Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: Hamas’ın davası 7 Ekim öncesine göre daha cazip

Yayınlanma

Hamas

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Foreign Affairs makalesinde Hamas’ın tüm kayıplarına rağmen neden daha da güçlendiğine odaklanılıyor. Makalede Hamas için “terör örgütü” ifadesi kullanılıyor ve PKK-IŞİD gibi diğer terör örgütleriyle benzetme yapılıyor. Ayrıntılardaki hataların ötesinde makale toplam olarak ele alındığında Hamas’a verilen destekteki artışı, verilerle açıklıyor ve bunun nedenlerini ele alıyor. Sonuç olarak “Dokuz ay süren yorucu savaşın ardından artık şu gerçeği kabul etmenin zamanı geldi: Hamas’ı yenmek için tek başına askeri bir çözüm yok” diyor. Makalenin tamamını dikkatinize sunuyoruz:

***

Hamas Kazanıyor

İsrail’in başarısız stratejisi neden düşmanını güçlendiriyor?

Robert A. Pape

İsrail’in Gazze’de dokuz aydır sürdürdüğü hava ve kara operasyonları ne Hamas’ı yenilgiye uğrattı ne de İsrail terör örgütünü yok etmeye yaklaştı. Aksine, önemli ölçütlere göre Hamas bugün 7 Ekim’de olduğundan daha güçlü.

Hamas’ın geçen Ekim ayındaki korkunç saldırısından bu yana İsrail yaklaşık 40.000 muharip askerle kuzey ve güney Gazze’yi işgal etti, nüfusun yüzde 80’ini zorla yerinden etti, 37.000’den fazla insanı öldürdü, bölgeye en az 70.000 ton bomba attı (İkinci Dünya Savaşı’nda Londra, Dresden ve Hamburg’a atılan bombaların toplam ağırlığından daha fazla), Gazze’deki tüm binaların yarısından fazlasını yıktı ya da hasar verdi ve bölgenin su, gıda ve elektriğe erişimini kısıtlayarak tüm nüfusu kıtlığın eşiğine getirdi.

Her ne kadar pek çok gözlemci İsrail’in tutumundaki ahlaksızlığa dikkat çekse de İsrailli liderler sürekli olarak Hamas’ı yenilgiye uğratma ve İsrailli sivillere karşı yeni saldırılar düzenleme kabiliyetini zayıflatma hedefinin Filistinlilerin yaşamlarıyla ilgili her türlü kaygıdan daha önce gelmesi olması gerektiğini iddia etti. Gazze halkının cezalandırılması, Hamas’ın gücünü yok etmek için gerekli olarak kabul edilmeli.

Ancak İsrail’in saldırıları sayesinde Hamas’ın gücü aslında artıyor. Tıpkı 1966 ve 1967’de ABD’nin savaşı kendi lehine çevirmek için nafile bir çabayla ülkeye asker yığdığı dönemde Güney Vietnam’ın büyük bölümünü kasıp kavuran devasa “bul ve imha et” operasyonları sırasında Vietkong’un güçlenmesi gibi Hamas da varlığını sürdürüyor ve Gazze’de inatçı ve ölümcül bir gerilla gücüne dönüştü; İsrail’in sadece birkaç ay önce temizlediğini iddia ettiği kuzey bölgelerinde ölümcül operasyonlar yeniden başladı.

İsrail’in stratejisindeki temel kusur taktiklerin başarısızlığı ya da askeri güce getirilen kısıtlamalar değil -tıpkı ABD’nin Vietnam’daki askeri stratejisinin başarısızlığının askerlerinin teknik yeterliliği ya da askeri güç kullanımına getirilen siyasi ve ahlaki sınırlamalarla pek ilgisi olmaması gibi. Aksine, genel başarısızlık, Hamas’ın gücünün kaynaklarını yanlış anlamaktan kaynaklandı. İsrail, Gazze’de yol açtığı katliam ve yıkımın düşmanını daha da güçlendirdiğini fark edemedi.

Zayiat yanılgısı

Hükümetler ve analistler aylardır İsrail Savunma Güçleri (IDF) tarafından öldürülen Hamas savaşçılarının sayısına, sanki bu istatistik İsrail’in örgüte karşı yürüttüğü harekatın başarısının en önemli ölçütüymüş gibi odaklandılar. Elbette çok sayıda Hamas savaşçısı öldürüldü. İsrail, Hamas’ın savaştan önce sahip olduğu tahmin edilen 30.000 ila 40.000 savaşçıdan 14.000’inin öldüğünü söylerken, Hamas sadece 6.000 ila 8.000 savaşçısını kaybettiğinde ısrar ediyor. ABD istihbarat kaynakları Hamas’ın gerçek ölü sayısının 10.000 civarında olduğunu belirtiyor.

Ancak bu sayılara odaklanmak Hamas’ın gücünü tam olarak değerlendirmeyi zorlaştırıyor. Kayıplarına rağmen Hamas, sivillerin yoğun olarak yaşadığı bölgeler de dahil Gazze’nin büyük bir bölümünü fiilen kontrol etmeye devam ediyor. Grup hâlâ Gazzelilerden muazzam bir destek alıyor; bu da militanların insani yardım malzemelerini neredeyse istedikleri gibi ele geçirmelerine ve daha önce İsrail güçleri tarafından “temizlenmiş” bölgelere kolayca dönmelerine olanak tanıyor. İsrail’in yakın zamanda yaptığı bir değerlendirmeye göre Hamas’ın, IDF’nin sonbaharda yüzlerce asker pahasına ele geçirdiği Gazze’nin kuzey bölgelerinde, güneydeki Refah’ta olduğundan daha fazla savaşçısı var.

Hamas şimdi pusu ve el yapımı bombalarla (genellikle patlamamış mühimmattan veya ele geçirilen IDF silahlarından yapılan) bir gerilla savaşı yürütüyor. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ulusal güvenlik danışmanı yakın zamanda bu operasyonların en azından 2024 sonuna kadar sürebileceğini söyledi. Hamas hâlâ İsrail’i vurabilir; Hamas’ın muhtemelen 15.000 kadar mobilize savaşçısı var ve bu sayı 7 Ekim saldırılarını gerçekleştiren savaşçı sayısının yaklaşık on katı. Ayrıca örgütün yeraltı tünel ağının yüzde 80’i planlama yapmak, silah depolamak ve İsrail’in gözetiminden ve saldırılarından kaçmak için kullanılabilir durumda. Hamas’ın Gazze’deki üst düzey lider kadrosunun büyük bir kısmı hâlâ hayatta. Özetle, İsrail’in sonbaharda başlattığı hızlı taarruz yerini, IDF Gazze’nin güneyindeki harekâta devam etse bile Hamas’a İsrailli sivillere saldırma imkânı veren bir yıpratma savaşına bıraktı.

Geçmişteki başarısız karşı ayaklanmalar genellikle düşman zayiatına odaklanırdı. IDF şu anda Afganistan’daki ABD birliklerini yıllarca çıkmaza sokan bildik Köstebek oyununa girişmiş durumda. Ölü sayılarına gösterilen aşırı dikkat, taktik ve stratejik başarıyı birbirine karıştırma eğilimini doğuruyor ve grubun anlık kayıpları artarken stratejik gücünün büyüyüp büyümediğini gösterecek temel ölçütlerin göz ardı edilmesine yol açıyor. Bir terörist veya isyancı grup için, ana güç kaynağı mevcut savaşçı neslinin büyüklüğü değil, gelecekte yerel topluluktan destekçi kazanma potansiyelidir.

Güç kaynakları

Hamas gibi militan bir grubun gücü, analistlerin devletlerin gücünü değerlendirmek için kullandığı ekonomik büyüklük, askeri teknolojik gelişmişlik, aldıkları dış destek ve eğitim sistemlerinin gücü gibi tipik maddi faktörlerden gelmez. Hamas’ın ve genellikle “terörist” ya da “isyancı” gruplar olarak adlandırılan diğer militan devlet dışı aktörlerin en önemli güç kaynağı, özellikle de grubun ölümcül mücadeleleri yürüten ve bu uğurda ölmesi muhtemel yeni nesil savaşçıları ve eylemcileri cezbetme kabiliyetidir. Ve bu adam devşirme kabiliyeti nihayetinde tek bir faktöre dayanır: bir grubun kendi toplumundan aldığı desteğin ölçeği ve yoğunluğu.

Bir toplumun desteği terörist grubun saflarını yenilemesine, kaynak kazanmasına, tespit edilmekten kaçınmasına ve genel olarak ölümcül şiddet içeren mücadelesine başlamak ve sürdürmek için gerekli insan ve maddi kaynaklara daha fazla erişmesine olanak tanır. Orta Doğu’daki İslamcı gruplar da dahil teröristlerin çoğu, genellikle ya aile üyelerini ya da arkadaşlarını kaybettikleri için öfkeli olan ya da daha genel olarak güçlü bir devletin ağır askeri güç kullanmasına öfkelenen gönüllülerdir. Bu insanlar genellikle, topluluk üyelerinin onları koruma isteği olmasa kimlikleri güvenlik güçlerince ifşa edilebilecek gönüllüleri ararlar. Terörist gruplar, genellikle yerel toplum üyeleri tarafından sağlanan istihbarat ve yardımla, ya sivil malzemelerin yeniden modifiye edilmesiyle üretilen ya da devlet güvenlik güçlerinden ele geçirilen silahlarla savaşma eğilimindedir.

En önemlisi, şehitlik kültünü teşvik etmek için bir topluluğun desteği gereklidir. Fedakarlıklarının fark edilmemesi halinde insanların yüksek riskli görevler için gönüllü olma olasılığı azalır. Terörist bir grubun şehit düşen savaşçılarını onurlandıran bir topluluk, grubun ayakta kalmasına yardımcı olur; şehitlik terörist eylemleri meşrulaştırır ve yeni katılımları teşvik eder. Teröristler uygun gördükleri şekilde hareket edeceklerdir, ancak bir bireyin fedakarlığının yüksek bir statüye sahip olup olmadığına ya da genel olarak mantıksız, suçlu ve aşağılanmaya değer olarak görülüp görülmediğine nihai olarak toplum karar verecektir.

Terörist grupların genellikle yerel toplulukların gözüne girmek için büyük çaba sarf etmeleri şaşırtıcı değildir. Terörist gruplar okullar, üniversiteler, hayır kurumları ve dini cemaatler gibi sosyal kurumlara yerleşerek toplumların dokusunun bir parçası haline gelir, militan ve savaşçı olmayanların desteğini daha çok kazanabilir.

Pek çok vaka bu dinamikleri gözler önüne seriyor. Hizbullah, İsrail’in 1982’den 1999’a kadar güney Lübnan’ı işgali sırasında Şiiler arasında artan halk desteğiyle gelişti ve küçük bir gizli terörist gruptan bugün yaklaşık 40.000 savaşçıdan oluşan silahlı kanadı olan ana akım bir siyasi partiye dönüştü. Güçlü toplum desteği Sri Lanka’da Tamil Kaplanları, Peru’da Aydınlık Yol, Türkiye’de Kürdistan İşçi Partisi, Afganistan’da Taliban ve birçok ülkede sözde İslam Devleti ve El Kaide’nin uzun süreli terör kampanyalarına güç verdi.

Bir toplumun desteğini kaybetmek terörist gruplar için yıkıcı olabilir. ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesinin ardından, ABD tahminlerine göre Sünni isyanın savaşçı sayısı 2004 ilkbaharında 5.000’den 2004 sonbaharında 20.000’e, Şubat 2007’de ise 30.000’e çıktı. ABD ne kadar çok insan öldürürse isyan da o kadar hızlı büyüdü. Gerçekten de ABD, Sünni aşiretleri teröristlerle mücadeleye teşvik etmek için siyasi ve ekonomik teşvikler sunan yeni bir yaklaşıma geçene kadar isyan devam etti. Bu değişim nihayetinde isyanı sönümlendirdi, çünkü yerel toplum desteğinin kaybı kitlesel firarlara, işlevsel istihbarata ve Anbar Uyanışı olarak adlandırılan Sünni muhalif güçlerin yükselişine yol açtı. 2009’a gelindiğinde, isyan neredeyse tamamen sönümlenmişti ve bunun en önemli nedeni, topluluk desteğinin kaybedilmesiydi ki bu, teröristlerin saflarını yenilemelerini imkânsız hale getirdi.

Sevgi ve güven

Bu dinamikler Hamas’ın İsrail’le olan savaşında gücünü korumasına yardımcı oluyor. Grubun gerçek gücünü değerlendirmek için analistler Filistinliler arasındaki desteğinin çeşitli boyutlarını göz önünde bulundurmalıdır. Bunlar arasında Hamas’ın siyasi rakiplerine kıyasla popülaritesi, Filistinlilerin Hamas’ın İsrailli sivillere yönelik şiddetini ne ölçüde kabul edilebilir bulduğu ve İsrail’in Gazze’ye yönelik devam eden işgalinde kaç Filistinlinin aile üyelerini kaybettiği yer alıyor. Bu faktörler, maddi faktörlerden daha çok, Hamas’ın ileriye dönük uzun süreli bir terör kampanyası yürütme gücünün en iyi ölçütüdür.

Filistin kamuoyuna yönelik anketler, toplumun Hamas’a verdiği desteğin boyutunu değerlendirmeye yardımcı olabilir. Oslo Anlaşmaları’ndan sonra 1993 yılında kurulan ve İsrail kurumlarıyla işbirliği yapan bir anket kuruluşu olan Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi (PSR), 7 Ekim’den bu yana Gazze’deki nüfusu araştırmanın zorluklarını hesaba katarak, geçici barınaklardaki yerinden edilmiş insanlarla görüşmeleri dahil etti ve bölgedeki belirsiz ve değişen nüfus dağılımları göz önüne alındığında görüşülen katılımcıların normal sayısını yaklaşık iki katına çıkardı.

Haziran 2023’ten Haziran 2024’e kadar yapılan beş PSR anketi çarpıcı bir bulgu sunuyor: Neredeyse her ölçütte, Hamas bugün 7 Ekim öncesine göre Filistinliler arasında daha fazla desteğe sahip.

Hamas’a verilen siyasi destek özellikle rakiplerine kıyasla arttı. Örneğin, Hamas ve başlıca rakibi El Fetih Haziran 2023’te kabaca eşit düzeyde destek görürken, Haziran 2024’te Filistinlilerin iki katı Hamas’ı destekliyor. (El Fetih yüzde 20, Hamas yüzde 40)

İsrail’in Gazze’yi bombalaması ve karadan işgali, ne Filistinlilerin İsrail içinde İsrailli sivillere yönelik saldırılara verdiği desteği azalttı ne de 7 Ekim saldırısına verilen destekte belirgin bir düşüşe yol açtı. Mart 2024’te Filistinlilerin %73’ü Hamas’ın 7 Ekim saldırısını başlatmakta haklı olduğuna inanıyordu. İsrail’in acımasız saldırılarını teşvik etmesinden sonra ortaya çıkan bu oranlar, Eylül 2023’te Filistinlilerin daha düşük bir kısmının %53’ünün İsrailli sivillere yönelik silahlı saldırıları desteklediği gerçeği göz önüne alındığında oldukça yüksek.

Hamas’ın “bayrak etrafında toplanma” anının tadını çıkarıyor ve Gazzelilerin Hamas liderlerinin ve İsrailli rehinelerin nerede olduğu konusunda İsrail güçlerine neden daha fazla istihbarat sağlamadığını açıklamaya yardımcı oluyor. İsrailli sivillere yönelik silahlı saldırılara verilen desteğin özellikle Batı Şeria’daki Filistinliler arasında arttığı ve Gazze’de bu saldırılara verilen sürekli yüksek destekle aynı seviyeye geldiği görülüyor ki bu da Hamas’ın 7 Ekim’den bu yana Filistin toplumu genelinde büyük kazanımlar elde ettiğini gösteriyor.

Anket verileri İsrail’in askeri harekatının Filistinlileri nasıl etkilediğini de gösteriyor. Mart 2024 itibariyle, savaşın Filistin halkı üzerindeki bedelinin ağırlığı oldukça yüksekti. Gazze’deki Filistinlilerin %60’ı, mevcut savaşta bir aile üyesinin öldüğünü bildiriyor; dörtte üçünden fazlası ise bir aile üyesinin öldüğünü veya yaralandığını bildiriyor, her iki oran da Aralık 2023’e göre önemli ölçüde daha yüksek. Bu cezalandırma, Filistinliler arasında caydırıcı bir etki yaratmıyor, İsrailli sivillere yönelik silahlı saldırılara ve Hamas’a olan desteği azaltmıyor.

7 Ekim’den önce Hamas siyasi bir güç olarak durağanlaşmıştı ve hatta düşüşe geçmişti. Grup, davasının -ve daha geniş anlamda Filistinlilerin içinde bulunduğu kötü durumun- İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkileri normalleştirmeyi amaçlayan İbrahim Anlaşmaları nedeniyle göz ardı edilmesinden korkuyordu. Hamas, 7 Ekim’de İsrail’e yönelik küstah saldırısından önce, Filistinlilerin grubu desteklemek için giderek daha az nedene sahip olduğu, ilgisiz bir geleceği hesaba katıyordu.

7 Ekim’den sonra Filistinlilerin Hamas’a desteği İsrail’in güvenliğine zarar verecek şekilde arttı. Evet, İsrail Gazze’de binlerce Hamas savaşçısını öldürdü. Ancak mevcut savaşçı neslindeki bu kayıplar, Hamas’a verilen desteğin artması ve bunun sonucunda grubun bir sonraki nesli daha çok saflarına katma becerisiyle telafi ediliyor. Bu arada, tüm işaretler yeni savaşçılar gelene kadar Hamas’ın mevcut savaşçılarının vurabilecekleri İsrail hedeflerine karşı uzun süreli gerilla savaşı yürütmeye her zamankinden daha hevesli olduğunu gösteriyor.

Mesajın gücü

İsrail’in Gazze’ye uyguladığı muazzam ceza, pek çok Filistinlinin Yahudi devletine karşı daha fazla düşmanlık beslemesine yol açıyor. Peki Hamas bu tepkiden neden faydalanıyor? Ne de olsa Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir eden ve çok sayıda insanın ölümüne yol açan savaşın ilk nedeni Hamas’ın saldırısıydı.

Bu sorunun yanıtı büyük ölçüde Hamas’ın, olayları olumlu bir şekilde yorumlayan ve grubun daha fazla destekçi kazanmasına yardımcı olan anlatılar ören sofistike propaganda kampanyasında yatıyor. Amerikalı psikanalist Edward Bernays’in ifadesiyle, propaganda korku ve öfke yaratarak değil, bu duyguları somut hedeflere yönlendirerek işe yarar. Hamas’ın çabaları bu taktiğin en iyi örneği. Savaşın başlamasından bu yana grup, Filistin halkını kendi liderliği ve İsrail’e karşı zafer arayışı etrafında toplamak amacıyla çoğu internet üzerinden olmak üzere çok sayıda materyal yaydı.

Chicago Üniversitesi Güvenlik ve Tehditler Projesi’ndeki Arapça militan propagandayı toplama ve analiz etme konusunda uzmanlaşmış Arap dilbilimcilerden oluşan özel bir grup olan Arapça Propaganda Analiz Ekibi, Hamas ve onun askeri kanadı El Kassam Tugayları tarafından üretilen ve 7 Ekim sonrasında Tugayların resmi Telegram kanalında yayılan Arapça propagandaları inceledi. 500.000’den fazla abonesi olan bu Telegram kanalı 7 Ekim saldırılarından bu yana neredeyse her gün mesajlar, resimler, videolar ve diğer propagandaları yayınladı. Bu araştırma ekibinin lideri Mohamed Elgohari tarafından hazırlanan raporda, 7 Ekim 2023’ten 27 Mayıs 2024’e kadar 500’den fazla propaganda analiz edildi. Kaç Filistinlinin bu materyallere çevrimiçi olarak ulaştığı bilinmiyor ancak Gazze ve Batı Şeria’da kesintili de olsa günlük internet erişimi var. Hamas’ın dijital içeriği, yerel topluluk ağlarındaki analog propaganda çabalarını yansıtıyor.

Materyaller üç tema üzerinde yoğunlaşıyor: Filistin halkının savaşmaktan başka seçeneği yok çünkü İsrail askeri operasyonlara katılmasalar bile tüm Filistinlilere karşı tarifsiz zulümler yapmaya kararlı; Hamas’ın liderliğinde Filistinliler İsrail’i savaş alanında yenebilir; ve savaşta ölen savaşçılar onur ve şerefle ödüllendirilecek. Hamas, 7 Ekim’de İsrail’e yaptığı saldırının, İsrail güvenlik güçleri ile İsrailli aktivist ve yerleşimcilerin Kudüs’teki kutsal Mescid-i Aksa’ya sık sık yaptıkları saldırılar da dahil, İsrail’in Filistin halkına yönelik işgal, zulüm ve saldırganlığına gerekli ve haklı bir yanıt olduğunu savunmak için çok sayıda video, açıklama ve diğer materyaller yayınladı.

Hamas’ın ilk olarak 22 Ocak’ta yayınladığı ve İsrail medyasında bile geniş yankı bulan açıklamasını ele alalım. Bu kapsamlı bildiri, grubun İsrail’e saldırmak için gerekçelerini derinlemesine açıklıyor ve İsrail hükümetinin ve yerleşimcilerin eylemleriyle ilgili uzun süredir devam eden şikayetlerine odaklanıyor: İsrail’in Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya müdahaleleri ve orada ibadet eden Filistinlilere getirilen kısıtlamalar; Batı Şeria’daki yerleşimlerin genişlemesi; İsrail’de Filistinli tutuklulara uygulandığı iddia edilen korkunç muamele ve İsrail’in Gazze’ye yönelik işlevsel kuşatması ve ablukası ve Batı Şeria’da apartheid benzeri politikalar uygulaması. Bu açıklama, benzer noktalara değinen onlarca paylaşımdan sadece biri.

Birçok video, resim ve posterde Hamas’ın askeri gücü vurgulanmakta ve İsrail hedeflerine, özellikle de zırhlı araç ve tanklara yönelik başarılı saldırılar sergileniyor. Bu paylaşımlar grubun gücünü ve etkinliğini yansıtmayı amaçlıyor ve Hamas’ın teknolojik olarak üstün düşmanına önemli zararlar verebileceğini öne sürüyor. Bu propagandada savaşçılar tam savaş teçhizatı ve taktik üniformalar içinde, kasklar, gözlükler ve gelişmiş silahlarla donatılmış olarak görünüyor ve operasyonel hazırlıklarını vurguluyor. Hamas’ın mücadelesini manevi bir mücadele olarak gösteren Kur’an ayetleri gibi dini sembolizm de yoğun bir şekilde yer alıyor. Propaganda, şehit düşen savaşçıları, asil ve ilahi olarak onaylanmış bir davanın hizmetinde İsrail’le savaşırken ölen şehitler statüsüne yükseltmeye yardımcı oluyor. Şehitliklerinin yüceltilmesi potansiyel yeni askerlere ilham veriyor.

Hamas’ın 7 Ekim’den bu yana yürüttüğü propaganda, PSR’nin Filistinlilerin tutumlarına ilişkin anketlerinde ortaya çıkan sonuçlarla birebir örtüşüyor. Hamas’ın propagandasının içeriği ile PSR anketlerinde özelde Hamas’a genelde ise İsrail’e karşı silahlı mücadeleye verilen desteğin artması arasındaki sıkı uyum, ya Hamas’ın bu desteği teşvik ettiğini ya da propagandasının bu desteğin temel nedenlerini yansıttığını gösteriyor. Her iki durumda da Hamas, toplum ile militan grup arasındaki bağların sıkılaşması ve genişlemesi yoluyla güçlenmek için savaştan faydalanıyor.

Acı gerçek

Dokuz ay süren yorucu savaşın ardından artık şu gerçeği kabul etmenin zamanı geldi: Hamas’ı yenmek için tek başına askeri bir çözüm yok. Grup, mevcut savaşçı sayısının toplamından daha fazla. Aynı zamanda çağrışım yapan bir fikirden de fazla. Hamas özünde şiddet olan siyasi ve toplumsal bir hareket ve yakın zamanda ortadan kalkmayacak.

İsrail’in mevcut ağır askeri operasyon stratejisi bazı Hamas savaşçılarını öldürebilir ama bu strateji Hamas ile yerel toplum arasındaki bağları güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. İsrail dokuz ay boyunca Gazze’de neredeyse sınırsız askeri operasyonlar yürüttü ve hedeflerinden herhangi birine yönelik çok az ilerleme kaydetti. Hamas ne yenildi ne de yenilginin eşiğinde ve davası 7 Ekim öncesine göre daha popüler ve daha cazip. Gazze’nin ve Filistin halkının geleceği için Filistinlilerin kabul edebileceği bir planın yokluğunda, teröristler geri gelmeye devam edecek ve sayıları artacak.

Ancak İsrailli liderler böyle uygulanabilir bir siyasi planı düşünmeye 7 Ekim öncesinden daha istekli görünmüyorlar. Gazze’de yaşanmaya devam eden trajedinin görünürde pek bir sonu yok. Savaş devam edecek, daha fazla Filistinli ölecek ve İsrail’e yönelik tehdit daha da büyüyecek.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English