Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Yeni dönemin gerçekleri akıllara seza türden. Sanayi Devrimi’nden bu yana ilk defa müreffeh Batı’da iktisadi gerileme ve sanayisizleşme gözlemleniyor. Son yıllarda 50 yıl öncekinden bambaşka bir noktaya gelen Çin’in büyümesinde bunun etkisi son derece fazla. Bununla beraber Küresel Güney olarak tabir edilen, yoksul, fazla nüfuslu ve potansiyel barındıran ülkelerin Çin ve Rusya gibi güçlerin etrafında kümelenmesi söz konusu. Daha önce Dünya Bankası’nda görev yapan Sırp asıllı Amerikalı ekonomist Branko Milanovic, Foreign Affairs dergisinde yer verilen makalesinde küresel terazideki değişimi tarihsel perspektiften ele alıyor.


Büyük yakınlaşma: Küresel eşitlik ve onun sancıları

Branko Milanovic
Foreign Affairs

Eşitsizlik döneminde yaşıyoruz, ya da bize sık sık öyle söyleniyor. Dünya genelinde ama özellikle de Batı’nın müreffeh ekonomilerinde, zenginler ile geri kalanlar arasındaki uçurum her geçen yıl büyüyerek uçurum haline geldi; bu durum kaygı yayıyor, öfkeyi körüklüyor ve siyaseti karıştırıyor. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın yükselişinden Birleşik Krallık’taki Brexit oylamasına, Fransa’daki “sarı yelekler” hareketinden dünyanın en yüksek gelir eşitsizliği oranlarından birine sahip olan Çin’deki emeklilerin son protestolarına kadar her şeyin sorumlusu olarak bu gösteriliyor. İddiaya göre küreselleşme bazı elitleri zenginleştirmiş olabilir, ancak bir zamanlar sanayinin kalbi olan bölgeleri harap ederek ve insanları popülist politikalara duyarlı hale getirerek diğer pek çok insana da zarar verdi.

Eğer her ülkeye tekil olarak bakacak olursanız bu tür anlatılarda doğru olan çok şey var. Ulus-devlet düzeyinin ötesine geçip tüm dünyaya baktığınızda resim farklı görünüyor. Bu ölçekte, yirmi birinci yüzyıldaki eşitsizlik hikayesi tam tersi; dünya 100 yılı aşkın süredir olduğundan daha eşit hale geliyor.

“Küresel eşitsizlik” terimi, ülkeler arasındaki fiyat farklılıklarına göre ayarlanmış, belirli bir zamanda tüm dünya vatandaşları arasındaki gelir eşitsizliğini ifade eder. Genelde Gini katsayısı ile ölçülür; bu katsayı, herkesin aynı miktarda kazandığı varsayımsal tam eşitlik durumu olan sıfırdan, tek bir bireyin tüm geliri elde ettiği bir başka varsayımsal durum olan 100’e kadar uzanır. Pek çok araştırmacının ampirik çalışmaları sayesinde iktisatçılar, son iki yüzyılda küresel eşitsizlik tahminindeki değişimin genel hatlarını çizebiliyor.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkışından yirminci yüzyılın ortalarına kadar, zenginlik Batılı sanayileşmiş ülkelerde yoğunlaştıkça küresel eşitsizlik de arttı. Bu, Soğuk Savaş döneminde, dünyanın yaygın olarak “Birinci Dünya”, “İkinci Dünya” ve “Üçüncü Dünya” olarak üç iktisadi gelişmişlik düzeyini ifade edecek şekilde bölündüğü dönemde zirveye ulaştı. Fakat daha sonra, yaklaşık 20 yıl önce, büyük ölçüde yakın zamana dek dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in iktisadi yükselişi sayesinde küresel eşitsizlik azalmaya başladı. Küresel eşitsizlik, 1988 yılında Gini endeksinde 69,4 ile en yüksek seviyesine ulaştı. Bu oran 2018’de 60,1’e düşerek on dokuzuncu yüzyılın sonundan bu yana görülmemiş bir seviyeye geriledi.

Küresel eşitliğin ivmelenmesi kaçınılmaz değil. Çin artık küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde azaltmaya yardımcı olamayacak kadar zenginleşti ve Hindistan gibi büyük ülkeler, Çin’e benzer bir etkiye sahip olmak için gereken ölçüde büyüyemeyebilir. Pek çok şey Afrika’daki ülkelerin nasıl bir performans göstereceğine bağlı; kıta küresel yoksulluk ve eşitsizlikteki bir sonraki büyük düşüşe güç verebilir. Ancak küresel eşitsizlik azalsa bile, bu tek tek ülkelerdeki sosyal ve siyasi çalkantıların azalacağı anlamına da gelmiyor, tam tersi söz konusu. Küresel ücretlerdeki büyük farklılıklar nedeniyle, yoksul Batılılar on yıllar boyunca dünyanın en çok kazanan insanları arasında yer aldı. Gelirleri artan Batı dışındakiler, yoksul ve orta sınıf Batılıları yüksek mevkilerinden edeceği için bu durum artık geçerli olmayacak. Bu türden değişim, müreffeh ülkelerde küresel standartlara göre varlıklı olanlarla olmayanlar arasındaki kutuplaşmanın altını çizecektir.

Üç eşitsizlik dönemi

Küresel eşitsizliğin ilk dönemi kabaca 1820’den 1950’ye kadar uzanıyor ve bu dönem, eşitsizliğin istikrarlı bir şekilde artmasıyla karakterize ediliyor. Sanayi Devrimi sırasında (1820 civarı), küresel eşitsizlik son derece mütevazıydı. En zengin ülkenin (Birleşik Krallık) GSYİH’si 1820 yılında en yoksul ülkenin (Nepal) GSYİH’sinden beş kat daha fazlaydı (Bugün en zengin ve en yoksul ülkelerin GSYİH’leri arasındaki eşdeğer oran 100’e 1’den fazla). 1820’de 50 olan toplam Gini skoru, günümüzde Brezilya ve Kolombiya gibi fazla eşitsiz ülkeler için tipik, ancak dünya geneli düşünüldüğünde, bu eşitsizlik seviyesi aslında oldukça düşük (Bir perspektif olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin Gini skoru şu anda 41 iken, eşitlikçiliğiyle övünen bir sosyal demokrasi olan Danimarka’nın skoru 27).

On dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk yarısı boyunca küresel eşitsizliğin büyümesi, hem çeşitli ülkeler arasındaki uçurumların büyümesinden (kişi başına düşen GSYİH’lerdeki farklılıklarla ölçülür) hem de ülkeler içindeki daha büyük eşitsizliklerden (belirli bir ülkedeki yurttaşların gelirlerindeki farklılıklarla ölçülür) kaynaklanıyor. Ülkeler arasındaki farklılıklar, iktisat tarihçilerinin Büyük Ayrışma olarak adlandırdığı[1], bir yanda Batı Avrupa, Kuzey Amerika’nın sanayileşmekte olan ülkeleri ve daha sonra Japonya’nın diğer yanda kişi başına düşen gelirlerin durgunlaştığı ve hatta azaldığı Çin, Hindistan, alt Afrika kıtası, Orta Doğu ve Latin Amerika arasındaki artan eşitsizliği yansıtıyordu. Bu iktisadi farklılaşmanın siyasi ve askeri bir neticesi de vardı; yükselen emperyal ülkeler, can çekişen ya da fethedilenleri toz içinde bırakıyordu. Bu dönem, Avrupa’nın Afrika’nın büyük bölümünü fethetmesi, Hindistan ve Güneydoğu Asya’yı sömürgeleştirmesi ve Çin’i kısmen sömürgeleştirmesiyle aynı döneme denk geldi.

İkinci dönem yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar uzanıyor. Bu dönemde, 67 ila 70 Gini puanı arasında dalgalanan çok yüksek bir küresel eşitsizlik söz konusuydu. Ülkeler arasındaki eşitsizlik son derece yüksekti; mesela 1952’de ABD, Çin’in 15 katı kişi başına düşen GSYİH’ye sahipti; dünya nüfusunun yüzde altısına sahip olan ABD, küresel üretimin yüzde 40’ını elinde tutuyordu. Fakat ülkeler arasındaki eşitsizlik neredeyse her yerde azalıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nde yüksek eğitimin orta sınıflar için daha geniş tabanlı ve karşılanabilir hale gelmesi ve refah devletinin temellerinin atılmasıyla, komünist Çin’de 1950’lerde büyük özel varlıkların kamulaştırılması ve ardından Kültür Devrimi’nin zorlayıcı eşitlikçiliğiyle, Sovyetler Birliği’nde ise Sovyet lideri Nikita Hroşçov’un reformlarının Stalinist nomenklatura‘nın[2] aşırı yüksek ücretlerini ve imtiyazlarını kesmesiyle düştü.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı -küresel eşitsizliğin en yüksek olduğu dönem- aynı zamanda “Üç Dünya”nın da dönemiydi: Çoğunluğu Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki zengin kapitalist ülkelerden oluşan Birinci Dünya, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere biraz daha yoksul sosyalist ülkelerden oluşan İkinci Dünya ve çoğu Afrika ve Asya’da bulunan ve pek çoğu sömürgecilikten yeni kurtulan yoksul ülkelerden oluşan Üçüncü Dünya. Latin Amerika ülkeleri, ortalama olarak diğer Üçüncü Dünya ülkelerinden daha zengin olmalarına ve on dokuzuncu yüzyılın başlarından bu yana bağımsızlıklarını ellerinde tutmalarına rağmen genelde bu son gruba dahil edilirler.

Bu dönem Soğuk Savaş’ın sona ermesini takip eden on yılda da devam etti ama yirmi birinci yüzyılın başında yerini yeni bir aşamaya bıraktı. Küresel eşitsizlik yaklaşık yirmi yıl önce düşmeye başladı ve bugün de düşmeye devam ediyor. Eşitsizlik 2000 yılı civarında 70 Gini puanından yirmi yıl sonra 60 Gini puanına geriledi. Küresel eşitsizlikteki bu düşüş, 20 yıl gibi kısa bir zamanda gerçekleşmiş olup, on dokuzuncu yüzyılda küresel eşitsizlikteki artıştan daha hızlı. Bu düşüş Asya’nın, özellikle de Çin’in yükselişinden kaynaklanıyor. Bu ülke küresel eşitsizliğin azalmasına bir dizi nedenden ötürü büyük bir katkıda bulundu; ekonomisi düşük bir temelden başladı ve bu nedenle iki nesil boyunca olağanüstü bir hızla büyüyebildi ve ülkenin nüfusu sayesinde büyüme, dünyadaki tüm insanların dörtte biri ile beşte birine dokundu.

Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Hindistan hem büyük nüfusu hem de greli yoksulluğu nedeniyle Çin’in son 20 yılda oynadığına benzer bir rol oynayabilir. Önümüzdeki yıllarda daha fazla Hintli zenginleşirse, genel küresel eşitsizliğin azaltılmasına ön ayak olacaklardır. Hindistan ekonomisinin akıbetine dair pek çok belirsizlik var ama son on yıllardaki kazanımları tartışılmaz. 1970’lerde Hindistan’ın küresel GSYİH’deki payı yüzde üçün altındayken, büyük bir sanayi gücü olan Almanya’nın payı yüzde yediydi. 2021 yılına gelindiğinde bu oranlar yer değiştirdi.

Fakat bu yüzyılın başından beri genel küresel eşitsizlik azalmış olsa bile Çin, Hindistan, Rusya, ABD ve hatta kıta Avrupa’sının refah devletleri de dahil olmak üzere pek çok büyük ülkede eşitsizlik arttı. Bu eğilim, sadece Latin Amerika, Bolivya, Brezilya, Meksika ve diğer ülkelerdeki geniş çaplı yeniden dağıtım programları yoluyla yüksek eşitsizlik azaltılarak tersine çevrildi. Üçüncü dönem, birinci dönemi andırıyor; dünyanın bir kısmında gelirlerin artışına, diğer bir kısmında ise göreli olarak düşmesine tanık olunuyor. İlk dönemde Batı’nın sanayileşmesi ve Hindistan’ın (o zamanlar yerli sanayileri bastıran İngilizlerin kontrolü altındaydı) eş zamanlı olarak sanayisizleşmesi söz konusuydu; üçüncü dönemde ise Çin’in sanayileşmesi ve bir dereceye kadar Batı’nın sanayisizleşmesi söz konusu. Ancak içinde bulunduğumuz dönem küresel eşitsizlik üzerinde tam tersi bir etki yarattı. On dokuzuncu yüzyılda Batı’nın yükselişi ülkeler arasındaki eşitsizliklerin artmasına yol açtı. Daha yakın dönemde ise Asya’nın yükselişi küresel eşitsizliğin azalmasını beraberinde getirdi. İlk dönem bir ayrışma dönemiydi; şimdiki dönem ise bir yakınlaşma dönemi.

Zirvede o kadar da yalnız değiller

Kişi seviyesine inildiğinde, Sanayi Devrimi’nden bu yana küresel gelir merdivenindeki bireysel konumların muhtemelen en fazla şekilde değiştiği görülecektir. Elbette insanlar statülerini, nadiren karşılaşacakları uzaktaki diğer insanlara göre değil, çevrelerindekilere göre önemseme eğiliminde olurlar. Fakat küresel gelir sıralamasında gerilemenin gerçek maliyetleri vardır. Küresel olarak fiyatlandırılan pek çok mal ve tecrübe -örneğin, uluslararası spor veya sanat etkinliklerine katılma, egzotik yerlerde tatil yapma, en yeni akıllı telefonu satın alma veya yeni bir televizyon dizisini izleme olanağı- Batı’daki orta sınıf insanlar finansal anlamda için giderek daha ulaşılmaz hale gelebilir. Bir Alman işçi Tayland’da yapacağı dört haftalık tatili, belki de daha az cazip olan başka bir yerde yapacağı daha kısa bir tatille ikame etmek zorunda kalabilir. Venedik’te bir daire sahibi olan dar gelirli bir İtalyan, gelirini artırmak için yıl boyunca kiraya vermesi gerektiğinden dairesinin tadını çıkaramayabilir.

Müreffeh ülkelerin alt gelir gruplarında yer alan insanlar, küresel gelir dağılımında tarihsel olarak üst sıralarda yer aldılar. Ancak şu an gelirleri bakımından Asya’daki insanlar tarafından sollanılıyorlar. Çin’in hızlı büyümesi küresel gelir dağılımının tüm veçhelerini yeniden şekillendirdi ama değişim en çok küresel sıralamanın orta ve üst-orta kısımlarında, yani Batı ülkelerinde genelde işçi sınıfından insanlarla dolu olan kısımda belirginleşti. Çin’in büyümesi daha yukarılarda, dünyada gelir elde edenlerin en üst yüzde beşinde daha az etki yarattı zira henüz yeterince Çinli, en varlıklı Batılıları, özellikle de son 150 ila 200 yıldır küresel gelir piramidinin en tepesine tarihsel olarak hâkim olan Amerikalıları yerinden edecek kadar zenginleşmedi.

Küresel gelir sıralamasının farklı ülkelerdeki insanlar açısından nasıl değiştiğini gösteren şuradaki grafik, 1988 ve 2018’de İtalya’daki ondalık dilimlerle karşılaştırıldığında Çin’deki kentsel ondalık dilimlerin (her bir ondalık dilim o ülkenin nüfusunun yüzde onundan oluşuyor ve en yoksuldan en zengine doğru sıralanıyor) konumlarını göteriyor. Çin’de kentsel ve kırsal alanlar için ayrı hane halkı anketleri yapıldığından ve Çin’in kentsel nüfusu (şu anda 900 milyondan fazla kişi) kırsal nüfusuna kıyasla dünyanın geri kalanıyla çok daha güçlü bir şekilde entegre olduğundan Çinli kent sakinlerinin verilerini kullanıyorum. Kentli Çinliler, 24 ila 29 küresel yüzdelik dilim arasında yükseldi, yani Çin’in belirli bir kentsel ondalık dilimindeki insanlar sadece 30 yıl içinde dünya nüfusunun dörtte birini veya daha fazlasını geçti. Örneğin, 1988 yılında Çin’de medyan kentsel gelire sahip bir kişi, küresel olarak 45. gelir yüzdelik diliminde yer alıyordu. Bu durumdaki bir kişi, 2018 yılına gelindiğinde 70. yüzdelik dilime yükselmiş olacaktır. Söz konusu dönemde Çin’de kişi başına düşen GSYİH’nin yılda ortalama yüzde sekiz gibi olağanüstü yüksek bir oranda büyüdüğü göz önüne alındığında bu durum hiç de şaşırtıcı değil. Fakat Çinli gelir sahiplerinin artan konumu, diğer ülkelerdeki gelir sahiplerinin göreli olarak gerilemesine neden oldu.

İtalya bu etkinin en bariz örneğini sunuyor. 1988 ile 2018 yılları arasında, ülkenin en alt diliminde yer alan ortalama İtalyanlar, küresel sıralamalarının yüzde 20 oranında düştüğüne şahit oldu. İtalya’nın ikinci ve üçüncü en düşük dilimleri küresel olarak sırasıyla altı ve iki yüzdelik dilim düştü. Bu arada, varlıklı İtalyanların küresel konumu Çin’in yükselişinden neredeyse hiç etkilenmedi; daha varlıklı İtalyanların, küresel dağılımın Çin’in büyümesinin muazzam bir değişime yol açtığı kısmının üzerinde yer alma eğiliminde oldukları ortaya çıktı. İtalya’da gözlemlenen değişimler sadece bu ülkeye özgü değil. Ülkesinin en yoksul gelir diliminde olan ortalama bir Alman, 1993’te küresel olarak 81. yüzdelik dilimden 2018’de 75. yüzdelik dilime geriledi. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise en yoksul dilimde yer alan ortalama bir kişi 1988 ve 2018 yılları arasında 74. yüzdelik dilimden 67. yüzdelik dilime geriledi. Fakat varlıklı Almanlar ve Amerikalılar daha önce oldukları yerde kaldılar, yani zirvede.

Veriler, sadece ülkelerdeki eşitsizlik çalışmalarına bakıldığında tespit edilmesi zor olan çarpıcı bir hikâyeyi ortaya koyuyor: Batı ülkeleri giderek küresel gelir dağılımının çok farklı kısımlarına ait insanlardan oluşuyor. Farklı küresel gelir konumları farklı tüketim kalıplarına karşılık geliyor ve bu kalıplar küresel modalardan etkileniyor. Sonuç olarak Batılı ülkelerdeki artan eşitsizlik hissiyatı, nüfusları gelir düzeyleriyle ölçüldüğünde, giderek daha fazla küresel gelir hiyerarşisinin çok farklı kısımlarına ait oldukça akut hale gelebilir. Ortaya çıkacak sosyal kutuplaşma, Batı toplumlarını, zenginlik ve yaşam tarzındaki uçurumların son derece belirgin olduğu pek çok Latin Amerika ülkesine benzetecektir.

Küresel gelir dağılımının orta kısmının aksine en tepedeki kesimin yapısı, son otuz yılda hemen hemen aynı -Batılıların hakimiyeti- kaldı. 1988’de 207 milyon kişi dünyanın en çok kazanan yüzde beşlik kesimini oluştururken, 2018’de bu sayı 330 milyona ulaşarak hem dünya nüfusundaki artışı hem de eldeki verilerin genişlemesini yansıttı. Bu insanlar “küresel varlıklılar” olarak adlandırılabilecek bir grubu temsil ediyor ve daha nadir görülen küresel en üst yüzde birin bir basamak altında yer alıyorlar.

Bu grubun çoğunluğunu Amerikalılar oluşturuyor. Hem 1988’de hem de 2018’de küresel olarak varlıklı olanların yüzde 40’ından fazlası ABD vatandaşıydı. Daha sonra İngiliz, Japon ve Alman vatandaşları geliyor. Genel anlamda Batılılar (Japonya dahil) grubun neredeyse yüzde 80’ini oluşturuyor. Kentli Çinliler küresel zenginler arasına daha yakın zamanda girdi. Onların payı da 2008’de yüzde 1,6 iken 2018’de yüzde 5,0’a yükseldi.

Asya ülkelerinden (Japonya hariç) sadece kentli Çinliler bu grupta yer alıyor. Kentli Hintlilerin ve Endonezyalıların küresel ilk yüzde beş içindeki payları 1988’de önemsizdi. Bu rakamlar 2008 ve 2018 yılları arasında çok az arttı: Hindistan’da yüzde 1,3’ten yüzde 1,5’e; Endonezya’da yüzde 0,3’ten yüzde 0,5’e. Bu oranlar ufak kalmaya devam ediyor. Aynı durum Afrika, Latin Amerika ve Doğu Avrupa da dahil olmak üzere dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar için de geçerli; Brezilya ve Rusya’dakiler hariç, küresel olarak varlıklı olanlar arasına hiçbir zaman kayda değer bir katılım olmadı. Dolayısıyla küresel gelir dağılımının tepesi Batılıların, özellikle de Amerikalıların egemenliğinde kalmaya devam ediyor. Ancak Doğu Asya, özellikle de Çin ile Batı arasındaki büyüme oranları arasındaki fark devam ederse, küresel olarak varlıklı olanlardaki uyruk bileşimi de değişecektir. Bu değişim, dünyadaki iktisadi ve siyasi gücün dengesinin değişmesinin bir göstergesi. Bireysel düzeydeki bu verilerin gösterdiği şey, geçmişte olduğu gibi, bazı güçlerin yükselişi ve diğerlerinin göreli düşüşüdür.

Telafi

Küresel eşitsizliğin ilerideki seyrini tahmin etmek zor. Üç dış şok, içinde bulunduğumuz dönemi daha öncekilerden farklı kılıyor: Ülkelerin büyüme oranlarını düşüren Kovid-19 salgını (mesela Hindistan’ınki 2020’de eksi yüzde sekizdi); ABD ve Çin’in küresel GSYİH’nin üçte birinden fazlasını oluşturduğu göz önüne alındığında, küresel eşitsizliği kaçınılmaz olarak etkileyecek olan ABD-Çin ilişkilerinin bozulması ve dünya çapında gıda ve enerji fiyatlarını yükselten ve küresel ekonomiyi sarsan Rusya’nın Ukrayna’yı işgali.

Bu şoklar ve belirsiz mirasları, küresel eşitsizliğin akıbetini tahmin etmeyi iktisatçılar açısından zor bir görev haline getiriyor. Yine de bazı gelişmeler olası görünüyor. Birincisi, Çin’in artan zenginliği küresel eşitsizliği azaltma kabiliyetini sınırlayacak ve Çin’in üst-orta ve üst sınıfları küresel gelir dağılımının tepesine büyük sayılarda girmeye başlayacaktır. Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerden diğer Asyalıların artan gelirleri de benzeri bir etki yaratacaktır.

Önümüzdeki on yıllarda bir noktada, Çin ve Amerikan nüfuslarının küresel olarak varlıklı olanlar arasındaki payları yaklaşık olarak aynı hale gelebilir; yani, küresel standartlara göre Çin’de de ABD’deki kadar varlıklı insan olabilir. Böyle bir gelişme, dünyadaki iktisadi, teknolojik ve hatta kültürel gücün daha geniş bir değişimini yansıtacağı için önemli.

Bunun tam olarak ne zaman gerçekleşebileceğini belirlemek, iki ekonominin gelecekteki büyüme oranları, iç gelir dağılımlarındaki değişiklikler, demografik eğilimler ve Çin’in devam eden kentleşmesi de dahil olmak üzere pek çok varsayıma dayanan oldukça karmaşık bir hesaplama gerektiriyor. Ancak küresel olarak varlıklı Çinlilerin sayısının küresel olarak varlıklı Amerikalıların sayısına ne zaman eşit olacağını belirlemede en önemli faktör, daha hızlı büyüyen bir Çin ile ABD arasındaki kişi başına düşen GSYİH büyüme oranlarındaki fark. Bu fark (“büyüme farkı” olarak bilinir) 1980’lerde yüzde altı, 1990’larda yüzde yedi iken, Çin’in 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılımı ile 2008’deki küresel mali kriz arasındaki dönemde yüzde dokuz puana yükseldi. Aradaki fark o zamandan bu yana yaklaşık yüzde dört buçuk puana düştü. Çin’in büyümesi önümüzdeki yıllarda muhtemelen yavaşlayacağı için bu fark daha da azalarak yüzde iki ila dört puan arasında olabilir. Aynı şekilde Amerika Birleşik Devletleri şu anda Çin’den biraz daha yüksek bir orana sahip olsa bile, iki ülkenin nüfus artış oranları çok farklı olmayabilir.

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, ABD medyan gelirine eşit veya daha yüksek gelir elde eden Çinlilerin mutlak sayısının bu tür Amerikalıların mutlak sayısıyla ne zaman eşleşeceğini tahmin etmek mümkün (İkincisi, tanım gereği, ABD nüfusunun yarısı.) Şu anda, 40 milyondan biraz az Çinli bu koşulu yerine getiriyor (yaklaşık 165 milyon Amerikalıya karşılık). Fakat yılda yaklaşık yüzde üçlük bir büyüme farkı ile 20 yıl içinde iki grup eşit büyüklükte olacaktır; eğer büyüme farkı daha küçükse (örneğin yılda sadece yüzde iki), eşitlik on yıl sonra sağlanacaktır.

Bundan bir ya da bir buçuk nesil sonrası, 1980’lerde Çin’in dışa açılmasından günümüze kadar geçen süreden daha kısa. Çin, Mao 1976’da öldüğünden bu yana kimsenin tahmin edemeyeceği bir şeye çok yaklaşmış durumda: 70 yıl içinde, o zamanlar yoksul olan bu ülkenin ABD kadar zengin vatandaşı olacak.

Afrika motoru

Bu dramatik dönüşümün bir sonucu olarak Çin, artık küresel eşitsizliğin azalmasına katkıda bulunmayacaktır. Ama Afrika ülkeleri gelecekte bu düşüşe öncülük edebilir. Afrika ülkelerinin bu hedefe ulaşmak için dünyanın geri kalanından, özellikle de Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ndeki (OECD) müreffeh ülkelerden ve Çin’den daha hızlı büyümesi gerekiyor. Bu ülkeler yalnızca çoğunlukla yoksul oldukları için değil, doğum oranları dünya genelinde ikame seviyelerinin altına düştüğü, Afrika’nın nüfusunun bu yüzyılda ve hatta belki de bir sonraki yüzyılda artması beklendiği için de burada oldukça önemli bir role sahip.

Ancak Afrika’nın Asya’nın son dönemdeki ekonomik başarısını tekrarlaması pek mümkün görünmüyor. Afrika’nın 1950 sonrası karnesi iyimser olmak için çok az gerekçe sunuyor. Varsayımsal bir hedef olarak en az beş yıl boyunca sürdürülen kişi başına yüzde beşlik büyüme oranını ele alalım; bu iddialı bir hedef ama ulaşılamaz değil, son 70 yılda sadece altı Afrika ülkesi bunu başarabildi. Bu istisnai büyüme dönemlerinin biri hariç tamamında (nüfus açısından) çok küçük ülkeler ve büyümeleri tek ihraç malına (Gabon ve Ekvator Ginesi’nde petrol, Fildişi Sahili’nde kakao) bağlı olan ülkeler söz konusu. Botsvana ve Yeşil Burun Adaları da bunu başardı, fakat bunlar çok küçük ülkeler. Etiyopya, 2005’ten 2017’ye kadar 13 yıl üst üste yüksek büyüme oranını sürdüren tek kalabalık ülkeydi (100 milyondan fazla nüfusa sahip). Bu eğilim, 2020’de yeni bir iç savaşın patlak vermesi ve Eritre ile tekrar başlayan çatışma nedeniyle o zamandan bu yana sona erdi.

Bu basit egzersiz, en kalabalık Afrika ülkeleri olan Nijerya, Etiyopya, Mısır, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya ve Güney Afrika’nın, Çin’in son yıllarda küresel eşitsizliği azaltmada oynadığı rolü oynamak için tarihi trendleri değiştirmesi gerektiğini gösteriyor. Elbette pek çok gözlemci Asya’nın muazzam bir iktisadi büyüme göstermesinin mümkün olmadığını düşünüyordu. Mesela İsveçli iktisatçı ve Nobel Ödülü sahibi Gunnar Myrdal, 1968 tarihli An Inquiry Into the Poverty of Nations (Asya Dramı: Ulusların Yoksulluğu Üzerine İnceleme) adlı kitabında, Asya’nın görünürdeki aşırı nüfusu ve sınırlı teknolojik ilerlemesi göz önüne alındığında, öngörülebilir gelecekte yoksul kalacağını öngörmüştü. Ancak Myrdal’ın kitabının yayımlanmasından sadece on yıl sonra bölge, olağanüstü yüksek büyüme oranları kaydetmeye başladı ve bazı teknoloji alanlarında lider konumuna geldi.

Yardımların büyüme için kayda değer bir itici güç oluşturması pek mümkün değil. Batı’nın Afrika’ya sunduğu yardımlarla ilgili son altmış yıllık tecrübe, bu tür bir desteğin ülkede kalkınmayı garanti etmediğini açıkça gösteriyor. Yardım hem yetersiz hem de önemsiz. Yetersiz çünkü müreffeh ülkeler hiçbir zaman GSYİH’lerinin büyük bir kısmını dış yardıma ayırmadılar; dünyanın en zengin ülkesi olan ABD şu anda GSYİH’sinin sadece yüzde 0,18’ini yardım olarak veriyor ve bunun önemli bir kısmı da “güvenlikle ilgili” şeklinde tasnif ediliyor ve ABD’den askeri teçhizat alımları için kullanılıyor. Fakat yardım miktarları daha fazla olsa bile bu miktarlar önemsiz olacaktır. Afrikalı yardım alıcılarının sicili, bu tür desteklerin anlamlı bir iktisadi büyüme yaratmakta başarısız olduğunu gösteriyor. Yardımlar genelde yanlış dağıtılıyor ve hatta çalınıyor. Bu, özellikle kıymetli bir ürün bahşedilmiş bir ülkenin hala düşük performans gösterdiği “kaynak laneti” gibi etkiler yaratıyor; yani anlamlı bir takip veya daha sürdürülebilir, geniş çapta paylaşılan refah olmadan muazzam başlangıç kazançları görüyorlar.

Afrika’nın durgunluğu devam ederse, bu durgunluk pek çok insanı göç etmeye itmeye devam edecektir. Nihayetinde, göçten elde edilen kazançlar muazzam: Tunus’ta medyan gelire sahip bir kişi Fransa’ya taşınır ve orada, örneğin 20. Fransız gelir yüzdelik diliminde kazanmaya başlarsa, çocukları için daha iyi yaşam şansları yaratmanın yanı sıra kazancını neredeyse üç katına çıkarmış olacaktır. Sahra altı Afrikalılar Avrupa’ya taşınarak daha da fazla kazanabilirler: Uganda’da medyan gelir elde eden bir kişi Norveç’e taşınır ve Norveç’in 20. yüzdelik dilimi seviyesinde kazanırsa kazancını 18 katına çıkarmış olacaktır. Afrika ekonomilerinin daha zengin akranlarını yakalayamaması (ve dolayısıyla küresel gelir eşitsizliğinde gelecekte bir azalma sağlayamaması) daha fazla göçü teşvik edecek ve müreffeh ülkelerde, özellikle de Avrupa’da yabancı düşmanı, nativist siyasi partileri güçlendirebilecektir.

Afrika’nın doğal kaynaklarının bolluğu süregelen yoksulluğu ve zayıf hükümetleriyle birleştiğinde, baskın küresel güçlerin kıta üzerinde rekabet etmesine yol açacaktır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Batı Afrika’yı ihmal etmiş olsa da Çin’in kıtaya yaptığı son yatırımlar ABD ve diğerlerini kıtanın önemi konusunda uyardı. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), sadece dikkatini Afrika’ya kaydırmakla kalmayıp aynı zamanda Çin’in tercih ettiklerine benzer şekilde daha fazla “tuğla ve harç” altyapı projelerine odaklanmaya karar vererek dolaylı yoldan Çin’in gururunu okşadı. Afrika ülkeleri büyük güç rekabetinin kendileri için o kadar da kötü olmayabileceğini öğreniyorlar, zira bir süper gücü diğerine karşı oynayabilirler. Fakat kıtanın müttefikler ve düşmanlar olarak bölündüğü, bunların da rekabet ettiği ve hatta savaşa girdiği daha kötü bir senaryo da var. Bu kaos, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun başarısını tekrarlayabilecek bir ortak Afrika pazarı idealini daha da uzak bir ihtimal haline getirecektir. Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın küresel eşitsizliği anlamlı bir şekilde bastırabilecek bir büyüme artışı yakalama ihtimali zayıf.

Geleceğin dünyası

Küresel eşitsizlik hangi yönde ilerlerse ilerlesin, önümüzde ciddi bir değişim var. Çin’in büyümesi önemli ölçüde yavaşlamadığı sürece, Çin vatandaşlarının küresel gelir dağılımının üst kesimlerindeki payı artmaya devam edecek ve buna paralel olarak Batılıların bu gruptaki payı azalacaktır. Bu değişim, Sanayi Devrimi’nden bu yana var olan, Batılıların ezici bir çoğunlukla küresel gelir piramidinin tepesinde temsil edildiği ve yoksul Batılıların bile küresel anlamda üst sıralarda yer aldığı durumdan belirgin bir değişimi ifade edecektir. Batı’daki alt ve alt-orta sınıfların küresel gelir konumundaki kademeli düşüşü, yeni bir yerel kutuplaşma kaynağı yaratıyor: Belirli bir Batı ülkesindeki zenginler küresel anlamda zengin kalmaya devam edecek ama o ülkedeki yoksullar küresel sıralamada aşağıya doğru kayacak. Küresel eşitsizliğin azalma eğilimine girmesi için kalabalık Afrika ülkelerinde güçlü bir iktisadi büyümeye ihtiyaç var ama bu pek olası görünmüyor. Afrika’dan yapılan göç, kıtanın kaynakları üzerindeki büyük güç rekabeti, yoksulluk ve zayıf hükümetlerin devamlılığı, Afrika’nın geçmişte olduğu gibi muhtemelen geleceğinde de yer alacak.

Yine de daha eşit bir dünya, faydalı bir hedef olmaya devam ediyor. Ülkeler arasında eşitliğin önemini, ekonomi politiğinin kurucusu olan on sekizinci yüzyıl İskoç filozof Adam Smith’ten daha iyi kavramış çok az düşünür var. Büyük eseri Ulusların Zenginliği‘nde[3], Batı ile dünyanın geri kalanı arasındaki zenginlik ve güç uçurumunun nasıl sömürgeleştirmeye ve haksız savaşlara yol açtığını gözlemlemiş, “Güç üstünlüğü… Avrupalıların elindeki güç öylesine büyüktü ki, bu uzak ülkelerde her türlü adaletsizliği cezasızlıkla yapabiliyorlardı,” diye yazmıştı. Büyük eşitsizlikler şiddeti ve acımasızlığı körüklüyordu, ancak Smith yine de umuda yer bırakıyordu. Smith, “Belki bundan sonra bu ülkelerin yerlileri daha da güçlenebilir ya da Avrupa’nın yerlileri daha da zayıflayabilir. Ve dünyanın tüm farklı bölgelerinin sakinleri, karşılıklı korku uyandırarak, bağımsız ulusların adaletsizliğini tek başına aşıp birbirlerinin haklarına bir tür saygı duymalarını sağlayacak cesaret ve güç eşitliğine ulaşabilirler,” hayalini kuruyordu.

[1] Diğer adıyla “Avrupa mucizesi”; Batı dünyasının (yani Batı Avrupa toplumlarının baskın hale geldiği ülkelerinin) 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Babür Hindistan’ı, Qing Çin’i, Tokugawa Japonyası ve Joseon Kore’sini gölgede bırakarak dünyanın en güçlü ve zengin medeniyeti olarak ortaya çıktığı sosyoekonomik değişim. (ç.n.)

[2] Sovyet bürokrasisinde çeşitli önemli idari mevkileri tutan elitler için kullanılan terim. (ç.n.)

[3] İktisatçı Adam Smith’in 1776’da çıkan eseri, çağdaş iktisat alanındaki ilk eser. Klasik ekonominin en temel eserlerinden birisi olarak kabul görür. (ç.n.)

DİPLOMASİ

ŞİÖ mesajı: Ayrışmaya karşı dayanışma

Yayınlanma

Global Times, 5 Temmuz 2024

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, yerel saatle 4 Temmuz sabahı Kazakistan’ın başkenti Astana’daki Bağımsızlık Sarayı’nda düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) 24. Devlet Başkanları Konseyi Toplantısı’na katıldı. Zirve ilk kez “ŞİÖ Devlet Başkanları Konseyi Toplantısı” ve “ŞİÖ Artı” toplantısı şeklinde gerçekleştirildi. Toplantıya Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in yanı sıra BDT, OECD, CICA, CSTO ve EAEC gibi uluslararası örgütlerin başkanları da davet edildi. Bu durum ŞİÖ ailesinin “akraba” ve “tanıdıklarının” arttığını ve “Şanghay Ruhunun” daha fazla tanınmaya başladığını göstermektedir. İniş ve çıkışlarla geçen 23 yıl boyunca ŞİÖ, kademeli olarak bölgesel bir örgütten küresel etkiye sahip bir güce dönüştü.

Çeşitli güvensizlikler, istikrarsızlıklar ve belirsizliklerle karşı karşıya olan bir dünyada, ŞİÖ daha fazla dost ve yeni ortakla yoluna nasıl istikrarlı bir şekilde devam etmelidir? Başkan Xi, “Şanghay İşbirliği Örgütü Artı” Toplantısında yaptığı konuşmada dayanışma ve karşılıklı güven, barış ve huzur, refah ve kalkınma, iyi komşuluk ve dostluk ile hakkaniyet ve adaleti vurgulayan beş öneri sundu. Bu öneriler sadece geçmişteki başarılı deneyimlerin bir özeti değil, aynı zamanda gelecekteki çeşitli değişikliklere yanıt vermek için gerekli bir seçimdir.

Başkan Xi’nin konuşması ayrıca mevcut uluslararası durumda ŞİÖ’nün önemli stratejik konumunun ve özel tarihi misyonunun altını çizdi. Güvenlik açısından ŞİÖ, Avrasya kıtasında barış ve istikrarın çıpası olarak hareket ederek diyalog, koordinasyon ve kazan-kazan işbirliği zihniyetiyle güvenlik sorunlarına yanıt verecektir. Ekonomik olarak, teknolojik yenilik ve kapsayıcılık yoluyla ticaret hegemonyasını kıracak ve üye devletlerin içsel ekonomik dinamizmini teşvik edecektir. Siyasi olarak, karşılıklı destek ve konsensüs oluşturma yoluyla müdahaleciliğe direnecek ve çok taraflılığın uluslararası düzenini birlikte inşa edecektir.

ŞİÖ tarafından sunulan değer kavramı da buna karşılık gelmektedir. Devlet Başkanları Konseyi’nin 24. Toplantısı “Astana Deklarasyonu”nu ve dünya adaletini, uyumunu ve kalkınmasını teşvik etmek için ülkeler arasında dayanışma çağrısında bulunan bir girişimi de içeren belgeleri kabul etmiştir. ŞİÖ’nün kapsamlı barış, güvenlik ve istikrarı teşvik etme ve pekiştirme ve demokrasi ve adaletle karakterize edilen yeni bir uluslararası siyasi ve ekonomik düzen inşa etme taahhüdünde kararlı olduğuna ve bu süreçte giderek daha önemli bir rol oynadığına dair derin bir his var. Başkan Xi’nin konuşmasında da belirttiği gibi ŞİÖ tarihin, hakkaniyetin ve adaletin doğru tarafında durmaktadır ve dünya için büyük önem taşımaktadır.

ŞİÖ’nün kolektif sesi aynı zamanda ortak bir tercihtir ve mevcut uluslararası ortamda önemli bir anlam taşımaktadır. Birkaç ülke bloklar arası çatışmayı teşvik edip “ayrışmayı” savunurken, ŞİÖ üyesi devletler de dış müdahale ve nifak tohumları ekme girişimleriyle karşı karşıyadır. Bu durum, hem ŞİÖ’nün genişlemesine karşı sert bir tutum sergileyen hem de “uyumsuz sesler” ve “iç çatışmalar” söylemlerini öne çıkarma eğilimi gösteren Batı medyasının son yıllardaki çelişkili tutumundan da anlaşılmaktadır. Buna karşılık, ülkeler arasında dayanışma, dünyada adaletin sağlanması, uyum ve kalkınma çağrısında bulunan ve yeni bir güvenlik sistemi, adil bir ekonomik ortam ve temiz bir dünya kurulması çağrısı yapan girişim, sadece Soğuk Savaş zihniyetinin açık bir reddini temsil etmekle kalmıyor, aynı zamanda jeopolitiği aşan daha yüksek bir vizyonu ve daha büyük bir aklı da gösteriyor.

Bu yılki toplantının bir diğer önemli özelliği de Belarus’un ŞİÖ’ye resmen katılmasıdır. Pek çok kişi Avrupa’nın coğrafi merkezinde yer alan Belarus’un daha önce ağırlıklı olarak Güney Asya ve Orta Asya’dan gelen üyelerden ayrıldığını belirtmiştir. Bu durum, etki alanı genişlemiş ve daha çeşitlenmiş bir ŞİÖ’ye işaret ediyor. Çin’in Suudi Arabistan (bir ŞİÖ diyalog ortağı) ve İran (o zamanlar bir ŞİÖ gözlemcisi) arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını kolaylaştırma çabalarının ardından, 2023’te İran ŞİÖ’ye resmen katıldı. Genellikle bölgesel kargaşa ve güvensizliği beraberinde getiren NATO’nun genişlemesinin aksine, ŞİÖ’nün genişlemesi bölgesel barış güçlerinde bir büyüme anlamına geliyor. Yüzölçümü, nüfusu ve potansiyeli itibariyle dünyanın en büyük bölgesel örgütü olan ŞİÖ, bu nedenle benzersiz bir çekiciliğe ve etkiye sahiptir.

Xi’nin, Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG önemli bir bileşeni olan İpek Yolu Ekonomik Kuşağı’nı inşa etme girişimini ilk kez Astana’da önerdiğini de belirtmek gerekir. Başkan Xi 2013 yılında bu önemli girişimi Astana’da önermiş ve uluslararası toplumdan güçlü bir tepki almıştır. Birçok ŞİÖ üyesi ülke, kalkınma stratejilerini proaktif bir şekilde KYG ile uyumlu hale getirerek, ilgili tüm ülkelere somut avantajlar sağlayan dostane bir işbirliği ve karşılıklı fayda atmosferini teşvik etti. Örneğin, kısa süre önce onaylanan Çin-Kırgızistan-Özbekistan demiryolu projesi, Orta Asya’nın denize erişimi olmaması kısıtlamasını tamamen ortadan kaldıracak ve Orta Asya’ya Avrasya kıtasında önemli bir ulaşım merkezi olma fırsatı sunacaktır.

Karşılıklı güven, karşılıklı fayda, eşitlik, istişare, farklı medeniyetlere saygı ve ortak kalkınma arayışından oluşan “Şanghay Ruhu”, ŞİÖ’nün sürekli büyümesi ve güçlenmesi için temel ilke haline gelmiştir. Aynı zamanda yeni bir tür uluslararası ilişkilerin inşasını teşvik etmek için bir bayrak görevi görmektedir. Astana Zirvesi’nden sonra Çin, 2024-2025 yılları için ŞİÖ dönem başkanlığını devralmıştır ve ŞİÖ’nün gelişimine yeni katkılar sağlamak için kesinlikle çok çalışacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Moskova ve Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 boru hattında neden anlaşmaya varamadı?

Yayınlanma

Yazar

Denis Morohın
Novaya Gazeta Europe
1 Temmuz 2024

Mayıs ayında Pekin’e gerçekleştirdiği bir başka resmi ziyarette Kremlin’in Çin ile “sınır tanımayan” ortaklığını iyimser bir şekilde dile getirmesine rağmen Vladimir Putin, Çin’e yeni bir boru hattı üzerinden gaz ihracatı için uzun süredir beklenen sözleşmenin imzalanmasına yaklaşılamaması nedeniyle gezisinden bir kez daha eli boş döndü.

Moskova ile Pekin’in Sibirya’nın Gücü doğalgaz boru hatlarından ikincisi konusunda son 20 yıldır içine düştükleri çıkmaz, büyük ölçüde Çin’in kendisine büyük avantajlar sağlamayan bir anlaşma yapma konusundaki isteksizliğine bağlanabilir. Pekin, bu dev altyapı projesini ilerletmek yerine, Moskova tarafından sunulan her yeni imtiyazı, bazen tüm teşebbüsü kasıtlı olarak sabote ediyormuş gibi görünse bile geri çevirmekten hoşnut görünüyor.

Moskova, Pekin’in bitmek bilmeyen talepleri karşısında ne kadar hayal kırıklığına uğramış olsa da çok farklı bir konumda; doğalgaz ithal etmek için birden fazla kaynağa sahip olan Çin’in aksine Rusya, yakın zamana kadar ana alıcısı olan Avrupa’yı neredeyse tamamen kaybetti ve yerine henüz benzer büyüklükte bir alıcı koyamadı. Tüm bunlar Çin’e kendi koşullarını dikte etme ve utanmadan Moskova’ya uç talepler sunma imkânı sağlıyor.

Rusya’nın enerji devi Gazprom ve Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC), Putin’in ikinci devlet başkanlığı döneminin ortalarında, 2006 yılında önerilen boru hatları için çerçeve belgeleri imzaladı. Proje, iki boru hattı inşa edilmesini öngörüyordu; bunlardan ilki Rusya’nın Uzak Doğusundan doğu rotasını izleyerek Habarovsk’tan Vladivostok üzerinden Çin’e uzanacaktı ve Sibirya’nın Gücü olarak adlandırılmıştı. İkinci boru hattı ise Batı Sibirya’yı Çin’e bağlayacaktı ve başlangıçta Altay boru hattı olarak adlandırılmış olsa da 2010’ların ortalarında adı Sibirya’nın Gücü-2 olarak değiştirildi. Sibirya’nın Gücü 2019’da faaliyete geçerken Sibirya’nın Gücü-2’nin inşaat çalışmaları, şartlar ve koşullar hala müzakere edildiği için henüz başlamadı. Karşılaşılan engellerden bazıları şunlar:

Birinci şart: Çin’e Rusya’nın yerel fiyatlarından gaz satmak

İlk çerçeve belgelerinin imzalanmasından kısa bir süre sonra Pekin, Moskova’ya gazını Avrupa’ya sattığı fiyatın yarısına hatta üçte birine satması için baskı yapmaya başladı. Hatta Çin’in Rus gazını ülkenin iç pazarı için kullanılandan daha da düşük bir fiyattan satın almak istediğine dair haberler çıktı.

CNPC başlangıçta 1000 metreküp için 70 dolar fiyat talep ettiyse de daha sonra bu rakamı yükseltti ve 100 dolar fiyatta anlaştı. Yine de bu fiyat, Gazprom’un Avrupa’ya sattığı 250 ila 300 dolardan üç kat daha düşüktü.

Böylesine mantıksız talepler karşısında Moskova, müzakereleri tamamen kesmeyi ve bunun yerine yurt içi gaz satışlarını artırmaya odaklanmayı tercih etti. Putin ile Çin yönetimi arasında birkaç tur süren müzakerelerin ardından Altay projesi 2009 yılında süresiz olarak askıya alındı.

Fakat Moskova, anlaşmaya varamaması halinde devasa ve hızla büyüyen Çin pazarına erişimini tamamen kaybedebileceğinden ve Çin’in doğalgaz tedariki için kısa sürede alternatif kaynaklar bulacağından endişe ediyordu. Ayrıca, Rusya’nın güçlü inşaat ve metalürji lobileri yeni boru hatlarının inşası için yoğun lobi faaliyetleri yürütürken Avrupa pazarında rekabet, ABD’den sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) sevkiyatındaki artış ve Azerbaycan’dan artan gaz ihracatı nedeniyle şiddetleniyordu.

Bu baskılar Rusya’yı 2011 yılında tekrar müzakere masasına oturtmaya yetti ama taraflar bir kez daha ihracat fiyatı konusunda anlaşmaya varamadı. Rusya, Çin’in Avrupa’ya uyguladığı fiyat olan 1000 metreküp başına yaklaşık 350 doları kabul etmesini umarken Pekin, Rusya’ya sadece Türkmenistan’a ödediği kadar —yaklaşık 250 dolar— ödemeye hazırdı, bu nedenle müzakerelerde yine ilerleme kaydedilemedi.

Ancak Financial Times’ın mayıs ayındaki haberine göre Çin, Sibirya’nın Gücü-2’den Rusyalı yetkililer tarafından düzenlenen yerel fiyatları üzerinden gaz satın almasına izin verilmesi yönündeki ilk talebine geri döndü. Şu anda, bölgeye bağlı olarak bu fiyat, 1000 metreküp için yaklaşık 62 dolar.

Bu durum özellikle 2023 yılında Çin’in orijinal Sibirya’nın Gücü hattından satın aldığı gazın fiyatının 1000 metreküp için 287 dolara yükselmesiyle dikkat çekici —2021 yılında sadece 159 dolar ödedikten sonra— Avrupa’nın Rus gazı ithalatı için ödediği fiyatı bile aştı.

Ancak Reuters tarafından elde edilen gizli belgelere göre, fiyat 2027 yılına kadar 157 dolara düşebilir ve bu da sadece geçen yıl 6,3 milyar avroluk rekor bir zarar açıklayan Gazprom için ek mali kayıplara neden olur. Gazprom, 2023 yılında toplam 12 milyar avro zarar etti, ancak bu zarar kârlı petrol ve elektrik satışlarıyla kısmen telafi edildi.

İkinci şart: Fiyatın pahalı yakıtlara sabitlenmemesi

Bir diğer önemli engel de doğalgaz satış fiyatının hesaplanmasında kullanılan fiyat formülü oldu; bu formül, oranı dünya piyasalarında toplu olarak kıyaslama ölçütü olarak bilinen çeşitli yakıt türlerinin fiyatına bağladı.

Uluslararası gaz alım sözleşmeleri genelde Japonya Crude Cocktail (JCC), ABD’deki Henry Hub ve AB ve Birleşik Krallık’taki yakıt borsa kotasyonları gibi çeşitli endekslere bağlı. 2000’li yılların sonlarında Çin, Gazprom’un gaz ihracat fiyatlarını oldukça yüksek olan JCC kriterine bağlama önerisini reddederek şirketin projeyi bir kez daha birkaç yıllığına rafa kaldırmasına neden oldu.

Esasında Çinliler, 2013 yılında her iki boru hattı üzerinden gaz sevkiyatı için o dönemde ABD pazarındaki arz fazlası nedeniyle düşük olan ABD’deki kaya gazı fiyatlarına dayalı sabit bir fiyat üzerinde anlaşmayı önermişti. Fakat Ruslar Pekin’in önerisine itiraz ederek fiyat üzerinde zaten anlaşmaya varılmış olduğunu vurguladı. Bu durum müzakereleri bir kez daha rayından çıkardı.

Moskova ya da Pekin’den bu sözleşmenin herhangi bir kritere bağlanması yönünde bir talep gelip gelmediği bilinmiyor, ancak analistler Çin’in güçlü müzakere pozisyonunun avantajlı bir fiyat bağı için direnmesini sağladığına inanıyor. Novaya Gazeta’ya konuşan Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi analisti Petras Katinas, “Çin istediği formülü sözleşmeye dahil edebilecek güce sahip,” dedi.

Üçüncü şart: Boru hattının gazın gerekli olduğu yere yeniden yönlendirilmesi

2000’li yılların ortalarından bu yana, Pekin’in Sibirya’nın Gücü-2’ye yönelik bir diğer önemli itirazı da Moskova’nın başlangıçta “batı rotası” olarak adlandırdığı ve doğrudan Rusya’nın dağlık Altay bölgesinden geçerek Çin’in batısına ulaşması öngörülen boru hattının güzergahı oldu.

Bir dağ silsilesi üzerinden boru hattı inşa etmenin zorluklarına ve Rus çevrecilerin planladığı protestolara rağmen Altay rotası, Gazprom’un kesin tercihi, zira bu rota, Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki gaz sahaları ile Çin sınırı arasındaki en doğrudan rota.

Belki daha da önemlisi Gazprom, boru hattını Moğolistan ya da Kazakistan üzerinden geçirmekten imtina ediyor, zira bu durumda transit ücreti ödemek zorunda kalacak ve bu da kârını azaltacak. Önerilen güzergahla ilgili temel sorun, Batı Çin’in gaz talebinin, Sibirya’nın Gücü-2’nin nihai olarak sağlayabileceği 30 milyar metreküplük gaz kadar yüksek olmaması.

13 yıl süren müzakerelerin ardından Kremlin, nihayet Pekin’in taleplerine boyun eğdi ve Sibirya’nın Gücü-2’yi doğuya yönlendirmeyi kabul etti; bu da artık Çin’in endüstriyel olarak çok daha gelişmiş bölgelerine gaz ulaştıracağı anlamına geliyor. Fakat şimdi Rusya’ya düşen, transit bir ülkeyle anlaşmaya varmak.

Dördüncü şart: Çin’in yılda 30 milyar metreküp gaz almasını beklemeyin

Gazprom, 2006’daki müzakerelerin en başından itibaren Altay boru hattı üzerinden Çin’e yılda 30 milyar metreküp doğalgaz sevk etmeyi planlıyordu. Fakat proje müzakerelerinden 10 yıl sonra, Kremlin’i dehşete düşüren bir şekilde, CNPC’nin o dönemki başkanı Vang Yilin basın mensuplarına verdiği demeçte 30 milyarlık rakamın sadece basın tarafından dile getirildiğini ifade etti. Sibirya’nın Gücü-2 üzerinden yapılacak nihai gaz sevkiyatının gerçek hacminin hala müzakere edilmeyi beklediğini söyleyen Vang, tek bir yorumla müzakereleri en başa döndürdü.

Rus gazetesi Kommersant’a göre Çinliler, 2000’li yılların ortalarında Gazprom’un boru hattının yılda 30 milyar metreküp gaz taşıma kapasitesine sahip olmasını şart koşmuş, ancak sadece yılda 10 milyar metreküp gaz satın almayı garanti etmişti.

Dahası, geçen yıl Çinli yetkililer Türkmenistan’dan gelen ve Sibirya’nın Gücü-2 ile aynı kapasiteye sahip bir doğalgaz boru hattı olan D Hattını ülkenin başlıca enerji altyapısı önceliği olarak belirledi.

Columbia Üniversitesi’nden enerji araştırmacısı Erica Downs, Çin’in 2030’dan önce Sibirya’nın Gücü-2 gazına ihtiyaç duymasının muhtemel olmadığını söylerken CREA’dan Petras Katinas, Çin’in 2030’ların ortalarına kadar Rusya’dan bu ölçekte gaz sevkiyatına ihtiyaç duymayacağını öngördü.

Beşinci şart: Çin’in Rusya’nın iç enerji pazarına erişimine izin verilmesi

Putin’in görevde olduğu süre boyunca yılda birkaç kez üst düzey Çinli yetkililerle bir araya gelerek Pekin yönetimini etkilemeye çalışmasına rağmen, iki ülke arasındaki sınırsız karşılıklı güven ve dostluk iddiaları ne kadar sık dile getirilirse getirilsin, herhangi bir gerçekliği yok gibi görünüyor.

Esasında konu gaz sevkiyatını tartışmaya geldiğinde, Moskova ile Pekin’in birbirlerinin gaz işinin en kutsalları olan üretim ve satışa erişimini defalarca reddetmesi nedeniyle ortada hiç güven olmadığı ortaya çıkıyor.

CNPC, Doğu Sibirya’daki yeni sahalarda gaz üretimine dahil olmayı, sadece yakıt üretmeyi değil, aynı zamanda Gazprom ile birlikte Rusya’da bir yerel gaz boru hattı inşa etmeyi ve yönetmeyi umuyordu. CNPC’nin Rusya’nın yerel gaz işine girme arzusu ve Rusya’nın yabancıların kendi iç pazarına girmesine izin verme konusundaki isteksizliği, Sibirya’nın Gücü-2’nin daha fazla gecikmesi anlamına geliyordu.

Rusya da Çin’de kendine bir yer edinmeye çalıştı. 2013 yılında dönemin başbakan yardımcısı Arkadiy Dvorkoviç, Altay boru hattının inşasının Çin’in iç gaz piyasasının liberalleşmesine bağlı olduğunu ve Çin’deki fiyat düzenlemesinin zayıflaması halinde Gazprom’un bir zamanlar Avrupa’da yaptığı gibi kendi yakıtını kendisinin pazarlamayı tercih edeceğini açıkladı. Fakat çok geçmeden Pekin’in yabancı bir aktörün pazarlarına girmesine izin vermeye niyeti olmadığı ortaya çıktı.

Altıncı şart: Pekin’den kredi alın

Çin’in Rusya’nın iç gaz işine müdahil olması konusu gündeme gelirken aynı zamanda Çinli bankaların Gazprom’a yeni boru hattını inşa etmesi için borç vermesi ve bu borcun ne kadar olabileceği de tartışılıyordu.

Gazprom, 2014 yılına kadar yeni boru hattının inşasını kendi yatırım programını kullanarak finanse edeceğini söylüyordu, ancak Rusya hükümetinin Gazprom’a Rusya Ulusal Varlık Fonu’ndan kredi verilmesini onayladığı da konuşuluyordu.

Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Gazprom’un bir anda dış borç piyasalarının kendisine kapalı olduğunu fark etmesiyle her şey bir gecede değişti. İşte bu noktada her iki boru hattı projesini finanse etmek için bir Çin kredisi gündeme geldi.

Gazprom’un mali zorluklarından sonuna kadar faydalanan Çin, Altay projesinde ilerlemeyi şirketin boru hattının Rusya bölümünü inşa etmek için “ortağından” kredi almayı kabul etmesi koşuluna bağladı. Bir Çin bankasının finansmanını kabul etmesi için Moskova’da lobi faaliyeti yürüten Pekin, 8 milyar ila 15 milyar dolar arasında bir gelir elde etmek üzere kendi bankacılık sektörünü kurmuş oldu.

Ancak Rusya ve Çin’in faiz oranı ve kredinin diğer koşulları üzerinde anlaşamaması, iki tarafı bir kez daha çıkmaza sürükledi. Gazprom’dan bir kaynağın 2015 yılında Reuters’a verdiği demeçte şirketin inşaatı finanse etmek için kendi mali kaynaklarından yoksun olduğunu söylediği bildirildi.

Yedinci şart: Çin’e esnek hacimlerde gaz teslimatı yapılması

Aşılamayan bir başka mali engel de gaz sözleşmelerinde standart bir madde olan ve alıcı teslim edilen her şeyi satın almasa bile ödenmesi gereken minimum hacmi belirleyen al ya da öde koşulu oldu.

Novaya Gazeta’nın kaynaklarına göre Gazprom, orijinal Sibirya’nın Gücü boru hattı sözleşmesinde belirlenen standart olan yüzde 80’in altında bir al ya da öde seviyesini kabul etmeyecek, ancak Pekin bu koşulları kabul etmeyecek.

Petras Katinas, Novaya Gazeta’ya verdiği demeçte, Pekin şu anda al ya da öde şartlarıyla yeni bir sözleşme imzalama niyetinde olmasının pek mümkün olmadığını söyledi ve Pekin’in muhtemelen teslimatlar için sabit bir fiyatta ısrar edeceğini ya da esnek hacimler talep edeceğini, böylece ihtiyacı olmayan gazı satın almak zorunda kalmayacağını da sözlerine ekledi. Katinas, aynı zamanda Çin’in, şirketin mali durumunun kötü olduğunun bilincinde olarak, boru hattının inşasını finanse etmek için Gazprom’un Çin’den kredi almasında ısrar edebileceğini düşünüyor.

Boş umutlar

Birkaç yıl içinde Gazprom, batı güzergahında bir boru hattı inşası için Çin ile yakında bir sözleşme imzalayacağını duyurmasının 20. yıldönümünü kutlayacak.

Çin’in devasa inşaat projesini durdurmak için kullandığı tüm araçlar hala elinin altında ve bu süre zarfındaki tek önemli gelişme boru hattının doğuya kaydırılmış olması.

Çin coğrafi konumu itibariyle şanslı ve etrafı gaz tedarikçileriyle çevrili; Türkmenistan ve Myanmar’dan boru hattıyla yakıt almanın yanı sıra Orta Doğu ve Avustralya’dan da LNG sevkiyatı yapıyor. Bunun da ötesinde Gazprom tarafından Sahalin adasında ve Novatek tarafından Rusya’nın Kuzey Kutbu’ndaki Yamal Yarımadası’nda üretilen Yamal LNG de var. Sonuç olarak Pekin, Sibirya’nın Gücü-2 konusunda acele etmeyebilir.

Ancak neredeyse 20 yıldır Çin’in şartlarını kabul edemeyen ve kendi şartlarını belirleme çabalarında başarısız olan Gazprom’un artık kaçacak bir yeri kalmadı. Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesinden bu yana Avrupa pazarının neredeyse tamamını kaybetmesi, gaz üretiminin 1983’ten bu yana görülmemiş seviyelere inmesi anlamına geliyor ve şirketin hala Batı Sibirya gazını gönderecek bir yere ihtiyacı var. Sonuç olarak Çin, Moskova’nın zayıf bir pazarlık pozisyonunda olduğunu ve sözleşme yapmak için giderek daha fazla çaresiz kaldığını çok iyi bilerek neredeyse her türlü taviz için bastırabilir.

Columbia Üniversitesi araştırmacıları Erica Downs, Akos Losz ve Tatiana Mitrova tarafından hazırlanan raporda, “Proje inşa edilirse ve edildiğinde, muhtemelen Çin’in şartlarına göre olacaktır,” denildi. Novaya Gazeta’ya konuşan Downs’a göre Çin hangi tür yakıt bağımlılığının —Rusya’dan boru hattı gazı mı LNG teslimatları mı— daha riskli olduğuna karar vermeli. Downs’a göre Çin’in LNG ile ilgili sorunu, LNG taşıyan bazı tankerlerin uzun deniz yollarını kullanmak zorunda kalması olabilir ki bu da Pekin’in “ABD tarafından kesintiye uğratılmaya açık olarak algıladığı” bir durum.

Katinas, “Çin’in enerji güvenliğine odaklandığı göz önüne alındığında, ülkenin Rus gazına olan bağımlılığını kayda değer ölçüde artırmak isteyip istemediği epey şüpheli. Ancak ithalat için ek bir seçeneğe sahip olmak, küresel gaz piyasasında aksaklıklar yaşanması durumunda avantaj sağlayabilir,” diye konuştu.

Çin’in sahip olduğu çok sayıda etki aracına rağmen, Sibirya’nın Gücü-2’nin akıbeti belirsizliğini koruyor. Ukrayna’da savaşın patlak vermesinden bu yana Pekin’in yeni sınır ötesi enerji altyapı projeleri ve Rusya’nın enerji sektörüne yatırım yapma konusunda temkinli davrandığını belirten Downs, “Dolayısıyla Çin’in bu boru hattıyla ilgili karar verme konusunda zaman lüksü var,” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English