Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Policy: BRICS nihayet Batı ile başa çıkabilir mi?

Yayınlanma

Keith Johnson, Foreign Policy
21.10.2024

Son 25 yıldaki en dikkat çekici gelişmelerden biri, bir yatırım bankacısının gelişmekte olan piyasa ekonomileri dörtlüsü için kullandığı keyfi kısaltmanın bir isyan başlığı haline gelmesidir.

BRICS ülkeleri -ya da BRICS+, Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve daha sonra Güney Afrika’dan oluşan ilk grup o zamandan beri dört üyeyi daha içerecek şekilde genişledi- bu hafta Rusya’nın Volga kıyısındaki gösterişli Kazan kentinde ana zirveleri için bir araya geliyorlar. İran, Mısır, Etiyopya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin resmi olarak bloğa dahil olmasından sonraki ilk tam zirve olan bu yılın gündeminde, ABD ve Batı hegemonyasına meydan okuyacak gerçek anlamda çok kutuplu bir dünya düzeni yaratmaya yönelik olağan konuşmalar olacak. Bunun büyük bir kısmı, özellikle İran ve Rusya gibi yaptırımlardan zarar gören üyeler için, ABD dolarının küresel hakimiyetine karşı uygulanabilir alternatifler bulma çabaları olacaktır.

Goldman Sachs bankacısı Jim O’Neill’in (şimdi Lord O’Neill) geleceğin ekonomileri gibi görünen ülkeler için şık bir kısaltma olarak “BRICs” terimini icat etmesinden 23 yıl sonra bu yılın en önemli sorusu, giderek birbirinden farklılaşan bu kulübün Batı liderliğindeki uluslararası düzene gerçek bir alternatif oluşturmayı başarıp başaramayacağı ya da sadece özentiler için bir dövüş kulübü haline gelip gelmeyeceğidir.

Brezilya’da bir üniversite ve düşünce kuruluşu olan Getulio Vargas Vakfı’nda BRICS uzmanı olan Oliver Stuenkel, “Rusya için bu, Batı’ya izole olmadığını göstermek için önemli bir an ve diğer ülkelerin Rusya’nın açıkça istediği şeye – BRICS’i şu anda olduğundan daha açık bir şekilde Batı karşıtı yapmak – ne kadar istekli olduklarını görmek gerçekten ilginç olacak” dedi.

“Brezilya ve Hindistan açıkça buna karşı çıkmak istiyor, dolayısıyla Kazan zirvesi bize BRICS ülkeleri arasında küresel güneydeki gerçek siyasi dinamikler hakkında gerçekten ilginç bir fikir verecek” ifadelerini kullandı.

Genişletilmiş BRICS gerçekten de çok çeşitli bir grup. İçinde Marksist-Leninist bir süper güç ve rövanşist bir otoriter devlet var. Dünyanın en büyük demokrasisinin yanı sıra Latin Amerika’nın en büyüğünü de içeriyor. Yeni üyeler arasında ABD güvenlik şemsiyesi altındaki ülkeler ve ABD yaptırımları altındaki ülkeler yer alıyor. Muhtemel üyeler arasında Türkiye gibi NATO ülkeleri ve Kuzey Kore ve Suriye gibi küresel parya ülkeler bile yer alabilir.

Batı, BRICS’i dikkate aldığında, bu gruplaşmayı tutarsız bir torba olarak görme eğilimindedir.

Ancak 1955’te küresel güneyin cesur yeni bir dünya yaratma çabalarını başlatan Bandung Konferansı’nın arkasında olduğu kadar sağlam bir ortak nokta var. Washington, G-7 ve Avrupa Birliği dışında Batı’nın ikiyüzlülüğü ve hegemonyasına karşı duyulan kızgınlığın ne kadar büyük olduğunu anlamak zordur ve bu harç BRICS’in gevşek üyeliğini birbirine bağlamaya yardımcı olmaktadır. Bu durum özellikle Orta Doğu’daki çatışmalar, ABD yaptırımlarının silaha dönüşmesi ve doların fahiş ayrıcalığının orta gelirli ülkelere maliyeti gibi konularda daha da belirgin hale geldi.

Brookings Enstitüsü’nden Aslı Aydıntaşbaş, “Bu uyumlu bir blok değil, ancak alternatif bir küresel düzen arzusuyla ilgili uyumlu mesaj büyük ekonomilerden geliyor” dedi.

BRICS ülkelerinin keyfi kısaltmalarını düzgün bir gruplaşmaya dönüştürmeleri sekiz yıl, alternatif bir küresel düzenin temellerini atmaya başlamaları ise altı yıl sürdü. 2015 yılına gelindiğinde BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası (NDB) adında bir bankası vardı ve bu banka Dünya Bankası gibi Batı’nın egemenliğindeki kredi kuruluşlarına bir alternatif sunmayı amaçlıyordu. Bir bakıma işe de yaradı: Dünya Bankası’nın iki finansman aracı tarafından dağıtılan 73 milyar dolara kıyasla NDB’nin geçen yıl yaklaşık 8 milyar ila 10 milyar dolar değerinde kredi vermesi bekleniyordu. Ancak “BRICS Bankası” dolar dışı kredileri artırmayı hedeflerken, yine de gerçeklikle çarpışıyor. NDB, ABD’nin Moskova’ya yönelik yaptırımları nedeniyle üye ülkelerden Rusya’daki faaliyetlerini askıya almak zorunda kalmıştı.

O zamandan bu yana geçen yıllarda üye ülkeler ticaret ve yatırım, diplomasi, hukuk, finans ve daha birçok alanda ilişkileri derinleştirmek için sürekli orta düzey toplantılar yaparak görünmez ama son derece önemli bağlar da kurdular. BRICS’in özünde, gelişmekte olan ekonomilerin leviathan’ı güneşin dışına itmedikleri sürece ortaya çıkamayacakları fikri yatmaktadır.

BRICS’in arkasındaki canlandırıcı fikirler (yeniden şekillendirilmiş küresel yönetişim ve daha fazla siyasi ve mali egemenlik) bugün hala genişleyen üyelerin tamamını barındıracak kadar geniş. (Her zaman olmasa da: Arjantin kulübe katılmaya hazırlanıyordu, ta ki yeni seçilen Başkan Javier Milei, daha derin bir dolarizasyonun savunucusu olarak ülkesinin teklifini geri çevirene kadar).

Her türden ülke, özellikle de BRICS’te jeopolitik etkiden çok ekonomik ağırlığa sahip olanlar, dünyanın yönetilme biçiminde, yani Birleşmiş Milletler’in işleyişinde, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi çok taraflı finans kuruluşlarındaki kota ve liderlikte ve çok daha fazlasında reformlar görmek istiyor.

Bunların hepsi, az ya da çok, uluslararası ilişkilerin düzenleyici ilkesi olarak egemenliğin içgüdüsel bir şekilde yeniden onaylanmasını paylaşmaktadır; Borussia Dortmund’dan daha fazla Vestfalya’cıdırlar. Batı’nın, özellikle de ABD’nin insan hakları, hukukun üstünlüğü, iç politika ve diplomasi gibi alanlara müdahalesi, çoğu zaman ikiyüzlü olduğu için hoş karşılanmıyor.

Hepsi az ya da çok, doların tiranlığından kaçmak için anlaşılabilir bir arzuyu paylaşıyor; Fransa ve Almanya gibi BRICS dışındaki sadık ABD müttefikleri bile doların kelepçelerinden rahatsız oldular.

Ve hepsi de, farklı derecelerde de olsa, düşüşte olan bir Batı’nın artık şehirdeki tek güç olmadığı bir dünya öngörüyorlar ve bu da sonrasında olacaklara hazırlanmayı, hatta acele etmeyi zorunlu kılıyor. Bu durum, son yirmi yılını Batı’yı diğerlerine karşı dengelemekle geçirmiş olan Türkiye gibi müstakbel üyeler için bile geçerli.

Aydıntaşbaş, “BRICS’in popüler olmasının nedeni, ülkelerin Amerikan sonrası düzene karşı kendilerini korumaya almaları” diyor. “BRICS bu ülkelerin çoğu için bir sigorta poliçesi.”

BRICS’i bağlantısız bir dış politika tercihlerinin tezahürü olarak gören Brezilya ve Hindistan gibi üyeler için özellikle vahim olan sorun, bloğun tek bir yöne doğru hizalanıyor olması. Rusya ve Çin’in sertleşen Amerikan karşıtı tutumlarına şimdi İran gibilerin de katılmasıyla blok, Amerikan sonrası bir dünyaya hazırlıklı bir kulüp olmaktan çok onu hızlandırmaya çalışan bir grup haline geliyor. Bu belki de bloğun en büyük çatlağı ve kapatılması zor olabilecek bir çatlak.

BRICS ilk on yılı aşkın bir süre boyunca açık bir soğuk savaşın olmadığı bir dünyada yaşadı. Stuenkel, “Şimdi, jeopolitik gerilimler bağlamında, ülkeler BRICS’in bir parçası olmanın bir maliyeti olup olmadığını, bunun Batı ile ilişkilerinde gerçek bir sürtüşmeye neden olup olmadığını düşünmek zorundalar” dedi ve ekledi: “Rusya, Çin ile birlikte BRICS’i Çin merkezli bir küresel yapının parçası olan Çin-Rusya dünya düzenine bilinçli olarak entegre etmeye çalışıyor.”

BRICS, kuruluşundan bu yana yeni bir küresel düzen yaratma konusunda somut bir şey yapmaktan çok daha fazla konuştu. Çin’in başını çektiği grubun özellikle aktif olduğu alanlardan biri de para. Doların tahttan indirilmesi BRICS’in temel hedeflerinden biri olmuştur ve olmaya da devam edecektir; geçen yılki zirve, bunu gerçeğe dönüştürecek bir planın hazırlanması gibi açık bir misyonla sonuçlandı.

BRICS üyelerinin, şimdilik onları birleştirmeye yarayan ama aynı zamanda genişlemeyi bekleyen çatlakları da ortaya çıkaran doların merkeziliği konusunda farklı şikayetleri var. Çin, Rusya ve İran gibi bazıları için dolara alternatif, ekonomilerini yaptırımlara karşı korumanın bir yolu anlamına geliyor. Rusya ve İran zaten kuşatma altında ve Çin son birkaç yılını mali surlarını güçlendirmekle geçirdi. Batı’nın 2022 başlarında Rusya’nın denizaşırı merkez bankası varlıklarını dondurması ve potansiyel olarak el koyması, egemen bir komşuyu işgal etmeye çalışmasalar bile sıranın kendilerine gelebileceğinden korkan ülkeler için yakıcı ve uyarıcı bir hikaye olmaya devam ediyor.

Dolar, sınır ötesi ticarette en çok kullanılan para birimi ve merkez bankası kasalarındaki ana para birimi olmaya devam ettiğinden ve ABD bankaları nihayetinde neredeyse her dolar işleminde yer aldığından, ABD yaptırımlarının erişimi küresel ve ezici. Rusya ve Çin son birkaç yıllarını Batı ödeme sistemlerine alternatifler inşa etmekle geçirmediler, kaçış kapsülleri inşa ediyorlar.

Diğer BRICS üyeleri de doların hakimiyetinden rahatsızlar ancak bunun nedeni yaptırımlardan korkmaları değil (Etiyopya gibi bazıları da korkuyor). Endişe duydukları şey doların ekonomik hayatlarına hakim olması ve bu konuda hiçbir söz haklarının olmaması. Birçoğu emtia ihracatçısı ve emtia piyasaları dolar cinsinden olduğu için dolarla ticaret yapmaktan başka seçenekleri yok. Dolar kıtlığı ticareti felç edebilir ve kamu maliyesini kutuplaştırabilir. Hepsi, paralarının değerini düşürebilecek, enflasyonlarını yükseltebilecek, sermaye dengelerini bozabilecek ve borçlarını sürdürülemez hale getirebilecek ABD Merkez Bankası faiz oranı kararlarının değişkenliklerine maruz kalmaktadır.

Gerçek şu ki, dolar baskın olmaya devam ediyor. Son yıllarda sınır ötesi işlemlerdeki payını artırdı ve merkez bankaları için tercih edilen başlıca para birimi olmaya devam ediyor (azalsa da). Çin renminbisi sınır ötesi ticaretteki payını biraz artırdı, ancak bunun nedeni çoğunlukla Çin’in çok büyük bir ticaret ülkesi olması ve para biriminin ticaretinin çoğunun Çinli karşı tarafların alım ya da satımını içermesidir; doların dirençli payını dikkate değer kılan şey, ABD’den tamamen uzak üçüncü ülkeler için tercih edilen para birimi olmaya devam etmesidir. Rusya ve Çin, artan sınır ötesi ticaretlerinde renminbi kullanımını artırmak için adımlar atmış ve Çin, yuan ile ödenecek birkaç göstermelik petrol ticareti imzalamış olsa da, bunlar küresel bir para biriminin habercisi değil.

Carnegie Endowment for International Peace uzmanı ve Patomak Global Partners adlı finansal danışmanlık şirketinde başkan yardımcısı olan Robert Greene, “Statüko paradigmasından şikâyet etmek kolay, ancak gerçekçi olarak ulaşılabilir bir alternatifin neye benzeyeceğini tasavvur etmek daha zor” dedi ve ekledi: “Ödemeler için renminbi kullanımının artması ile gerçek anlamda dolarsızlaşma arasında fark var.”

BRICS’in genişlemesi ile doların yerini alma hırsının genişlemesi arasında da buna bağlı bir çarpışma var. Orta halli ülkeler aslında ABD dolarına Çin gibi büyük ekonomilerden daha fazla bağımlı. Pek çok ülke için doları aracı olarak kullanmadan bırakın ödeme yapmayı, para ticareti yapmak bile neredeyse imkansız. BRICS büyüdükçe, dolar kendi üyeleri için daha da yapışkan hale geliyor.

Son olarak, tek ciddi alternatif renminbi iken grubun dolara bir alternatif bulma çabalarında felsefi bir sorun var.

Çin, Çin para birimini ortak ülkelere hazır hale getirmek için ikili takas hatlarını artırmak gibi teknik alanlarda büyük adımlar attı ve bankalar arasındaki işlemleri denetleyen Batı kontrolündeki SWIFT platformunu bir kenara bırakabilecek paralel bir ödeme sistemi oluşturdu. Hatta Çin bir zamanlar Arjantin gibi BRICS’in müstakbel üyelerine, IMF gibi kuruluşlara olan dolar borçlarını ödeyebilmeleri için bol miktarda yuan finansmanı sağladı. Tüm bunlar, bazı yerlerde ve bazı zamanlarda dolara alternatif sağlama yolunda küçük bir yol kat ediyor. Ancak doları tahtından indirmenin ve böylece Washington’u etkisiz hale getirmenin tek yolu Çin’i dünyanın finans ustabaşısı yapmaksa, bu çok kutuplu bir sistem yaratmak değildir. Bu sadece bir efendiyi diğeriyle takas etmek olur.

Greene sordu, “Hindistan’ın renminbinin Asya’da hakim para birimi olduğu bir dünya isteyeceğini düşünüyor muyuz?”

DÜNYA BASINI

Trump’ın İran’a karşı sert oyunu

Yayınlanma

Yazar

ABD, İran’ı müzakere masasına getirmek için İsrail saldırılarıyla tehdit edebilir, ancak Trump Tahran ile bir anlaşmayı tercih ediyor.

Arash Azizi / Al-Majalla

ABD Başkanı Donald Trump, uzun süredir İran konusunda tutarlı bir duruş sergiliyor: Ülkenin yöneticilerini değiştirmek istemiyor, ancak davranışlarını değiştirmeye, özellikle de İran’ın nükleer silah edinmesini engellemeye kararlı.

Bu hedefe ulaşmak için, ilk döneminde uyguladığı “maksimum baskı” politikasını geri getirmekte ısrarcı, yani İran’a yönelik sert yaptırımların uygulanmasını savunuyor. Biden döneminde bu yaptırımlar tamamen kaldırılmamış olsa da zaman zaman daha esnek bir şekilde uygulanmıştı. Ancak bu dönemi farklı kılan şey, Trump’ın İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını desteklemeye hazır olması ya da en azından bu tehdidi İran’ı müzakere masasına çekmek için bir araç olarak kullanması.

Trump, genel olarak her zaman İran’a sert bir havuç-sopa taktiği ile yaklaşıyor. Bu tutumu, başkanlığının ilk haftalarında da açıkça görüldü. 4 Şubat’ta ulusal güvenlikle ilgili bir başkanlık genelgesi imzalayarak İran üzerindeki baskıyı daha da artırdı. Ancak genelgeyi imzalarken, İranlı liderlerle müzakere etmek istediğini ve aslında bu belgeyi imzalamak zorunda kalmamayı dilediğini belirtti.

Bu duruşunu bir gün sonra Truth Social’da yaptığı bir paylaşımda yineledi. İran’ın nükleer silah sahibi olmadığı sürece “büyük ve başarılı bir ülke” olmasını istediğini söyledi. (Genelgede ayrıca İran’ın bölgedeki milislere verdiği destek ve balistik füze programları da yer alıyordu.) Trump, İran’ın “barışçıl bir şekilde büyümesine ve refah içinde gelişmesine” olanak sağlayacak “Doğrulanmış Nükleer Barış Anlaşması” için çağrıda bulundu ve iki ülkenin derhal bu konuda çalışmaya başlaması gerektiğini ifade etti.

İranlı liderlerden gelen ilk yanıt hızlı ve sert oldu. 7 Şubat’ta İran’ın Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney, ABD ile müzakerelerin “akıllıca veya onurlu” olmadığını vurguladı. Geçmişte başarısız olan bu tür görüşmelerin yine başarısız olacağını söyledi. Ancak bunlar uzun bir sürecin ilk hamleleri. İran güvenlik kurumlarındaki hemen hemen tüm ciddi isimler, ülkenin er ya da geç ABD ile müzakere etmek zorunda olduğunu biliyor.

Yıpratıcı yaptırımlar

ABD’nin uyguladığı yaptırımlar, İran ekonomisini adeta çökertiyor. Hamaney’in konuşmasının ardından İran riyali, ABD doları karşısında neredeyse bir milyona kadar geriledi. Bu durum, İran parasını dünyanın en değersiz para birimlerinden biri haline getiriyor. Buna son iki yılda İran’ın “Direniş Ekseni” olarak adlandırdığı yapının aldığı ağır darbeleri ve ülkedeki kırılgan toplumsal barışını da eklediğimizde, ekonomik iyileşmenin ne kadar acil olduğu daha net anlaşılıyor.

Ancak ekonomik baskının İran’ı müzakere masasına getirmeye yetmemesi durumunda, Trump yönetiminin kullanabileceği başka bir araç daha var: İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yönelik yıkıcı saldırı tehdidi. ABD medyasında çıkan son haberlere göre İsrail, önümüzdeki yıl İran’ın nükleer tesislerine saldırmak için hazırlık yapıyor.

Trump’ın 5 Şubat’ta yaptığı barış yanlısı paylaşımı bile örtülü bir tehdit içeriyordu. Eğer bir anlaşma sağlanmazsa, ABD’nin İsrail’le birlikte İran’a saldırabileceği imasında bulunuyordu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, uzun zamandır bu tür saldırıları savunuyor. Trump’ın başkanlık koltuğunda olması, Netanyahu’ya bu planları gerçekleştirmek için gerekli desteğe sahip olduğu hissini verebilir. Ancak Trump, bu tehdidi İran’dan tavizler koparmak için bir pazarlık aracı olarak da kullanabilir.

Trump’ın Dışişleri Bakanı Marco Rubio, ilk Orta Doğu gezisinin ilk durağı olarak İsrail’i ziyaret etti. Netanyahu, Rubio ile görüştükten sonra 16 Şubat’ta yaptığı açıklamada, görüşmelerinin ana gündem maddesinin İran olduğunu belirtti. Batı Şeria, Lübnan, Irak ve Suriye’deki istikrarsızlığın sorumlusunun İran olduğunu iddia eden ABD ve İsrail, İran tehdidine karşı “omuz omuza” durdu. Rubio, Senato’daki onay oturumlarında yaptığı konuşmalara benzer şekilde İran rejimini eleştirerek, İran halkının “rejimin kurbanı” olduğunu ifade etti.

Rubio, burada patronunun yapmadığını yaparak, İran İslam Cumhuriyeti’nin İran halkını meşru bir şekilde temsil etmediğini savundu. Rubio bu yaklaşımıyla, İran halkına rejimi devirmeleri yönünde çağrı yapan Netanyahu’ya benziyor. ABD istihbarat raporlarına göre, İsrail İran’da rejim değişikliği hedefliyor, ancak bu hedefin gerçekleştirilmesi söylemek kadar kolay değil.

Buna karşın, Trump’ın doğrudan rejim değişikliğini desteklemesi pek olası görünmüyor. İran ile daha iyi bir anlaşma yapmak, onun dış politika yaklaşımına ve ilan ettiği gündeme daha uygun düşüyor. Ancak İsrail’in tehditlerini desteklemek, Trump açısından müzakere sürecinde faydalı bir taktik olarak görülebilir.

Obama döneminde 2015 anlaşmasını müzakere eden üst düzey yetkililer bile ABD’nin artık askeri güç kullanmaya hazır olması gerektiğini söylüyor. İran’ı endişelendiren bir hamle olarak Trump, Biden yönetiminin İsrail’e ağır MK-84 bombalarının sevkiyatına getirdiği yasağı kaldırdı. 900 kilogram ağırlığındaki bu bombalar, İsrail’in saldırı planları için kritik öneme sahip olabilir.

Ekonomik baskı ve askeri tehditlerin bir araya gelmesi muhtemelen İranlı müzakerecileri masaya oturtmaya yetecektir. Görüşmelerin gerçekleşmesi halinde pek çok ülke arabuluculuk yapabilir. CNN’e göre hem ABD hem de İran ile iyi ilişkilere sahip olan Suudi Arabistan bu konuda açık olduğunu belirtti. Ayrıca Katar’ın da bu rolü üstlenmek istediğine dair haberler var.

Bölge açısından bakıldığında, İran’ın nükleer programını sınırlandıracak ve bölgedeki yıkıcı faaliyetlerini azaltacak bir anlaşma, savaş tehdidini ortadan kaldırabileceği için büyük bir fayda sağlayacaktır. İran’a yönelik yaptırımların kaldırılması, Suudi Arabistan ve diğer bölge ekonomileriyle ticareti kolaylaştırabilir. 2015’in aksine, bugün Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin çoğunun İran ile iyi ilişkileri var ve bir anlaşmaya karşı çıkmaları beklenmiyor.

Var olan engeller

Ancak herhangi bir anlaşmanın önünde hâlâ büyük engeller var. Birincisi, Nisan ayında 86 yaşına girecek olan Hamaney, hayatının bu son döneminde uzlaşmaya yanaşmayabilir. Trump ile yapılacak büyük bir anlaşmanın, İran İslam Cumhuriyeti için tam bir teslimiyet olarak görülebileceğinden endişe edebilir. 1979’da kurucularından biri olduğu rejim, böyle bir anlaşma sonrasında özünü koruyamayabilir.

İkincisi, herhangi bir anlaşma Trump’ın kendi ekibi içinde dikkatle incelenecek ve tartışmalara yol açacaktır. Böyle bir anlaşma, halk desteğinin aşınması ve bölgesel müttefiklerinin zayıflaması nedeniyle büyük ölçüde güç kaybeden İran’a can simidi atmak gibi görülebilir. Trump’ın çevresindeki İran karşıtı şahinler ise farklı bir yaklaşım önerebilir: İran’a sürekli darbeler indirerek onu zayıf tutmak ama aynı zamanda yeniden yapılanmasına yardımcı olabilecek bir anlaşmaya varmadan nükleer silah girişiminden vazgeçirmek.

Üçüncüsü, İsrail’in Trump ile İran arasında yapılacak bir anlaşmaya razı olması durumunda, bunun karşılığında başka büyük talepleri olabilir. Örneğin, Filistinlilerle olan çatışmasında daha fazla taviz isteyebilir. Trump’ın, Netanyahu tarafından da desteklenen Gazze’ye yönelik etnik temizlik planları böyle bir oyunun sadece ilk aşaması olabilir.

Ancak Suudi Arabistan gibi bölgenin güçlü Arap ülkeleri bu planlara kesin bir şekilde karşı çıkıyor ve muhtemelen bu tutumlarını sürdürecekler. ABD, bölgesel desteği olmadan Orta Doğu’da geniş kapsamlı anlaşmalar yapamaz.

Dördüncüsü, İran ile yapılacak herhangi bir anlaşmanın, nükleer meseleyle ilgili teknik zorlukların yanı sıra, ABD’nin diğer kaygılarını da ele alması gerekecek. Bunlar arasında İran’ın bölgedeki müttefiklerini içeren “Direniş Ekseni” ve balistik füze programı da bulunuyor. Bu konuların ele alınması ise sabır ve ayrıntılı müzakereler gerektiriyor.

Trump yönetimi, Obama döneminde 2015 İran Nükleer Anlaşması’yla sonuçlanan yoğun müzakereleri yürütecek yeterli kadroya, sabra ve dirayete sahip mi? Görüşmeler uzarsa, İsrail süreci sabote edip doğrudan saldırıları mı tercih edecek? Trump’ın sert pazarlık tarzı Tahran’a işlemeyecek mi, yoksa müzakereleri başlamadan çıkmaza mı sokacak? Bu sorular, herhangi bir müzakere sürecinin üzerinde bir gölge gibi duracak.

Zorluklar aşılabilir

Bu engeller ne kadar zorlu olsa da hiçbiri aşılamaz değil. Hamaney üzerindeki iç baskı, onu bir anlaşmayı kabul etmeye zorlayabilir. Trump’ın ekibinde, Başkan Yardımcısı JD Vance gibi, rejim değişikliği politikalarına oldukça şüpheyle yaklaşan ve anlaşmaya karşı çıkanlara karşı denge unsuru olabilecek birçok üst düzey isim var.

Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri, Trump’ın Filistin konusundaki tartışmalı planlarını dizginleyebilir ve bu konuyu İran müzakerelerinden bağımsız hale getirebilir. Son olarak, Trump, belki de Orta Doğu özel temsilcisi Steve Witkoff’un himayesinde, müzakereleri yürütmek için alışılmadık yollar bulabilir.

Orta Doğu ve Trump yönetimi söz konusu olduğunda öngörüde bulunmak çok kolay değil. Ancak İran’a yönelik askeri saldırı tehditleri yakın gelecekte artsa bile Trump yine de Tahran ile bir anlaşmaya varmayı tercih edecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı basını, ABD-Rusya müzakerelerini nasıl değerlendirdi?

Yayınlanma

Rusya ve ABD heyetleri arasındaki Riyad’daki görüşmelerin sona ermesinin hemen ardından dünya medyasından tepkiler gelmeye başladı.

Bazı medya organları görüşmelerin organize edilme hızına dikkat çekerken, bazıları görüşmelerin yapılmasının ABD’nin önceki politikasıyla çeliştiğini vurguladı.

Görüşmeleri, ABD’nin Rusya’yı Çin ile olan çatışmasına müdahale etmemesini sağlama çabası olarak görenler olduğu gibi, tam tersine, Trump’ın dünyayı Çin ve Rusya ile üçe bölmeyi planladığını düşünenler de oldu.

Financial Times (Londra, İngiltere):

Gazete, “ABD ve Rusya, Ukrayna’daki savaşı sona erdirmek için ‘temel atmayı’ kabul etti” başlığını kullandı. Gazete, iki hafta önce böyle bir tablonun hayal bile edilemez olduğunu belirterek, Rus ve Amerikan bayraklarının görüşmenin yapıldığı lüks sarayın önünde yan yana dalgalandığını yazdı.

Görüşmelerin, Trump’ın geçen hafta Putin’i arayarak savaşı sona erdirme arzusunu dile getirmesinden birkaç gün sonra gerçekleşen olağanüstü bir değişimi işaret ettiği ve bu durumun Ukrayna veya Avrupalı müttefiklerine danışılmadan gerçekleştiği vurgulandı.

Interia (Krakow, Polonya):

“Putin ve Trump’ın Riyad’daki büyük oyunu” başlığını kullanan gazete, Riyad’daki görüşmenin Kremlin’in Amerikan-Avrupa ittifakını çökertme stratejik hedefinde bir başarı olduğunu yazdı.

Görüşmelerin ve Amerikalıların bir hafta süren “pohpohlama gösterisinin” Ukrayna’nın kaderinin çok ötesinde bir amacı olduğu belirtildi.

Washington’un bu hamleyle Moskova ile Pekin arasındaki bağları zayıflatmayı amaçladığı ve bunun nihayetinde ABD-Çin çatışması durumunda Rusya’nın tarafsızlığını garanti edebileceği ifade edildi.

The New York Times (New York, ABD):

Gazete, “ABD ve Rusya, baş döndürücü bir ilişki dönüşümüyle ortaklık arayışında” başlığını kullandı. Görüşmelerin, Trump’ın savaşı sona erdirmek için Rusya ile çalışmaya son derece istekli olduğunu ve bu yaklaşımın Putin’in birçok talebini karşılayacağını gösterdiği belirtildi.

Trump’ın Avrupalı müttefiklerinin endişelerini görmezden gelmeye hazır olduğu ve Rusya’nın, Salı günkü görüşmeleri Trump’a doğal kaynaklardan elde edilecek potansiyel fayda ve gelirleri sunmak için kullandığı, Amerikan petrol şirketlerinin ve diğerlerinin Rusya’da yeniden iş yapmaya başlayarak yüz milyarlarca dolar kazanabileceğini iddia ettiği aktarıldı.

Il Giornale (Milano, İtalya):

“Eğer yeni Yalta Brüksel’i dışlıyorsa, o zaman kendimizi tek başımıza savunmalıyız” başlığını kullanan gazete, Trump’ın Moskova ile yakınlaşmaya çalıştığı, Avrupa’dan ve geleneksel transatlantik ittifakın önceliklerinden uzaklaştığı yönündeki şüphelerin yerini neredeyse kesinliğe bıraktığını yazdı.

Trump’ın durumu kökten değiştirmek ve dünyayı Rusya ve Çin ile paylaşmak istediği belirtildi. Bu açıdan bakıldığında, Avrupa’nın ya Trump’a katılacağı ya da bir engel, bölüşülecek ikincil bir alan haline geleceği ve bu nedenle görüşmelerde yer almadığı ifade edildi.

Der Spiegel (Hamburg, Almanya):

“ABD ve Rusya arasındaki görüşmelerin konusu bu” başlığını kullanan gazete, Rusya temsilcilerinin Riyad’a varışlarında kullandıkları üslubun uzlaşmacı, neredeyse dostane olduğunu belirtti.

Bunun muhtemelen Trump’ın duymak istediği şey olduğu ifade edildi. Hükümetinin son günlerde gönderdiği kaotik, çoğu zaman çelişkili sinyallere rağmen, Trump’ın Rusya ile görüşmelerde neyi başarmak istediği sorusunun cevabının kolay olduğu belirtildi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD’nin Latin Amerika politikası başkan kim olursa olsun kötü olacak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz, Roger D. Harris ve John Perry tarafından kaleme alınan inceleme yazısı, ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik politikalarının özünde değişmez bir yapısal sürekliliğe sahip olduğunu; farklı yönetimlerin ise bu politikaların yalnızca biçimini ve söylemini dönüştürdüğünü ortaya koymaya çalışıyor. Yazıda, Demokratlar ya da Cumhuriyetçiler fark etmeksizin, Washington’un Latin Amerika’daki varlığının her koşulda emperyalist bir tahakküm mekanizması olarak işlediği güncel tartışma ve yorumlar yardımıyla gösteriliyor.

Bugün, Çin gibi yeni aktörlerin bölgedeki varlığının artması, Washington’un tahakkümünü sarsarken Latin Amerika halkları için ise yalnızca ekonomik değil, siyasi bağımsızlığın da pekiştirilebileceği yeni manevra alanları yaratıyor. Nitekim tarih, bu coğrafyanın yalnızca büyük güçlerin stratejik hesaplarına göre şekillenen bir sahne olmadığını; halkların kendi kaderlerini tayin etme iradesinin, emperyalist projelerin kaçınılmaz görülen sonuçlarını her zaman doğrulayamadığını sayısız defa gösterdi.


Göç, Uyuşturucu ve Gümrük Vergileri: Biden ya da Trump, ABD’nin Latin Amerika Politikası Her Durumda Alçakça Olacak

Roger D. Harris ve John Perry
CounterPunch
3 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Donald Trump’ın yeniden başkan olmasıyla birlikte, ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik politikasının ne yönde değişebileceği konusunda çeşitli spekülasyonlar yapılıyor.

Bu makalede önce bu spekülasyonları ele alıyor, ardından ABD’nin politika önceliklerinin ilerici bir Latin Amerika perspektifinden nasıl değerlendirilebileceğine dair üç somut örnek sunuyoruz. Buradan hareketle daha geniş bir argümana ulaşacağız: Bu meselelerin ele alınış biçimi, Washington’un esas önceliğinin ABD’nin hegemonik konumunu korumak olduğunu gösteriyor. Latin Amerika politikası bu hedefin yalnızca bir parçası olsa da ABD’nin bölgeyi hâlâ kendi “arka bahçesi” olarak görmesi nedeniyle hemen her zaman belirleyici bir öneme sahip.

İlk olarak, uzmanların söylediklerinden derlediğimiz bazı örnekler verelim: Foreign Affairs’dan Brian Winter, Trump’ın dönüşünün Biden’ın bölgeye yönelik ilgisizliğinden bir sapma olduğuna işaret ediyor. “Bunun nedeni çok açık” diyor, “Trump’ın yasa dışı göçü bastırmak, fentanil ve diğer yasa dışı uyuşturucuların kaçakçılığını durdurmak ve Çin mallarının ülkeye girişini azaltmak gibi iç politika öncelikleri büyük ölçüde Latin Amerika politikasına bağlıdır.”

Doğrudan ABD savunma sanayii tarafından finanse edilen Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nden (Center for Strategic and International Studies) Ryan Berg de umutlu. Berg, Trump’ın “ABD politikasını Batı Yarımküre’ye daha fazla odaklayacağını” ve bunu yaparken de eş zamanlı olarak “kendi güvenliğini ve refahını da güçlendireceğini” savunuyor.

Blog yazarı James Bosworth’a göre Biden’ın “kasti olmayan ihmalinin” yerini “saldırgan bir Monroe Doktrini¹, kitlesel sınır dışılar, gümrük tarifesi savaşları, militarist güvenlik politikaları, ABD’ye sadakat talepleri ve Çin’in reddi gibi unsurlar” alabilir. Ancak yine de, Trump’ın Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun bölgeye dönük ilgisine rağmen, Bosworth yeni yönetimin başka yerlere odaklanması nedeniyle politikanın yeniden bir ihmale dönüşme ihtimalinin hala yüksek olduğunu düşünüyor.

Teleskobun yanlış tarafından bakmak

Bu ve benzeri analizlerin ortak noktası, iç meseleler de dâhil olmak üzere ABD açısından önemli olan sorunlara odaklanmaları ve Latin Amerika politikasındaki olası değişimlerin bu sorunları nasıl etkileyebileceğini tartışmalarıdır. Diğer bir deyişle, bölgeye ABD’ye monte edilmiş bir teleskoptan bakıyorlar.

Trump’ın yaklaşımı küstah bir “önce Amerika!” söylemiyle şekillense de temel duruşu yukarıda bahsi geçen uzmanların görüşleriyle büyük ölçüde örtüşüyor: Farklı senaryolar Washington’da şekillendirilecek olup, Latin Amerika’nın geleceği, üzerinde çok az etkisinin olduğu ABD politika değişimlerini nasıl ele aldığı üzerinden değerlendirilmektedir. Bu sözde uzmanların analizleri, Washington’u sorgulamak yerine onunla aynı tek boyutlu bakışı benimsemeleri nedeniyle oldukça sınırlı kalıyor.

İşte bir örnek: “İhmal” kelimesi yüzeyseldir çünkü ABD’nin Latin Amerika’yı “ihmal” ettiği zamanlarda dahi derin ticari bağlardan geniş askeri varlığına kadar Latin Amerika’ya olan muazzam ilgisini gizler. Bu kelime gerçeği çarpıtır da, zira ABD, Latin Amerikalıların çoğunu ilgilendiren sorunlara sürekli olarak kayıtsız kalmaktadır: Düşük ücretler, eşitsizlik, sokaklarda güvende olmak, iklim değişikliğinin yıkıcı etkileri ve daha pek çok şey. “İhmal” olarak tanımlanan durum, bir Latin Amerika kentinin sokaklarında, Washington’dakinden çok daha farklı algılanacaktır.

“Uyuşturucu sorunu”, peki kimin?

ABD’nin düşünsel boşluğu hiçbir yerde uyuşturucu sorununa verilen yanıtlarda olduğu kadar net değildir. Trump, Meksikalı uyuşturucu kartellerini “terör örgütü” ilan etmekle ve onlara saldırmak için Meksika’yı işgal etmekle tehdit ediyor.

Ancak akademisyen Carlos Pérez-Ricart’ın El País’e verdiği demeçte söylediği gibi: “Bu Meksika’dan kaynaklanan bir sorun değil. Uyuşturucunun kaynağı, uyuşturucuya dönük talep ve uyuşturucu taşıyıcıları Meksikalı değil, onlar [ABD].” Benzer şekilde Meksika Devlet Başkanı Claudia Sheinbaum da Meksika’da uyuşturucu üretimini ve kaçakçılığını körükleyenin asıl olarak ABD’deki tüketim olduğuna dikkat çekiyor.

Trump, bu noktada selefi Clinton yönetiminin yirmi yıl önce yaptığı hatayı kolaylıkla tekrarlama potansiyeli taşıyor. O dönemde “Kolombiya Planı” dahilinde milyarlarca dolar harcanmış, ancak bu, “uyuşturucu sorununu” çözmek yerine Kolombiya’daki şiddeti ve insan hakları ihlallerini artırmıştı.

Trump’ın tehdidini gerçekleştirmesi halinde neler olabileceği, geçtiğimiz Temmuz ayında Biden yönetiminin Ismael “El Mayo” Zambada’yı yakalamasıyla görülmüş oldu. Bu olay Meksika’nın Sinaloa eyaletinde uyuşturucu kartelleri arasında büyük bir savaşın patlak vermesine neden olmuştu.

Sheinbaum biraz da haklı olarak uyuşturucu üretimi ve tüketimiyle ilgili soruları tekrar ABD’ye yönlendiriyor. Retorik bir şekilde şu soruyu soruyor “Fentanilin ABD’de üretilmediğine sahiden inanıyor musunuz? ABD kentlerinde fentanil dağıtan uyuşturucu kartelleri neredeler? Bu fentanilin satışından elde edilen para nereye gidiyor?”

Trump kartellere karşı bir savaş başlatırsa, uyuşturucu tüketimini bir iç mesele olarak değil de bir dış mesele olarak ele alan ilk ABD başkanı olmayacak.²

“Göç sorunu” nereden kaynaklanıyor?

Aslına bakarsanız, Trump göç konusuna kafayı takan ilk başkan değil. Tıpkı uyuşturucu gibi, göç de göçmenlerin çıktığı ülkelerin çözmesi gereken bir sorun olarak görülüyor. Buna karşılık, ABD’nin kontrolü altındaki “itici” ve “çekici” faktörlere daha az önem atfediliyor.

Göçmen emeği sömürülmesi, karmaşık iltica prosedürleri ve göçü teşvik etmek için kullanılan “insani tahliye” gibi uygulamalar göz ardı edilen sebepler arasında. Biden yönetimi, ABD’nin çeşitli Latin Amerika ülkelerine uyguladığı ve kitlesel göçü tetiklediği kesin olarak kanıtlanmış olan yaptırımları daha da sertleştirdi. Şimdi ise Trump, aynısını yapmakla tehdit ediyor.

Birçok Latin Amerika ülkesi ABD’nin doğrudan karıştığı uyuşturucu ticareti veya başka suçlarla bağlantılı şiddet eylemleri nedeniyle güvenlik tehdidi altında. Sadece 2023 yılında yaklaşık 392,000 Meksikalı yaşanan çatışmalar nedeniyle yerinden edildi. Bu sorun ABD’den Meksika’ya yapılan yoğun ve çoğu zaman yasadışı ateşli silah ihracatı nedeniyle daha da ağırlaşıyor.

Tarihsel olarak güvenli bir ülke olan Kosta Rika’da dahi 2023 yılında, çoğu uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgili -rekor sayıda- 880 cinayet işlendi. Brezilya ve diğer ülkelerde ise, ABD tarafından eğitilen güvenlik güçleri şiddeti azaltmak yerine doğrudan bu şiddetin bir parçası olarak onu daha körüklüyor.

Trump’ın vaat olarak önümüze koyduğu (ABD’den) kitlesel sınır dışı uygulamaları, tıpkı 1990’ların sonunda El Salvador’da olduğu gibi, bu sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale getirebilir. Ayrıca göçmen işçilerin ülkelerine gönderdikleri işçi dövizlerini de etkileyeceğinden, bölgedeki yoksulluğu daha da derinleştirebilir. Latin Amerika Trump’ın tehditlerine karşı durmazsa, ABD’ye yapılan ihracatta ek gümrük vergisi getirme tehdidinin de ciddi sonuçları olabilir. Ekonomist Michael Hudson, ABD’den elde ettikleri ihracat gelirlerinin aniden kesilmesi halinde, bu ülkelerin dolar bazlı borçlarını ödemeyi topluca reddederek misilleme yapmak zorunda kalabilecekleri uyarısında bulunuyor.

Çin, ABD’nin “arka bahçesi”nde

Trump, Washington’daki genel eğilime paralel olarak, Çin’in Latin Amerika’daki tesirini büyük bir tehdit olarak görüyor. Büyük ölçüde Pentagon tarafından finanse edilen Peterson Uluslararası Ekonomi Enstitüsü’nden Monica de Bolle, BBC’ye verdiği demeçte şöyle konuşmuştu: “Amerika’nın arka bahçesi, Çin’le doğrudan ilişki kuruyor. Bu, büyük bir sorun yaratacaktır.”

Kısa süre önce emekli olan ABD Güney Komutanlığı generali Laura Richardson, Biden yönetimi döneminde, Washington adına Latin Amerika başkentlerini sık sık ziyaret eden muhtemelen en üst düzey yetkililerden biriydi. Richardson, Çin’in bölgede “çift amaçlı” (hem sivil hem askeri kullanım için uygun) tesisler inşa ettiğini ve bunların ileride Çin Halk Kurtuluş Ordusu’na ve stratejik deniz yollarına erişim noktaları olarak hizmet edebileceğini öne sürüyor.

Foreign Affairs’in de kayıtlara geçtiği gibi, Latin Amerika’nın Çin ile ticareti 2002’de 18 milyar dolar iken 2023’te 480 milyar dolar gibi dramatik bir artış yaşadı. Çin aynı zamanda bölgede büyük çaplı altyapı projelerine de yatırım yapıyor ve görünüşe göre tek siyasal şartı, ilgili ülkenin diplomatik olarak Çin’i (Tayvan’ı değil) tanımayı tercih etmesi. Bu noktada Çin’in mutlak bir tavır sergilemeyi başardığı söylenemez. Zira, Guatemala, Haiti ve Paraguay, Tayvan’ı tanımasına rağmen, Çin bu ülkelere doğrudan yatırım yapmayı sürdürüyor. Elbette bu yatırımların, Çin’in “tek Çin” politikasını tamamen tanıyan ülkelerle kıyaslandığında oldukça mütevazı ölçekte olduğunu belirtmek gerek.

ABD’nin yakın müttefiklerinden Peru’da, Kasım ayında bizzat Çin Devlet Başkanı Şi Cinping tarafından açılan ve finansmanı Çin tarafından sağlanan devasa bir liman inşa edildi. Sağcı Arjantin Devlet Başkanı Milei’nin Çin için söylediği gibi, “Karşılığında hiçbir şey talep etmiyorlar.”

Peki ABD bunun yerine ne öneriyor? Antony Blinken Peru’ya hediye edilen eski vagonları gururla sergileyedursun, gerçek şu ki ABD’nin Latin Amerika’ya yaptığı “yardımlar” ya “demokrasiyi teşvik etmeye” (yani Washington’un siyasi gündemini dayatmaya) yöneliktir ya da belirli koşulların dayatıldığı veya sömürücü yardımlardır.

BBC, “deneyimli gözlemciler”e dayanarak, Washington’un bölgenin ihtiyaçlarına karşı “yıllardır süren kayıtsızlığının” bedelini fazlasıyla ödediğini düşünüyor. ABD, Latin Amerika’nın Çin’e ve daha az ölçüde Rusya, İran gibi diğer aktörlere stratejik etkisini kaptırdığını düşündüğü yerde, bölge ülkeleri bunu kalkınma ve ekonomik ilerleme için bir fırsat olarak görüyor.

Monroe Doktrini’ni hatırlayın

Daha “ılımlı” bir politika çağrısında bulunanlar, Başkan James Monroe’nun kendi adıyla anılan “doktrini” ilan etmesinden bu yana geçen iki yüzyılda ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik politikasının agresif şekilde ve sadece kendi çıkarlarını gözettiği gerçeğini unutuyorlar.

ABD, bölgeye binlerce kez askeri müdahalede bulunmuş ve bölge ülkelerini sayısız kez işgal etmiştir. Sadece İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, 1954’te Guatemala ile başlayan yaklaşık 50 büyük müdahale ya da darbe girişimi gerçekleşmiştir. ABD’nin bölgede 76 askeri üssü bulunurken, Çin ve Rusya gibi diğer büyük güçlerin tek bir askeri üssü dahi bulunmamaktadır.

Doktrin hâlâ kanlı canlı duruyor. Foreign Affairs’den Brian Winter konuya dair şu uyarıyı yapıyor: “Birçok Cumhuriyetçi, [Çin ile] bu bağlantıları ve Latin Amerika’da günden güne artan Çin varlığını, 201 yıllık Monroe fermanının, yani Batı Yarımküre’nin dış güçlerin müdahalesinden arındırılması ilkesinin kabul edilemez bir ihlali olarak görüyor.”

Birkaç satır yukarıda bahsi geçen Bosworth, Trump’ın Latin Amerika’dan ABD-Çin mücadelesinde yalnızca Çin’in yarımküredeki rolünü küçümsemesini değil, net bir taraf seçmesini istediğini ekliyor. Trump ile yakınlaşmak isteyen herhangi bir ülkenin, “Çin karşıtı bir hava estirmesi gerektiğini” söylüyor.

Ana sponsoru yine Pentagon olan ABD Dış İlişkiler Konseyi’nden Will Freeman, yeni bir Monroe Doktrini’nin ve Trump’ın “sert” diplomasisinin kısmen işe yarayabileceğini, ancak bunun sadece ABD ticaretine ve diğer bağlantılara daha bağımlı olan kuzeydeki Latin Amerika ülkeleriyle sınırlı kalacağı öngörüsünde.

Trump’ın şimdi iki temel hedefi var: Biri Çin’in etkisini bastırmak (mesela Panama Kanalı’nı ele geçirerek), diğeri ise maden kaynaklarının kontrolünü ele geçirmek (Grönland’ı almak istemesinin sebeplerinden biri). Madenlere yönelik bu iştah pek de yeni değil. General Richardson 2023 yılında savunma sanayii tarafından finanse edilen bir başka düşünce kuruluşuna verdiği demeçte, Latin Amerika madenlerinin ABD’ye ait olması gerektiğini açıkça söylemişti.

Çok kutupluluk tehdidine karşı hegemonik gücü korunmak

Neo-muhafazakâr Charles Krauthammer, 20 yıl önce savunma sanayii tarafından finanse edilen bir başka düşünce kuruluşu için yazdığı makalede, ABD’nin egemen hegemonik güç statüsünü açıkça savunmuş ve çok taraflılığı ancak ABD’nin lehine olduğu sürece kabul edilebilir bulmuştu. “Alternatifin olmadığı durumlarda çok kutupluluğa evet,” diyordu, “Bir alternatifi varken ve gücün bizde olduğu bizde olduğu koşullarda ise asla.”

Norveçli yorumcu Glen Diesen ise 2024 tarihli bir yazısında, ABD’nin hâlâ çok kutupluluğa karşı baskın konumunu korumak için -belki de artık kaybetme noktasına geldiği- bir savaş verdiğini kaydediyordu. Bu noktada Trump’ın “Önce Amerika!” sloganını hatırlayalım, Washington’ın hegemonya iddiasını sürdürme arzusunun yalnızca daha pervasız bir ifadesi değil mi?

Biden yönetiminin bir ironisi, Ukrayna savaşını destekleyerek en büyük iki rakibi—Rusya ve Çin—arasındaki ilişkileri daha da yakınlaştırması oldu. Bu bağlamda, açıkça çok kutuplu ve hegemonik olmayan bir ortaklık olan BRICS’in büyümesi teşvik edildi. Glen Diesen’in dediği gibi, “Bu savaş, Batı’dan küresel kopuşu hızlandırmıştı.”

ABD’nin hegemonik gücünü sürdürmeye dönük attığı diğer adımlar – İsrail’in Gazze’deki soykırımına destek, Suriye’deki rejim değişikliği operasyonu ve Haiti’nin çöküşündeki rolü- Washington’ın perspektifinden bakıldığında, Diesen’in ifadeleriyle, “Kaos, ABD’nin küresel hakimiyetine tek alternatiftir.” Yankee’nin “hayırseverliği” her seferinde kalkınma değil daha çok yıkım getirdi.

Bunlar, başta Latin Amerika olmak üzere, küresel güneyde ABD hakimiyetine alternatif arayışlarını daha da güçlendirdi. Latin Amerika ülkelerinin birçoğu (özellikle de ABD yaptırımlarının sıkılaşmasına karşı savunmasız olanlar) artık BRICS alternatifini denemek istiyor.

Biden yönetimi altında ABD’nin hegemonik gücünün aşındığına dair algıya Trump’ın sert çıkması şaşırtıcı değil. Nitekim Thomas Fazi de UnHerd’deki köşesinde Trump’ın bu eleştirilerinin aslında realist bir yönü olduğunu savunuyor; Trump Ukrayna savaşının kesin olarak kazanılamayacağını ve Çin’in gücünün kolayca kontrol altına alınamayacağının farkında. Bu nedenle, ABD’nin önceliklerini daha yönetilebilir bir “kıtasal” stratejiye -yeni bir Monroe Doktrini’ne- odakladığını ve -Grönland ve Arktik’ten, Tierra del Fuego ve Antarktika’ya- ABD’nin doğal etki alanı olarak gördüğü Amerika kıtası ile Kuzey Atlantik üzerinde tam hakimiyet kurmayı hedeflediğini öne sürüyor.

Her ne kadar Trump’ın Latin Amerika’ya yönelik yaklaşımı konusunda farklı yorumlar bulunsa da, uzmanlar genel olarak Winter’ın değerlendirmesiyle hemfikir: Bölge, ABD dış politikasının önceliklerinden biri haline gelmek üzere. Öyle ki Marco Rubio’nun [ABD Dışişleri Bakanlığı’na] atanması bunun açık bir işareti. Yeni dışişleri bakanı tıpkı Blinken gibi bir şahin ama daha çok ve tehlikeli biçimde Latin Amerika’ya odaklanmış bir isim.

Ne var ki, Monroe Doktrini’ne yapılan bu atıfların tamamı, ortada pek de yeni bir şey olmadığını gösteriyor- tabiri caizse yeni şişede eski bir şarap var. Nitekim yakın geçmişte dahi iki asırlık mazisi olan Monroe Doktrini’nin agresif şekilde uygulanmasında hemen hiç kesinti yaşanmamıştır.

Şimdi bir dakika soluklanalım ve bölgedeki ABD destekli darbeleri hatırlayalım: 2009’da Honduras’ta Manuel Zelaya’yı, 2019’da Bolivya’da Evo Morales’i deviren darbeleri, 2018’de Nikaragua’da Daniel Ortega’ya yönelik başarısız darbe girişimini ve yine 2012’de Paraguay’da Fernando Lugo’nun “parlamenter” darbe ile düşürülmesini… “Hukuki darbe” yoluyla ABD destekli rejim değişiklikleri arasında sayılan, 2016’da Brezilya’da Dilma Rousseff’in ve 2023’te Peru’da Pedro Castillo’nun görevden alınmasını da atlamamak gerek. Bugünlerde ise Haiti ve Peru. Bu ülkelerde başkanlık seçimlerinin askıya alınması dahi ABD müdahalesiyle gerçekleşti.

Trump’ın seleflerine kıyasla, ABD politikalarının tamamen Amerikan çıkarlarına dayandığını daha açık sözlülükle ifade etmesi, onu diğerlerinden ayıran bariz bir fark olarak görülebilir. Ancak, ortada yeni olan bir şey yok.

Mesele biraz da yorumcu Caitlin Johnstone’un altını çizdiği gibi aslında, Trump ile selefleri arasındaki esas fark, “ABD imparatorluğunu çok daha şeffaf ve gizlenmemiş hale getirmesi.” Siyasi yelpazenin diğer ucundan, John McCain’in eski bir danışmanı dahi aynı değerlendirmeyi yineliyor: “İki yönetim arasında muhtemelen göründüğünden çok daha fazla devamlılık olacaktır.”

Her durumda, Latin Amerika, kesintili ve iniş çıkışlarla da olsa, kendi kaderini tayin etme mücadelesini sürdürecektir. ABD ise her yaptığıyla giderek hegemonik bir güç olmaktan daha da uzaklaşacaktır.


¹ Monroe Doktrini, 1823’te ABD Başkanı James Monroe tarafından ilan edilmiş, Batı Yarımküresi’ni Avrupalı güçlerin müdahalesine kapatma iddiasıyla ABD’nin kendi etki alanını genişletmesine zemin hazırlayan bir doktrindir. Başlangıçta emperyalist güçlere karşı bir savunma söylemi gibi sunulsa da, zamanla Latin Amerika’daki halkların siyasal ve ekonomik kaderini Washington’un çıkarlarına tabi kılan bir hegemonya aracı hâline gelmiştir. (ç.n)
² ABD’nin uyuşturucu ticaretiyle mücadelesini bir dış politika meselesi olarak ele alması, özellikle 1970’lerde Türkiye’yi etkileyen “afyon krizi” ile benzerliği akla getiriyor. 1960’ların sonlarından itibaren ABD, Türkiye’nin haşhaş ekimini uyuşturucu kaçakçılığıyla ilişkilendirerek baskı yapmaya başlamış; Nixon yönetimi bunu bir ulusal güvenlik meselesi olarak tanımlamıştı. 1971’de Türkiye hükümeti, ABD’nin yoğun diplomatik ve ekonomik baskıları sonucu haşhaş ekimini yasaklamıştır. Ancak bu yasak, kırsal bölgelerde ekonomik sıkıntılara yol açarak büyük tepki çekmiş ve dönemin başbakanı Ecevit’in hamlesi ile 1974’te kaldırılmıştır. (ç.n)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English