Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

FP: ABD’nin 30 yıllık politikası nasıl felaketle sonuçlandı?

Yayınlanma

Hamas’ın İsrail’e karşı başlattığı operasyona yanıt olarak İsrail, Gazze’ye bomba yağdırmaya devam ediyor. ABD başta olmak üzere Batılı hükümetlerin desteğini arkasına alan İsrail, tüm dünyanın gözü önünde her türlü insan haklarını ve savaş hukukunu çiğnemeye devam ediyor. Binlerce sivil Filistinlinin hayatını kaybettiği saldırılar devam ederken ABD’nin İsrail-Filistin politikasına yönelen eleştiriler de artıyor.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, yaşanan savaşta Hamas’ın mı yoksa İsrail’in mi daha hatalı olduğunu tartışmanın diğer önemli hataları gizlediğine dikkat çekiyor. Stephen M. Walt’un kaleme aldığı ve Foreign Policy’de yayınlanan analizde bugünkü savaşın kökeni “ABD’nin Orta Doğu meselelerinde rakipsiz bir dış güç olarak ortaya çıktığı ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bölgesel bir düzen inşa etmeye çalıştığı 1991 yılına” dayandırılıyor. ABD’nin dış politika hatalarının sorunu savaşa dönüştürdüğünü anlatan analize göre, Biden’ın dış politika ekibi “hem dünyanın hem de Orta Doğu’nun nereye gittiğini çok yanlış okuyorlar” ve krize buldukları çözüm “sadece 7 Ekim öncesi statükoya geri dönmek olursa, dünyanın geri kalanı dehşet ve itiraz içinde başını sallayarak izleyecek ve farklı bir yaklaşımın zamanının geldiği sonucuna varacak.”

***

Amerika, İsrail ve Filistin’in Son Savaşının Temel Sebebidir

ABD’nin 30 yıllık politikası nasıl felaketle sonuçlandı?

Stephen M. Walt

İsrailliler ve Filistinliler ölenlerin yasını tutarken ve kayıplardan gelecek haberleri korkuyla beklerken, suçlayacak birini arama eğilimine karşı koymak pek çok kişi için imkânsız. İsrailliler ve destekçileri tüm suçu, İsrailli sivillere yönelik korkunç saldırıda doğrudan sorumluluğu tartışmasız olan Hamas’a yüklemek istiyor. Filistin davasına daha sempati duyanlar ise bu trajediyi onlarca yıllık işgalin ve İsrail’in Filistinli tebaasına yönelik sert ve uzun süreli muamelesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görüyor.

Diğerleri ise suçlanacak çok şey olduğunda ısrar ediyor ve bir tarafı tamamen masum, diğer tarafı ise tek sorumlu olarak gören herkesin adil yargılama kapasitesini yitirdiğini söylüyor.

Kaçınılmaz olarak, hangi tarafın daha hatalı olduğunu tartışmak, Siyonist İsrailliler ve Filistinli Araplar arasındaki uzun süreli çatışmanın sadece genel hatlarıyla ilişkili olan diğer önemli nedenleri gizliyor.  Ancak mevcut kriz sırasında bile bu diğer faktörleri gözden kaçırmamalıyız, çünkü etkileri mevcut çatışmalar durduktan çok sonra bile yankılanmaya devam edebilir.

Nedenlerin izini sürmeye nereden başlayacağımız doğal olarak keyfidir (Theodor Herzl’in 1896 tarihli kitabı Yahudi Devleti mi? 1917 Balfour Deklarasyonu mu? 1936 Arap isyanı mı? 1947 BM taksim planı mı? 1948 Arap-İsrail savaşı mı yoksa 1967 Altı Gün Savaşı mı?), ancak ben ABD’nin Orta Doğu meselelerinde rakipsiz bir dış güç olarak ortaya çıktığı ve kendi çıkarlarına hizmet edecek bölgesel bir düzen inşa etmeye çalıştığı 1991 yılından başlayacağım.

Bu geniş bağlamda, geçen iki haftada yaşanan trajik olaylara gelmemize yol açan en az beş kilit olay ya da unsur var.

Bunlardan ilki 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında gerçekleşen Madrid Barış Konferansı’dır. Körfez Savaşı, Saddam Hüseyin’in bölgesel güç dengesine oluşturduğu tehdidi ortadan kaldıran ABD askeri gücünün ve diplomatik sanatının çarpıcı bir gösterisiydi. Sovyetler Birliği’nin çöküşe yaklaşmasıyla birlikte ABD artık kontrolü eline almıştı. Dönemin Başkanı George H. W. Bush, Dışişleri Bakanı James Baker ve deneyimli bir Orta Doğu ekibi bu fırsatı değerlendirerek Ekim 1991’de İsrail, Suriye, Lübnan, Mısır, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve ortak bir Ürdün/Filistin delegasyonundan temsilcilerin yer aldığı bir barış konferansı topladı.

Konferans, nihai bir barış anlaşması bir yana, somut sonuçlar üretmemiş olsa da barışçıl bir bölgesel düzen inşa etmek için ciddi bir çabanın temelini atmıştır. Bush 1992’de yeniden seçilebilseydi ve ekibine çalışmalarına devam etme fırsatı verilseydi neler başarılabileceğini düşünmek heyecan verici.

Yine de Madrid, gelecekte yaşanacak pek çok sorunun tohumlarını eken vahim bir kusur da içeriyordu. İran konferansa davet edilmedi ve dışlanmasına “retçi” güçlerin katıldığı bir toplantı düzenleyerek ve daha önce görmezden geldiği Hamas ve İslami Cihad dahil Filistinli gruplara ulaşarak yanıt verdi. Trita Parsi’nin Treacherous Alliance (Hain İttifak) adlı kitabında gözlemlediği gibi, “İran kendisini büyük bir bölgesel güç olarak görüyor ve masada bir koltuk bekliyordu” çünkü Madrid “sadece İsrail-Filistin çatışması üzerine bir konferans olarak değil, yeni Orta Doğu düzeninin oluşturulmasında belirleyici bir an olarak görülüyordu.” Tahran’ın Madrid’e tepkisi ideolojik olmaktan ziyade stratejikti: ABD ve diğerlerine, çıkarları dikkate alınmadığı takdirde yeni bir bölgesel düzen yaratma çabalarını raydan çıkarabileceğini göstermeye çalıştı.

İntihar saldırıları ve diğer aşırılık yanlısı şiddet eylemleri Oslo Anlaşması müzakere sürecini sekteye uğrattı ve İsrail’in müzakere edilmiş bir çözüme olan desteğini zayıflattı. Zaman içinde, barışın sağlanması zorlaştıkça ve İran ile Batı arasındaki ilişkiler daha da kötüleştikçe, Hamas ile İran arasındaki bağlar daha da güçlendi.

İkinci kritik olay ise 11 Eylül 2001 terör saldırıları ile 2003’te ABD’nin Irak’ı işgalinin bir araya gelmesiydi. Baasçı Irak, Filistin davasına çeşitli şekillerde destek vermiş olsa da Irak’ı işgal etme kararının İsrail-Filistin çatışmasıyla sadece dolaylı bir ilişkisi vardı. George W. Bush yönetimi, Saddam’ı devirmenin Irak’ın sözde kitle imha silahları tehdidini ortadan kaldıracağına, düşmanlara ABD’nin gücünü hatırlatacağına, terörizme daha sağlam bir darbe vuracağına ve tüm Ortadoğu’nun demokratik çizgide radikal dönüşümünün önünü açacağına inanıyordu.

Ne yazık ki elde ettikleri, Irak’ta maliyetli bir bataklık ve İran’ın stratejik konumunda çarpıcı bir iyileşme oldu. Körfez’deki güç dengesindeki bu değişim Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini endişelendirdi ve İran’dan gelen ortak tehdit algısı, bazı Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkilerini değiştirmek de dahil bölgesel ilişkileri önemli oranda yeniden şekillendirmeye başladı. ABD öncülüğündeki “rejim değişikliği” korkusu da İran’ı gizli bir şekilde nükleer silah peşine düşmeye teşvik ederek uranyum zenginleştirme kapasitesinin sürekli artmasına ve ABD ile BM yaptırımlarının giderek sıkılaşmasına yol açtı.

Geriye dönüp baktığımızda, üçüncü kilit olayın dönemin ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’la 2015 yılında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) vazgeçmesi ve bunun yerine “azami baskı” politikasını benimsemesi olduğunu görüyoruz. Bu aptalca kararın birçok talihsiz etkisi oldu: KOEP’den çekilmek İran’ın nükleer programını yeniden başlatmasına ve gerçek silah kapasitesine çok daha fazla yaklaşmasına olanak sağladı ve maksimum baskı politikası İran’ın Basra Körfezi ve Suudi Arabistan’daki petrol sevkiyatlarına ve tesislerine saldırmasına yol açarak ABD’ye onları zorlama ya da devirme girişiminin bedelsiz ve risksiz olmadığını gösterdi.

Bekleneceği üzere, bu gelişmeler Suudilerin endişelerini artırdı ve kendi nükleer altyapılarını edinme konusundaki girişimlerini hızlandırdı. Ve realist teorinin öngördüğü gibi, İran’dan gelen tehdidin artığına dair algılar İsrail ile bazı Körfez ülkeleri arasında sessiz ama önemli güvenlik işbirliği biçimlerini teşvik etti.

Dördüncü gelişme, Trump’ın KOEP’den çekilme kararının bazı açılardan mantıksal bir uzantısı olan sözde İbrahim Anlaşmalarıydı. Amatör stratejist (ve Trump’ın damadı) Jared Kushner’in buluşu olan bu anlaşmalar İsrail ile Fas, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan arasındaki ilişkileri normalleştiren bir dizi ikili anlaşmaydı. Eleştirmenler, anlaşmaların barış davasını ilerletmek için nispeten az şey yaptığını, çünkü katılan Arap hükümetlerinin hiçbirinin İsrail’e aktif olarak düşmanlık yapmadığını veya ona zarar verme kapasitesine sahip olmadığını belirtti. Diğerleri ise İsrail kontrolü altında yaşayan 7 milyon Filistinlinin kaderi çözülmediği sürece bölgesel barışın zor olacağı uyarısında bulundu.

Biden yönetimi de aynı yolda ilerlemeye devam etti. İsrail’in giderek aşırı sağcı hale gelen hükümetinin, son iki yılda Filistinlilerin ölümlerinde ve yerlerinden edilmelerinde artışa neden olan aşırılık yanlısı yerleşimcilerin şiddet eylemlerini desteklemesini durdurmak için anlamlı hiçbir adım atmadı. KOEP’ye derhal yeniden katılma yönündeki kampanya vaadini yerine getiremeyen Biden ve ekibi, asıl çabalarını Suudi Arabistan’ı, bir tür ABD güvenlik garantisi ve belki de ileri nükleer teknolojiye erişim karşılığında İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye ikna etmeye odakladı.

Ancak bu çabanın motivasyonunun İsrail-Filistin ile pek ilgisi yoktu ve daha çok Suudi Arabistan’ın Çin’e yaklaşmasını engellemeyi amaçlıyordu. Suudi Arabistan’a güvenlik taahhüdünü normalleşmeyle ilişkilendirmek, öncelikle ABD kongresinin Riyad’la tatlı bir anlaşmaya yönelik isteksizliğini aşmanın bir yoluydu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve kabinesi gibi ABD’li üst düzey yetkililer de Filistinli grupların bu süreci rayından çıkaracak ya da yavaşlatacak veya dikkatleri yeniden kendi kötü durumlarına çekecek hiçbir şey yapamayacaklarını varsaymış görünüyorlar.

Ne yazık ki, söylentilere konu olan anlaşma Hamas’a bu varsayımın ne kadar yanlış olduğunu göstermek için güçlü bir teşvik sağladı. Bu gerçeği kabul etmek hiçbir şekilde Hamas’ın yaptıklarını ve özellikle de saldırıların kasıtlı vahşetini haklı çıkarmaz; sadece Hamas’ın bir şeyler yapma kararının ve özellikle de zamanlamasının, önemli ölçüde başka kaygılar tarafından yönlendirilen bölgesel gelişmelere bir yanıt olduğunu kabul etmektir.

Son köşe yazımda da belirttiğim gibi, beşinci faktör tek bir olaydan ziyade ABD’nin sözde barış sürecini başarılı bir sonuca ulaştırma konusundaki süregelen başarısızlığıdır. Washington, Oslo Anlaşmalarından bu yana (adından da anlaşılacağı üzere Norveç’in arabuluculuğuyla gerçekleşmişti) barış sürecinin yönetimini tekeline almıştı ve yıllar boyunca gösterdiği çeşitli çabalar sonuçta hiçbir yere varmadı. Eski ABD Başkanları Bill Clinton, George W. Bush ve Barack Obama, sözde tek kutuplu dönemini yaşayan dünyanın en güçlü ülkesi ABD’nin iki devletli çözüme ulaşmaya kararlı olduğunu defalarca ilan ettiler, ancak bu sonuç artık her zamankinden daha uzak ve muhtemelen imkânsız.

Bu arka plan unsurları önemli, çünkü gelecekteki küresel düzenin doğası tartışmaya açık ve birkaç etkili devlet, ABD’nin on yıllardır savunduğu zaman zaman liberal ve tutarsız bir şekilde takip edilen “kurallara dayalı düzene” meydan okuyor. Çin, Rusya, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya, İran ve diğerleri açıkça gücün daha eşit paylaşıldığı çok kutuplu bir düzen çağrısında bulunuyor. ABD’nin artık sözde vazgeçilmez güç olarak hareket etmediği, başkalarının kendi kurallarına uymasını beklerken, kendisine uymadığında bu kuralları göz ardı etme hakkını saklı tuttuğu bir dünya görmek istemiyorlar.

Ne yazık ki ABD için, az önce anlattığım beş olay ve bunların bölge üzerindeki etkileri (Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen hafta işaret etmekte gecikmediği gibi) revizyonist pozisyon için güçlü bir cephane sağlıyor. “Sadece Orta Doğu’ya bakın” diyebilirler: “Amerika Birleşik Devletleri otuz yılı aşkın bir süredir bölgeyi tek başına yönetiyor ve ‘liderliği’ ne getirdi? Irak, Suriye, Sudan ve Yemen’de yıkıcı savaşlar görüyoruz. Lübnan yaşam destek ünitesine bağlı, Libya’da anarşi var ve Mısır çöküşe doğru sürükleniyor. Terörist gruplar şekil değiştirip mutasyona uğrayarak birçok kıtada korku saçıyor ve İran nükleer bombaya yaklaşmaya devam ediyor. İsrail için güvenlik yok, Filistinliler için de ne güvenlik ne de adalet var. Washington’un her şeyi yönetmesine izin verirseniz olacağı budur, dostlarım. Niyetleri ne olursa olsun, ABD liderleri kendileri için bile olumlu sonuçlar doğuracak bilgelik ve tarafsızlıktan yoksun olduklarını bize defalarca gösterdiler.”

Çinli bir yetkilinin şunu ekleyeceği kolayca hayal edilebilir: “Bölgedeki herkesle iyi ilişkilerimiz olduğunu ve buradaki tek hayati çıkarımızın enerjiye güvenilir erişim olduğunu belirtmek isterim. Bu nedenle bölgenin sakin ve barışçıl kalması konusunda kararlıyız ve geçen yıl İran ve Suudi Arabistan’ın ilişkilerini yeniden kurmalarına yardımcı olduk. ABD’nin oradaki rolünün azalması ve bizim rolümüzün artmasının dünyanın yararına olacağı açık değil mi?”

Eğer böyle bir mesajın Atlantik ötesi toplumun müreffeh sınırları dışında yankı bulmayacağını düşünüyorsanız, o zaman dikkatinizi vermemişsiniz demektir. Ve eğer yükselen Çin’in yarattığı sorunla başa çıkmanın en önemli öncelik olduğunu düşünen biriyseniz, ABD’nin geçmişte yaptıklarının mevcut krize nasıl katkıda bulunduğunu ve geçmişin gölgesinin gelecekte ABD’nin dünyadaki konumunu nasıl zayıflatmaya devam edeceğini düşünmek isteyebilirsiniz.

Geçen hafta boyunca Biden ve dış politika ekibi en iyi yaptıkları şeyi, yani en azından kısmen kendi yarattıkları bir krizi yönetmeyi başardılar. Hasarı sınırlandırmak, çatışmanın yayılmasını önlemek, iç siyasi yansımaları kontrol altına almak ve (umarım olur) şiddeti sona erdirmek için fazla mesai yapıyorlar. Hepimiz çabalarının başarılı olmasını ummalıyız.

Ancak bir yıldan daha uzun bir süre önce belirttiğim gibi, yönetimin dış politika ekibi, dünya siyasetinin kurumsal mimarisinin giderek daha fazla sorun olduğu ve yeni planlara ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, mimarlar değil, yetenekli mekanikçiler olarak görülüyor. Kısa vadeli sorunları çözmek için ABD gücünün araçlarını ve hükümet mekanizmasını kullanmakta ustalar, ancak çeşitli Orta Doğulu müşterilerini nasıl ele aldıkları da dahil Amerika’nın küresel rolüne ilişkin modası geçmiş bir vizyona takılıp kalmış durumdalar. Orta Doğu’nun nereye gittiğini çok yanlış okudukları açık ve bugün yara bandı uygulamak- enerji ve beceriyle yapılsa bile- altta yatan yaraları tedavi edilmeden kapatacak.

Eğer Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın şu anki bakanlıklarının nihai sonucu sadece 7 Ekim öncesi statükoya geri dönmek olursa, korkarım ki dünyanın geri kalanı dehşet ve itiraz içinde başını sallayarak izleyecek ve farklı bir yaklaşımın zamanının geldiği sonucuna varacak.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English