eşitsizliğin ilk dönemi kabaca 1820’den 1950’ye kadar uzanıyor ve bu dönem, eşitsizliğin istikrarlı bir şekilde artmasıyla karakterize ediliyor. Sanayi Devrimi sırasında (1820 civarı), küresel eşitsizlik son derece mütevazıydı. En zengin ülkenin (Birleşik Krallık) GSYİH’si 1820 yılında en yoksul ülkenin (Nepal) GSYİH’sinden beş kat daha fazlaydı (Bugün en zengin ve en yoksul ülkelerin GSYİH’leri arasındaki eşdeğer oran 100’e 1’den fazla). 1820’de 50 olan toplam Gini skoru, günümüzde Brezilya ve Kolombiya gibi fazla eşitsiz ülkeler için tipik, ancak dünya geneli düşünüldüğünde, bu eşitsizlik seviyesi aslında oldukça düşük (Bir perspektif olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin Gini skoru şu anda 41 iken, eşitlikçiliğiyle övünen bir sosyal demokrasi olan Danimarka’nın skoru 27).

On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca küresel eşitsizliğin büyümesi, hem çeşitli ülkeler arasındaki uçurumların büyümesinden (kişi başına düşen GSYİH’lerdeki farklılıklarla ölçülür) hem de ülkeler içindeki daha büyük eşitsizliklerden (belirli bir ülkedeki yurttaşların gelirlerindeki farklılıklarla ölçülür) kaynaklanıyor. Ülkeler arasındaki farklılıklar, iktisat tarihçilerinin Büyük Ayrışma olarak adlandırdığı[1], bir yanda Batı Avrupa, Kuzey Amerika’nın sanayileşmekte olan ülkeleri ve daha sonra Japonya’nın diğer yanda kişi başına düşen gelirlerin durgunlaştığı ve hatta azaldığı Çin, Hindistan, alt Afrika kıtası, Orta Doğu ve Latin Amerika arasındaki artan eşitsizliği yansıtıyordu. Bu iktisadi farklılaşmanın siyasi ve askeri bir neticesi de vardı; yükselen emperyal ülkeler, can çekişen ya da fethedilenleri toz içinde bırakıyordu. Bu dönem, Avrupa’nın Afrika’nın büyük bölümünü fethetmesi, Hindistan ve Güneydoğu Asya’yı sömürgeleştirmesi ve Çin’i kısmen sömürgeleştirmesiyle aynı döneme denk geldi.

İkinci dönem yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanıyor. Bu dönemde, 67 ila 70 Gini puanı arasında dalgalanan çok yüksek bir küresel eşitsizlik söz konusuydu. Ülkeler arasındaki eşitsizlik son derece yüksekti; mesela 1952’de ABD, Çin’in 15 katı kişi başına düşen GSYİH’ye sahipti; dünya nüfusunun yüzde altısına sahip olan ABD, küresel üretimin yüzde 40’ını elinde tutuyordu. Fakat ülkeler arasındaki eşitsizlik neredeyse her yerde azalıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nde yüksek eğitimin orta sınıflar için daha geniş tabanlı ve karşılanabilir hale gelmesi ve refah devletinin temellerinin atılmasıyla, komünist Çin’de 1950’lerde büyük özel varlıkların kamulaştırılması ve ardından Kültür Devrimi’nin zorlayıcı eşitlikçiliğiyle, Sovyetler Birliği’nde ise Sovyet lideri Nikita Hroşçov’un reformlarının Stalinist nomenklatura‘nın[2] aşırı yüksek ücretlerini ve imtiyazlarını kesmesiyle düştü.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı -küresel eşitsizliğin en yüksek olduğu dönem- aynı zamanda “Üç Dünya”nın da dönemiydi: Çoğunluğu Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki zengin kapitalist ülkelerden oluşan Birinci Dünya, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere biraz daha yoksul sosyalist ülkelerden oluşan İkinci Dünya ve çoğu Afrika ve Asya’da bulunan ve pek çoğu sömürgecilikten yeni kurtulan yoksul ülkelerden oluşan Üçüncü Dünya. Latin Amerika ülkeleri, ortalama olarak diğer Üçüncü Dünya ülkelerinden daha zengin olmalarına ve on dokuzuncu yüzyılın başlarından bu yana bağımsızlıklarını ellerinde tutmalarına rağmen genelde bu son gruba dahil edilirler.

Bu dönem Soğuk Savaş’ın sona ermesini takip eden on yılda da devam etti ama yirmi birinci yüzyılın başında yerini yeni bir aşamaya bıraktı. Küresel eşitsizlik yaklaşık yirmi yıl önce düşmeye başladı ve bugün de düşmeye devam ediyor. Eşitsizlik 2000 yılı civarında 70 Gini puanından yirmi yıl sonra 60 Gini puanına geriledi. Küresel eşitsizlikteki bu düşüş, 20 yıl gibi kısa bir zamanda gerçekleşmiş olup, on dokuzuncu yüzyılda küresel eşitsizlikteki artıştan daha hızlı. Bu düşüş Asya’nın, özellikle de Çin’in yükselişinden kaynaklanıyor. Bu ülke küresel eşitsizliğin azalmasına bir dizi nedenden ötürü büyük bir katkıda bulundu; ekonomisi düşük bir temelden başladı ve bu nedenle iki nesil boyunca olağanüstü bir hızla büyüyebildi ve ülkenin nüfusu sayesinde büyüme, dünyadaki tüm insanların dörtte biri ile beşte birine dokundu.

Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Hindistan hem büyük nüfusu hem de greli yoksulluğu nedeniyle Çin’in son 20 yılda oynadığına benzer bir rol oynayabilir. Önümüzdeki yıllarda daha fazla Hintli zenginleşirse, genel küresel eşitsizliğin azaltılmasına ön ayak olacaklardır. Hindistan ekonomisinin akıbetine dair pek çok belirsizlik var ama son on yıllardaki kazanımları tartışılmaz. 1970’lerde Hindistan’ın küresel GSYİH’deki payı yüzde üçün altındayken, büyük bir sanayi gücü olan Almanya’nın payı yüzde yediydi. 2021 yılına gelindiğinde bu oranlar yer değiştirdi.

Fakat bu yüzyılın başından beri genel küresel eşitsizlik azalmış olsa bile Çin, Hindistan, Rusya, ABD ve hatta kıta Avrupa’sının refah devletleri de dahil olmak üzere pek çok büyük ülkede eşitsizlik arttı. Bu eğilim, sadece Latin Amerika, Bolivya, Brezilya, Meksika ve diğer ülkelerdeki geniş çaplı yeniden dağıtım programları yoluyla yüksek eşitsizlik azaltılarak tersine çevrildi. Üçüncü dönem, birinci dönemi andırıyor; dünyanın bir kısmında gelirlerin artışına, diğer bir kısmında ise göreli olarak düşmesine tanık olunuyor. İlk dönemde Batı’nın sanayileşmesi ve Hindistan’ın (o zamanlar yerli sanayileri bastıran İngilizlerin kontrolü altındaydı) eş zamanlı olarak sanayisizleşmesi söz konusuydu; üçüncü dönemde ise Çin’in sanayileşmesi ve bir dereceye kadar Batı’nın sanayisizleşmesi söz konusu. Ancak içinde bulunduğumuz dönem küresel eşitsizlik üzerinde tam tersi bir etki yarattı. On dokuzuncu yüzyılda Batı’nın yükselişi ülkeler arasındaki eşitsizliklerin artmasına yol açtı. Daha yakın dönemde ise Asya’nın yükselişi küresel eşitsizliğin azalmasını beraberinde getirdi. İlk dönem bir ayrışma dönemiydi; şimdiki dönem ise bir yakınlaşma dönemi.

Zirvede o kadar da yalnız değiller

Kişi seviyesine inildiğinde, Sanayi Devrimi’nden bu yana küresel gelir merdivenindeki bireysel konumların muhtemelen en fazla şekilde değiştiği görülecektir. Elbette insanlar statülerini, nadiren karşılaşacakları uzaktaki diğer insanlara göre değil, çevrelerindekilere göre önemseme eğiliminde olurlar. Fakat küresel gelir sıralamasında gerilemenin gerçek maliyetleri vardır. Küresel olarak fiyatlandırılan pek çok mal ve tecrübe -örneğin, uluslararası spor veya sanat etkinliklerine katılma, egzotik yerlerde tatil yapma, en yeni akıllı telefonu satın alma veya yeni bir televizyon dizisini izleme olanağı- Batı’daki orta sınıf insanlar finansal anlamda için giderek daha ulaşılmaz hale gelebilir. Bir Alman işçi Tayland’da yapacağı dört haftalık tatili, belki de daha az cazip olan başka bir yerde yapacağı daha kısa bir tatille ikame etmek zorunda kalabilir. Venedik’te bir daire sahibi olan dar gelirli bir İtalyan, gelirini artırmak için yıl boyunca kiraya vermesi gerektiğinden dairesinin tadını çıkaramayabilir.

Müreffeh ülkelerin alt gelir gruplarında yer alan insanlar, küresel gelir dağılımında tarihsel olarak üst sıralarda yer aldılar. Ancak şu an gelirleri bakımından Asya’daki insanlar tarafından sollanılıyorlar. Çin’in hızlı büyümesi küresel gelir dağılımının tüm veçhelerini yeniden şekillendirdi ama değişim en çok küresel sıralamanın orta ve üst-orta kısımlarında, yani Batı ülkelerinde genelde işçi sınıfından insanlarla dolu olan kısımda belirginleşti. Çin’in büyümesi daha yukarılarda, dünyada gelir elde edenlerin en üst yüzde beşinde daha az etki yarattı zira henüz yeterince Çinli, en varlıklı Batılıları, özellikle de son 150 ila 200 yıldır küresel gelir piramidinin en tepesine tarihsel olarak hâkim olan Amerikalıları yerinden edecek kadar zenginleşmedi.

Küresel gelir sıralamasının farklı ülkelerdeki insanlar açısından nasıl değiştiğini gösteren şuradaki grafik, 1988 ve 2018’de İtalya’daki ondalık dilimlerle karşılaştırıldığında Çin’deki kentsel ondalık dilimlerin (her bir ondalık dilim o ülkenin nüfusunun yüzde onundan oluşuyor ve en yoksuldan en zengine doğru sıralanıyor) konumlarını göteriyor. Çin’de kentsel ve kırsal alanlar için ayrı hane halkı anketleri yapıldığından ve Çin’in kentsel nüfusu (şu anda 900 milyondan fazla kişi) kırsal nüfusuna kıyasla dünyanın geri kalanıyla çok daha güçlü bir şekilde entegre olduğundan Çinli kent sakinlerinin verilerini kullanıyorum. Kentli Çinliler, 24 ila 29 küresel yüzdelik dilim arasında yükseldi, yani Çin’in belirli bir kentsel ondalık dilimindeki insanlar sadece 30 yıl içinde dünya nüfusunun dörtte birini veya daha fazlasını geçti. Örneğin, 1988 yılında Çin’de medyan kentsel gelire sahip bir kişi, küresel olarak 45. gelir yüzdelik diliminde yer alıyordu. Bu durumdaki bir kişi, 2018 yılına gelindiğinde 70. yüzdelik dilime yükselmiş olacaktır. Söz konusu dönemde Çin’de kişi başına düşen GSYİH’nin yılda ortalama yüzde sekiz gibi olağanüstü yüksek bir oranda büyüdüğü göz önüne alındığında bu durum hiç de şaşırtıcı değil. Fakat Çinli gelir sahiplerinin artan konumu, diğer ülkelerdeki gelir sahiplerinin göreli olarak gerilemesine neden oldu.

İtalya bu etkinin en bariz örneğini sunuyor. 1988 ile 2018 yılları arasında, ülkenin en alt diliminde yer alan ortalama İtalyanlar, küresel sıralamalarının yüzde 20 oranında düştüğüne şahit oldu. İtalya’nın ikinci ve üçüncü en düşük dilimleri küresel olarak sırasıyla altı ve iki yüzdelik dilim düştü. Bu arada, varlıklı İtalyanların küresel konumu Çin’in yükselişinden neredeyse hiç etkilenmedi; daha varlıklı İtalyanların, küresel dağılımın Çin’in büyümesinin muazzam bir değişime yol açtığı kısmının üzerinde yer alma eğiliminde oldukları ortaya çıktı. İtalya’da gözlemlenen değişimler sadece bu ülkeye özgü değil. Ülkesinin en yoksul gelir diliminde olan ortalama bir Alman, 1993’te küresel olarak 81. yüzdelik dilimden 2018’de 75. yüzdelik dilime geriledi. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise en yoksul dilimde yer alan ortalama bir kişi 1988 ve 2018 yılları arasında 74. yüzdelik dilimden 67. yüzdelik dilime geriledi. Fakat varlıklı Almanlar ve Amerikalılar daha önce oldukları yerde kaldılar, yani zirvede.

Veriler, sadece ülkelerdeki eşitsizlik çalışmalarına bakıldığında tespit edilmesi zor olan çarpıcı bir hikâyeyi ortaya koyuyor: Batı ülkeleri giderek küresel gelir dağılımının çok farklı kısımlarına ait insanlardan oluşuyor. Farklı küresel gelir konumları farklı tüketim kalıplarına karşılık geliyor ve bu kalıplar küresel modalardan etkileniyor. Sonuç olarak Batılı ülkelerdeki artan eşitsizlik hissiyatı, nüfusları gelir düzeyleriyle ölçüldüğünde, giderek daha fazla küresel gelir hiyerarşisinin çok farklı kısımlarına ait oldukça akut hale gelebilir. Ortaya çıkacak sosyal kutuplaşma, Batı toplumlarını, zenginlik ve yaşam tarzındaki uçurumların son derece belirgin olduğu pek çok Latin Amerika ülkesine benzetecektir.

Küresel gelir dağılımının orta kısmının aksine en tepedeki kesimin yapısı, son otuz yılda hemen hemen aynı -Batılıların hakimiyeti- kaldı. 1988’de 207 milyon kişi dünyanın en çok kazanan yüzde beşlik kesimini oluştururken, 2018’de bu sayı 330 milyona ulaşarak hem dünya nüfusundaki artışı hem de eldeki verilerin genişlemesini yansıttı. Bu insanlar “küresel varlıklılar” olarak adlandırılabilecek bir grubu temsil ediyor ve daha nadir görülen küresel en üst yüzde birin bir basamak altında yer alıyorlar.

Bu grubun çoğunluğunu Amerikalılar oluşturuyor. Hem 1988’de hem de 2018’de küresel olarak varlıklı olanların yüzde 40’ından fazlası ABD vatandaşıydı. Daha sonra İngiliz, Japon ve Alman vatandaşları geliyor. Genel anlamda Batılılar (Japonya dahil) grubun neredeyse yüzde 80’ini oluşturuyor. Kentli Çinliler küresel zenginler arasına daha yakın zamanda girdi. Onların payı da 2008’de yüzde 1,6 iken 2018’de yüzde 5,0’a yükseldi.

Asya ülkelerinden (Japonya hariç) sadece kentli Çinliler bu grupta yer alıyor. Kentli Hintlilerin ve Endonezyalıların küresel ilk yüzde beş içindeki payları 1988’de önemsizdi. Bu rakamlar 2008 ve 2018 yılları arasında çok az arttı: Hindistan’da yüzde 1,3’ten yüzde 1,5’e; Endonezya’da yüzde 0,3’ten yüzde 0,5’e. Bu oranlar ufak kalmaya devam ediyor. Aynı durum Afrika, Latin Amerika ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar için de geçerli; Brezilya ve Rusya’dakiler hariç, küresel olarak varlıklı olanlar arasına hiçbir zaman kayda değer bir katılım olmadı. Dolayısıyla küresel gelir dağılımının tepesi Batılıların, özellikle de Amerikalıların egemenliğinde kalmaya devam ediyor. Ancak Doğu Asya, özellikle de Çin ile Batı arasındaki büyüme oranları arasındaki fark devam ederse, küresel olarak varlıklı olanlardaki uyruk bileşimi de değişecektir. Bu değişim, dünyadaki iktisadi ve siyasi gücün dengesinin değişmesinin bir göstergesi. Bireysel düzeydeki bu verilerin gösterdiği şey, geçmişte olduğu gibi, bazı güçlerin yükselişi ve diğerlerinin göreli düşüşüdür.

Telafi

Küresel eşitsizliğin ilerideki seyrini tahmin etmek zor. Üç dış şok, içinde bulunduğumuz dönemi daha öncekilerden farklı kılıyor: Ülkelerin büyüme oranlarını düşüren Kovid-19 salgını (mesela Hindistan’ınki 2020’de eksi yüzde sekizdi); ABD ve Çin’in küresel GSYİH’nin üçte birinden fazlasını oluşturduğu göz önüne alındığında, küresel eşitsizliği kaçınılmaz olarak etkileyecek olan ABD-Çin ilişkilerinin bozulması ve dünya çapında gıda ve enerji fiyatlarını yükselten ve küresel ekonomiyi sarsan Rusya’nın Ukrayna’yı işgali.

Bu şoklar ve belirsiz mirasları, küresel eşitsizliğin akıbetini tahmin etmeyi iktisatçılar açısından zor bir görev haline getiriyor. Yine de bazı gelişmeler olası görünüyor. Birincisi, Çin’in artan zenginliği küresel eşitsizliği azaltma kabiliyetini sınırlayacak ve Çin’in üst-orta ve üst sınıfları küresel gelir dağılımının tepesine büyük sayılarda girmeye başlayacaktır. Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerden diğer Asyalıların artan gelirleri de benzeri bir etki yaratacaktır.

Önümüzdeki on yıllarda bir noktada, Çin ve Amerikan nüfuslarının küresel olarak varlıklı olanlar arasındaki payları yaklaşık olarak aynı hale gelebilir; yani, küresel standartlara göre Çin’de de ABD’deki kadar varlıklı insan olabilir. Böyle bir gelişme, dünyadaki iktisadi, teknolojik ve hatta kültürel gücün daha geniş bir değişimini yansıtacağı için önemli.

Bunun tam olarak ne zaman gerçekleşebileceğini belirlemek, iki ekonominin gelecekteki büyüme oranları, iç gelir dağılımlarındaki değişiklikler, demografik eğilimler ve Çin’in devam eden kentleşmesi de dahil olmak üzere pek çok varsayıma dayanan oldukça karmaşık bir hesaplama gerektiriyor. Ancak küresel olarak varlıklı Çinlilerin sayısının küresel olarak varlıklı Amerikalıların sayısına ne zaman eşit olacağını belirlemede en önemli faktör, daha hızlı büyüyen bir Çin ile ABD arasındaki kişi başına düşen GSYİH büyüme oranlarındaki fark. Bu fark (“büyüme farkı” olarak bilinir) 1980’lerde yüzde altı, 1990’larda yüzde yedi iken, Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılımı ile 2008’deki küresel mali kriz arasındaki dönemde yüzde dokuz puana yükseldi. Aradaki fark o zamandan bu yana yaklaşık yüzde dört buçuk puana düştü. Çin’in büyümesi önümüzdeki yıllarda muhtemelen yavaşlayacağı için bu fark daha da azalarak yüzde iki ila dört puan arasında olabilir. Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri şu anda Çin’den biraz daha yüksek bir orana sahip olsa bile, iki ülkenin nüfus artış oranları çok farklı olmayabilir.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, ABD medyan gelirine eşit veya daha yüksek gelir elde eden Çinlilerin mutlak sayısının bu tür Amerikalıların mutlak sayısıyla ne zaman eşleşeceğini tahmin etmek mümkün (İkincisi, tanım gereği, ABD nüfusunun yarısı.) Şu anda, 40 milyondan biraz az Çinli bu koşulu yerine getiriyor (yaklaşık 165 milyon Amerikalıya karşılık). Fakat yılda yaklaşık yüzde üçlük bir büyüme farkı ile 20 yıl içinde iki grup eşit büyüklükte olacaktır; eğer büyüme farkı daha küçükse (örneğin yılda sadece yüzde iki), eşitlik on yıl sonra sağlanacaktır.

Bundan bir ya da bir buçuk nesil sonrası, 1980’lerde Çin’in dışa açılmasından günümüze kadar geçen süreden daha kısa. Çin, Mao 1976’da öldüğünden bu yana kimsenin tahmin edemeyeceği bir şeye çok yaklaşmış durumda: 70 yıl içinde, o zamanlar yoksul olan bu ülkenin ABD kadar zengin vatandaşı olacak.

Afrika motoru

Bu dramatik dönüşümün bir sonucu olarak Çin, artık küresel eşitsizliğin azalmasına katkıda bulunmayacaktır. Ama Afrika ülkeleri gelecekte bu düşüşe öncülük edebilir. Afrika ülkelerinin bu hedefe ulaşmak için dünyanın geri kalanından, özellikle de Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ndeki (OECD) müreffeh ülkelerden ve Çin’den daha hızlı büyümesi gerekiyor. Bu ülkeler yalnızca çoğunlukla yoksul oldukları için değil, doğum oranları dünya genelinde ikame seviyelerinin altına düştüğü, Afrika’nın nüfusunun bu yüzyılda ve hatta belki de bir sonraki yüzyılda artması beklendiği için de burada oldukça önemli bir role sahip.

Ancak Afrika’nın Asya’nın son dönemdeki ekonomik başarısını tekrarlaması pek mümkün görünmüyor. Afrika’nın 1950 sonrası karnesi iyimser olmak için çok az gerekçe sunuyor. Varsayımsal bir hedef olarak en az beş yıl boyunca sürdürülen kişi başına yüzde beşlik büyüme oranını ele alalım; bu iddialı bir hedef ama ulaşılamaz değil, son 70 yılda sadece altı Afrika ülkesi bunu başarabildi. Bu istisnai büyüme dönemlerinin biri hariç tamamında (nüfus açısından) çok küçük ülkeler ve büyümeleri tek ihraç malına (Gabon ve Ekvator Ginesi’nde petrol, Fildişi Sahili’nde kakao) bağlı olan ülkeler söz konusu. Botsvana ve Yeşil Burun Adaları da bunu başardı, fakat bunlar çok küçük ülkeler. Etiyopya, 2005’ten 2017’ye kadar 13 yıl üst üste yüksek büyüme oranını sürdüren tek kalabalık ülkeydi (100 milyondan fazla nüfusa sahip). Bu eğilim, 2020’de yeni bir iç savaşın patlak vermesi ve Eritre ile tekrar başlayan çatışma nedeniyle o zamandan bu yana sona erdi.

Bu basit egzersiz, en kalabalık Afrika ülkeleri olan Nijerya, Etiyopya, Mısır, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya ve Güney Afrika’nın, Çin’in son yıllarda küresel eşitsizliği azaltmada oynadığı rolü oynamak için tarihi trendleri değiştirmesi gerektiğini gösteriyor. Elbette pek çok gözlemci Asya’nın muazzam bir iktisadi büyüme göstermesinin mümkün olmadığını düşünüyordu. Mesela İsveçli iktisatçı ve Nobel Ödülü sahibi Gunnar Myrdal, 1968 tarihli An Inquiry Into the Poverty of Nations (Asya Dramı: Ulusların Yoksulluğu Üzerine İnceleme) adlı kitabında, Asya’nın görünürdeki aşırı nüfusu ve sınırlı teknolojik ilerlemesi göz önüne alındığında, öngörülebilir gelecekte yoksul kalacağını öngörmüştü. Ancak Myrdal’ın kitabının yayımlanmasından sadece on yıl sonra bölge, olağanüstü yüksek büyüme oranları kaydetmeye başladı ve bazı teknoloji alanlarında lider konumuna geldi.

Yardımların büyüme için kayda değer bir itici güç oluşturması pek mümkün değil. Batı’nın Afrika’ya sunduğu yardımlarla ilgili son altmış yıllık tecrübe, bu tür bir desteğin ülkede kalkınmayı garanti etmediğini açıkça gösteriyor. Yardım hem yetersiz hem de önemsiz. Yetersiz çünkü müreffeh ülkeler hiçbir zaman GSYİH’lerinin büyük bir kısmını dış yardıma ayırmadılar; dünyanın en zengin ülkesi olan ABD şu anda GSYİH’sinin sadece yüzde 0,18’ini yardım olarak veriyor ve bunun önemli bir kısmı da “güvenlikle ilgili” şeklinde tasnif ediliyor ve ABD’den askeri teçhizat alımları için kullanılıyor. Fakat yardım miktarları daha fazla olsa bile bu miktarlar önemsiz olacaktır. Afrikalı yardım alıcılarının sicili, bu tür desteklerin anlamlı bir iktisadi büyüme yaratmakta başarısız olduğunu gösteriyor. Yardımlar genelde yanlış dağıtılıyor ve hatta çalınıyor. Bu, özellikle kıymetli bir ürün bahşedilmiş bir ülkenin hala düşük performans gösterdiği “kaynak laneti” gibi etkiler yaratıyor; yani anlamlı bir takip veya daha sürdürülebilir, geniş çapta paylaşılan refah olmadan muazzam başlangıç kazançları görüyorlar.

Afrika’nın durgunluğu devam ederse, bu durgunluk pek çok insanı göç etmeye itmeye devam edecektir. Nihayetinde, göçten elde edilen kazançlar muazzam: Tunus’ta medyan gelire sahip bir kişi Fransa’ya taşınır ve orada, örneğin 20. Fransız gelir yüzdelik diliminde kazanmaya başlarsa, çocukları için daha iyi yaşam şansları yaratmanın yanı sıra kazancını neredeyse üç katına çıkarmış olacaktır. Sahra altı Afrikalılar Avrupa’ya taşınarak daha da fazla kazanabilirler: Uganda’da medyan gelir elde eden bir kişi Norveç’e taşınır ve Norveç’in 20. yüzdelik dilimi seviyesinde kazanırsa kazancını 18 katına çıkarmış olacaktır. Afrika ekonomilerinin daha zengin akranlarını yakalayamaması (ve dolayısıyla küresel gelir eşitsizliğinde gelecekte bir azalma sağlayamaması) daha fazla göçü teşvik edecek ve müreffeh ülkelerde, özellikle de Avrupa’da yabancı düşmanı, nativist siyasi partileri güçlendirebilecektir.

Afrika’nın doğal kaynaklarının bolluğu süregelen yoksulluğu ve zayıf hükümetleriyle birleştiğinde, baskın küresel güçlerin kıta üzerinde rekabet etmesine yol açacaktır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Batı Afrika’yı ihmal etmiş olsa da Çin’in kıtaya yaptığı son yatırımlar ABD ve diğerlerini kıtanın önemi konusunda uyardı. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), sadece dikkatini Afrika’ya kaydırmakla kalmayıp aynı zamanda Çin’in tercih ettiklerine benzer şekilde daha fazla “tuğla ve harç” altyapı projelerine odaklanmaya karar vererek dolaylı yoldan Çin’in gururunu okşadı. Afrika ülkeleri büyük güç rekabetinin kendileri için o kadar da kötü olmayabileceğini öğreniyorlar, zira bir süper gücü diğerine karşı oynayabilirler. Fakat kıtanın müttefikler ve düşmanlar olarak bölündüğü, bunların da rekabet ettiği ve hatta savaşa girdiği daha kötü bir senaryo da var. Bu kaos, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun başarısını tekrarlayabilecek bir ortak Afrika pazarı idealini daha da uzak bir ihtimal haline getirecektir. Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde bastırabilecek bir büyüme artışı yakalama ihtimali zayıf.

Geleceğin dünyası

Küresel eşitsizlik hangi yönde ilerlerse ilerlesin, önümüzde ciddi bir değişim var. Çin’in büyümesi önemli ölçüde yavaşlamadığı sürece, Çin vatandaşlarının küresel gelir dağılımının üst kesimlerindeki payı artmaya devam edecek ve buna paralel olarak Batılıların bu gruptaki payı azalacaktır. Bu değişim, Sanayi Devrimi’nden bu yana var olan, Batılıların ezici bir çoğunlukla küresel gelir piramidinin tepesinde temsil edildiği ve yoksul Batılıların bile küresel anlamda üst sıralarda yer aldığı durumdan belirgin bir değişimi ifade edecektir. Batı’daki alt ve alt-orta sınıfların küresel gelir konumundaki kademeli düşüşü, yeni bir yerel kutuplaşma kaynağı yaratıyor: Belirli bir Batı ülkesindeki zenginler küresel anlamda zengin kalmaya devam edecek ama o ülkedeki yoksullar küresel sıralamada aşağıya doğru kayacak. Küresel eşitsizliğin azalma eğilimine girmesi için kalabalık Afrika ülkelerinde güçlü bir iktisadi büyümeye ihtiyaç var ama bu pek olası görünmüyor. Afrika’dan yapılan göç, kıtanın kaynakları üzerindeki büyük güç rekabeti, yoksulluk ve zayıf hükümetlerin devamlılığı, Afrika’nın geçmişte olduğu gibi muhtemelen geleceğinde de yer alacak.

Yine de daha eşit bir dünya, faydalı bir hedef olmaya devam ediyor. Ülkeler arasında eşitliğin önemini, ekonomi politiğinin kurucusu olan on sekizinci yüzyıl İskoç filozof Adam Smith’ten daha iyi kavramış çok az düşünür var. Büyük eseri Ulusların Zenginliği‘nde[3], Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki zenginlik ve güç uçurumunun nasıl sömürgeleştirmeye ve haksız savaşlara yol açtığını gözlemlemiş, “Güç üstünlüğü… Avrupalıların elindeki güç öylesine büyüktü ki, bu uzak ülkelerde her türlü adaletsizliği cezasızlıkla yapabiliyorlardı,” diye yazmıştı. Büyük eşitsizlikler şiddeti ve acımasızlığı körüklüyordu, ancak Smith yine de umuda yer bırakıyordu. Smith, “Belki bundan sonra bu ülkelerin yerlileri daha da güçlenebilir ya da Avrupa’nın yerlileri daha da zayıflayabilir. Ve dünyanın tüm farklı bölgelerinin sakinleri, karşılıklı korku uyandırarak, bağımsız ulusların adaletsizliğini tek başına aşıp birbirlerinin haklarına bir tür saygı duymalarını sağlayacak cesaret ve güç eşitliğine ulaşabilirler,” hayalini kuruyordu.

[1] Diğer adıyla “Avrupa mucizesi”; Batı dünyasının (yani Batı Avrupa toplumlarının baskın hale geldiği ülkelerinin) 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Babür Hindistan’ı, Qing Çin’i, Tokugawa Japonyası ve Joseon Kore’sini gölgede bırakarak dünyanın en güçlü ve zengin medeniyeti olarak ortaya çıktığı sosyoekonomik değişim. (ç.n.)

[2] Sovyet bürokrasisinde çeşitli önemli idari mevkileri tutan elitler için kullanılan terim. (ç.n.)

[3] İktisatçı Adam Smith’in 1776’da çıkan eseri, çağdaş iktisat alanındaki ilk eser. Klasik ekonominin en temel eserlerinden birisi olarak kabul görür. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English