DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: 7 Ekim; direniş ekseni için dönüm noktası oldu
Yayınlanma
Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, Direniş Ekseninin nasıl ortaya çıktığı, kendisini ve mücadele araçlarını nasıl geliştirdiğini ele alıyor. Makalenin yazarları Gazze savaşının eksen için dönüm noktası olduğunu düşünüyor: ABD ne bu ekseni kolayca dağıtabilir ne de onu doğuran fikirleri yenebilir. Eksenin yelkenlerini suya indirmenin tek yolu Gazze’deki savaşı sona erdirmek ve İsrail-Filistin meselesine gerçek ve adil bir çözüm bulmaktır. Bu yapılmadığı takdirde eksen, ABD’nin uzun yıllar boyunca mücadele etmek zorunda kalacağı bölgesel bir gerçeklik olacaktır:
***
Narges Bajoghli ve Vali Nasr
12 Ocak’ta Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri Yemen’deki Husi hedeflerine yönelik askeri saldırılar başlattı. Bu saldırılar, grubun Kızıldeniz’deki ticari gemilere düzenlediği ve küresel ticareti sekteye uğratan saldırılara bir yanıt niteliğindeydi. Husilerin eylemleri kısa süre içinde onları, Salih Aruri ve diğer Hamas liderlerinin 2 Ocak’ta Beyrut’ta öldürülmesinin ardından bölgede giderek daha aktif hale gelen askeri koalisyonun en önemli üyeleri haline getirdi. Bu liderlerin ölümlerinin ardından Hizbullah komutanı Hasan Nasrallah intikam yemini etti ve İsrail’e karşı mücadelenin bir “direniş ekseni”nden başka bir şey gerektirmediğini ilan etti. Nasrallah’ın açıklamasını takip eden saatlerde, sözleri ustaca hazırlanan videolara eklendi ve geniş çapta yayıldı. Ardından eksen saldırıya geçti. Hizbullah İsrail’in Meron hava gözetleme üssünü 62 roketle vurdu; Irak merkezli İslami Direniş grubu Suriye ve Irak’taki ABD üslerine saldırmak üzere insansız hava araçları gönderdi ve İsrail’in Hayfa kentini uzun menzilli bir seyir füzesiyle hedef aldı; Husiler Kızıldeniz’de saldırıya geçti ve İran Umman Körfezi’nde bir petrol tankerini ele geçirdi.
Hem Batılı hem de bölge ülkeleri Gazze Şeridi’ndeki savaşın bölgesel bir yangına dönüşmesini istemediklerini iddia etseler de İran, Hizbullah, Husiler ve eksenin diğer üyeleri çok farklı bir oyun oynuyorlar. Bölgesel bir savaş alanında sabırla ve sistemli bir şekilde güç ittifakını pekiştiriyorlar. İran ve Hizbullah ile başladı ama hızla parçalarından daha büyük bir şeye dönüşüyor. Diğer üyeleri arasında Yemen’deki Husiler, Hamas ve Filistin İslami Cihadı ile Irak ve Suriye’deki Şii milisler yer alıyor. Bu eksenin oluşumu, Batı’nın on yıllardır Orta Doğu’da yarattığı ve savunduğu bölgesel düzene doğrudan bir meydan okuma. Aynı zamanda -İran ve Husilerin Kızıldeniz’deki gemilere yönelik saldırılarının da gösterdiği gibi- küresel ticaret ve enerji kaynakları için de bir tehdit oluşturuyor.
Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği saldırı, eksenin Filistin topraklarının ötesine geçerek İran, Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’i de kapsayan kabiliyet ve etkisini ortaya koydu. Batı, Tahran’ı bu ağın arkasındaki beyin olarak görüyor ve direniş ekseninin İran’ın stratejik bakış açısını yansıttığına şüphe yok. Nitekim Devrim Muhafızları, eksen üyelerine ölümcül askeri kabiliyetler ve koordinasyon desteği sağladı. Ancak Tahran kukla ustası değil ve eksenin tutarlılığı ve bölgesel rolü İran’ın emirlerinden çok daha fazlasını yansıtıyor.
Aksine, bu eksen ABD ve İsrail “sömürgeciliğine” karşı ortak nefretle birbirine bağlı. Hizbullah, Washington ve Tel Aviv’in Lübnan’a karıştığına inanırken Hamas, Husiler ve Irak’taki Şii milisler de aynı şeyin kendi bölgeleri için geçerli olduğunu düşünüyor. Nasrallah’ın da ifade ettiği gibi bu farklı gruplar, ister Lübnanlı, ister Filistinli, ister Yemenli olsunlar, aynı sorunlarla ve aynı düşmanla karşı karşıya oldukları gerçeğinde birleşiyor. Bu da bir bölgede yaşananların diğerlerini de doğrudan ilgilendirdiği anlamına geliyor. Eksen kendisini İran’ın bir aracı olmaktan ziyade “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” ruhuyla ortak stratejik hedefler etrafında inşa edilmiş bir ittifak olarak görüyor. Eksen üyeleri İsrail’e ve dolaylı olarak ABD’ye karşı aynı savaşı verdiklerine inanıyor. Bu da ne ABD uyarılarının ne de ABD saldırılarının ekseni geri adım atmaya zorlayamayacağı anlamına geliyor. Gazze’de silahlar susmadıkça, halk üzerindeki baskı hafifletilmedikçe ve Filistinlilerin egemenliği ve kendi kaderlerini tayin etmeleri için inandırıcı bir yol çizilmedikçe, ABD kendisini tehlikeli bir tırmanma sarmalından kurtaramayacak.
TAHRAN’IN BÜYÜK TASARIMI
Direniş ekseni 7 Ekim’de ortaya çıkmadı. Aksine, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından kuruldu. Kurucusu olan İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü ve eski komutanı Kasım Süleymani bu ağı İran’ın Hizbullah’la olan yakın bağları üzerine inşa etti ve hem İran’ın hem de Hizbullah’ın 1980’lerde Irak ve İsrail’le savaşma deneyimlerinden yararlandı. Süleymani en başından beri ekseni oluşturan her bir parçanın kendi kendine yetebildiği esnek bir ağ yaratmaya çalıştı. Eğitim ve mühimmat İran’dan gelse de her birimin taktik, teknoloji ve silahlar konusunda uzmanlaşması ve bunları kullanması bekleniyordu.
Yeni kurulan eksenin ilk günlerdeki temel amacı ABD’nin Irak’ı işgal planlarını bozguna uğratmaktı. Bu amaçla Tahran ve Hizbullah, ABD birliklerine karşı savaşan yerel milisleri başarıyla oluşturdu. Daha sonra, IŞİD olarak da bilinen İslam Devleti’nin 2014 yılında Irak ve Suriye’nin büyük bölümünü ele geçirmesinin ardından, hem Suriye’deki Esad rejimini hem de Irak’taki Şii iktidarını tehdit eden bu militan mezhepçi güçlerle savaşmak için benzer milisler kuruldu. İran, Hizbullah, Irak ve Suriye’deki Şii milisler ortak düşmanlarına karşı savaşırken Suriye iç savaşı bu eksen için bir dönüm noktası oldu. Bunu yaparken bu ülkeler ve gruplar askeri ve istihbarat yeteneklerini derinleştirdi ve ittifaklarının stratejik mantığını geliştirdi. Bu dönemde İran, Yemen’deki Husi isyancılarla bağlarını güçlendirdi, onları artık filizlenmekte olan ittifaka kattı ve direniş ekseni bayrağını benimsetti.
Geçen on yıl boyunca İran ve Hizbullah Gazze, Irak, Suriye ve Yemen’de gelişmiş füzeler, insansız hava araçları ve roketler konuşlandırdı. Ayrıca Hamas ve Husileri kendi silahlarını üretmeleri için eğittiler. Bu yaklaşımın başarısı Hamas ve Husilerin füzeleri ustalıkla geliştirip kullanmalarından anlaşılıyor. Eksen üyeleri ayrıca medya iletişimi konusunda eğitildi, mali kanalların kurulmasına yardımcı olundu ve özellikle Batı Şeria’da sivil direnişin nasıl destekleneceği öğretildi. Süleymani’nin halefi İsmail Kani, bu mirasın üzerine inşa ederek ekseni daha da merkezsizleştirdi ve taktik ve operasyonel karar alma yetkisini giderek yerel birimlere ve onların komutanlarına devretti.
Ortaya çıkan ağ, Tahran’ın ABD’yi Orta Doğu’dan çıkarma yönündeki kalıcı hedefini ilerletmesine yardımcı oldu. 1979 devriminden bu yana Tahran, ülkeyi İranlı liderlerin İslam Cumhuriyeti’ni yok etmeye kararlı olduğuna inandıkları Washington’dan korumaya odaklanmış durumda. Bu amaçla İran, ABD’nin kendisini ekonomik ve askeri olarak çevreleme girişimlerini boşa çıkarmaya çalıştı. ABD ordusunu İran ve Basra Körfezi’ne komşu ülkelerden uzaklaştırmaya ve ABD’yi bölgeyi terk etmeye zorlamak için mücadele etti. Yani eksen Tahran için değerliydi çünkü ABD güçlerinin dikkatini İran sınırlarından uzaklaştırdı.
Eksenin Tahran için stratejik değeri son sekiz yılda Washington’un artan saldırganlığı nedeniyle daha da arttı. ABD Başkanı Donald Trump, 2018’de İran’la nükleer anlaşmadan çekildi ve ülkeye maksimum yaptırım uyguladı. 2020’de ise Süleymani’nin öldürülmesi emrini verdi. Bu eylemler Tahran’ı, Washington üzerindeki baskıyı artırabilecek, Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan daha güçlü ve tutarlı bir müttefik eksenine ihtiyaç duyduğuna ikna etti. Bu bağlamda İran’ın nükleer programı sadece yaptırımların kaldırılmasını müzakere etmek için bir pazarlık kozu olarak değil, aynı zamanda ekseni ABD saldırısından koruyabilecek bir caydırıcı unsur olarak da önem kazandı.
Direniş ekseninin diğer üyeleri Tahran’ın bölgedeki hedefleriyle aynı çizgide yer alıyor ve bu hedefler kendi yerel çıkarlarını da yansıtıyor. Örneğin Hizbullah, güney Lübnan’ı, İsrail’in Suriye ve Ürdün topraklarını da kapsadığına inandığı yayılmacı emellerinden koruma arzusuyla hareket ediyor. Irak’taki Şii milisler ABD güçlerini ülkeden çıkarmaya ve ülkedeki Sünnilerle bitmediğine inandıkları iç savaştan zaferle çıkmaya odaklanmış durumda. Husiler Yemen’in tamamında güç kazanmak istiyor ve Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin kendilerine engel olma çabalarını hoş karşılamıyorlar.
HEPSİ BİRLİKTE
Yine de direniş ekseni nihayetinde askeri bir ittifak ve bu nedenle üyeleri birlikte daha güçlü. Her ne kadar 7 Ekim saldırısını Hamas planlamış ve uygulamış olsa da, Hamas’ın kabiliyetlerinin geliştirilmesinden büyük ölçüde İran ve Hizbullah sorumlu. Nitekim saldırıdan önce Beyrut’ta Hamas, Hizbullah, Filistin İslami Cihad, Devrim Muhafızları, Husi ve Iraklı milislerin üst düzey liderlerinin katıldığı bir dizi toplantının da gösterdiği gibi, eksen üyeleri muhtemelen Hamas’ın planlarından haberdardı ve onları destekliyordu. Hamas için saldırının temel amacı, Filistin davasını yavaş ama emin adımlarla söndüren statükoyu bozmak ve mücadelelerini Arap siyasetinin ön saflarına geri döndürmekti.
İran ve Hizbullah için de Filistin meselesinin yeniden gündeme gelmesi İsrail’e geri adım attırarak İsrail ile Arap devletleri arasındaki ilişkilerin normalleşme ihtimalini azaltma avantajına sahipti. Ayrıca İsrail’i kaynaklarını tüketecek çok cepheli bir savaşa sokma ihtimali de ilgilerini çekiyor. Her iki durumda da çatışma, İran’ın uzun süredir devam eden bir hedefine ulaşıyor: Tahran uzun zamandır İsrail’in kendi işleriyle meşgul olmadığı takdirde İran’la uğraşacağına inanıyor.
Ancak Hamas’ın saldırısının sonucu, İsrail’in tepkisinin ölçeği ve şiddeti, ardından gelen insani felaket ve dünyanın ilgisinin boyutu beklenmedikti. Hamas ve eksenindeki müttefikleri 7 Ekim’deki saldırının bu kadar başarılı olacağını tahmin etmemişlerdi; bunun yerine muhtemelen İsrail’e hızlı bir saldırı düzenleyeceklerini ve bu saldırının sınırlı kayıp ve rehineyle sonuçlanacağını öngörmüşlerdi. İsrail o zaman da Gazze’ye saldıracaktı ama bu kadar gözü kara ve yıkıcı bir vahşetle değil. Hamas’ın saldırısının başarısı ve İsrail’in tepkisinin boyutu ekseni şaşkına çevirdi ve sonuç olarak hedeflerini ve stratejisini yeniden ayarladı. Ne İran ne de Hizbullah daha geniş çaplı bir bölgesel savaş istemese de insansız hava araçları ve füzelerle hem İsrail hem de ABD güçlerini hedef aldılar. Husiler de Kızıldeniz’de deniz taşımacılığını sekteye uğratarak mücadeleye katıldılar. Bunu hem Filistinlilere destek vermek hem de eksen üyelerinin savaşmaya istekli olduğunu göstererek ABD ve İsrail’i savaşı Lübnan’a genişletmekten caydırmak için yaptılar. Bu kararlılığın İsrail’i çatışmayı genişletmekten caydıracağını ve Tel Aviv’i, eksenin tüm cephelerinde çatışmayla karşı karşıya kalmaksızın savaşı kendi seçtiği bir cephede genişletme yeteneğinden mahrum bırakacağını umuyorlar.
Eksenin tüm üyeleri Gazze’deki savaşta yer aldı ve sonuç olarak hepsi İsrail ve ABD’nin gözünde töhmet altında. Bu durum eksen içindeki bağları daha da güçlendirdi. Şimdi hepsi birbirine ve İsrail’in Gazze’de açık bir zafer kazanmasını engellemeye bağlı. Zira İsrail zafer kazanırsa, dikkatini Hizbullah’tan başlayıp İran’a kadar eksenin diğer üyelerine çevirecek.
MEDYA SAVAŞLARI
Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırılarında kameralar da en az ölümcül silahlar kadar önemliydi. Militanlarına bağladığı GoPro kameraları ve insansız hava araçlarını kullanarak İsrail güvenlik duvarındaki gedikleri kaydeden Hamas, saldırıdan birkaç saat sonra sosyal medyaya uygun videolar yayınlamaya başladı ve en başından itibaren hikayenin kontrolünü ele geçirdi. Hamas o zamandan beri medya konusunda da aynı derecede becerikli. Örneğin, Kasım 2023’teki geçici ateşkes ve rehine takası sırasında, grup İsrailli esirlerini Gazze Şehri’nin ortasında serbest bıraktı ve kameralar onların gülümsemelerini, el sıkışmalarını ve kendilerini esir alanlarla beşlik çakmalarını çekmek için hazır bekledi. Bu, İsrailli politikacıların “vahşi”, “hayvansı insan” “terörist” söylemlerine karşı koymak için tasarlanmıştı. Orta Doğu, küresel Güney ve hatta Batı’daki kamuoyu, çatışmayı İslami terörizme bir yanıttan ziyade on yıllardır süren işgalin bir sonucu olarak görmeye başladı. Bu da eksenin sömürgecilik karşıtı dünya görüşünü dolaylı olarak doğruluyor ve eksenin bölge genelinde daha popüler olmasına yardımcı oluyor.
Eksen küresel popülaritesinin de artacağını umuyor. On yıllardır ilk kez Filistin davası uluslararası alanda öne çıkıyor ve eksen liderleri bunu bir nimet olarak görüyor. Filistin meselesinin yükselişi İsrail ve ABD’yi yalnızlaştırıyor ve yerleşimci sömürgeciliğine, işgale ve apartheid’a yönelik küresel eleştirileri artırıyor. Eksen liderleri, Batı karşıtı bu fikirlerin yeni yeni dikkat çekmeye başladığı bir dönemde Batı ile karşı karşıya gelmekten memnuniyet duyuyor. Bu amaçla eksenin liderleri bu kavramları mesajlarının merkezine yerleştirdiler. Uzun zamandır İran ve Hizbullah’ın söyleminin temelini oluşturan muğlak dini terminoloji geride kaldı; onun yerine insan hakları literatüründen ve uluslararası hukuktan aşina olduğumuz kelimeler ve ifadeler kullanılmaya başlandı. Öğretici bir örnek, geçten günlerde Husilerin sosyal medya platformlarında İsrail’le bağlantılı ya da İsrail limanlarına giden tüm ticari gemilere yönelik Kızıldeniz ablukasını duyuran İngilizce bir video yayınlamasıyla yaşandı. Videoda bu askeri operasyonların “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 1. Maddesi hükümlerine uygun olduğu” belirtiliyordu. Bu madde, sözleşmenin tüm taraflarının soykırımın meydana gelmesini önleme ve işlenmesinden sorumlu olanları cezalandırma yükümlülüğü altında olduğunu belirtiyor. Video şu mesajla sona eriyor: “Soykırım Durduğunda Abluka da Durur.” 11 Şubat’ta, Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’e karşı soykırım davası açtığı gün, Birleşik Krallık ve ABD Yemen’i bombaladı. Sosyal medya platformlarında bir kez daha Güney Afrika ve Yemen’in soykırımı durdurmak için harekete geçtiği, Londra ve Washington’un ise bir kez daha baskıyı sürdürmek için bölgeyi bombaladığı mesajı yayıldı. Geçen üç ay boyunca özellikle Husiler, TikTok’ta viral olan videolarıyla Z kuşağı arasında küresel bir hayranlık kazandı.
“Teröre karşı savaş”ın sürdüğü 20 yıl boyunca, direniş ekseninin üyeleri ya uluslararası alanda tanınmıyordu ya da sadece Batı nefreti güden teröristler olarak görülüyordu. Eksen, 7 Ekim’den bu yana kendini kendi terimleriyle tanımlayabiliyor ve eylemlerini küresel antikolonyalist hareketlerle başarılı bir şekilde ilişkilendirebiliyor. Daha önce hayal bile edilemeyen bir başarı elde etti: Bu ay Londra’daki protestocular “Yemen, Yemen, bizi gururlandır, bir gemiyi daha geri döndür” sloganları attı.
Yani eksen artık İsrail ve ABD ile sadece Ortadoğu’daki savaş alanlarında değil, Instagram, Telegram, TikTok ve X gibi sosyal medya platformlarında da dünya kamuoyu için savaşıyor. Gerçekten de Nasrallah ve Hamaney’in açıklamaları, eksenin liderlerinin uluslararası kamuoyunu uzun vadede daha önemli bir stratejik ödül olarak gördüklerini gösteriyor. ABD’yi askeri olarak yenemeyeceklerini biliyorlar ve bu nedenle Washington’u Ortadoğu’dan çekilmeye ve Filistinlilerin egemenliğine saygı göstermeye zorlamak için yeterli kamuoyu baskısı yaratmayı umuyorlar. İşte bu nedenle Nasrallah “İsrail’in sosyal medya sayesinde artık çocuk katili bir terörist devlet olarak görüldüğü” gerçeğini övdü. Nasrallah, sosyal medya sayesinde İsrail’in “çocuk ve kadın katili, insanları yerlerinden eden ve içinde bulunduğumuz yüzyıldaki en büyük soykırımın sorumlusu” olduğuna yönelik küresel bir algı olduğunu belirtti. Nasrallah ayrıca sosyal medyanın ABD’nin sorumluluk taşıdığı görüşünü yayma yeteneğini de övdü. “Gazze’ye yönelik savaş bir Amerikan savaşıdır, bombalar Amerikalıdır, karar da Amerikalılarındır” dedi: “Dünya bugün bunu biliyor”
Eksen için bu medya kampanyası tam zamanında geldi. İran ve Hizbullah uzun zamandır yumuşak gücün öneminin farkında olsalar da bu gücü etkileme konusunda tarihsel olarak başarısız oldular. Ancak bu eksikliğin farkına vardılar ve geçen on yılı, tam da bu tür bir an için güçlü ve çevik bir medya altyapısı -şimdi birden fazla dilde faaliyet gösteriyor- inşa etmekle geçirdiler. Bugün direniş ekseni, İsrailli askerlere ve askeri tesislere doğrudan isabetleri vurgulamak için ağır çekim efektleri kullandıkları savaş operasyonlarının günlük videolarını yayınlıyor. TikTok’ta Kızıldeniz’de ele geçirilen gemilerde dans eden Husilerin videolarını yayınlıyor ve Hamas sözcüsü Ebu Ubeyde de dahil eksenin kilit figürleri için küresel hayranlık yaratmayı amaçlayan sloganlar üretiyor. Hizbullah liderini, Filistinliler için çok az şey yapmakla suçlanan Arap devlet başkanlarıyla karşılaştırarak Nasrallah’ı kutlayan içerikler de üretiliyor. Bu çıktılar, Filistin’i desteklemek için yurtdışında üretilen içeriği tamamlayarak eksenin erişim alanını daha önce görülmemiş bir şekilde genişletiyor.
Eksenin yürüttüğü askeri ve yumuşak güç kampanyaları, Batı ve özellikle de Washington için eşi benzeri görülmemiş bölgesel zorluklar ortaya koyuyor. Savaş kısa sürede sona ermez ve Filistinliler için adil bir çözüme giden açık bir yol bulunamazsa, ABD, siyaseti Gazze Şeridi’ni saran öfkenin şekillendirdiği bir bölgeyle karşı karşıya kalacak. İsrail’in Lübnan’da ya da ABD ve müttefiklerinin Yemen’de çatışmayı Gazze’nin ötesine taşıması sadece bu öfkeyi besleyecek, kamuoyunu daha da alevlendirecek ve eksenin etkisini pekiştirecek. Washington bu eğilimi ancak Gazze’de bir ateşkes müzakere ederek ve ardından nihai bir çözüme götürecek inandırıcı bir barış süreci şekillendirerek tersine çevirebilir.
Direniş ekseninin oluşumu uzun zamandır devam ediyor. Gazze’deki savaş bu ağa Batı’ya askeri ve algısal bir saldırı başlatmak için şimdiye kadarki en büyük fırsatı verdi. Daha şimdiden silahları ve askerleriyle bölgede, mesajı ve misyonuyla da küresel çapta kendini kabul ettirdi. İsrail-Hamas savaşı Orta Doğu’yu değiştirdi: Halkın büyük öfkesi harekete geçti ve Batı’ya yönelik düşmanlık yeni aşırılıkları ve siyasi istikrarsızlığı tetikleyebilir. Washington’un müttefik olarak gördüğü bölge yöneticileri için bile savaş, kendi güvenlikleri ve Batı ile ilişkileri hakkındaki temel varsayımları değiştirdi. ABD ne bu ekseni kolayca dağıtabilir ne de onu doğuran fikirleri yenebilir. Eksenin yelkenlerini suya indirmenin tek yolu Gazze’deki savaşı sona erdirmek ve İsrail-Filistin meselesine gerçek ve adil bir çözüm bulmaktır. Bu yapılmadığı takdirde eksen, ABD’nin uzun yıllar boyunca mücadele etmek zorunda kalacağı bölgesel bir gerçeklik olacaktır.
İlginizi Çekebilir
-
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
Avrupalılar Esad’ın düşüşünden memnun
-
SMO Münbiç’e, İsrail Şeyh Dağı’na girdi
-
Alman Rheinmetall, savaş dronu geliştirmek için ABD’li yazılım şirketi ile güç birliğine gidiyor
-
Rus basını değerlendirdi: Beşar Esad sonrası Suriye nasıl olacak?
-
Pentagon ve SpaceX’ten Ukrayna’ya Starshield desteği
DÜNYA BASINI
ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Yayınlanma
6 saat önce09/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.
ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.
Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.
Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.
Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.
Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.
Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.
Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.
1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.
“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.
Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.
1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.
Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.
¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)
DÜNYA BASINI
Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?
Yayınlanma
22 saat önce08/12/2024
Yazar
Harici.com.trSeyyid Ali Rıza, Batı Asya uzmanı
Press TV, 8 Aralık 2024
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Şam’daki hükümeti, geçen hafta Halep’ten başlayarak savaşın harap ettiği Arap ülkesini kasıp kavuran bir grup militan gruba yenik düştü.
Arap ülkesinin çöküşü, İsrail rejiminin binlerce sivilin hayatına mal olan ancak kayda değer bir askeri hedefe ulaşamayan yaklaşık 70 günlük dizginsiz saldırganlığının ardından geçen hafta başında Lübnan’da ateşkes ilan edilmesinden kısa bir süre sonra başladı.
Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ) (eski adıyla al-Nusra) liderliğindeki yağmacı militan gruplar Halep’e yıldırım hızıyla bir saldırı başlattı, ardından İdlib, Hama ve Humus’a doğru hızla ilerledi ve nihayetinde pazar günü erken saatlerde Şam’ı ele geçirdi.
Suriye Arap Ordusu’nun ilk direnişine rağmen hükümet güçleri kilit bölgelerden kademeli olarak geri çekilerek Batılı ve Arap devletlerin yanı sıra İsrail rejimi tarafından da desteklenen militan grupların Şam’a doğru çarpıcı askeri ilerlemeler kaydetmesini sağladı.
Devrik Suriye Devlet Başkanı’nın nerede olduğu bilinmiyor; ya Suriye içindeki bir Rus askeri üssünde saklandığı ya da BAE veya Rusya’ya kaçtığı yönünde spekülasyonlar var.
Filistin esas mesele
Suriye her zaman Direniş Ekseni’nin hayati bir dişlisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir; Şam’da kontrolü kim ele geçirirse geçirsin bu durum değişmeyecektir. Ülkenin stratejik önemi azalmadan devam etmektedir.
Dahası, Suriye’deki dramatik gelişmelere rağmen, daha geniş Direniş Ekseni içindeki dinamikler etkilenmemiştir. Filistin, ittifak için temel mesele olmaya devam ediyor.
Suriye tarihsel olarak Lübnanlı ve Filistinli direniş hareketlerine silah ve diğer kaynakların sağlanmasında bir kanal görevi görmüştür. Ancak bu hareketler artık füzeler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere kendi silahlarını üreterek kendi kendilerine yeter hale geldiler.
İran’ın Direniş Ekseni’ne desteği Suriye’nin liderliğinden bağımsız olarak devam edecek ve Filistin, İslami Direniş ve bölgesel müttefikleri için en önemli öncelik olmaya devam edecek.
Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin son dönemde bölge genelinde gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, bu gelişmelerin ortasında Filistin meselesinin ön planda kalmasını sağlamayı amaçlıyordu.
Cumartesi günü Doha’da Hamas’ın üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejimin işgal ve saldırganlığına karşı Filistin ve Lübnan halkını ve direnişini destekleyen ilkeli tutumu güçlü bir şekilde devam edecektir” dedi.
Arakçi, Rusya ve Türkiye’den mevkidaşlarıyla birlikte Suriye konulu bölgesel konferansa katılmak üzere Doha’da bulunuyordu.
Hızlı çöküşün sebepleri
Suriye hükümetinin hızla düşmesi pek çok kişinin bunun nasıl olduğunu sorgulamasına neden oldu. Bu çöküş, Taliban’ın yaklaşık üç yıl önce Kabil’i ele geçirmesinden bile daha dramatik olarak nitelendiriliyor.
Ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. HTŞ’nin başını çektiği militan gruplar, kaleleri sayılan bölgelerde dış destekle yıllardır bu an için zemin hazırlıyordu.
İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım savaşı ve Lübnan’daki saldırganlığıyla daha da şiddetlenen bölgedeki kaos, onlara kararlı bir şekilde saldırma fırsatı sağladı. Bu bekledikleri andı.
Birçoklarının haklı olarak savunduğu gibi bu militan (HTŞ vb.) grupların hiçbiri Gazze ya da Lübnan için ayağa kalkmadı çünkü Tel Aviv rejimini kızdırmak istemiyorlardı. Suriye’ye odaklanmaya devam ettiler.
Geçen haftadan itibaren Esad güçleri çok az bir direnişle geri çekildi. Suriye Arap Ordusu’nun militanların ilerleyişine karşı koyamamasının birkaç nedeni var ve bunlardan biri de Suriye toplumunun her kesimini etkileyen ülkedeki vahim ekonomik durum.
Suriye’nin ekonomik durumu yıllar içinde, özellikle de ABD’nin Aralık 2019’da “Sezar Yasası” kapsamında uyguladığı felç edici yaptırımlardan bu yana endişe verici bir şekilde kötüleşti. Bu yaptırımlar, ekonomik reformları başlatamadığı için Esad hükümetinin karşılaştığı zorlukları daha da artırdı.
ABD ayrıca Esad rejimine muhalif birçok militan gruba da destek verdi ki bu durum sızdırılan telgraflarda ve üst düzey ABD yetkililerinin açıklamalarında geniş bir şekilde belgelenmiştir.
Ancak Esad’ın devrilmesi ne Suriye için istikrara dönüş anlamına geliyor ne de yaptırımların kalkmasını ya da hafiflemesini garanti ediyor. Yeni yöneticiler uyumlu bir yapıdan ziyade farklı ideolojilere, bağlantılara ve siyasi hedeflere sahip militan gruplardan oluşan bir koalisyon.
Aralarında Katar, Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu bazı bölge ülkeleri, Esad hükümetini deviren bu militan grupları kendi bölgesel emelleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi.
Taliban benzetmesi
Şam’daki yeni iktidar koalisyonu, Kabil’deki de facto Taliban hükümetine benzer şekilde, özellikle uluslararası meşruiyet kazanma konusunda önemli zorluklarla karşılaşacaktır.
Ayrıca bu militan grupların hedefleri temelde uyuşmadığı için eninde sonunda birbirlerine düşmeleri de güçlü bir olasılık. Her bir grubun güçten daha fazla pay alma arayışında olması muhtemeldir.
Bölgesel güvensizlik ve kaostan beslenen İsrail rejiminin durumu daha da kötüleştirmeye devam etmesi bekleniyor. Son raporlar, İsrail’in devam eden kargaşadan faydalanarak Suriye topraklarındaki işgalini halihazırda işgal altında olan Golan Tepeleri’nin ötesine genişletmeye çalıştığını gösteriyor.
Bu militan grupların Siyonist rejim tarafından sağlanan destekten faydalandıkları aşikâr olmakla birlikte, Suriye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirmiş olmalarından dolayı bu destek artık devam etmeyecektir.
Önümüzdeki günler ve haftalar bölgenin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek kritik öneme sahiptir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da direniş ekseninin sağlam ve daha güçlü bir konumda olduğu.
DÜNYA BASINI
Üç adımda ‘Çin’in borç tuzağı’ anlatısını çürütmek
Yayınlanma
2 gün önce07/12/2024
Yazar
Emre KöseEditörün notu: İsveç’teki Kuşak ve Yol Enstitüsü’nün başkan yardımcısı Hussein Askary, Li Xing Yunshan Lider Akademisyeni ve Çin’deki Guangdong Uluslararası Stratejiler Enstitüsü’nde profesör olan Li Xing’in başkanlığında, 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu 2024 Uluslararası Düşünce Kuruluşu Forumu’nda düzenlenen “Kuşak ve Yol Girişimi ve Küresel Güney” başlıklı konferans oturumunda yaptığı sunumda, “Çin’in borç tuzağı” anlatısını çürütmek için üç temel soruya odaklanan bir araştırma yöntemi öneriyor. Arkasy’nin ortaya koyduğu verilere göre “Çin’in borç tuzağı” iddiası somut verilere dayanmayan bir propaganda aracı. Bilakis, Çin’in altyapı odaklı kredileri, borç yükü altındaki ülkelerin üretkenliğini artırma potansiyeline sahip. Ancak, bu ülkelerin tüm sorunlarını çözmek için daha geniş kapsamlı finansman stratejilerine ihtiyaç var.
“Çin’in borç tuzağı” anlatısını çürütmek: Üç adımlık yeni bir araştırma yöntemi
Hussein Askary, Li Xing
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Mayıs 2018’den bu yana geniş çaplı finansman ve medya desteğiyle yoğun şekilde desteklediği Çin’in “borç tuzağı” anlatısına dair araştırmamız, bu iddiayı destekleyecek hiçbir somut kanıt olmadığını ortaya koyuyor.
Bu anlatı, esas olarak, Çin’in önerdiği Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) ilerlemesini engellemek ve Çin’in uluslararası itibarına zarar vermek amacıyla kullanılan bir jeopolitik propaganda aracı olarak hizmet ediyor.
Sri Lanka, Pakistan, Zambiya, Kenya ve Karadağ gibi ülkelerdeki son on yıllık mali ve iktisadi gelişmeleri incelediğimizde tutarlı bir model gözlemledik.
Bu model, bu ülkelerin yaşadığı mali sıkıntıların, hiçbir şekilde doğrudan Çin veya KYG ile ilişkilendirilemeyen, iç ve dış etkenlerin bir kombinasyonundan kaynaklandığını gösteriyor. Bu inceleme sayesinde, bu anlatının içerdiği ana yanlışları ortaya koymayı sağlayan sistematik bir yöntem geliştirdik.
Bu araştırma yöntemi, “Çin’in borç tuzağı” iddiasıyla gündeme gelen herhangi bir ülkenin durumunu incelemek ve böylelikle gerçekle efsaneyi ayırmak için kullanılabilir. Ayrıca, bu araştırma, karar mercilerinin önümüzdeki on yılda altyapı geliştirme kredilerine dair sağlam politikalar belirlemesine yardımcı olacak ve bu da ülkelerinin iktisadi kalkınmasının temel taşını oluşturacaktır.
Bu yöntem, borç tuzağı anlatısını kabul edenlerin şu üç temel soruya yanıt vermesi gerektiğini öne sürüyor:
1- Ülkenin borç yapısı ne?
2- Borçların niteliği nasıl?
3- Ülkenin mali sıkıntılarının kaynağı ne?
***
1. Borç yapısı
Borç yapısından kastedilen, bir ülkenin toplam dış borcunun farklı alacaklılara olan dağılımıdır ve bu dağılım genellikle yüzdelerle ifade edilir [bkz. Şekil 1]. Yaptığımız incelemede, Çin’e olan borcun toplam borcun yalnızca küçük bir kısmını oluşturduğunu hemen fark ettik (2022 yılında Sri Lanka için yüzde 10, 2024 yılında Kenya için yüzde 15,5).
Şekil 1. Kenya’nın 2024 ve Sri Lanka’nın 2022 yılı toplam dış borç dağılımı
Bununla birlikte, Batılı düşünce kuruluşları ve medya, semantik manipülasyon yaparak toplam dış borç yerine “ikili borç” (bilateral debt) kavramına odaklanıyor. Bu, sık sık şu şekilde sunuluyor: “Çin, Ülke X’in en büyük ikili alacaklısıdır” [bkz. Şekil 2]. Bu seçici çerçeveleme, Çin’in bu ülkelerin finansal sorunlarındaki rolünü orantısız bir şekilde büyüten yanıltıcı bir algı yaratıyor.
Şekil 2. Kenya’nın toplam dış borcu yerine Çin ile olan ikili borcunun vurgulanması
Bu nedenle, araştırmacılar yalnızca medya veya düşünce kuruluşlarının sağladığı bilgilerle yetinmemeli. Bunun yerine, her ülkenin maliye bakanlığı veya merkez bankası gibi kamuya açık resmi verilerini kullanmalı. Şekil 2’de, Kenya Ulusal Hazinesi’nin Ocak 2024 Aylık Bülteni’nden elde edilen bilgiler kullanılıyor.
Toplam borç kompozisyonu grafiklerine baktığımızda, Sri Lanka’nın borcunun yalnızca yüzde 10’unun Çin’e ait olduğunu; buna karşılık, borcun yüzde 80 ila yüzde 90’ının Batılı kurumlara veya Batılı devletlerle bağlantılı kuruluşlara ait olduğunu görüyoruz. Daha da önemlisi, veriler “gözden kaçan asıl gerçeği” ortaya koyuyor: Sri Lanka’nın borcunun yüzde 47’si ticari kredilerden oluşuyor ve bu borcun çoğu Amerikan BlackRock ve İngiliz Ashmore gibi Batılı özel tahvil sahiplerine ait. Bu tahvil sahiplerinin elinde, Çin’in Sri Lanka’ya verdiği kredinin dört katı borç bulunuyor. Kenya’da ise ticari krediler Çin’e olan borç miktarını aşıyor ve çoğunluğu Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’na (IMF) ait olan çok taraflı krediler (multilateral loans), Çin’e olan borcun üç katını buluyor.
2. Borç niteliği
KYG kapsamındaki Çin kredileri neredeyse tamamen ulaşım, enerji, su, eğitim ve sağlık gibi sektörlerde modern altyapı inşasına yönelik. Bu projeler, alıcı ülkelerin üretkenliğini artıran verimli yatırımlar. Altyapıyı geliştiren bu krediler, sanayi, tarım ve hizmet sektörlerini destekleyerek ekonomilerin gelir elde etmesini ve borçları geri ödeyebilme kapasitesi kazanmasını sağlıyor. Buna karşın, ticari ve çok taraflı kredilerle sağlanan finansal kaynakların büyük kısmı, genelde mali ve ticaret açıklarını kapatmaya yöneliktir. Bahsi geçen ülkeler gibi ciddi iktisadi sıkıntılarla karşılaşan ülkeler, ani ekonomik krizleri çözmek için uluslararası tahvil piyasalarından ağır şekilde borçlanmak zorunda kalıyor.
Ülkeler, eski tahvilleri ödemek için tahvil piyasalarından yeni borçlar alır; ancak bu borçlar genelde çok daha yüksek faiz oranlarıyla yapılır. Örneğin, bu yılın şubat ayında Kenya hükümeti, haziran ayında vadesi dolacak olan 2 milyar dolarlık eurobond’larını geri almak için yeterli nakde sahip değildi. Bunun yerine, 7 yıl vadeli yeni bir tahvil çıkararak 1,5 milyar dolar topladı; ancak bu borç yüzde 6 faiz oranıyla alınan eski tahvillerin aksine, yüzde 10 gibi yüksek bir faiz oranına sahipti. Bu tür yeni borçlarla eski borçları daha yüksek faiz oranlarıyla kapatma döngüsü, tam anlamıyla bir “zehirli hap” etkisi yaratıyor. Hatta borçlanma altyapı projelerinde kullanılacak olsa bile, uzun vadede gelir sağlayacak projeler için kısa vadeli borçlanma yapmak, klasik bir hata olarak öne çıkıyor. İşte bu, gerçek borç tuzağının temel nedenlerinden biri.
Çin kredilerinin bir diğer önemli farkı, daha uzun geri ödeme süreleri ve daha düşük faiz oranları sunması. Örneğin, Çin İhracat-İthalat Bankası’nın Karadağ’daki Bar-Boljare otoyolu için sağladığı kredi, 20 yıl geri ödeme süresi, 6 yıl geri ödemesiz dönem ve yalnızca yüzde 2 faiz oranı gibi avantajlara sahip. Benzer oranlar ve koşullar, Kenya’daki Mombasa-Nairobi Demiryolu ve diğer projelerde de geçerli. Buna karşın, ticari krediler genellikle 5 ila 7 yıl gibi kısa vadeli olup, faiz oranları yüzde 6 ile yüzde 12 arasında değişiyor.
Çin, mali sıkıntı yaşayan ülkelere genellikle borç yapılandırma veya borç hafifletme imkânı sunarken, Batılı tahvil sahipleri Batı mahkemeleri aracılığıyla tam ve zamanında ödeme yapılmasını hukuki yollardan zorluyor.
Ayrıca, Çin kredileri herhangi bir siyasi veya iktisadi ön koşul içermezken, Batılı çok taraflı krediler genelde kur devalüasyonu, kamu altyapı yatırımlarında kesinti, belirli politik değişimlerin uygulanması, devlet işletmelerinin ve doğal kaynakların özelleştirilmesi gibi koşullara sahip. Bu tür koşullar, toplamda ekonomik üretkenliği düşürüyor. Örneğin, IMF’nin talimatıyla Zambiya’daki bakır madenciliğinin özelleştirilmesi sonucunda bu sektör, Batılı çok uluslu şirketlerin kontrolüne geçti ve Zambiya, doğal zenginliğinden ulusal ekonomiye çok az bir katkı alabiliyor. Bu nedenle, farklı borç türlerinin niteliksel farkları göz önünde bulundurularak her vaka incelenmeli.
Bu ülkelerin çoğu, KYG 2013 yılında başlatılmadan önce bile halihazırda mali sıkıntı içerisindeydi. Daha sonra, çeşitli iç ve dış gelişmeler bu sorunları arttı. İç savaşlar, terör, salgın hastalıklar, pandemiler, finansal yönetim eksiklikleri, yolsuzluk ve küresel finansal/para sistemindeki değişiklikler gibi nedenler, bu sıkıntıların kaynağını oluşturuyor ve bunların hiçbiri Çin ile doğrudan ilişkili değil. Başlıca nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
a. Birçok ülke, yalnızca bir veya iki ana gelir kaynağına bağımlı ve bu durum, fiyat dalgalanmalarına veya faaliyet kesintilerine karşı onları savunmasız hale getiriyor. Örneğin hem Sri Lanka hem de Karadağ, büyük ölçüde turizme bağımlı. Sri Lanka, 2019’da terör saldırılarından etkilendi ve turizmde büyük bir düşüş yaşadı. 2020’de toparlanmaya çalışırken, bu kez Kovid-19 pandemisi ülke ekonomisini vurdu. Aynı şekilde, Karadağ ekonomisi 2021 ve 2022 yıllarında pandemiden ciddi şekilde etkilendi.
b. Sri Lanka ekonomisi düşük üretkenlik sorunlarıyla karşı karşıya. Örneğin, tekstil endüstrisi ithal edilen makineler, yakıt ve pamuk gibi girdilere dayanıyor ve yalnızca düşük maliyetli iş gücüyle katma değer sağlıyor. 2022’de Ukrayna krizi sonrası küresel yakıt fiyatlarının yükselmesi, bu sektördeki kâr marjlarını tamamen erozyona uğrattı.
c. Pek çok ülke, tarımda petrol, doğalgaz ve gübre ithalatına bağımlı. Bazı ülkeler, gıda ithalatı için yabancı kaynaklardan borç alıyor. Küresel fiyatlar arttığında, bu ülkeler ağır darbe alıyor.
d. Kur değer kaybı, borç yükünü kayda değer ölçüde artırıyor. Zira Çin kredileri dahil tüm dış borçlar Amerikan doları cinsinden ve kur değer kaybı, aynı dolar miktarını ödemek için ulusal zenginlikten daha fazla ödeme yapılmasına yol açıyor. Örneğin, ABD’nin 2022 yılında Enflasyon Azaltma Yasası’nı (Inflation Reduction Act) geçirmesiyle Amerikan doları, neredeyse tüm küresel para birimlerine karşı değer kazanmıştı. Bu durum, borçlu ülkeleri ciddi şekilde etkiledi.
Sonuç
Bu üç temel sorunun incelenmesi ve ele alınması, bu ülkelerin borç krizlerinin daha doğru ve nesnel bir şekilde değerlendirilmesini sağlayabilir. Çin, bu sorunların sebebi değil. Esasen, Çin’in bu ülkelere üretken kredi sağlama yaklaşımı, uzun süredir bu borç tuzağına hapsolmuş olan ülkelerin bu durumdan kurtulmalarına yardımcı olacaktır. Altyapı için sağlanan uygun finansman sayesinde, bu ülkeler üretkenliklerini artırabilir, mali dengelerini yeniden kurabilir ve hem Çin’e hem de diğer alacaklılara olan borçlarını daha kolay geri ödeyebilir.
Bu anlamda, Çin ve Kuşak ve Yol Girişimi, borç sorunlarının sebebi değil, çözümünün parçası. Fakat, Çin tek başına bu ülkelerin karşılaştığı tüm sorunları çözemez. Altyapı ve kalkınma projelerinin finansmanı için yeni yöntemler geliştirilmesine ihtiyaç var. Bu konu, ayrı bir makalede ele alınacak.
Suriye’nin yeni başbakanı Muhammed el-Beşir
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
Almanya, Suriyelilerin iltica başvurularına ilişkin tüm kararları askıya aldı
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
Avrupalılar Esad’ın düşüşünden memnun
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ24 saat önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Glazyev’den Rusya Merkez Bankası’na sert eleştiriler
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş
-
RUSYA2 hafta önce
Rus uzman: “Kremlin, Trump’ın dönüşünü dört gözle bekliyor”
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya, Ukrayna’da güç gösterisi olarak hipersonik füze Oreşnik’i test etti
-
ORTADOĞU2 hafta önce
“Anlaşma şartları uygulanmasa da ateşkes devam edecek”