Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

FP: ABD’nin 30 yıllık politikası nasıl felaketle sonuçlandı?

Yayınlanma

Hamas’ın İsrail’e karşı başlattığı operasyona yanıt olarak İsrail, Gazze’ye bomba yağdırmaya devam ediyor. ABD başta olmak üzere Batılı hükümetlerin desteğini arkasına alan İsrail, tüm dünyanın gözü önünde her türlü insan haklarını ve savaş hukukunu çiğnemeye devam ediyor. Binlerce sivil Filistinlinin hayatını kaybettiği saldırılar devam ederken ABD’nin İsrail-Filistin politikasına yönelen eleştiriler de artıyor.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, yaşanan savaşta Hamas’ın mı yoksa İsrail’in mi daha hatalı olduğunu tartışmanın diğer önemli hataları gizlediğine dikkat çekiyor. Stephen M. Walt’un kaleme aldığı ve Foreign Policy’de yayınlanan analizde bugünkü savaşın kökeni “ABD’nin Orta Doğu meselelerinde rakipsiz bir dış güç olarak ortaya çıktığı ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bölgesel bir düzen inşa etmeye çalıştığı 1991 yılına” dayandırılıyor. ABD’nin dış politika hatalarının sorunu savaşa dönüştürdüğünü anlatan analize göre, Biden’ın dış politika ekibi “hem dünyanın hem de Orta Doğu’nun nereye gittiğini çok yanlış okuyorlar” ve krize buldukları çözüm “sadece 7 Ekim öncesi statükoya geri dönmek olursa, dünyanın geri kalanı dehşet ve itiraz içinde başını sallayarak izleyecek ve farklı bir yaklaşımın zamanının geldiği sonucuna varacak.”

***

Amerika, İsrail ve Filistin’in Son Savaşının Temel Sebebidir

ABD’nin 30 yıllık politikası nasıl felaketle sonuçlandı?

Stephen M. Walt

İsrailliler ve Filistinliler ölenlerin yasını tutarken ve kayıplardan gelecek haberleri korkuyla beklerken, suçlayacak birini arama eğilimine karşı koymak pek çok kişi için imkânsız. İsrailliler ve destekçileri tüm suçu, İsrailli sivillere yönelik korkunç saldırıda doğrudan sorumluluğu tartışmasız olan Hamas’a yüklemek istiyor. Filistin davasına daha sempati duyanlar ise bu trajediyi onlarca yıllık işgalin ve İsrail’in Filistinli tebaasına yönelik sert ve uzun süreli muamelesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görüyor.

Diğerleri ise suçlanacak çok şey olduğunda ısrar ediyor ve bir tarafı tamamen masum, diğer tarafı ise tek sorumlu olarak gören herkesin adil yargılama kapasitesini yitirdiğini söylüyor.

Kaçınılmaz olarak, hangi tarafın daha hatalı olduğunu tartışmak, Siyonist İsrailliler ve Filistinli Araplar arasındaki uzun süreli çatışmanın sadece genel hatlarıyla ilişkili olan diğer önemli nedenleri gizliyor.  Ancak mevcut kriz sırasında bile bu diğer faktörleri gözden kaçırmamalıyız, çünkü etkileri mevcut çatışmalar durduktan çok sonra bile yankılanmaya devam edebilir.

Nedenlerin izini sürmeye nereden başlayacağımız doğal olarak keyfidir (Theodor Herzl’in 1896 tarihli kitabı Yahudi Devleti mi? 1917 Balfour Deklarasyonu mu? 1936 Arap isyanı mı? 1947 BM taksim planı mı? 1948 Arap-İsrail savaşı mı yoksa 1967 Altı Gün Savaşı mı?), ancak ben ABD’nin Orta Doğu meselelerinde rakipsiz bir dış güç olarak ortaya çıktığı ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bölgesel bir düzen inşa etmeye çalıştığı 1991 yılından başlayacağım.

Bu geniş bağlamda, geçen iki haftada yaşanan trajik olaylara gelmemize yol açan en az beş kilit olay ya da unsur var.

Bunlardan ilki 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında gerçekleşen Madrid Barış Konferansı’dır. Körfez Savaşı, Saddam Hüseyin’in bölgesel güç dengesine oluşturduğu tehdidi ortadan kaldıran ABD askeri gücünün ve diplomatik sanatının çarpıcı bir gösterisiydi. Sovyetler Birliği’nin çöküşe yaklaşmasıyla birlikte ABD artık kontrolü eline almıştı. Dönemin Başkanı George H. W. Bush, Dışişleri Bakanı James Baker ve deneyimli bir Orta Doğu ekibi bu fırsatı değerlendirerek Ekim 1991’de İsrail, Suriye, Lübnan, Mısır, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve ortak bir Ürdün/Filistin delegasyonundan temsilcilerin yer aldığı bir barış konferansı topladı.

Konferans, nihai bir barış anlaşması bir yana, somut sonuçlar üretmemiş olsa da barışçıl bir bölgesel düzen inşa etmek için ciddi bir çabanın temelini atmıştır. Bush 1992’de yeniden seçilebilseydi ve ekibine çalışmalarına devam etme fırsatı verilseydi neler başarılabileceğini düşünmek heyecan verici.

Yine de Madrid, gelecekte yaşanacak pek çok sorunun tohumlarını eken vahim bir kusur da içeriyordu. İran konferansa davet edilmedi ve dışlanmasına “retçi” güçlerin katıldığı bir toplantı düzenleyerek ve daha önce görmezden geldiği Hamas ve İslami Cihad dahil Filistinli gruplara ulaşarak yanıt verdi. Trita Parsi’nin Treacherous Alliance (Hain İttifak) adlı kitabında gözlemlediği gibi, “İran kendisini büyük bir bölgesel güç olarak görüyor ve masada bir koltuk bekliyordu” çünkü Madrid “sadece İsrail-Filistin çatışması üzerine bir konferans olarak değil, yeni Orta Doğu düzeninin oluşturulmasında belirleyici bir an olarak görülüyordu.” Tahran’ın Madrid’e tepkisi ideolojik olmaktan ziyade stratejikti: ABD ve diğerlerine, çıkarları dikkate alınmadığı takdirde yeni bir bölgesel düzen yaratma çabalarını raydan çıkarabileceğini göstermeye çalıştı.

İntihar saldırıları ve diğer aşırılık yanlısı şiddet eylemleri Oslo Anlaşması müzakere sürecini sekteye uğrattı ve İsrail’in müzakere edilmiş bir çözüme olan desteğini zayıflattı. Zaman içinde, barışın sağlanması zorlaştıkça ve İran ile Batı arasındaki ilişkiler daha da kötüleştikçe, Hamas ile İran arasındaki bağlar daha da güçlendi.

İkinci kritik olay ise 11 Eylül 2001 terör saldırıları ile 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin bir araya gelmesiydi. Baasçı Irak, Filistin davasına çeşitli şekillerde destek vermiş olsa da Irak’ı işgal etme kararının İsrail-Filistin çatışmasıyla sadece dolaylı bir ilişkisi vardı. George W. Bush yönetimi, Saddam’ı devirmenin Irak’ın sözde kitle imha silahları tehdidini ortadan kaldıracağına, düşmanlara ABD’nin gücünü hatırlatacağına, terörizme daha sağlam bir darbe vuracağına ve tüm Ortadoğu’nun demokratik çizgide radikal dönüşümünün önünü açacağına inanıyordu.

Ne yazık ki elde ettikleri, Irak’ta maliyetli bir bataklık ve İran’ın stratejik konumunda çarpıcı bir iyileşme oldu. Körfez’deki güç dengesindeki bu değişim Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini endişelendirdi ve İran’dan gelen ortak tehdit algısı, bazı Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkilerini değiştirmek de dahil bölgesel ilişkileri önemli oranda yeniden şekillendirmeye başladı. ABD öncülüğündeki “rejim değişikliği” korkusu da İran’ı gizli bir şekilde nükleer silah peşine düşmeye teşvik ederek uranyum zenginleştirme kapasitesinin sürekli artmasına ve ABD ile BM yaptırımlarının giderek sıkılaşmasına yol açtı.

Geriye dönüp baktığımızda, üçüncü kilit olayın dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’la 2015 yılında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) vazgeçmesi ve bunun yerine “azami baskı” politikasını benimsemesi olduğunu görüyoruz. Bu aptalca kararın birçok talihsiz etkisi oldu: KOEP’den çekilmek İran’ın nükleer programını yeniden başlatmasına ve gerçek silah kapasitesine çok daha fazla yaklaşmasına olanak sağladı ve maksimum baskı politikası İran’ın Basra Körfezi ve Suudi Arabistan’daki petrol sevkiyatlarına ve tesislerine saldırmasına yol açarak ABD’ye onları zorlama ya da devirme girişiminin bedelsiz ve risksiz olmadığını gösterdi.

Bekleneceği üzere, bu gelişmeler Suudilerin endişelerini artırdı ve kendi nükleer altyapılarını edinme konusundaki girişimlerini hızlandırdı. Ve realist teorinin öngördüğü gibi, İran’dan gelen tehdidin artığına dair algılar İsrail ile bazı Körfez ülkeleri arasında sessiz ama önemli güvenlik işbirliği biçimlerini teşvik etti.

Dördüncü gelişme, Trump’ın KOEP’den çekilme kararının bazı açılardan mantıksal bir uzantısı olan sözde İbrahim Anlaşmalarıydı. Amatör stratejist (ve Trump’ın damadı) Jared Kushner’in buluşu olan bu anlaşmalar İsrail ile Fas, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan arasındaki ilişkileri normalleştiren bir dizi ikili anlaşmaydı. Eleştirmenler, anlaşmaların barış davasını ilerletmek için nispeten az şey yaptığını, çünkü katılan Arap hükümetlerinin hiçbirinin İsrail’e aktif olarak düşmanlık yapmadığını veya ona zarar verme kapasitesine sahip olmadığını belirtti. Diğerleri ise İsrail kontrolü altında yaşayan 7 milyon Filistinlinin kaderi çözülmediği sürece bölgesel barışın zor olacağı uyarısında bulundu.

Biden yönetimi de aynı yolda ilerlemeye devam etti. İsrail’in giderek aşırı sağcı hale gelen hükümetinin, son iki yılda Filistinlilerin ölümlerinde ve yerlerinden edilmelerinde artışa neden olan aşırılık yanlısı yerleşimcilerin şiddet eylemlerini desteklemesini durdurmak için anlamlı hiçbir adım atmadı. KOEP’ye derhal yeniden katılma yönündeki kampanya vaadini yerine getiremeyen Biden ve ekibi, asıl çabalarını Suudi Arabistan’ı, bir tür ABD güvenlik garantisi ve belki de ileri nükleer teknolojiye erişim karşılığında İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye ikna etmeye odakladı.

Ancak bu çabanın motivasyonunun İsrail-Filistin ile pek ilgisi yoktu ve daha çok Suudi Arabistan’ın Çin’e yaklaşmasını engellemeyi amaçlıyordu. Suudi Arabistan’a güvenlik taahhüdünü normalleşmeyle ilişkilendirmek, öncelikle ABD kongresinin Riyad’la tatlı bir anlaşmaya yönelik isteksizliğini aşmanın bir yoluydu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve kabinesi gibi ABD’li üst düzey yetkililer de Filistinli grupların bu süreci rayından çıkaracak ya da yavaşlatacak veya dikkatleri yeniden kendi kötü durumlarına çekecek hiçbir şey yapamayacaklarını varsaymış görünüyorlar.

Ne yazık ki, söylentilere konu olan anlaşma Hamas’a bu varsayımın ne kadar yanlış olduğunu göstermek için güçlü bir teşvik sağladı. Bu gerçeği kabul etmek hiçbir şekilde Hamas’ın yaptıklarını ve özellikle de saldırıların kasıtlı vahşetini haklı çıkarmaz; sadece Hamas’ın bir şeyler yapma kararının ve özellikle de zamanlamasının, önemli ölçüde başka kaygılar tarafından yönlendirilen bölgesel gelişmelere bir yanıt olduğunu kabul etmektir.

Son köşe yazımda da belirttiğim gibi, beşinci faktör tek bir olaydan ziyade ABD’nin sözde barış sürecini başarılı bir sonuca ulaştırma konusundaki süregelen başarısızlığıdır. Washington, Oslo Anlaşmalarından bu yana (adından da anlaşılacağı üzere Norveç’in arabuluculuğuyla gerçekleşmişti) barış sürecinin yönetimini tekeline almıştı ve yıllar boyunca gösterdiği çeşitli çabalar sonuçta hiçbir yere varmadı. Eski ABD Başkanları Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama, sözde tek kutuplu dönemini yaşayan dünyanın en güçlü ülkesi ABD’nin iki devletli çözüme ulaşmaya kararlı olduğunu defalarca ilan ettiler, ancak bu sonuç artık her zamankinden daha uzak ve muhtemelen imkânsız.

Bu arka plan unsurları önemli, çünkü gelecekteki küresel düzenin doğası tartışmaya açık ve birkaç etkili devlet, ABD’nin on yıllardır savunduğu zaman zaman liberal ve tutarsız bir şekilde takip edilen “kurallara dayalı düzene” meydan okuyor. Çin, Rusya, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya, İran ve diğerleri açıkça gücün daha eşit paylaşıldığı çok kutuplu bir düzen çağrısında bulunuyor. ABD’nin artık sözde vazgeçilmez güç olarak hareket etmediği, başkalarının kendi kurallarına uymasını beklerken, kendisine uymadığında bu kuralları göz ardı etme hakkını saklı tuttuğu bir dünya görmek istemiyorlar.

Ne yazık ki ABD için, az önce anlattığım beş olay ve bunların bölge üzerindeki etkileri (Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen hafta işaret etmekte gecikmediği gibi) revizyonist pozisyon için güçlü bir cephane sağlıyor. “Sadece Orta Doğu’ya bakın” diyebilirler: “Amerika Birleşik Devletleri otuz yılı aşkın bir süredir bölgeyi tek başına yönetiyor ve ‘liderliği’ ne getirdi? Irak, Suriye, Sudan ve Yemen’de yıkıcı savaşlar görüyoruz. Lübnan yaşam destek ünitesine bağlı, Libya’da anarşi var ve Mısır çöküşe doğru sürükleniyor. Terörist gruplar şekil değiştirip mutasyona uğrayarak birçok kıtada korku saçıyor ve İran nükleer bombaya yaklaşmaya devam ediyor. İsrail için güvenlik yok, Filistinliler için de ne güvenlik ne de adalet var. Washington’un her şeyi yönetmesine izin verirseniz olacağı budur, dostlarım. Niyetleri ne olursa olsun, ABD liderleri kendileri için bile olumlu sonuçlar doğuracak bilgelik ve tarafsızlıktan yoksun olduklarını bize defalarca gösterdiler.”

Çinli bir yetkilinin şunu ekleyeceği kolayca hayal edilebilir: “Bölgedeki herkesle iyi ilişkilerimiz olduğunu ve buradaki tek hayati çıkarımızın enerjiye güvenilir erişim olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle bölgenin sakin ve barışçıl kalması konusunda kararlıyız ve geçen yıl İran ve Suudi Arabistan’ın ilişkilerini yeniden kurmalarına yardımcı olduk. ABD’nin oradaki rolünün azalması ve bizim rolümüzün artmasının dünyanın yararına olacağı açık değil mi?”

Eğer böyle bir mesajın Atlantik ötesi toplumun müreffeh sınırları dışında yankı bulmayacağını düşünüyorsanız, o zaman dikkatinizi vermemişsiniz demektir. Ve eğer yükselen Çin’in yarattığı sorunla başa çıkmanın en önemli öncelik olduğunu düşünen biriyseniz, ABD’nin geçmişte yaptıklarının mevcut krize nasıl katkıda bulunduğunu ve geçmişin gölgesinin gelecekte ABD’nin dünyadaki konumunu nasıl zayıflatmaya devam edeceğini düşünmek isteyebilirsiniz.

Geçen hafta boyunca Biden ve dış politika ekibi en iyi yaptıkları şeyi, yani en azından kısmen kendi yarattıkları bir krizi yönetmeyi başardılar. Hasarı sınırlandırmak, çatışmanın yayılmasını önlemek, iç siyasi yansımaları kontrol altına almak ve (umarım olur) şiddeti sona erdirmek için fazla mesai yapıyorlar. Hepimiz çabalarının başarılı olmasını ummalıyız.

Ancak bir yıldan daha uzun bir süre önce belirttiğim gibi, yönetimin dış politika ekibi, dünya siyasetinin kurumsal mimarisinin giderek daha fazla sorun olduğu ve yeni planlara ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, mimarlar değil, yetenekli mekanikçiler olarak görülüyor. Kısa vadeli sorunları çözmek için ABD gücünün araçlarını ve hükümet mekanizmasını kullanmakta ustalar, ancak çeşitli Orta Doğulu müşterilerini nasıl ele aldıkları da dahil Amerika’nın küresel rolüne ilişkin modası geçmiş bir vizyona takılıp kalmış durumdalar. Orta Doğu’nun nereye gittiğini çok yanlış okudukları açık ve bugün yara bandı uygulamak- enerji ve beceriyle yapılsa bile- altta yatan yaraları tedavi edilmeden kapatacak.

Eğer Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın şu anki bakanlıklarının nihai sonucu sadece 7 Ekim öncesi statükoya geri dönmek olursa, korkarım ki dünyanın geri kalanı dehşet ve itiraz içinde başını sallayarak izleyecek ve farklı bir yaklaşımın zamanının geldiği sonucuna varacak.

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English