DÜNYA BASINI
Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Yeni dönemin gerçekleri akıllara seza türden. Sanayi Devrimi’nden bu yana ilk defa müreffeh Batı’da iktisadi gerileme ve sanayisizleşme gözlemleniyor. Son yıllarda 50 yıl öncekinden bambaşka bir noktaya gelen Çin’in büyümesinde bunun etkisi son derece fazla. Bununla beraber Küresel Güney olarak tabir edilen, yoksul, fazla nüfuslu ve potansiyel barındıran ülkelerin Çin ve Rusya gibi güçlerin etrafında kümelenmesi söz konusu. Daha önce Dünya Bankası’nda görev yapan Sırp asıllı Amerikalı ekonomist Branko Milanovic, Foreign Affairs dergisinde yer verilen makalesinde küresel terazideki değişimi tarihsel perspektiften ele alıyor.
Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları
Branko Milanovic
Foreign Affairs
Eşitsizlik döneminde yaşıyoruz, ya da bize sık sık öyle söyleniyor. Dünya genelinde ama özellikle de Batı’nın müreffeh ekonomilerinde, zenginler ile geri kalanlar arasındaki uçurum her geçen yıl büyüyerek uçurum haline geldi; bu durum kaygı yayıyor, öfkeyi körüklüyor ve siyaseti karıştırıyor. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın yükselişinden Birleşik Krallık’taki Brexit oylamasına, Fransa’daki “sarı yelekler” hareketinden dünyanın en yüksek gelir eşitsizliği oranlarından birine sahip olan Çin’deki emeklilerin son protestolarına kadar her şeyin sorumlusu olarak bu gösteriliyor. İddiaya göre küreselleşme bazı elitleri zenginleştirmiş olabilir, ancak bir zamanlar sanayinin kalbi olan bölgeleri harap ederek ve insanları popülist politikalara duyarlı hale getirerek diğer pek çok insana da zarar verdi.
Eğer her ülkeye tekil olarak bakacak olursanız bu tür anlatılarda doğru olan çok şey var. Ulus-devlet düzeyinin ötesine geçip tüm dünyaya baktığınızda resim farklı görünüyor. Bu ölçekte, yirmi birinci yüzyıldaki eşitsizlik hikayesi tam tersi; dünya 100 yılı aşkın süredir olduğundan daha eşit hale geliyor.
“Küresel eşitsizlik” terimi, ülkeler arasındaki fiyat farklılıklarına göre ayarlanmış, belirli bir zamanda tüm dünya vatandaşları arasındaki gelir eşitsizliğini ifade eder. Genelde Gini katsayısı ile ölçülür; bu katsayı, herkesin aynı miktarda kazandığı varsayımsal tam eşitlik durumu olan sıfırdan, tek bir bireyin tüm geliri elde ettiği bir başka varsayımsal durum olan 100’e kadar uzanır. Pek çok araştırmacının ampirik çalışmaları sayesinde iktisatçılar, son iki yüzyılda küresel eşitsizlik tahminindeki değişimin genel hatlarını çizebiliyor.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkışından yirminci yüzyılın ortalarına kadar, zenginlik Batılı sanayileşmiş ülkelerde yoğunlaştıkça küresel eşitsizlik de arttı. Bu, Soğuk Savaş döneminde, dünyanın yaygın olarak “Birinci Dünya”, “İkinci Dünya” ve “Üçüncü Dünya” olarak üç iktisadi gelişmişlik düzeyini ifade edecek şekilde bölündüğü dönemde zirveye ulaştı. Fakat daha sonra, yaklaşık 20 yıl önce, büyük ölçüde yakın zamana dek dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in iktisadi yükselişi sayesinde küresel eşitsizlik azalmaya başladı. Küresel eşitsizlik, 1988 yılında Gini endeksinde 69,4 ile en yüksek seviyesine ulaştı. Bu oran 2018’de 60,1’e düşerek on dokuzuncu yüzyılın sonundan bu yana görülmemiş bir seviyeye geriledi.
Küresel eşitliğin ivmelenmesi kaçınılmaz değil. Çin artık küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde azaltmaya yardımcı olamayacak kadar zenginleşti ve Hindistan gibi büyük ülkeler, Çin’e benzer bir etkiye sahip olmak için gereken ölçüde büyüyemeyebilir. Pek çok şey Afrika’daki ülkelerin nasıl bir performans göstereceğine bağlı; kıta küresel yoksulluk ve eşitsizlikteki bir sonraki büyük düşüşe güç verebilir. Ancak küresel eşitsizlik azalsa bile, bu tek tek ülkelerdeki sosyal ve siyasi çalkantıların azalacağı anlamına da gelmiyor, tam tersi söz konusu. Küresel ücretlerdeki büyük farklılıklar nedeniyle, yoksul Batılılar on yıllar boyunca dünyanın en çok kazanan insanları arasında yer aldı. Gelirleri artan Batı dışındakiler, yoksul ve orta sınıf Batılıları yüksek mevkilerinden edeceği için bu durum artık geçerli olmayacak. Bu türden değişim, müreffeh ülkelerde küresel standartlara göre varlıklı olanlarla olmayanlar arasındaki kutuplaşmanın altını çizecektir.
Üç eşitsizlik dönemi
Küresel eşitsizliğin ilk dönemi kabaca 1820’den 1950’ye kadar uzanıyor ve bu dönem, eşitsizliğin istikrarlı bir şekilde artmasıyla karakterize ediliyor. Sanayi Devrimi sırasında (1820 civarı), küresel eşitsizlik son derece mütevazıydı. En zengin ülkenin (Birleşik Krallık) GSYİH’si 1820 yılında en yoksul ülkenin (Nepal) GSYİH’sinden beş kat daha fazlaydı (Bugün en zengin ve en yoksul ülkelerin GSYİH’leri arasındaki eşdeğer oran 100’e 1’den fazla). 1820’de 50 olan toplam Gini skoru, günümüzde Brezilya ve Kolombiya gibi fazla eşitsiz ülkeler için tipik, ancak dünya geneli düşünüldüğünde, bu eşitsizlik seviyesi aslında oldukça düşük (Bir perspektif olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin Gini skoru şu anda 41 iken, eşitlikçiliğiyle övünen bir sosyal demokrasi olan Danimarka’nın skoru 27).
On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca küresel eşitsizliğin büyümesi, hem çeşitli ülkeler arasındaki uçurumların büyümesinden (kişi başına düşen GSYİH’lerdeki farklılıklarla ölçülür) hem de ülkeler içindeki daha büyük eşitsizliklerden (belirli bir ülkedeki yurttaşların gelirlerindeki farklılıklarla ölçülür) kaynaklanıyor. Ülkeler arasındaki farklılıklar, iktisat tarihçilerinin Büyük Ayrışma olarak adlandırdığı[1], bir yanda Batı Avrupa, Kuzey Amerika’nın sanayileşmekte olan ülkeleri ve daha sonra Japonya’nın diğer yanda kişi başına düşen gelirlerin durgunlaştığı ve hatta azaldığı Çin, Hindistan, alt Afrika kıtası, Orta Doğu ve Latin Amerika arasındaki artan eşitsizliği yansıtıyordu. Bu iktisadi farklılaşmanın siyasi ve askeri bir neticesi de vardı; yükselen emperyal ülkeler, can çekişen ya da fethedilenleri toz içinde bırakıyordu. Bu dönem, Avrupa’nın Afrika’nın büyük bölümünü fethetmesi, Hindistan ve Güneydoğu Asya’yı sömürgeleştirmesi ve Çin’i kısmen sömürgeleştirmesiyle aynı döneme denk geldi.
İkinci dönem yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanıyor. Bu dönemde, 67 ila 70 Gini puanı arasında dalgalanan çok yüksek bir küresel eşitsizlik söz konusuydu. Ülkeler arasındaki eşitsizlik son derece yüksekti; mesela 1952’de ABD, Çin’in 15 katı kişi başına düşen GSYİH’ye sahipti; dünya nüfusunun yüzde altısına sahip olan ABD, küresel üretimin yüzde 40’ını elinde tutuyordu. Fakat ülkeler arasındaki eşitsizlik neredeyse her yerde azalıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nde yüksek eğitimin orta sınıflar için daha geniş tabanlı ve karşılanabilir hale gelmesi ve refah devletinin temellerinin atılmasıyla, komünist Çin’de 1950’lerde büyük özel varlıkların kamulaştırılması ve ardından Kültür Devrimi’nin zorlayıcı eşitlikçiliğiyle, Sovyetler Birliği’nde ise Sovyet lideri Nikita Hroşçov’un reformlarının Stalinist nomenklatura‘nın[2] aşırı yüksek ücretlerini ve imtiyazlarını kesmesiyle düştü.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısı -küresel eşitsizliğin en yüksek olduğu dönem- aynı zamanda “Üç Dünya”nın da dönemiydi: Çoğunluğu Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki zengin kapitalist ülkelerden oluşan Birinci Dünya, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere biraz daha yoksul sosyalist ülkelerden oluşan İkinci Dünya ve çoğu Afrika ve Asya’da bulunan ve pek çoğu sömürgecilikten yeni kurtulan yoksul ülkelerden oluşan Üçüncü Dünya. Latin Amerika ülkeleri, ortalama olarak diğer Üçüncü Dünya ülkelerinden daha zengin olmalarına ve on dokuzuncu yüzyılın başlarından bu yana bağımsızlıklarını ellerinde tutmalarına rağmen genelde bu son gruba dahil edilirler.
Bu dönem Soğuk Savaş’ın sona ermesini takip eden on yılda da devam etti ama yirmi birinci yüzyılın başında yerini yeni bir aşamaya bıraktı. Küresel eşitsizlik yaklaşık yirmi yıl önce düşmeye başladı ve bugün de düşmeye devam ediyor. Eşitsizlik 2000 yılı civarında 70 Gini puanından yirmi yıl sonra 60 Gini puanına geriledi. Küresel eşitsizlikteki bu düşüş, 20 yıl gibi kısa bir zamanda gerçekleşmiş olup, on dokuzuncu yüzyılda küresel eşitsizlikteki artıştan daha hızlı. Bu düşüş Asya’nın, özellikle de Çin’in yükselişinden kaynaklanıyor. Bu ülke küresel eşitsizliğin azalmasına bir dizi nedenden ötürü büyük bir katkıda bulundu; ekonomisi düşük bir temelden başladı ve bu nedenle iki nesil boyunca olağanüstü bir hızla büyüyebildi ve ülkenin nüfusu sayesinde büyüme, dünyadaki tüm insanların dörtte biri ile beşte birine dokundu.
Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Hindistan hem büyük nüfusu hem de greli yoksulluğu nedeniyle Çin’in son 20 yılda oynadığına benzer bir rol oynayabilir. Önümüzdeki yıllarda daha fazla Hintli zenginleşirse, genel küresel eşitsizliğin azaltılmasına ön ayak olacaklardır. Hindistan ekonomisinin akıbetine dair pek çok belirsizlik var ama son on yıllardaki kazanımları tartışılmaz. 1970’lerde Hindistan’ın küresel GSYİH’deki payı yüzde üçün altındayken, büyük bir sanayi gücü olan Almanya’nın payı yüzde yediydi. 2021 yılına gelindiğinde bu oranlar yer değiştirdi.
Fakat bu yüzyılın başından beri genel küresel eşitsizlik azalmış olsa bile Çin, Hindistan, Rusya, ABD ve hatta kıta Avrupa’sının refah devletleri de dahil olmak üzere pek çok büyük ülkede eşitsizlik arttı. Bu eğilim, sadece Latin Amerika, Bolivya, Brezilya, Meksika ve diğer ülkelerdeki geniş çaplı yeniden dağıtım programları yoluyla yüksek eşitsizlik azaltılarak tersine çevrildi. Üçüncü dönem, birinci dönemi andırıyor; dünyanın bir kısmında gelirlerin artışına, diğer bir kısmında ise göreli olarak düşmesine tanık olunuyor. İlk dönemde Batı’nın sanayileşmesi ve Hindistan’ın (o zamanlar yerli sanayileri bastıran İngilizlerin kontrolü altındaydı) eş zamanlı olarak sanayisizleşmesi söz konusuydu; üçüncü dönemde ise Çin’in sanayileşmesi ve bir dereceye kadar Batı’nın sanayisizleşmesi söz konusu. Ancak içinde bulunduğumuz dönem küresel eşitsizlik üzerinde tam tersi bir etki yarattı. On dokuzuncu yüzyılda Batı’nın yükselişi ülkeler arasındaki eşitsizliklerin artmasına yol açtı. Daha yakın dönemde ise Asya’nın yükselişi küresel eşitsizliğin azalmasını beraberinde getirdi. İlk dönem bir ayrışma dönemiydi; şimdiki dönem ise bir yakınlaşma dönemi.
Zirvede o kadar da yalnız değiller
Kişi seviyesine inildiğinde, Sanayi Devrimi’nden bu yana küresel gelir merdivenindeki bireysel konumların muhtemelen en fazla şekilde değiştiği görülecektir. Elbette insanlar statülerini, nadiren karşılaşacakları uzaktaki diğer insanlara göre değil, çevrelerindekilere göre önemseme eğiliminde olurlar. Fakat küresel gelir sıralamasında gerilemenin gerçek maliyetleri vardır. Küresel olarak fiyatlandırılan pek çok mal ve tecrübe -örneğin, uluslararası spor veya sanat etkinliklerine katılma, egzotik yerlerde tatil yapma, en yeni akıllı telefonu satın alma veya yeni bir televizyon dizisini izleme olanağı- Batı’daki orta sınıf insanlar finansal anlamda için giderek daha ulaşılmaz hale gelebilir. Bir Alman işçi Tayland’da yapacağı dört haftalık tatili, belki de daha az cazip olan başka bir yerde yapacağı daha kısa bir tatille ikame etmek zorunda kalabilir. Venedik’te bir daire sahibi olan dar gelirli bir İtalyan, gelirini artırmak için yıl boyunca kiraya vermesi gerektiğinden dairesinin tadını çıkaramayabilir.
Müreffeh ülkelerin alt gelir gruplarında yer alan insanlar, küresel gelir dağılımında tarihsel olarak üst sıralarda yer aldılar. Ancak şu an gelirleri bakımından Asya’daki insanlar tarafından sollanılıyorlar. Çin’in hızlı büyümesi küresel gelir dağılımının tüm veçhelerini yeniden şekillendirdi ama değişim en çok küresel sıralamanın orta ve üst-orta kısımlarında, yani Batı ülkelerinde genelde işçi sınıfından insanlarla dolu olan kısımda belirginleşti. Çin’in büyümesi daha yukarılarda, dünyada gelir elde edenlerin en üst yüzde beşinde daha az etki yarattı zira henüz yeterince Çinli, en varlıklı Batılıları, özellikle de son 150 ila 200 yıldır küresel gelir piramidinin en tepesine tarihsel olarak hâkim olan Amerikalıları yerinden edecek kadar zenginleşmedi.
Küresel gelir sıralamasının farklı ülkelerdeki insanlar açısından nasıl değiştiğini gösteren şuradaki grafik, 1988 ve 2018’de İtalya’daki ondalık dilimlerle karşılaştırıldığında Çin’deki kentsel ondalık dilimlerin (her bir ondalık dilim o ülkenin nüfusunun yüzde onundan oluşuyor ve en yoksuldan en zengine doğru sıralanıyor) konumlarını göteriyor. Çin’de kentsel ve kırsal alanlar için ayrı hane halkı anketleri yapıldığından ve Çin’in kentsel nüfusu (şu anda 900 milyondan fazla kişi) kırsal nüfusuna kıyasla dünyanın geri kalanıyla çok daha güçlü bir şekilde entegre olduğundan Çinli kent sakinlerinin verilerini kullanıyorum. Kentli Çinliler, 24 ila 29 küresel yüzdelik dilim arasında yükseldi, yani Çin’in belirli bir kentsel ondalık dilimindeki insanlar sadece 30 yıl içinde dünya nüfusunun dörtte birini veya daha fazlasını geçti. Örneğin, 1988 yılında Çin’de medyan kentsel gelire sahip bir kişi, küresel olarak 45. gelir yüzdelik diliminde yer alıyordu. Bu durumdaki bir kişi, 2018 yılına gelindiğinde 70. yüzdelik dilime yükselmiş olacaktır. Söz konusu dönemde Çin’de kişi başına düşen GSYİH’nin yılda ortalama yüzde sekiz gibi olağanüstü yüksek bir oranda büyüdüğü göz önüne alındığında bu durum hiç de şaşırtıcı değil. Fakat Çinli gelir sahiplerinin artan konumu, diğer ülkelerdeki gelir sahiplerinin göreli olarak gerilemesine neden oldu.
İtalya bu etkinin en bariz örneğini sunuyor. 1988 ile 2018 yılları arasında, ülkenin en alt diliminde yer alan ortalama İtalyanlar, küresel sıralamalarının yüzde 20 oranında düştüğüne şahit oldu. İtalya’nın ikinci ve üçüncü en düşük dilimleri küresel olarak sırasıyla altı ve iki yüzdelik dilim düştü. Bu arada, varlıklı İtalyanların küresel konumu Çin’in yükselişinden neredeyse hiç etkilenmedi; daha varlıklı İtalyanların, küresel dağılımın Çin’in büyümesinin muazzam bir değişime yol açtığı kısmının üzerinde yer alma eğiliminde oldukları ortaya çıktı. İtalya’da gözlemlenen değişimler sadece bu ülkeye özgü değil. Ülkesinin en yoksul gelir diliminde olan ortalama bir Alman, 1993’te küresel olarak 81. yüzdelik dilimden 2018’de 75. yüzdelik dilime geriledi. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise en yoksul dilimde yer alan ortalama bir kişi 1988 ve 2018 yılları arasında 74. yüzdelik dilimden 67. yüzdelik dilime geriledi. Fakat varlıklı Almanlar ve Amerikalılar daha önce oldukları yerde kaldılar, yani zirvede.
Veriler, sadece ülkelerdeki eşitsizlik çalışmalarına bakıldığında tespit edilmesi zor olan çarpıcı bir hikâyeyi ortaya koyuyor: Batı ülkeleri giderek küresel gelir dağılımının çok farklı kısımlarına ait insanlardan oluşuyor. Farklı küresel gelir konumları farklı tüketim kalıplarına karşılık geliyor ve bu kalıplar küresel modalardan etkileniyor. Sonuç olarak Batılı ülkelerdeki artan eşitsizlik hissiyatı, nüfusları gelir düzeyleriyle ölçüldüğünde, giderek daha fazla küresel gelir hiyerarşisinin çok farklı kısımlarına ait oldukça akut hale gelebilir. Ortaya çıkacak sosyal kutuplaşma, Batı toplumlarını, zenginlik ve yaşam tarzındaki uçurumların son derece belirgin olduğu pek çok Latin Amerika ülkesine benzetecektir.
Küresel gelir dağılımının orta kısmının aksine en tepedeki kesimin yapısı, son otuz yılda hemen hemen aynı -Batılıların hakimiyeti- kaldı. 1988’de 207 milyon kişi dünyanın en çok kazanan yüzde beşlik kesimini oluştururken, 2018’de bu sayı 330 milyona ulaşarak hem dünya nüfusundaki artışı hem de eldeki verilerin genişlemesini yansıttı. Bu insanlar “küresel varlıklılar” olarak adlandırılabilecek bir grubu temsil ediyor ve daha nadir görülen küresel en üst yüzde birin bir basamak altında yer alıyorlar.
Bu grubun çoğunluğunu Amerikalılar oluşturuyor. Hem 1988’de hem de 2018’de küresel olarak varlıklı olanların yüzde 40’ından fazlası ABD vatandaşıydı. Daha sonra İngiliz, Japon ve Alman vatandaşları geliyor. Genel anlamda Batılılar (Japonya dahil) grubun neredeyse yüzde 80’ini oluşturuyor. Kentli Çinliler küresel zenginler arasına daha yakın zamanda girdi. Onların payı da 2008’de yüzde 1,6 iken 2018’de yüzde 5,0’a yükseldi.
Asya ülkelerinden (Japonya hariç) sadece kentli Çinliler bu grupta yer alıyor. Kentli Hintlilerin ve Endonezyalıların küresel ilk yüzde beş içindeki payları 1988’de önemsizdi. Bu rakamlar 2008 ve 2018 yılları arasında çok az arttı: Hindistan’da yüzde 1,3’ten yüzde 1,5’e; Endonezya’da yüzde 0,3’ten yüzde 0,5’e. Bu oranlar ufak kalmaya devam ediyor. Aynı durum Afrika, Latin Amerika ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar için de geçerli; Brezilya ve Rusya’dakiler hariç, küresel olarak varlıklı olanlar arasına hiçbir zaman kayda değer bir katılım olmadı. Dolayısıyla küresel gelir dağılımının tepesi Batılıların, özellikle de Amerikalıların egemenliğinde kalmaya devam ediyor. Ancak Doğu Asya, özellikle de Çin ile Batı arasındaki büyüme oranları arasındaki fark devam ederse, küresel olarak varlıklı olanlardaki uyruk bileşimi de değişecektir. Bu değişim, dünyadaki iktisadi ve siyasi gücün dengesinin değişmesinin bir göstergesi. Bireysel düzeydeki bu verilerin gösterdiği şey, geçmişte olduğu gibi, bazı güçlerin yükselişi ve diğerlerinin göreli düşüşüdür.
Telafi
Küresel eşitsizliğin ilerideki seyrini tahmin etmek zor. Üç dış şok, içinde bulunduğumuz dönemi daha öncekilerden farklı kılıyor: Ülkelerin büyüme oranlarını düşüren Kovid-19 salgını (mesela Hindistan’ınki 2020’de eksi yüzde sekizdi); ABD ve Çin’in küresel GSYİH’nin üçte birinden fazlasını oluşturduğu göz önüne alındığında, küresel eşitsizliği kaçınılmaz olarak etkileyecek olan ABD-Çin ilişkilerinin bozulması ve dünya çapında gıda ve enerji fiyatlarını yükselten ve küresel ekonomiyi sarsan Rusya’nın Ukrayna’yı işgali.
Bu şoklar ve belirsiz mirasları, küresel eşitsizliğin akıbetini tahmin etmeyi iktisatçılar açısından zor bir görev haline getiriyor. Yine de bazı gelişmeler olası görünüyor. Birincisi, Çin’in artan zenginliği küresel eşitsizliği azaltma kabiliyetini sınırlayacak ve Çin’in üst-orta ve üst sınıfları küresel gelir dağılımının tepesine büyük sayılarda girmeye başlayacaktır. Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerden diğer Asyalıların artan gelirleri de benzeri bir etki yaratacaktır.
Önümüzdeki on yıllarda bir noktada, Çin ve Amerikan nüfuslarının küresel olarak varlıklı olanlar arasındaki payları yaklaşık olarak aynı hale gelebilir; yani, küresel standartlara göre Çin’de de ABD’deki kadar varlıklı insan olabilir. Böyle bir gelişme, dünyadaki iktisadi, teknolojik ve hatta kültürel gücün daha geniş bir değişimini yansıtacağı için önemli.
Bunun tam olarak ne zaman gerçekleşebileceğini belirlemek, iki ekonominin gelecekteki büyüme oranları, iç gelir dağılımlarındaki değişiklikler, demografik eğilimler ve Çin’in devam eden kentleşmesi de dahil olmak üzere pek çok varsayıma dayanan oldukça karmaşık bir hesaplama gerektiriyor. Ancak küresel olarak varlıklı Çinlilerin sayısının küresel olarak varlıklı Amerikalıların sayısına ne zaman eşit olacağını belirlemede en önemli faktör, daha hızlı büyüyen bir Çin ile ABD arasındaki kişi başına düşen GSYİH büyüme oranlarındaki fark. Bu fark (“büyüme farkı” olarak bilinir) 1980’lerde yüzde altı, 1990’larda yüzde yedi iken, Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılımı ile 2008’deki küresel mali kriz arasındaki dönemde yüzde dokuz puana yükseldi. Aradaki fark o zamandan bu yana yaklaşık yüzde dört buçuk puana düştü. Çin’in büyümesi önümüzdeki yıllarda muhtemelen yavaşlayacağı için bu fark daha da azalarak yüzde iki ila dört puan arasında olabilir. Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri şu anda Çin’den biraz daha yüksek bir orana sahip olsa bile, iki ülkenin nüfus artış oranları çok farklı olmayabilir.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, ABD medyan gelirine eşit veya daha yüksek gelir elde eden Çinlilerin mutlak sayısının bu tür Amerikalıların mutlak sayısıyla ne zaman eşleşeceğini tahmin etmek mümkün (İkincisi, tanım gereği, ABD nüfusunun yarısı.) Şu anda, 40 milyondan biraz az Çinli bu koşulu yerine getiriyor (yaklaşık 165 milyon Amerikalıya karşılık). Fakat yılda yaklaşık yüzde üçlük bir büyüme farkı ile 20 yıl içinde iki grup eşit büyüklükte olacaktır; eğer büyüme farkı daha küçükse (örneğin yılda sadece yüzde iki), eşitlik on yıl sonra sağlanacaktır.
Bundan bir ya da bir buçuk nesil sonrası, 1980’lerde Çin’in dışa açılmasından günümüze kadar geçen süreden daha kısa. Çin, Mao 1976’da öldüğünden bu yana kimsenin tahmin edemeyeceği bir şeye çok yaklaşmış durumda: 70 yıl içinde, o zamanlar yoksul olan bu ülkenin ABD kadar zengin vatandaşı olacak.
Afrika motoru
Bu dramatik dönüşümün bir sonucu olarak Çin, artık küresel eşitsizliğin azalmasına katkıda bulunmayacaktır. Ama Afrika ülkeleri gelecekte bu düşüşe öncülük edebilir. Afrika ülkelerinin bu hedefe ulaşmak için dünyanın geri kalanından, özellikle de Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ndeki (OECD) müreffeh ülkelerden ve Çin’den daha hızlı büyümesi gerekiyor. Bu ülkeler yalnızca çoğunlukla yoksul oldukları için değil, doğum oranları dünya genelinde ikame seviyelerinin altına düştüğü, Afrika’nın nüfusunun bu yüzyılda ve hatta belki de bir sonraki yüzyılda artması beklendiği için de burada oldukça önemli bir role sahip.
Ancak Afrika’nın Asya’nın son dönemdeki ekonomik başarısını tekrarlaması pek mümkün görünmüyor. Afrika’nın 1950 sonrası karnesi iyimser olmak için çok az gerekçe sunuyor. Varsayımsal bir hedef olarak en az beş yıl boyunca sürdürülen kişi başına yüzde beşlik büyüme oranını ele alalım; bu iddialı bir hedef ama ulaşılamaz değil, son 70 yılda sadece altı Afrika ülkesi bunu başarabildi. Bu istisnai büyüme dönemlerinin biri hariç tamamında (nüfus açısından) çok küçük ülkeler ve büyümeleri tek ihraç malına (Gabon ve Ekvator Ginesi’nde petrol, Fildişi Sahili’nde kakao) bağlı olan ülkeler söz konusu. Botsvana ve Yeşil Burun Adaları da bunu başardı, fakat bunlar çok küçük ülkeler. Etiyopya, 2005’ten 2017’ye kadar 13 yıl üst üste yüksek büyüme oranını sürdüren tek kalabalık ülkeydi (100 milyondan fazla nüfusa sahip). Bu eğilim, 2020’de yeni bir iç savaşın patlak vermesi ve Eritre ile tekrar başlayan çatışma nedeniyle o zamandan bu yana sona erdi.
Bu basit egzersiz, en kalabalık Afrika ülkeleri olan Nijerya, Etiyopya, Mısır, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya ve Güney Afrika’nın, Çin’in son yıllarda küresel eşitsizliği azaltmada oynadığı rolü oynamak için tarihi trendleri değiştirmesi gerektiğini gösteriyor. Elbette pek çok gözlemci Asya’nın muazzam bir iktisadi büyüme göstermesinin mümkün olmadığını düşünüyordu. Mesela İsveçli iktisatçı ve Nobel Ödülü sahibi Gunnar Myrdal, 1968 tarihli An Inquiry Into the Poverty of Nations (Asya Dramı: Ulusların Yoksulluğu Üzerine İnceleme) adlı kitabında, Asya’nın görünürdeki aşırı nüfusu ve sınırlı teknolojik ilerlemesi göz önüne alındığında, öngörülebilir gelecekte yoksul kalacağını öngörmüştü. Ancak Myrdal’ın kitabının yayımlanmasından sadece on yıl sonra bölge, olağanüstü yüksek büyüme oranları kaydetmeye başladı ve bazı teknoloji alanlarında lider konumuna geldi.
Yardımların büyüme için kayda değer bir itici güç oluşturması pek mümkün değil. Batı’nın Afrika’ya sunduğu yardımlarla ilgili son altmış yıllık tecrübe, bu tür bir desteğin ülkede kalkınmayı garanti etmediğini açıkça gösteriyor. Yardım hem yetersiz hem de önemsiz. Yetersiz çünkü müreffeh ülkeler hiçbir zaman GSYİH’lerinin büyük bir kısmını dış yardıma ayırmadılar; dünyanın en zengin ülkesi olan ABD şu anda GSYİH’sinin sadece yüzde 0,18’ini yardım olarak veriyor ve bunun önemli bir kısmı da “güvenlikle ilgili” şeklinde tasnif ediliyor ve ABD’den askeri teçhizat alımları için kullanılıyor. Fakat yardım miktarları daha fazla olsa bile bu miktarlar önemsiz olacaktır. Afrikalı yardım alıcılarının sicili, bu tür desteklerin anlamlı bir iktisadi büyüme yaratmakta başarısız olduğunu gösteriyor. Yardımlar genelde yanlış dağıtılıyor ve hatta çalınıyor. Bu, özellikle kıymetli bir ürün bahşedilmiş bir ülkenin hala düşük performans gösterdiği “kaynak laneti” gibi etkiler yaratıyor; yani anlamlı bir takip veya daha sürdürülebilir, geniş çapta paylaşılan refah olmadan muazzam başlangıç kazançları görüyorlar.
Afrika’nın durgunluğu devam ederse, bu durgunluk pek çok insanı göç etmeye itmeye devam edecektir. Nihayetinde, göçten elde edilen kazançlar muazzam: Tunus’ta medyan gelire sahip bir kişi Fransa’ya taşınır ve orada, örneğin 20. Fransız gelir yüzdelik diliminde kazanmaya başlarsa, çocukları için daha iyi yaşam şansları yaratmanın yanı sıra kazancını neredeyse üç katına çıkarmış olacaktır. Sahra altı Afrikalılar Avrupa’ya taşınarak daha da fazla kazanabilirler: Uganda’da medyan gelir elde eden bir kişi Norveç’e taşınır ve Norveç’in 20. yüzdelik dilimi seviyesinde kazanırsa kazancını 18 katına çıkarmış olacaktır. Afrika ekonomilerinin daha zengin akranlarını yakalayamaması (ve dolayısıyla küresel gelir eşitsizliğinde gelecekte bir azalma sağlayamaması) daha fazla göçü teşvik edecek ve müreffeh ülkelerde, özellikle de Avrupa’da yabancı düşmanı, nativist siyasi partileri güçlendirebilecektir.
Afrika’nın doğal kaynaklarının bolluğu süregelen yoksulluğu ve zayıf hükümetleriyle birleştiğinde, baskın küresel güçlerin kıta üzerinde rekabet etmesine yol açacaktır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Batı Afrika’yı ihmal etmiş olsa da Çin’in kıtaya yaptığı son yatırımlar ABD ve diğerlerini kıtanın önemi konusunda uyardı. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), sadece dikkatini Afrika’ya kaydırmakla kalmayıp aynı zamanda Çin’in tercih ettiklerine benzer şekilde daha fazla “tuğla ve harç” altyapı projelerine odaklanmaya karar vererek dolaylı yoldan Çin’in gururunu okşadı. Afrika ülkeleri büyük güç rekabetinin kendileri için o kadar da kötü olmayabileceğini öğreniyorlar, zira bir süper gücü diğerine karşı oynayabilirler. Fakat kıtanın müttefikler ve düşmanlar olarak bölündüğü, bunların da rekabet ettiği ve hatta savaşa girdiği daha kötü bir senaryo da var. Bu kaos, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun başarısını tekrarlayabilecek bir ortak Afrika pazarı idealini daha da uzak bir ihtimal haline getirecektir. Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde bastırabilecek bir büyüme artışı yakalama ihtimali zayıf.
Geleceğin dünyası
Küresel eşitsizlik hangi yönde ilerlerse ilerlesin, önümüzde ciddi bir değişim var. Çin’in büyümesi önemli ölçüde yavaşlamadığı sürece, Çin vatandaşlarının küresel gelir dağılımının üst kesimlerindeki payı artmaya devam edecek ve buna paralel olarak Batılıların bu gruptaki payı azalacaktır. Bu değişim, Sanayi Devrimi’nden bu yana var olan, Batılıların ezici bir çoğunlukla küresel gelir piramidinin tepesinde temsil edildiği ve yoksul Batılıların bile küresel anlamda üst sıralarda yer aldığı durumdan belirgin bir değişimi ifade edecektir. Batı’daki alt ve alt-orta sınıfların küresel gelir konumundaki kademeli düşüşü, yeni bir yerel kutuplaşma kaynağı yaratıyor: Belirli bir Batı ülkesindeki zenginler küresel anlamda zengin kalmaya devam edecek ama o ülkedeki yoksullar küresel sıralamada aşağıya doğru kayacak. Küresel eşitsizliğin azalma eğilimine girmesi için kalabalık Afrika ülkelerinde güçlü bir iktisadi büyümeye ihtiyaç var ama bu pek olası görünmüyor. Afrika’dan yapılan göç, kıtanın kaynakları üzerindeki büyük güç rekabeti, yoksulluk ve zayıf hükümetlerin devamlılığı, Afrika’nın geçmişte olduğu gibi muhtemelen geleceğinde de yer alacak.
Yine de daha eşit bir dünya, faydalı bir hedef olmaya devam ediyor. Ülkeler arasında eşitliğin önemini, ekonomi politiğinin kurucusu olan on sekizinci yüzyıl İskoç filozof Adam Smith’ten daha iyi kavramış çok az düşünür var. Büyük eseri Ulusların Zenginliği‘nde[3], Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki zenginlik ve güç uçurumunun nasıl sömürgeleştirmeye ve haksız savaşlara yol açtığını gözlemlemiş, “Güç üstünlüğü… Avrupalıların elindeki güç öylesine büyüktü ki, bu uzak ülkelerde her türlü adaletsizliği cezasızlıkla yapabiliyorlardı,” diye yazmıştı. Büyük eşitsizlikler şiddeti ve acımasızlığı körüklüyordu, ancak Smith yine de umuda yer bırakıyordu. Smith, “Belki bundan sonra bu ülkelerin yerlileri daha da güçlenebilir ya da Avrupa’nın yerlileri daha da zayıflayabilir. Ve dünyanın tüm farklı bölgelerinin sakinleri, karşılıklı korku uyandırarak, bağımsız ulusların adaletsizliğini tek başına aşıp birbirlerinin haklarına bir tür saygı duymalarını sağlayacak cesaret ve güç eşitliğine ulaşabilirler,” hayalini kuruyordu.
[1] Diğer adıyla “Avrupa mucizesi”; Batı dünyasının (yani Batı Avrupa toplumlarının baskın hale geldiği ülkelerinin) 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Babür Hindistan’ı, Qing Çin’i, Tokugawa Japonyası ve Joseon Kore’sini gölgede bırakarak dünyanın en güçlü ve zengin medeniyeti olarak ortaya çıktığı sosyoekonomik değişim. (ç.n.)
[2] Sovyet bürokrasisinde çeşitli önemli idari mevkileri tutan elitler için kullanılan terim. (ç.n.)
[3] İktisatçı Adam Smith’in 1776’da çıkan eseri, çağdaş iktisat alanındaki ilk eser. Klasik ekonominin en temel eserlerinden birisi olarak kabul görür. (ç.n.)
İlginizi Çekebilir
-
UCM’den Netanyahu’ya tutuklama emri
-
ABD’nin nükleer modernizasyon planı: Pentagon’dan kritik açıklama
-
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
-
ABD savaştan bu yana en büyük silah anlaşmasıyla Vietnam’a eğitim uçağı gönderiyor
-
Çinli uydu şirketi Brezilya’da Musk’ın Starlink’ine meydan okuyor
-
Ukrayna, ilk kez Storm Shadow füzeleriyle Rusya’yı hedef aldı
DÜNYA BASINI
FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir
Yayınlanma
1 saat önce21/11/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…
***
Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor
Andrew England
Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.
Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.
Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.
Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.
Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.
Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.
Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.
Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.
“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.
ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.
PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.
Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.
Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.
Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.
Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.
Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.
Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.
Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.
Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.
İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.
Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.
Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.
İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”
DÜNYA BASINI
İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?
Yayınlanma
1 gün önce20/11/2024
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.
Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat
Éva Péli, NachDenkSeiten
Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.
Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?
Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.
Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.
Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.
Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.
Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.
Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.
İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.
Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.
Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?
Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.
Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”
NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.
Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.
Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.
ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?
Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.
Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.
Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.
Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.
Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.
Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.
Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.
Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.
Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.
Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.
Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.
Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?
Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.
Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.
Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.
DÜNYA BASINI
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Yayınlanma
3 gün önce18/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:
***
Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil
Gideon Levy
“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.
“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.
Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”
Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.
İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.
Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.
Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.
Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.
Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…
Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.
Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.
Britanya Başbakanı Starmer yatırım çekmek için Körfez’i ziyaret edecek
UCM’den Netanyahu’ya tutuklama emri
Trump’ın olası gümrük vergileri Güneydoğu Asya’yı nasıl etkileyecek?
ABD’nin nükleer modernizasyon planı: Pentagon’dan kritik açıklama
Baltık Denizi’nde iletişim kabloları hasar gördü: Sabotaj şüphesi
Çok Okunanlar
-
RUSYA1 hafta önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA2 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”