DÜNYA BASINI
FT: İran’ın nükleer güç olma yolculuğu durdurulabilir mi?
Yayınlanma
İran’ın nükleer silah üretmenin eşiğine gelmesi ve bölgedeki “düşmanları” ile diplomatik ilişkileri yeniden kurması Batı başkentlerinde endişeyle takip ediliyor. ABD’nin eski başkanı Trump’ın nükleer anlaşmadan çekilmesinden bu yana Tahran nükleer kabiliyetlerini önemli oranda artırdı. Artık hiç kimse KOEP’in şartlarına dönülmesini beklemiyor. Ancak KOEP’e benzemese de olası bir anlaşmaya kapı tamamen kapalı değil. Ekonomik koşulları İran’ı, İsrail ile olası bir çatışma ise Washington’u diplomasiyi yeniden canlandırmaya itiyor. Bu kapsamda ABD ve İran arasında, bir süre önce başlayan ve gizli tutulan müzakerelerin sürdüğü biliniyor. Müzakerelerde taraflar karşılıklı olarak taleplerini birbirlerine iletiyor. ABD’nin İran’da tutuklu vatandaşlarının serbest bırakılması ve Tahran’ın nükleer çalışmalarını frenlemeyi hedeflediği belirtilirken İran’ın ise yurt dışında dondurulan mal varlıklarının serbest bırakılması konusunda ısrarcı olduğu ifade ediliyor.
Görüşmelerin sonucunda yeni bir anlaşma mümkün mü, İran nükleer faaliyetlerinden geri adım atmaya hazır mı, ABD’nin elindeki kozlar ve ne kadar ileri gidebileceğine ilişkin Financial Times’ta yayınlanan analizi dikkatinize sunuyoruz:
***
İran’ın nükleer güç olma yolculuğu durdurulabilir mi?
İslam Cumhuriyeti uranyumu hiç olmadığı kadar zenginleştirirken, batılı diplomatlar görüşmeleri yeniden canlandırmaya çalışıyor
Andrew England-Londra, Najmeh Bozorgmehr-Tahran ve Felicia Schwartz-Washington
İki BM atom müfettişi ocak ayında İran’ın Fordow nükleer tesisine doğru yola çıktıklarında, İranlı muhataplarına yaklaşan ziyaret hakkında neredeyse hiçbir bilgi vermediler.
Bu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) deyimiyle, İslam Cumhuriyeti’nin en gizli tesislerinden birindeki personele, ekipman üzerinde herhangi bir değişiklik yapmalarına imkân tanımamak için tasarlanmış rutin bir plansız denetimdi.
Bu vesileyle, endişe verici bir keşif yapacaklardı. Müfettişler laboratuvar önlüklerini giyip ABD ve İsrail bombalarından korunmak için bir dağın derinliklerinde inşa edilmiş olan Fordow’a indiklerinde kaygılanmak için sebep buldular.
Ajans’ın bildirdiğine göre uranyum zenginleştiren iki gelişmiş santrifüj “kademesi” İran’ın nükleer yetkililerinin UAEA’ya beyan ettiklerinden “önemli ölçüde” farklı bir şekilde yapılandırılmıştı.
Bu bulgu, müfettişler ile hiçbir şeyin değişmediğinde ısrar eden İranlı bilim adamları arasında kısa bir tartışmaya yol açtı. UAEA uzmanları ertesi gün geri dönerek eldivenlerini giydiler, pamuklu çubuklar ve plastik torbalarla tesisten kalıntı örnekleri aldılar ve bunları UAEA’nın Viyana’daki merkezine götürdüler.
Bilim adamları parçacıkları inceledikten sonra UAEA dış dünyayı şok edecek bir bulguya ulaştı. Kalıntılardaki uranyum, İran’da tespit edilen en yüksek seviye olan yüzde 83.7 saflığa kadar zenginleştirilmişti. Bu bulgu, Tahran’ın nükleer silah üretme kapasitesine her zamankinden daha yakın olduğunu gösteriyordu.
Bu bulgu, Başkan Donald Trump yönetimindeki ABD’nin 2018 yılında Tahran’ın dünya güçleriyle imzaladığı ve KOEP olarak bilinen anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmesinden bu yana İran’ın nükleer programının ne kadar ilerlediğinin en son kanıtı oldu.
Aradan geçen beş yılda İslam Cumhuriyeti, Washington’la tehlikeli bir restleşme oyununa kilitlendi ve bugün İran nükleer bir devlet olmanın eşiğinde.
Genelkurmay Başkanı General Mark Milley, mart ayında Senato’da yapılan bir oturumda İran’ın “yaklaşık 10-15 gün içinde bir nükleer silah için yeterli bölünebilir madde üretebileceğini ve gerçek bir nükleer silah üretmesinin sadece birkaç ay alacağını” söyledi.
Mevcut gidişatın sürdürülemez olduğu ve Orta Doğu’da bir sonraki çatışmayı tetikleme riski taşıdığı yönündeki korkuların ortasında, batılı diplomatların gelişmeleri tersine çevirmek ya da en azından durdurmak için uygulanabilir seçenekler bulmakta zorlandığı bir kriz bu.
Geçici çözüm
Son aylarda Avrupa ve ABD’deki yetkililer krizi nasıl ele alabileceklerine dair görüşmelere sessizce yeniden başladılar.
E3 olarak adlandırılan Fransa, Almanya ve İngiltere’den yetkililer de mart ayında Oslo’da İran’ın nükleer müzakerecisi Ali Bakıri Kani ile bir araya geldi. Bakıri Kani ayrıca bu ay Abu Dabi’de E3 yetkilileriyle bir araya geldiğini söyledi.
ABD ve İran arasındaki görüşmeler ise yılın ilk çeyreğinde artan gerginlikten doğdu. Amerikalı bir müteahhit Suriye’de İran’a ait bir insansız hava aracı tarafından öldürüldü ve ABD de buna İran Devrim Muhafızları tarafından kullanılan bir tesise düzenlediği ve İran yanlısı savaşçıların öldüğü bir hava saldırısıyla karşılık verdi.
Konu hakkında bilgi sahibi bir kişiye göre, bu karşılıktan sonra ABD, gerilimi düşürmek için görüşmelere ilgilendiklerine ve konuyu bilen bir kaynağa göre daha ciddi göründüklerine dair İran’dan işaretler aldı.
Kaynak ABD ve İran arasında mayıs ayında Umman’da gerçekleşen dolaylı görüşmelerin ardından İran’ın küçük de girişimde bulunarak nükleer konusunda adım atmaya istekli olduğunu gösterdiğini belirtiyor. ABD, Tahran’ın bunu yapıp yapmayacağını görmek için bekliyor.
Ancak ABD’nin İran’a %60’ın üzerinde zenginleştirmeyi “silahlaştırma yönünde ilerleme” olarak gördüğünü bildirdiğini söyleyen kaynak, ABD’nin bu yolda ilerlemenin ciddi sonuçlar doğuracağını ilettiğini de sözlerine ekledi.
ABD’li yetkililer eş zamanlı olarak, çifte vatandaşlığı bulunan en az üç Amerikalı için İran’la olası bir mahkûm takasına odaklanmış durumda. ABD’nin İran elçisi Rob Malley, İran’ın BM elçisi Emir Said İrvani ile birkaç kez bir araya geldi.
Üst düzey yabancı bir diplomat “Amerikalılar için mahkumlar ve nükleer meseleyle ilgili bir şeylerin aynı anda olması önemli” diyor. “Mahkûm takası nükleer müzakerelerin kilidini açmaya yardımcı olabilir.”
Çok az sayıda yetkili, yaptırımların hafifletilmesi karşılığında İran’ın nükleer faaliyetlerine katı sınırlamalar getirmeyi ve UAEA tarafından sıkı bir şekilde izlenmeyi kabul ettiği KOEP’i canlandırmanın hâlâ mümkün olduğuna inanıyor.
Diplomatlara göre bunun yerine en iyi umut, İran’ın nükleer faaliyetlerinin bir kısmını azaltması karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini ve gerilimi azaltıcı önlemleri öngören ancak ABD Kongresi’nin onayını gerektirmeyen geçici bir anlaşma.
Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı olan Henry Rome, İran’ın “çok tehlikeli nükleer girişimlerinin” diplomasinin yenilenmesine ivme kazandırdığını söylüyor.
Yüzde 83,7 oranında zenginleştirilmiş parçacıkların keşfinin “gerilimi düşürmek için çaba gösterilmemesi halinde işlerin nereye varabileceğinin dramatik bir göstergesi” olduğunu da ekliyor.
Ancak İran’ın giderek artan yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stoku gerçeği, risklerin tehlikeli bir şekilde tırmandığı anlamına geliyor. Pentagon yetkilileri ABD’nin çatışmaya sürüklenmesine yol açacak bir gerilimden endişe ediyor.
İsrail, İran’ın nükleer silah edinmesini engellemek için ne gerekiyorsa yapacağına dair uyarılarını artırarak İran’ı vurma riskini alıp almayacağına dair şüpheleri çoğalttı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu pazar günü yaptığı açıklamada, “herhangi bir tehdide karşı kendimizi savunmak için kendi güçlerimizle ne yapmamız gerekiyorsa yapacaklarını” söyledi.
Silah Kontrol Derneği’nin nükleer silahların yayılmasını önleme politikası direktörü Kelsey Davenport, “İran’ın nükleer programının ne kadar ilerlemiş olduğu göz önüne alındığında, Tahran’ın ABD ve İsrail’in kırmızı çizgilerini aşmadan gerilimi tırmandırabileceği çok az alan var” diyor: “Geçici çözümler için hâlâ bir şans var ama yanlış hesaplama riski giderek artıyor ve gerilimi azaltacak adımlar atılmadığı sürece de artmaya devam edecek.”
Ancak İran’ın tam olarak neyi kabul edeceği, görüşmeleri yeniden başlatan ABD’li ve Avrupalı diplomatların kafasını kurcalayan bir soru.
Avrupalı bir yetkili “İranlılar gerilimi düşürmek için bir şeyler yapmaya istekli mi, bunu öğrenmek istiyoruz” diyor: “Karşılığında bizden ne istiyorlar ve biz bunu vermeye istekli miyiz?”
Başkan Joe Biden’ın öncelikleri, İran’ın talepleri ve taraflar arasındaki güvensizliğin derinliği göz önüne alındığında, geçici bir çözümden daha fazlasını başarılı bir şekilde müzakere etme şansı konusunda şüpheler var.
Rome, “Buradaki amaç, yönetimin diğer önceliklerinin kapsamı ve daha yoğun bir diplomatik çabaya girişmenin getireceği siyasi maliyet göz önünde bulundurulduğunda, bu konunun üstünü örtmek ve Başkan’ın masasından uzak tutmaktır” diyor: “Umut, gerilimi azaltma yolunu izleyerek, başkanlık seçimlerine kadar olası bir patlamayı engelleyebilmeleri.”
Silahlanma elimizin altında
Yüksek oranda zenginleştirilmiş parçacıkların bulunması tüm dünyada alarm zillerinin çalmasına yol açtı. E3 bu ay, bunu “benzeri görülmemiş ve son derece vahim bir gelişme” olarak nitelendirdi.
Diplomatlar ve analistler bunun Tahran’ın kasıtlı bir gerilimi artırma hamlesi mi, yoksa UAEA’nın izleme kapasitesini test etmeye yönelik bir manevra mı, hatta bir kaza mı olduğu konusunda kafa yordular.
İran UAEA’ya parçacıkların “zenginleştirme seviyelerindeki istenmeyen dalgalanmaların” bir sonucu olduğunu söyledi, müfettiş haziranda yaptığı açıklamada, (İran’ın açıklamasının) sağladıkları diğer bulgularla “tutarsız olmadığını” duyurdu.
Ancak soğuk gerçek şu ki İran iki yıldır uranyumu yüzde 60 oranında zenginleştiriyor ve sadece nükleer silah sahibi ülkeler bu seviyelerde zenginleştirme yapıyor.
Uzmanlar genellikle yüzde 90 saflık oranını silahlanma için sınır olarak kabul ediyor. Ancak Davenport, İran’ın en zor teknik adımları çoktan attığını ve şubat ayından bu yana neredeyse üçte bir oranında artan 114 kg’lık stokunu %60’a kadar zenginleştirerek “neredeyse üç bomba” üretebileceğini söylüyor.
Davenport’a göre İran’ın silahlanma riskinin değerlendirilmesinde kritik nokta da bu.
Davenport, “Eğer İran birden fazla bombaya yetecek kadar malzeme üretmek için hızla hareket edebilir ve bu malzemeyi bir dizi gizli bölgeye taşıyabilirse, bu süreci kesintiye uğratmak çok daha zor olacaktır” diye ekliyor: “O zaman İran kendisine nükleer caydırıcılık sağlayacak, sınırlı bir nükleer cephanelik kurma şansı bulur.”
Bu, İran’ın KOEP kapsamında kabul ettiği ve Trump’ın anlaşmayı terk edip ülkeye yaptırım dalgaları uygulamasından bir yıl sonrasına kadar uyduğu şartlardan dramatik bir dönüşüm.
Anlaşma kapsamında İran, verimsiz ve kazaya meyilli nispeten basit IR-1 santrifüjlerini çalıştırıyordu ve yüzde 3.67’den daha fazla zenginleştirme yapmamayı ve zenginleştirilmiş uranyum stokunu 300 kg’da tutmayı kabul etti. Fazlası denizaşırı ülkelere gönderilecekti. İran Fordow’da zenginleştirme yapmıyordu.
Bugün tesislerinde çok daha hızlı bir şekilde zenginleştirme yapmasına olanak sağlayan çok sayıda gelişmiş IR-4 ve IR-6 santrifüjleri ve 4,000 kg’ın üzerinde zenginleştirilmiş uranyum stoku bulunuyor.
İran son aylarda UAEA ile müfettişlerin tesislere kamera yerleştirmesine izin de dahil iş birliğini geliştirme sözü verdi. Ancak E3 “aşamalı ve sınırlı adımların ne yeterli ne de tatmin edici olduğunu” söyledi.
Batılı diplomatlar için uzun süredir devam eden zorluk İran’ın müzakereler konusunda ne kadar ciddi olduğunu ölçmek.
Tahran, Biden’ın göreve gelmesinden sonra KOEP’i canlandırma çabalarının başlamasından bu yana AB arabuluculuğundaki önerileri iki kez reddetti ve Batılı yetkililerin gerçekçi olmadığını söylediği, gelecekteki hiçbir ABD yönetiminin anlaşmayı tek taraflı olarak terk edemeyeceğinin garanti edilmesi gibi taleplerde ısrar etti.
Son diplomatik girişim ağustos ayında durma noktasına geldi. İran daha sonra eylül ayında patlak veren protestoları şiddetle bastırarak ve Rusya’ya insansız hava araçları göndererek Batı’yı daha da çileden çıkardı ve ilişkileri diplere çekti.
Başka bir Batılı diplomat “İran’a güvenemeyiz çünkü 20 yıldır sorulara cevap vermiyorlar” diyor: “Bugün bu kapasiteye sahip değiller . . . [Ama] nükleer bomba olup olmayacağını kimse bilmiyor.”
‘Kedi fare oyunu’
Tahran nükleer programının sivil amaçlı olduğunda ısrar ediyor; Ayetullah Ali Hamaney 2010 yılında nükleer silahları yasaklayan bir fetva yayınladı, ve ek garantiler sağlanırsa KOEP’e geri dönmekten yana olduğunu söylüyorlar.
Son haftalarda diplomatlar ve analistler, Cumhuriyet’in nihai karar mercii olan Hamaney’in bir dizi konuşmasını deşifre ederek tonda bir değişiklik olup olmadığını tespit etmeye çalışıyorlar.
Geçen ay İranlı diplomatlarla yaptığı bir konuşmada “kahramanca esneklik” ifadesini kullanan Hamaney, 2013 yılında Tahran’ın ABD ve diğer dünya güçleriyle geçici bir anlaşma imzalayarak KOEP’in temellerini atmasından aylar önce de aynı ifadeyi kullanmıştı.
Ancak Hamaney aynı zamanda ABD ile düşmanlığın devam edeceğini öne sürdü ve rejimin nükleer faaliyetlerini artırma hamlesini onaylayan 2020 parlamento önergesine desteğini yineledi.
2015’te KOEP’i tasarlayan liderler pragmatistti ve artık iktidarda değiller. Bugün devletin tüm kolları, anlaşmayı eleştiren ve ideolojik olarak ABD ile ilişkiye karşı olan muhafazakârlar tarafından kontrol ediliyor.
Yine de rejim içinden bir kaynak, Tahran’ın yaptırımlarla boğuşan ekonomi üzerindeki baskıyı hafifletme ve Arap rakipleriyle yakın geçmişteki yakınlaşmayı geliştirme arzusuna atıfta bulunarak, Hamaney’in “nükleer bir anlaşma için çerçeve oluşturduğunu” söylüyor.
“İran, dış politikasında gerilimi azaltma arayışında. Reformistler iktidardayken, her zaman meseleleri kendi ellerine alacakları ve ABD ile normalleşmeyi zorlayacakları korkusu vardı” diyor içeriden biri kaynak: “Ama şimdi siyasi sistem muhafazakarların elinde olduğu için böyle bir endişe yok.”
Bununla birlikte, herhangi bir anlaşmanın KOEP’e dayanması gerektiğini ve İran’ın nükleer altyapıya “dokunmaması” da dahil koşullar koyacağını söyleyen kaynak, “gelecek vaatlerinin” işe yaramayacağını da sözlerine ekledi. “Artık bizi daha fazla baskı altına alamayacaklarını biliyor olmalılar. İran’la bir anlaşmaya varamazlarsa nükleer bombaya daha da yaklaşacağız” dedi.
Eski bir İranlı üst düzey yetkili olan ve şu anda Princeton Üniversitesi’nde görev yapan Hüseyin Mousavian, anlaşma olmaması halinde İran’ın yüzde 90 oranında zenginleştirmeye gitmesi, Batı’nın BM yaptırımlarını geri getirmesi ve Tahran’ın Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması üyeliğini askıya almasıyla gerilimin tırmanacağını söylüyor.
Ancak yine de İran’ın KOEP’i canlandırmaya ya da Tahran’ın gerilimi azalttığı ve ABD’nin petrol ve petrokimya ihracatına “gözlerini kapattığı” “daha azına karşılık daha az” bir anlaşmaya varmaya hazır olduğuna inanıyor.
Mousavian, İran’ın ağustos ayında taslak önerileri reddettiğinde, Ukrayna savaşının Avrupa’yı İran petrol ve doğalgazına muhtaç hale getireceği ve Tahran’ın daha iyi bir anlaşma sağlama şansını artıracağı “yanılsaması” içinde olduğunu söylüyor.
Ancak şimdi İran’ın iktidardaki muhafazakarları ekonomiyi kurtarmak istiyor. “1997’den bu yana hep iki grup birbirine meydan okudu; reformistler muhafazakarları, muhafazakârlar reformcuları suçladı. Şimdi ise her şey muhafazakârların elinde. Suçlama oyunu dönemi sona erdi.”
İranlı analist Seyid Leyla, Tahran’ın gelecek yıl yapılacak parlamento seçimlerinden önce de bir tür anlaşma yapmak zorunda olduğunu ve rejimin 2021’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde sadece yüzde 49 oy kullanılmasının ardından makul bir katılım sağlamaya hevesli olduğunu söylüyor.
Leyla’ya göre Cumhuriyet, protestoların ardından meşruiyetinin kanıtı olarak İranlıları oy kullanmaya teşvik etmek istiyor. “İnsanların umudunu artırmak için bir şeyler yapılmalı.”
Ancak iki yılı aşkın bir süredir İranlı işadamları ve reformistler umutlarını iç baskıların, muhafazakarları dişlerini sıkarak ezeli düşmanlarıyla bir anlaşmaya zorlamasına bağladılar, ancak iyimserlikleri boşa çıktı.
Johns Hopkins Üniversitesi’nde İran asıllı Amerikalı bir akademisyen olan Vali Nasr, 84 yaşındaki Hamaney’in halefinin İran siyasetinde büyük önem taşıdığını ve dolayısıyla “dini lider dahil hiç kimsenin ABD ile yapılacak yeni bir kötü anlaşmanın siyasi bedelini göze almayacağı” uyarısında bulunuyor.
“Bir kere kandırırsan, ayıp sana. İkinci kez kandırırsan, ayıp bana” diyor Nasr: “İsrail dışındaki tüm tarafların iradesi bir zemin oluşturmak ve etrafına korkuluklar çekmektir.”
Ancak Tahran’ın agresif nükleer programını sürdürmesi gerekiyor çünkü “ellerindeki tek koz bu”.
Nasr, “İranlılar ABD ya da Avrupa’nın kendilerini yüzde 100 rahat hissetmeleriyle ilgilenmiyorlar çünkü o zaman onları unutacaklar” diye ekliyor: “Kedi fare oyununun içindeyiz.”
İran’ın uzun vadeli hedefi
Diplomatlar için kilit soru, nükleer programın genişletilmesinin hâlâ sadece müzakere masasında koz elde etmekle mi ilgili olduğu yoksa daha büyük bir hırsın parçası haline mi geldiği.
Bu bir müzakere taktiği olsa bile, program ne kadar ilerlerse Tahran’ın kazanımlarından vazgeçme karşılığında o kadar fazla şey talep etmesi beklenir.
Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Rome, “Nükleer alanda giderek daha fazla koz biriktirdikçe, evet bir kısmından geri adım atabilirler ama bu onları uzun vadeli hedefleri olan nükleer eşik devlet olarak tanınmaya daha da yaklaştırır” diyor: “Bir kez o noktaya gelindiğinde, bundan vazgeçmeyi tartışmak zor olabilir.”
Zaman da çözümden umutlu olanların aleyhine işleyebilir. Ekim ayında İran’ın balistik füze programına yaptırım uygulayan KOEP maddelerinin süresi doluyor ve bu durum, özellikle de İran, Rusya’ya silah tedarik etmeye devam ederse Batı için hazmedilmesi zor olabilir.
Trump’ın ya da başka bir İran şahininin 2024’te Beyaz Saray’a geri dönme ihtimali de bir başka istikrarsızlaştırıcı faktör olacaktır.
Mousavian şöyle diyor: “Eğer Trump ekolünden biri gelirse zorlama ya da savaş dışında A planı, B planı, KOEP gibi her şey sona erer: “Yanıt bir anlaşmaya varmak için nükleere yönelmek olacaktır.”
Yine de Mousavian, Hamaney dini lider olduğu sürece İran’ın bir silah geliştirmeye çalışmayacağını öngörüyor: “Ama sonrasında ne olacağını kimse bilmiyor.”
İlginizi Çekebilir
-
IBM Ar-Ge’sini Çin dışına taşıma kararı aldı
-
ABD’de “Çin casusu” ve “Rusya’dan para alan influencerlar” tartışması
-
Amerika’da politik göçün son evresi: Kimler kimlerle beraber
-
Venezuelalı muhalif, İspanya’ya sığınmadan önce haftalarca Hollanda elçiliğinde saklanmış
-
AB yetkililerinin alkol ve puro kaçakçılığı yaptığı ortaya çıktı
-
Scholz’dan Rusya’nın da katılacağı Ukrayna barış konferansı çağrısı
DÜNYA BASINI
Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri
Yayınlanma
3 gün önce07/09/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’
Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları
Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”
Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…
Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?
McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.
McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.
18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.
Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.
McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.
McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.
Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?
Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).
Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.
McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.
Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.
Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.
Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.
Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi
Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.
O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.
Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriff’in “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).
McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.
Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu” olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.
Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.
Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.
Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?
Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor
Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024
Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.
Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.
Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.
Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.
Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.
Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.
Amerikan rüyası
Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.
ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.
Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.
Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.
Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.
Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.
Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.
Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.
Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.
Çöküşteki gıda sistemi
Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?
Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.
Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.
Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.
Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.
Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.
Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.
Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”
Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.
ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.
Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.
“Tanrı’yı oynamak”
Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”
Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.
Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.
Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.
Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.
Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.
Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.
“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”
Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.
“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”
Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”
Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.
Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.
AVRUPA
Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti
Yayınlanma
2 hafta önce30/08/2024
Yazar
Harici.com.trFinancial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.
Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.
Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.
Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.
Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.
Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.
Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.
Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.
Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.
İsrail tarafından katledilen Ayşenur Ezgi Eygi için Filistin’de cenaze töreni düzenlendi
Syriza lideri Kasselakis devrildi
Suudi Arabistan Sanayi Bakanı: Petroyuan ve Çin’le daha yakın ilişkilere açığız
IBM Ar-Ge’sini Çin dışına taşıma kararı aldı
ABD’de “Çin casusu” ve “Rusya’dan para alan influencerlar” tartışması
Çok Okunanlar
-
RUSYA2 hafta önce
NYT: ABD ve İngiltere, Ukrayna’ya Kursk’ta uydu görüntüleri ve istihbarat sağlıyor
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Ukrayna, Moskova ve St. Petersburg’a saldırmak için İngiltere’den onay istedi
-
RUSYA2 hafta önce
ABD istihbaratı: Ukrayna, Kursk’ta ele geçirdiği toprakları elinde tutma niyetinde
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya yönelik askeri yardımlarda ‘ayarlamaya’ gidecek
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Ukrayna, kadrolar, nesnellik ve planlama: Putin’in konuşmasının anahatları – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Kursk saldırısı BRICS’e saldırı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Türkiye’nin Afrika’da nüfuz arayışı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Çin-Rusya ödemeler sorunu