DÜNYA BASINI
Foreign Policy: BRICS nihayet Batı ile başa çıkabilir mi?
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trKeith Johnson, Foreign Policy
21.10.2024
Son 25 yıldaki en dikkat çekici gelişmelerden biri, bir yatırım bankacısının gelişmekte olan piyasa ekonomileri dörtlüsü için kullandığı keyfi kısaltmanın bir isyan başlığı haline gelmesidir.
BRICS ülkeleri -ya da BRICS+, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve daha sonra Güney Afrika’dan oluşan ilk grup o zamandan beri dört üyeyi daha içerecek şekilde genişledi- bu hafta Rusya’nın Volga kıyısındaki gösterişli Kazan kentinde ana zirveleri için bir araya geliyorlar. İran, Mısır, Etiyopya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin resmi olarak bloğa dahil olmasından sonraki ilk tam zirve olan bu yılın gündeminde, ABD ve Batı hegemonyasına meydan okuyacak gerçek anlamda çok kutuplu bir dünya düzeni yaratmaya yönelik olağan konuşmalar olacak. Bunun büyük bir kısmı, özellikle İran ve Rusya gibi yaptırımlardan zarar gören üyeler için, ABD dolarının küresel hakimiyetine karşı uygulanabilir alternatifler bulma çabaları olacaktır.
Goldman Sachs bankacısı Jim O’Neill’in (şimdi Lord O’Neill) geleceğin ekonomileri gibi görünen ülkeler için şık bir kısaltma olarak “BRICs” terimini icat etmesinden 23 yıl sonra bu yılın en önemli sorusu, giderek birbirinden farklılaşan bu kulübün Batı liderliğindeki uluslararası düzene gerçek bir alternatif oluşturmayı başarıp başaramayacağı ya da sadece özentiler için bir dövüş kulübü haline gelip gelmeyeceğidir.
Brezilya’da bir üniversite ve düşünce kuruluşu olan Getulio Vargas Vakfı’nda BRICS uzmanı olan Oliver Stuenkel, “Rusya için bu, Batı’ya izole olmadığını göstermek için önemli bir an ve diğer ülkelerin Rusya’nın açıkça istediği şeye – BRICS’i şu anda olduğundan daha açık bir şekilde Batı karşıtı yapmak – ne kadar istekli olduklarını görmek gerçekten ilginç olacak” dedi.
“Brezilya ve Hindistan açıkça buna karşı çıkmak istiyor, dolayısıyla Kazan zirvesi bize BRICS ülkeleri arasında küresel güneydeki gerçek siyasi dinamikler hakkında gerçekten ilginç bir fikir verecek” ifadelerini kullandı.
Genişletilmiş BRICS gerçekten de çok çeşitli bir grup. İçinde Marksist-Leninist bir süper güç ve rövanşist bir otoriter devlet var. Dünyanın en büyük demokrasisinin yanı sıra Latin Amerika’nın en büyüğünü de içeriyor. Yeni üyeler arasında ABD güvenlik şemsiyesi altındaki ülkeler ve ABD yaptırımları altındaki ülkeler yer alıyor. Muhtemel üyeler arasında Türkiye gibi NATO ülkeleri ve Kuzey Kore ve Suriye gibi küresel parya ülkeler bile yer alabilir.
Batı, BRICS’i dikkate aldığında, bu gruplaşmayı tutarsız bir torba olarak görme eğilimindedir.
Ancak 1955’te küresel güneyin cesur yeni bir dünya yaratma çabalarını başlatan Bandung Konferansı’nın arkasında olduğu kadar sağlam bir ortak nokta var. Washington, G-7 ve Avrupa Birliği dışında Batı’nın ikiyüzlülüğü ve hegemonyasına karşı duyulan kızgınlığın ne kadar büyük olduğunu anlamak zordur ve bu harç BRICS’in gevşek üyeliğini birbirine bağlamaya yardımcı olmaktadır. Bu durum özellikle Orta Doğu’daki çatışmalar, ABD yaptırımlarının silaha dönüşmesi ve doların fahiş ayrıcalığının orta gelirli ülkelere maliyeti gibi konularda daha da belirgin hale geldi.
Brookings Enstitüsü’nden Aslı Aydıntaşbaş, “Bu uyumlu bir blok değil, ancak alternatif bir küresel düzen arzusuyla ilgili uyumlu mesaj büyük ekonomilerden geliyor” dedi.
BRICS ülkelerinin keyfi kısaltmalarını düzgün bir gruplaşmaya dönüştürmeleri sekiz yıl, alternatif bir küresel düzenin temellerini atmaya başlamaları ise altı yıl sürdü. 2015 yılına gelindiğinde BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası (NDB) adında bir bankası vardı ve bu banka Dünya Bankası gibi Batı’nın egemenliğindeki kredi kuruluşlarına bir alternatif sunmayı amaçlıyordu. Bir bakıma işe de yaradı: Dünya Bankası’nın iki finansman aracı tarafından dağıtılan 73 milyar dolara kıyasla NDB’nin geçen yıl yaklaşık 8 milyar ila 10 milyar dolar değerinde kredi vermesi bekleniyordu. Ancak “BRICS Bankası” dolar dışı kredileri artırmayı hedeflerken, yine de gerçeklikle çarpışıyor. NDB, ABD’nin Moskova’ya yönelik yaptırımları nedeniyle üye ülkelerden Rusya’daki faaliyetlerini askıya almak zorunda kalmıştı.
O zamandan bu yana geçen yıllarda üye ülkeler ticaret ve yatırım, diplomasi, hukuk, finans ve daha birçok alanda ilişkileri derinleştirmek için sürekli orta düzey toplantılar yaparak görünmez ama son derece önemli bağlar da kurdular. BRICS’in özünde, gelişmekte olan ekonomilerin leviathan’ı güneşin dışına itmedikleri sürece ortaya çıkamayacakları fikri yatmaktadır.
BRICS’in arkasındaki canlandırıcı fikirler (yeniden şekillendirilmiş küresel yönetişim ve daha fazla siyasi ve mali egemenlik) bugün hala genişleyen üyelerin tamamını barındıracak kadar geniş. (Her zaman olmasa da: Arjantin kulübe katılmaya hazırlanıyordu, ta ki yeni seçilen Başkan Javier Milei, daha derin bir dolarizasyonun savunucusu olarak ülkesinin teklifini geri çevirene kadar).
Her türden ülke, özellikle de BRICS’te jeopolitik etkiden çok ekonomik ağırlığa sahip olanlar, dünyanın yönetilme biçiminde, yani Birleşmiş Milletler’in işleyişinde, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi çok taraflı finans kuruluşlarındaki kota ve liderlikte ve çok daha fazlasında reformlar görmek istiyor.
Bunların hepsi, az ya da çok, uluslararası ilişkilerin düzenleyici ilkesi olarak egemenliğin içgüdüsel bir şekilde yeniden onaylanmasını paylaşmaktadır; Borussia Dortmund’dan daha fazla Vestfalya’cıdırlar. Batı’nın, özellikle de ABD’nin insan hakları, hukukun üstünlüğü, iç politika ve diplomasi gibi alanlara müdahalesi, çoğu zaman ikiyüzlü olduğu için hoş karşılanmıyor.
Hepsi az ya da çok, doların tiranlığından kaçmak için anlaşılabilir bir arzuyu paylaşıyor; Fransa ve Almanya gibi BRICS dışındaki sadık ABD müttefikleri bile doların kelepçelerinden rahatsız oldular.
Ve hepsi de, farklı derecelerde de olsa, düşüşte olan bir Batı’nın artık şehirdeki tek güç olmadığı bir dünya öngörüyorlar ve bu da sonrasında olacaklara hazırlanmayı, hatta acele etmeyi zorunlu kılıyor. Bu durum, son yirmi yılını Batı’yı diğerlerine karşı dengelemekle geçirmiş olan Türkiye gibi müstakbel üyeler için bile geçerli.
Aydıntaşbaş, “BRICS’in popüler olmasının nedeni, ülkelerin Amerikan sonrası düzene karşı kendilerini korumaya almaları” diyor. “BRICS bu ülkelerin çoğu için bir sigorta poliçesi.”
BRICS’i bağlantısız bir dış politika tercihlerinin tezahürü olarak gören Brezilya ve Hindistan gibi üyeler için özellikle vahim olan sorun, bloğun tek bir yöne doğru hizalanıyor olması. Rusya ve Çin’in sertleşen Amerikan karşıtı tutumlarına şimdi İran gibilerin de katılmasıyla blok, Amerikan sonrası bir dünyaya hazırlıklı bir kulüp olmaktan çok onu hızlandırmaya çalışan bir grup haline geliyor. Bu belki de bloğun en büyük çatlağı ve kapatılması zor olabilecek bir çatlak.
BRICS ilk on yılı aşkın bir süre boyunca açık bir soğuk savaşın olmadığı bir dünyada yaşadı. Stuenkel, “Şimdi, jeopolitik gerilimler bağlamında, ülkeler BRICS’in bir parçası olmanın bir maliyeti olup olmadığını, bunun Batı ile ilişkilerinde gerçek bir sürtüşmeye neden olup olmadığını düşünmek zorundalar” dedi ve ekledi: “Rusya, Çin ile birlikte BRICS’i Çin merkezli bir küresel yapının parçası olan Çin-Rusya dünya düzenine bilinçli olarak entegre etmeye çalışıyor.”
BRICS, kuruluşundan bu yana yeni bir küresel düzen yaratma konusunda somut bir şey yapmaktan çok daha fazla konuştu. Çin’in başını çektiği grubun özellikle aktif olduğu alanlardan biri de para. Doların tahttan indirilmesi BRICS’in temel hedeflerinden biri olmuştur ve olmaya da devam edecektir; geçen yılki zirve, bunu gerçeğe dönüştürecek bir planın hazırlanması gibi açık bir misyonla sonuçlandı.
BRICS üyelerinin, şimdilik onları birleştirmeye yarayan ama aynı zamanda genişlemeyi bekleyen çatlakları da ortaya çıkaran doların merkeziliği konusunda farklı şikayetleri var. Çin, Rusya ve İran gibi bazıları için dolara alternatif, ekonomilerini yaptırımlara karşı korumanın bir yolu anlamına geliyor. Rusya ve İran zaten kuşatma altında ve Çin son birkaç yılını mali surlarını güçlendirmekle geçirdi. Batı’nın 2022 başlarında Rusya’nın denizaşırı merkez bankası varlıklarını dondurması ve potansiyel olarak el koyması, egemen bir komşuyu işgal etmeye çalışmasalar bile sıranın kendilerine gelebileceğinden korkan ülkeler için yakıcı ve uyarıcı bir hikaye olmaya devam ediyor.
Dolar, sınır ötesi ticarette en çok kullanılan para birimi ve merkez bankası kasalarındaki ana para birimi olmaya devam ettiğinden ve ABD bankaları nihayetinde neredeyse her dolar işleminde yer aldığından, ABD yaptırımlarının erişimi küresel ve ezici. Rusya ve Çin son birkaç yıllarını Batı ödeme sistemlerine alternatifler inşa etmekle geçirmediler, kaçış kapsülleri inşa ediyorlar.
Diğer BRICS üyeleri de doların hakimiyetinden rahatsızlar ancak bunun nedeni yaptırımlardan korkmaları değil (Etiyopya gibi bazıları da korkuyor). Endişe duydukları şey doların ekonomik hayatlarına hakim olması ve bu konuda hiçbir söz haklarının olmaması. Birçoğu emtia ihracatçısı ve emtia piyasaları dolar cinsinden olduğu için dolarla ticaret yapmaktan başka seçenekleri yok. Dolar kıtlığı ticareti felç edebilir ve kamu maliyesini kutuplaştırabilir. Hepsi, paralarının değerini düşürebilecek, enflasyonlarını yükseltebilecek, sermaye dengelerini bozabilecek ve borçlarını sürdürülemez hale getirebilecek ABD Merkez Bankası faiz oranı kararlarının değişkenliklerine maruz kalmaktadır.
Gerçek şu ki, dolar baskın olmaya devam ediyor. Son yıllarda sınır ötesi işlemlerdeki payını artırdı ve merkez bankaları için tercih edilen başlıca para birimi olmaya devam ediyor (azalsa da). Çin renminbisi sınır ötesi ticaretteki payını biraz artırdı, ancak bunun nedeni çoğunlukla Çin’in çok büyük bir ticaret ülkesi olması ve para biriminin ticaretinin çoğunun Çinli karşı tarafların alım ya da satımını içermesidir; doların dirençli payını dikkate değer kılan şey, ABD’den tamamen uzak üçüncü ülkeler için tercih edilen para birimi olmaya devam etmesidir. Rusya ve Çin, artan sınır ötesi ticaretlerinde renminbi kullanımını artırmak için adımlar atmış ve Çin, yuan ile ödenecek birkaç göstermelik petrol ticareti imzalamış olsa da, bunlar küresel bir para biriminin habercisi değil.
Carnegie Endowment for International Peace uzmanı ve Patomak Global Partners adlı finansal danışmanlık şirketinde başkan yardımcısı olan Robert Greene, “Statüko paradigmasından şikâyet etmek kolay, ancak gerçekçi olarak ulaşılabilir bir alternatifin neye benzeyeceğini tasavvur etmek daha zor” dedi ve ekledi: “Ödemeler için renminbi kullanımının artması ile gerçek anlamda dolarsızlaşma arasında fark var.”
BRICS’in genişlemesi ile doların yerini alma hırsının genişlemesi arasında da buna bağlı bir çarpışma var. Orta halli ülkeler aslında ABD dolarına Çin gibi büyük ekonomilerden daha fazla bağımlı. Pek çok ülke için doları aracı olarak kullanmadan bırakın ödeme yapmayı, para ticareti yapmak bile neredeyse imkansız. BRICS büyüdükçe, dolar kendi üyeleri için daha da yapışkan hale geliyor.
Son olarak, tek ciddi alternatif renminbi iken grubun dolara bir alternatif bulma çabalarında felsefi bir sorun var.
Çin, Çin para birimini ortak ülkelere hazır hale getirmek için ikili takas hatlarını artırmak gibi teknik alanlarda büyük adımlar attı ve bankalar arasındaki işlemleri denetleyen Batı kontrolündeki SWIFT platformunu bir kenara bırakabilecek paralel bir ödeme sistemi oluşturdu. Hatta Çin bir zamanlar Arjantin gibi BRICS’in müstakbel üyelerine, IMF gibi kuruluşlara olan dolar borçlarını ödeyebilmeleri için bol miktarda yuan finansmanı sağladı. Tüm bunlar, bazı yerlerde ve bazı zamanlarda dolara alternatif sağlama yolunda küçük bir yol kat ediyor. Ancak doları tahtından indirmenin ve böylece Washington’u etkisiz hale getirmenin tek yolu Çin’i dünyanın finans ustabaşısı yapmaksa, bu çok kutuplu bir sistem yaratmak değildir. Bu sadece bir efendiyi diğeriyle takas etmek olur.
Greene sordu, “Hindistan’ın renminbinin Asya’da hakim para birimi olduğu bir dünya isteyeceğini düşünüyor muyuz?”
İlginizi Çekebilir
-
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
-
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
-
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
-
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
-
Trump’ın “51. eyalet” şakası Kanada’yı karıştırdı
-
QUAD ocak ayında ilk ortak sahil güvenlik eğitimini gerçekleştirecek
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
1 hafta önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
Trump’ın “51. eyalet” şakası Kanada’yı karıştırdı
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda