Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Hindistan ve istihbarat üzerine -2

Yayınlanma

Hindistan’ın Dış İstihbarat Teşkilatı – R&AW / RAW

007 James Bond’u hepimiz biliriz. En azından serinin bir filmini muhakkak izlemişizdir. Ya Bourne, MI/Görevimiz Tehlike serileri… Pek çoğumuz – ben de dahil – İngiliz gizli ajanı James Bond film serisinden veya Amerikan aksiyon casus film ya da dizilerinden büyük keyif alıyoruz… Ne kadar doğruyu yansıttığı ayrı bir tartışma konusu ancak Hollywood başta olmak üzere Batılı sinema sektörünün baskın gücü ile Batı istihbarat teşkilatlarına biraz olsun aşinayız. Peki ya Hindistan’ın istihbarat teşkilatı hakkında bir fikriniz var mı? Haydi o zaman biraz Hindistan’ın önde gelen dış istihbarat teşkilatı R&AW/RAW yani Araştırma ve Analiz Kanadı üzerine konuşalım…

Hindistan ve istihbarat üzerine -1

***

Research and Analysis Wing, Hindistan’ın en gizli istihbarat teşkilatıdır. RAW’ın yapısı hakkında bilgi edinmek zor. Organizasyon 250 kişi ve yaklaşık 400 bin dolarla başladı. O zamandan beri birkaç bin personele ulaştı, ancak personel sayısı ve bütçesi gizli kalıyor. 2000’lerin başında Amerika merkezli yapılan bir tahmin, RAW’ın yaklaşık 8 ile 10 bin dolaylarında ajana ve 145 milyon dolar civarlarında bir bütçeye sahip olduğunu öne sürmüştü. Amerikan CIA veya İngiliz MI6’sının aksine RAW, Savunma Bakanlığı yerine doğrudan başbakana rapor veriyor. RAW şefi, Başbakanlık Ofisi’nin bir parçası olan Kabine Sekreterliği’ne de araştırma sekreteri olarak atanır. RAW’ın bazı memurları, Araştırma ve Analiz Servisi isimli özel bir servisin üyeleridir, ancak birkaç memur aynı zamanda Hindistan Polis Teşkilatı gibi diğer servislerden de vekil olarak görev yapıyor.

***

1968’de öncelikle Çin etkisine karşı koymak amacıyla kurulan RAW, zamanla odağını Hindistan’ın diğer geleneksel rakibi Pakistan’a kaydırdı. Ajanları Pakistan’ı yendi, Çin hakkında casusluk yaptı ve iç savaşlara girdi. Esas olarak Çin ve Pakistan’a odaklanmak üzere kurulan teşkilat, son elli altı yılda görev alanını genişletti ve Hindistan’ın yurtdışındaki nüfuzunu büyük ölçüde artırmasıyla itibar kazandı. Ancak hala RAW’ın hakkında çok az şey biliyoruz… Bir örnek, RAW’ın yetkileri ve Hindistan’ın dış politikasındaki rolü farklı başbakanlar döneminde farklılık gösteriyor. Bu nedenle RAW’ın Hindistan’ın dış politikası üzerinde ileri sürdüğü etkinin miktarı konusunda hemfikir olunamıyor; dış politika üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını savunan argümanlar da var, RAW başkanının bilgi ve analiz sağladığı devlet başkanına doğrudan erişimi olduğunu savunan argümanlar da… Ancak aynı zamanda RAW’ın katkıda bulunduğu birçok dış politika başarısı da var: 1971’de Bangladeş’in kurulması, Hindistan’ın Afganistan’da artan etkisi, kuzeydoğu devleti Sikkim’in 1975’te Hindistan’a katılımı, Hindistan’ın nükleer programının güvenliği, Soğuk Savaş sırasında Afrika kurtuluş hareketlerinin başarısı, Hindistan’ın Afrika Ulusal Kongresi’nin Güney Afrika’daki apartheid karşıtı mücadelesine gizli yardımı… Ama örgüt aynı zamanda iç istihbarat ve güvenlik teşkilatları ile koordinasyon eksikliği, zayıf analitik yetenekler ve şeffaflıktan tamamen yoksun olması nedeni ile eleştiriliyordu da…

***

Kuruluşundan günümüze RAW’ın Tarihsel Serüveni

Hindistan 1947’de bağımsızlığını kazandığında, İstihbarat Bürosu’nu İngiliz Raj‘ından (sömürge yönetiminden) devraldı. İstihbarat Bürosu yirmi yıl boyunca hem iç hem de dış istihbaratı yönetti. Ancak Hindistan’ın 1962 Hindistan-Çin savaşındaki yenilgisinden sonra işler değişmeye başladı. Hindistan’ın 1962’de Çin ile olan sınır savaşındaki berbat performansından sonra, ayrı bir dış istihbarat teşkilatına olan ihtiyaç açıktı. İstihbarat Bürosu’nun Çin’in askeri niyetlerini değerlendirmedeki başarısızlığı, Hindistan’ın askeri yenilgisinin büyük bir nedeni olarak görülüyordu. Öyle ki Çin’in saldırı için hazırlığını dahi tespit edememişti. 1965 Hindistan-Pakistan savaşı da İstihbarat Bürosu’nun Pakistan saldırısını öngörmede başarısız olduğunu gördü. 1950’li ve 60’lı yıllarda Hindistan, Nagaland ve Mizoram’daki isyanlarla da uğraştı. Her iki isyan da Çin ve Pakistan’dan dış destek aldı.

1968’de Başbakan Indira Gandhi Research and Analysis Wing – Araştırma ve Analiz Kanadı‘nı kurdu ve ondan dış istihbarat konularını ele almasını istedi. Hindistan’ın en efsanevi istihbarat şeflerinden biri olacak Rameshwar Nath Kao’yu ilk lideri olarak atadı. Eski bir polis ve İstihbarat Bürosu yetkilisi olan Kao, teşkilatı kurmaya başladı. Ve 1977’de emekli olana kadar teşkilatı yönetti.

RAW’ın başlangıçta iki önemli önceliği vardı: Pakistan ve Çin hakkında istihbarat toplama yeteneğini geliştirmek ve Doğu Pakistan’da (şimdiki Bangladeş) gizli eylem yeteneğini geliştirmek. (Zamanla hedefleri şu iki yönde genişledi: Hindistan’ın ulusal güvenliği ve dış politikasının oluşturulması üzerinde doğrudan etkisi olan komşu ülkelerdeki siyasi ve askeri gelişmeleri izlemek ve çoğunlukla Avrupa ülkeleri, Amerika ve Çin’den olmak üzere Pakistan’a askeri donanım tedariğinin kontrol edilmesini ve sınırlandırılmasını gözetmek.) (Ayrıca, RAW’ın ilk günlerinden itibaren İsrail’in dış istihbarat teşkilatı Mossad ile gizli bir irtibat ilişkisi olduğu ve bunun üzerine asıl amacın İsrail’in Batı Asya yani Orta Doğu ve Kuzey Afrika bilgisinden faydalanmak ve terörle mücadele tekniklerinden ders almak olduğu da argümanlar arasında…)

İlk büyük sınavı 1971’de gerçekleşti. RAW, Hindistan’ın 1971 savaşını kazanmasına yardımcı olarak itibar kazandı. Bengal direniş güçlerini eğitti ve Pakistan’ın aralık başında Hindistan’a yapacağı ve savaşı başlatacak hava saldırısını başarıyla öngördü. Savaşın başlamasıyla birlikte RAW ekipleri de militan gruplara yönelik baskınlar düzenledi. Naga ve Mizo militan birlikleri, isyanlarını yürütmek için Doğu Pakistan’daki Chittagong Tepe Bölgeleri gibi bölgeleri üs olarak kullanmıştı. RAW tarafından yapılan bu baskınlar üslerini yok etti. Pakistan’ın yenilgisi ve Bangladeş’in kurulması bu gruplara verilen desteği kesti. Yani 1971 yılı RAW açısından son derece başarılıydı. (Burada RAW’ın ayrıca kuzeydoğudaki Sikkim devletinin 1975’te Hindistan’a katılımını kolaylaştırdığı ve Kachin Bağımsızlık Ordusu gibi Myanmar’daki Çin yanlısı rejime düşman olan gruplara askeri yardım sağladığı notlarını da düşelim.)

Ancak 1970’ler RAW için zorluklarla doluydu. Khalistan hareketi, yurtdışındaki Sihler arasında Pakistan’ın ISI’si ve Amerika’nın CIA’nin şüpheli desteği ile başladı. Ve 1975’te Bangladeş’te bir askeri darbenin Sheikh Mujibur Rehman’ı devirip öldürmesi RAW’ı şaşırttı. RAW ve Hindistan Dışişleri Bakanlığı tetikte kalmayı başaramadı ve Mujib hükümetine yönelik tehdidi göremedi. Sheikh Mujib’in yerini alan hükümetin Hindistan’dan kuşkulanması nedeni ile bunun Hindistan için olumsuz sonuçları oldu. Ama RAW kendi evinde büyük zorluklarla karşılaşmaya başladı.

1975’te Indira Gandhi Olağanüstü Hal ilan etti ve birçok sivil özgürlüğü askıya aldı. RAW ve şefi RN Kao’nun Başbakan Gandhi’ye olan yakınlığı göz önüne alındığında, birçok muhalefet lideri teşkilatın OHAL’in uygulanmasına yardımcı olduğunu düşünüyordu. Hatta bazıları tarafından teşkilata “Hindistan’ın KGB’si” dahi deniyordu. RAW OHAL ile yakından ilişkili olduğundan 1977’den sonra sıkıntı çekti. 1977 seçimleri, RAW’dan kuşkulanan Morarji Desai’yi Başbakan olarak getirdi. Kao şeflik görevinden ayrıldı ve ajansın bütçesi yüzde 50 azaldı. Yeni işe alım durduruldu ve birçok dış istasyon kapatıldı.

Uluslararası gelişmeler yurttaki baskıyı daha da artırdı. 1979’da Sovyetler Birliği, Hindistan’ın yakın ortağı olan Afganistan’ı işgal etti. RAW ve Hindistan hükümetinin diğer bölümleri hazırlıksız yakalandı. Ama daha da kötüsü, Amerika’nın CIA ve Pakistan’ın ISI istihbarat teşkilatları Afganistan’da devreye girdi. İki teşkilat, Kabil’deki Sovyet destekli hükümeti devirmek için mücahit savaşçıları finanse etmeye başladı. RAW, ISI’nin faaliyetlerini takip etmek için Sovyet Rusya’nın KGB’si ve Afganistan’ın KHAD istihbarat teşkilatları ile yakın işbirliği içinde çalıştı. RAW, 1968’deki kuruluşundan bu yana, Pakistan hakkında RAW’a sağladığı istihbarat nedeni ile Afgan istihbarat teşkilatı KHAD ile yakın bir irtibat ilişkisine sahip. Bu ilişki, 1980’lerin başında RAW, KHAD ve Sovyet KGB’yi kapsayan üçlü bir işbirliğinin temellerinin atılmasıyla daha da güçlendi.

1980’ler ayrıca RAW için iki büyük güvenlik krizine yol açtı. İlki Khalistan’dı. 1980’lerin başında Khalistanlı ayrılıkçılar uçak kaçırma olayları ve saldırılar gerçekleştirdi. (Bunların çoğunun ISI desteğiyle gerçekleştirildiği ve RAW’ın Pakistan’ın kabile bölgelerindeki Sih militanların faaliyetlerini izleme konusunda KHAD’ın işbirliğine değer verdiği argümanlar arasında.) RAW bu gruplarla mücadelede önemli bir rol oynadı. Ayrıca Mavi Yıldız Operasyonu’nda da tartışmalı bir rol oynadı.

1980’lerdeki ikinci büyük kriz Sri Lanka’ydı. Ülkedeki Tamil azınlık ile Sinhala çoğunluk arasındaki gerilim artıyordu. 1983’te Tamillere yönelik büyük çaplı saldırıların ardından Indira Gandhi, Tamil gruplarına yardım yetkisi verdi. RAW, Tamil Eelam Kurtuluş Kaplanları / Tamil Kaplanları (LTTE) gibi grupları eğitmeye başladı. Ancak bu politika 1987’de Sri Lanka’da yaşanan trajik Hindistan Barışı Koruma Gücü misyonuna yol açacaktı… Grubun terörist faaliyetleri (Güney Hindistan’ın Tamil Nadu devletindeki ayrılıkçı gruplarla ittifakları da dahil) büyüdükten sonra RAW desteğini geri çekti ve 1987’de Yeni Delhi, Sri Lanka hükümeti ile adaya barışı koruma birlikleri gönderme konusunda bir anlaşma yaptı ve Hint güçleri, RAW’ın silahlandırdığı grupla çatışmaya girdi. Hindistan’ın aleyhine dönecek olan Tamil Kaplanları’nı Hindistan’ın yanlış okuması nedeni ile binlerce Hint askeri öldürüldü. Ve 1991’de, barış gücü konuşlandırıldığı sırada Hindistan’ın başbakanı olan Rajiv Gandhi, Tamil Kaplanları’nın bir intihar bombacısı tarafından öldürüldü. Hindistan Dışişleri Bakanı JN Dixit, RAW’ı Rajiv Gandhi’ye Tamil Kaplanları’nın “Hindistan’ın evlatları” olduğuna ve Hindistan ile savaşmayacağına dair güvence vermekle suçladı. Ayrıca bu arada RAW’a insan hakları örgütlerinden çok fazla eleştiri getiren şey de Tamil Kaplanları’na verilen destekti.

Ancak RAW, 1980’lerde Punjab’daki şiddeti desteklediği için Pakistan’ı cezalandırmak amacı ile ona karşı gizli operasyonlar başlattı. RAW, Karachi ve Lahore gibi şehirlerde Pakistan içinde saldırılar başlattı. Bu, ISI’yi RAW ile anlaşma yapmaya ve Punjab’daki katılımını kesmeye zorladı.

RAW Çin’de de önemli bir rol oynadı. 1962 savaşından bu yana Hindistan ve Çin’in diplomatik ilişkileri donmuştu. RAW yetkilileri bu bağları yeniden kurmak için Çinli bağlantılarla gizlice çalıştı. Bu, Rajiv Gandhi’nin 1988’de ikili ilişkileri normalleştiren Pekin ziyaretine yol açtı.

1990’lar Keşmir’i RAW gündeminin başına taşıdı. ISI desteği bölgedeki İslamcı grupların büyük bir kampanya başlatmasına yol açmıştı. RAW, CIA ve ISI parasıyla eğitilen Afganistanlı mücahitlerin Hindistan’a yönlendirilebileceğinden kaygılıydı. Bu, 1990’larda Afganistan iç savaşına Hindistan’ın daha fazla dahil olmasına yol açtı. RAW 1970’li ve 80’li yıllarda ülkede faaliyet gösteriyordu. Ancak ISI destekli Taliban’ın yükselişi büyük bir tehditti. Hindistan, Ahmed Şah Mesud gibi Taliban karşıtı liderlere mali destek verdi.

RAW Pakistan destekli kampanyalar ile uğraşırken İslamabad 1999 Kargil savaşını başlattı. Binlerce Pakistan askerinin Hindistan’a sızması Hindistan’ı şaşırttı ve RAW’ın istihbarat başarısızlığı kaygılarına yol açtı. Çatışmanın bir istihbarat hatası olarak görülme eğilimi doğsa da RAW yetkilileri istihbaratı kendilerinin sağladıklarını ancak siyasi liderliğin bu konuda harekete geçmediğini savundu. Hindistan hükümeti, başarısızlığı incelemek ve iyileştirici önlemler önermek için bir komite kurdu. Kargil inceleme komitesinin raporu daha sonra 2000 yılında kurulan bir grup bakan tarafından incelendi. Grup resmi bir yazılı tüzük önererek çeşitli istihbarat teşkilatları arasında koordinasyon ve iletişim eksikliğine dikkat çekti. İncelemenin ardından yeni bir organizasyon kuruldu: Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nı örnek alan Ulusal Teknik Araştırma Organizasyonu. Hindistan hükümeti ayrıca başkanının, Genelkurmay Başkanı Komitesi’nin ve savunma bakanının danışmanı da olacak bir Savunma İstihbarat Teşkilatı kurmaya karar verdi. Ve bu teşkilata sınır ötesi operasyonlar yürütme yetkisi verildi. Ancak daha önce RAW yurtdışında casusluk operasyonları yürütmesine izin verilen tek organizasyon iken artık hem İstihbarat Bürosu’nun hem de Savunma İstihbarat Teşkilatı’nın bu tür operasyonları yürütme yetkisine sahip olması, teşkilat faaliyetlerinin örtüşmesi ile ilgili bazı sorunları ortadan kaldırmadığı için eleştiriliyor. Bu arada Kargil savaşı aynı zamanda RAW tarafından büyük bir istihbarat darbesine de sahne oldu. Pakistanlı General Pervez Müşerref ile üst düzey bir general arasında, Kargil’de Pakistan düzenli askerlerinin kullanıldığını doğrulayan bir telefon görüşmesi ele geçirildi. Bu, Pakistan’ın katılımını inkar ettiğini ortaya çıkardı ve Amerika ile Çin’i Pakistan’a Kargil’i terk etmesi için baskı yapmaya zorladı.

21. yüzyılda RAW eski ile yeni arasında denge kurdu. Pakistan, 2001 Parlamento, 26/11 ve Uri terör saldırılarından sonra kilit odak noktası olmaya devam ediyor. 26/11, Hindistan istihbarat teşkilatlarının Hindistan’ın güvenliğini sağlamaya hazır olup olmadığı konusunda soruları gündeme getirdi. 2020’deki Galwan Vadisi çatışmalarının ardından mevcut sınır çatışması göz önüne alındığında, Çin bir diğer büyük odak noktası olmaya devam ediyor. RAW aynı zamanda Hindistan’ın mahallesindeki zorluklarla da ilgilendi. Bunlar arasında Sri Lanka ve Nepal’deki iç savaşların sona erdirilmesine yardımcı olmak da yer alıyor.

Hindistan’ın gücü arttıkça RAW küresel ayak izini de genişletti. Ama bu aynı zamanda sorunları da beraberinde getiriyor. Son iki yılda RAW, yurtdışı operasyonları ile ilgili önemli sorularla karşı karşıya. Bunlar arasında Nijjar ve Pannun suikast planlarına karıştığı iddiası da yer alıyor. Bu iki olay RAW’ın Batılı istihbarat teşkilatları ile ilişkisine zarar verdi. Gölgede çalışırken artan küresel ilgiyi yönetmek, önümüzdeki yıllarda RAW’ın karşılaşacağı zorluklardan biri olacak… Bu arada – Batılı istihbarat teşkilatları ile ilişkisi demişken – CIA’in RAW’ın oluşturulmasına yardım ettiği veya Hindistan’ın CIA ile istihbarat ilişkilerinin RAW’ın kuruluşundan dahi önce başladığı; Hindistan’ın 1962’de Çin ile yaptığı savaştan sonra, CIA eğitmenlerinin Çin’de terör operasyonları yürütmek üzere Hindistan’daki Tibetli mülteciler arasından oluşturulan Kuruluş 22 isimli gizli bir örgütü eğittiğini de not edelim… Ve zaman zaman medyada RAW’a diğer kurumların, özellikle de CIA’in sızdığına dair haberler de çıkıyor…

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English