GÖRÜŞ
Hindistan’da genel seçimlere doğru–1 / Politik Sistem
Yayınlanma
Yazar
Duygu Çağla BayramHindistan’da genel seçimler yaklaşıyor. Ve ülkenin her konuda olduğu gibi politik işleyişi de kafa karıştırıcı olabiliyor. Bu nedenle genel seçimler öncesi Hindistan’ın bu yönüne ilişkin çok boyutlu bir arka plan oluşturmak yararlı olabilir. Bu amaçla “Hindistan’da genel seçimlere doğru” ana başlığı altında “politik sistem” alt başlığı taşıyan bu yazı ile beraber “Hindutva ideolojisi”, “politik ekonomi” ve “dış politika” alt başlıklarını taşıyan gelecekteki üç yazı ile dört yazılık bir yazı dizisinin kaleme alınması yerinde olur. Öncelikle bu yazı ile Hindistan’ın politik işleyişine ana hatlarıyla bir göz atalım: Ve daha fazlası için “Harici”yi takip etmeye devam ediniz…
***
Tarihsel açıdan, Hindistan bağımsız hale geldiğinde birbiriyle kavgalı devletlerden oluşan bir kitle vardı. İngilizler birçok prens devleti çeşitli Britanya Eyaletlerini oluşturan İngiliz Hindistanı’na katmayı başarmıştı, ancak daha İngilizlerin nihai egemenliğini kabul eden ama bunun dışında bağımsız hükümdarlar tarafından yönetilen küçüklü büyüklü 500’den fazla devlet vardı. Tarihsel güçler ve Mountbatten ve daha sonra Patel’in ikna çabaları ile çoğu bir biçimde Hindistan’a katılmayı kabul etti. Çoğu devlet kendi işleri üzerinde bir dereceye kadar otorite talep ediyordu; merkezi hükümetin onların haklarını tamamen devralmayacağına dair bir miktar güvence istiyorlardı. Bu dönemin; bölünmenin neden olduğu isyanlar, İngiliz subaylarının sivil, polis, demiryolu gibi hizmetlerden ayrılarak anavatanlarına dönmeleri ve bir yönetim boşluğuna neden olmaları, devletlerin bağımsızlık ilan etmeye çalışması gibi birçok nedenden dolayı çok fazla karışıklığın olduğu bir dönem olduğunu unutmayın. Dolayısıyla istikrar tek odak noktasıydı ve bu nedenle bir çeşit birleşik ve merkezci bir federasyon(umsu) denilebilecek bir yapılanmaya gidildi. Ve Hindistan, istikrarı sağlamak amacı ile merkezin kapsayıcı gücünü belirtmek için “Birlik” sözcüğünü seçti ve “Devletler Birliği” olarak yapılandı. Kısacası, Hindistan Birliği olarak da bilinen Hindistan (Birlik/Merkez) hükümeti, devleti yönetmek için Westminster parlamenter sistemini örnek alarak modellendi ancak Hindistan Parlamentosu (Bhāratīya Sansad), doğası gereği hem bir çeşit yarı federal (federalimsi) hem de üniter temeller üzerine yapılandı.
***
Bugün Hindistan Birliği veya Hindistan Cumhuriyeti ya da kısaca Hindistan dediğimizde, 28 devlet ve 8 Birlik toprağından oluşan bir yapıdan söz ediyoruz. Devlet ile Birlik bölgesi arasındaki temel fark, bir devletin ayrı bir yönetim organına, kendi Yasama Meclisi ve Başbakanına sahip olmasıdır ve Vali devletlerde Cumhurbaşkanının temsilcisi olarak görev yapar; Birlik bölgesinin ise doğrudan merkezi hükümet veya Birlik hükümeti tarafından yönetilmesidir ve Hindistan Cumhurbaşkanının temsilcisi olan ve Birlik hükümeti tarafından atanan yönetici olarak bir Vali Yardımcısı bulunur. Birlik bölgelerinin Rajya Sabha’da Delhi ve Puducherry dışında hiçbir temsili yoktur. Kısacası, Hindistan’da tüm devletler ve üç Birlik bölgesi, yani Puducherry, Delhi, Jammu ve Keşmir, seçilmiş yasama organına ve hükümete sahip; bunlara Anayasa değişikliği ile kısmi devlet hakkı verilmiştir.
Öncelikle Hindistan’da üç düzeyde hükümet var: Merkezi hükümet veya Birlik hükümeti, Devlet hükümeti ve Yerel yönetim (Panchayati Raj ve Belediyeler). Birlik hükümetinde Cumhurbaşkanı, Lok Sabha ve Rajya Sabha’dan oluşan iki meclisli yasama organı olan Parlamento, yani Birlik Yasama Meclisi var; Devlet hükümetinde, Birlik hükümetinde Parlamento olduğu gibi, Devlet Yasama Meclisleri de var; yani Birlik düzeyinde Lok Sabha olduğu gibi Devlet düzeyinde Vidhan Sabha (Devlet Yasama Meclisi) var. Dolayısıyla Hindistan’ın politik sistemini anlamak için öncelikle Hindistan Yasama Meclisinin işlevsel omurgasını oluşturan üç organı; “Lok Sabha”, “Rajya Sabha” ve “Vidhan Sabha” üçlemesini bilmek gerek.
Hindistan’ın en büyük kanun yapma meclisi veya baş yasama otoritesi Hindistan Parlamentosu‘dur ve iki meclislidir. Hindistan Cumhurbaşkanı Parlamento’nun başıdır. Hindistan’daki Parlamento egemen bir organ değil; yazılı bir Anayasa’nın sınırları dahilinde çalışır. Parlamento’nun yetkisi/otoritesi ve yargı yetkisi, Birlik ile Devletler arasındaki yetki dağılımı ve Anayasa’ya yargılanabilir temel haklar kanununun dahil edilmesi ile sınırlı. Ayrıca, Parlamento tarafından kabul edilen tüm yasaların Anayasa hükümlerine uygun olması ve anayasaya uygunluğunun bağımsız bir Yargı tarafından test edilmesi gerektiği anlamına gelen yargısal denetim hükmü de bulunuyor. Bütün bu hükümler Parlamento’nun yetkisinin/otoritesinin ve yargı yetkisinin niteliğini ve kapsamını belirleme eğilimindedir. Cumhurbaşkanı, Lok Sabha ve Rajya Sabha Hindistan Parlamentosu’nun, yani Merkezi/Birlik yasama organının üç bileşeni. Vali, Vidhan Sabha ve Vidhan Parishad ise Birliğin devlet yasama organının üç bileşeni. Ancak Vidhan Parishad, Birliğin yalnız iki meclisli yasama organına sahip devletlerinde bulunur. Birlik yasama organı gibi Hindistan’ın bazı devletleri de yasama organının iki ayrı meclise bölündüğü iki meclisli bir sistemi izliyor.
“Lok Sabha” (Halk Meclisi), Hindistan Parlamentosu’nun alt meclisi, popüler meclis veya birinci meclis. Birliğin tüm halkı tarafından, yani ulusal çapta doğrudan seçilen üyelerden oluşuyor. Bu nedenle Halk Meclisi olarak da bilinir ve halkın iradesini temsil eder. Seçimler Birlik/Merkez düzeyinde yapılır; yani tüm ülke için yapılan “genel seçimler” Lok Sabha seçimleridir; örneğin, bizim genellikle üzerine konuştuğumuz 2014 ve 2019 genel seçimleri gibi veya şu an yaklaşan genel seçimler gibi ulusal seçimler Lok Sabha seçimleridir. Lok Sabha seçimleri yoluyla Birlik Başbakanı (Prime Minister), onun Bakanlar Kurulu ve diğer Lok Sabha üyeleri seçilir. Lok Sabha üyelerine Parlamento üyeleri veya Milletvekilleri denir. Maksimum sandalye sayısına sahip olan parti, başkanı Başbakan olmak üzere Birlik hükümetini kurar. Seçimleri beş yılda bir oluyor. Seçilen hükümet tarafından lider olarak seçilen Sözcü aynı zamanda Lok Sabha’nın Başkanı ve en yüksek otoritesidir. Lok Sabha, olağanüstü hal durumunda Cumhurbaşkanı tarafından feshedilebilir. Daha önce feshedilmediği sürece 5 yıl süreyle faaliyet gösterir ve her 5 yılda bir dağılır. Lok Sabha mali konularda güce sahip. Diğer konularda Rajya Sabha eşit güce sahip. Hindistan Anayasası, mecliste en fazla 550 üyeye izin veriyor; 530 üye, devletleri ve 20 üye, Birlik bölgelerini temsil ediyor. Şu anda Lok Sabha’nın seçilmiş temsilciler tarafından doldurulmuş 543 sandalyesi var.
“Rajya Sabha” (Devletler Konseyi), Hindistan Parlamentosu’nun üst meclisi, büyükler meclisi veya ikinci meclis. Üyelerine Parlamento üyeleri veya Milletvekilleri denir. Üyeleri dolaylı seçimle seçilir; her devletten halk tarafından seçilen devletler ve Birlik bölgelerinin (yalnız Puducherry ve Delhi bölgeleri) Vidhan Sabha üyeleri, Rajya Sabha üyelerini seçer. Bu nedenle Devletler Konseyi olarak da bilinir ve Birlikteki devletlerin iradesini temsil eder. Lok Sabha gibi 5 yılda bir dağılmıyor, üyeleri kademeli olarak 6 yıl görev yapıyor ve her iki yılda bir üyelerin üçte biri emekli oluyor. Cumhurbaşkanı Yardımcısı resen Rajya Sabha’nın Başkanı ve Sözcüsü olarak görev yapıyor. Rajya Sabha, Parlamento’nun feshedilmesi söz konusu olmayan kalıcı organıdır. Hükümet kurma konusunda söz sahibi olmasa da ülkenin refahı için mali yasa tasarıları dışında önemli yasa tasarılarını geçirir; mali yasa tasarılarına hayır diyemez. Rajya Sabha üyeleri, Lok Sabha üyeleri gibi herhangi bir seçim bölgesini temsil etmez; belirli bir devleti/Birlik bölgesini temsil eder. Dolayısıyla Lok Sabha’nın temel işlevi hükümetin yasa tasarıları ve yasaları geçirmenin yanı sıra işlevlerini yerine getirmesini sağlamak iken Rajya Sabha, Birlik yasama organına yanıt olarak bir devletin haklarını korumaktan sorumludur. En fazla 250 üyeden oluşmalıdır; 238 üye devletleri ve Birlik bölgelerini temsil eder ve 12 üye Cumhurbaşkanı tarafından atanır.
“Vidhan Sabha” (Devlet Yasama Meclisi), devlet yasama organının bir parçası. Tek meclisli bir yasama organı olması durumunda devlet yasama meclisinin tek meclisi, iki meclisli bir yasama organı olması durumunda devlet yasama meclisinin alt meclisi. Birlik devletindeki halk tarafından doğrudan seçilen üyelerden oluşan meclistir. Vidhan Sabha bir anlamda Birlik devletinin veya Birlik bölgesinin Lok Sabhası gibidir. Birlik düzeyinde Lok Sabha olduğu gibi, Hindistan yarı federal özelliklere sahip, demokratik parlamenter bir hükümet biçimi olduğundan, bazı mekanizmaların devlet düzeyinde de orada olması gerekiyor. Yani her devlette devlet yasama organı veya Vidhan Sabha var. Vidhan Sabha seçimleri yoluyla o devletin Başbakanı (Chief Minister), onun Bakanlar Kurulu ve diğer Vidhan Sabha üyeleri seçilir. Maksimum sandalye sayısına sahip olan parti, başkanı o devletin Başbakanı olmak üzere o devletin hükümetini kurar. Seçimleri beş yılda bir oluyor. Vidhan Sabha lideri o devletin Başbakanıdır; Vidhan Sabha Sözcüsü, Vidhan Sabha’nın baş başkanlık görevlisidir. Vidhan Sabha, olağanüstü hal durumunda Hindistan Valisi tarafından feshedilebilir. Vidhan Sabha, ait olduğu belirli bir devlet ile ilgili konularla ilgilenir. Parlamento tarafından çıkarılan yasaların yargı yetkisi tüm ülkedir ve Vidhan sabha tarafından çıkarılan yasaların yargı yetkisi tüm devlettir.
“Vidhan Parishad” (Yasama Konseyi), Hindistan’ın iki meclisli yasama organına sahip devletlerindeki üst meclistir. Birliğin çok az devletinde bir dereceye kadar Rajya Sabha’ya benzeyen Vidhan Parishad var; Birliğin 28 devletinin 6’sında: Andhra Pradesh, Bihar, Karnataka, Maharashtra, Telangana ve Uttar Pradesh.
Bu kısmı toparlamak gerekirse tüm vatandaşlara anında genel oy hakkı tanıyan, yeni doğmuş demokrasinin coşkusu ve idealizmi doğrultusunda Lok Sabha daha güçlü hale getirildi. Rajya Sabha’nın iki katından fazla temsilcisi var. Hemen hemen tüm mali kararlar onun kontrolü altındadır. Rajya Sabha onlara yalnız öneride bulunabilir, onları engelleyemez. Mali konular dışındaki kanun tasarılarının yasalaşması için Parlamentonun her iki kanadından da geçmesi (ve Cumhurbaşkanı tarafından imzalanması) gerekir. Burada ayrıca Meclisler arasında anlaşmazlık olması durumunda, Parlamentonun ortak bir oturumu vardır ve burada sayılarının fazla olması nedeni ile Lok Sabha genel olarak iradesini gösterebilir. Lok Sabha’da doğrudan halk tarafından, Hindistan’ın her yerinden 550’ye kadar milletvekili seçiliyor ancak bunların içinde ayrıca Cumhurbaşkanı tarafından aday gösterilen iki Anglo-Hint üye de bulunuyor, ancak bunlar seçilmeyip aday gösterildikleri için bir partinin hükümeti oluşturmak için ihtiyaç duyduğu çoğunluğa dahil değiller. Rajya Sabha’nın 250 milletvekili bulunuyor ancak bunlardan 12’si sanat, edebiyat, bilim, sosyal hizmet gibi alanlara özel katkı sağlamak üzere Cumhurbaşkanı tarafından aday gösteriliyor. Birlik ile devletler arasındaki yetki dağılımının değiştirilmesi gibi devletleri ilgilendiren konular mutlaka Rajya Sabha’nın onayını gerektirir. Örneğin, Anayasa’nın VII. eki uyarınca polis bir devlet tebaası olduğundan Goa polisi, Punjab polisi, Maharashtra polisi gibi birimler var. Birlik hükümeti bunların hepsini ortadan kaldırmaya ve bir “Hindistan polisi” oluşturmaya karar verirse, devletlerin yarısının onayının yanı sıra üçte iki çoğunlukla Rajya Sabha’nın onayına sahip olması gerekiyor. Bu nedenle iki meclisli yasama organının temel amacı devletlerin çıkarlarını korumaktır. İkinci meclis aynı zamanda kararların enine boyuna düşünülmesini ve aceleyle ileri götürülmemesini de sağlar. Lok Sabha seçimlerden önce feshedilirken Rajya Sabha’nın asla feshedilememesinin işlevi, istikrarı sağlamaktır. Örneğin, Lok Sabha dağılırken ve seçimler devam ederken herhangi bir ülke Hindistan’ı işgal ederse Rajya Sabha hala orada olacaktır; ancak eski hükümet, yeni kabine yemin edene kadar geçici bir hükümet olarak görev yapar. Rajya Sabha’daki milletvekilleri daha deneyimli olma eğilimindedir; hukuk ve ulusal kalkınma konularında daha derin bakış açıları sunarlar.
***
Bugün Hint politikasına yön veren temel iki aktörden biri ülkenin kurucu partisi “Hindistan Ulusal Kongresi” (INC) veya “Kongre Partisi” ya da kısaca “Kongre” ile 2014’ten beri iktidar kanadı olan “Hindistan Halk Partisi” (BJP). Her iki parti ülkedeki başat iki parti koalisyonundan birine mensup. Şu ana kadar 2004’te oluşturulan merkez sol çizgideki “Birleşik İlerici İttifakı” (UPA) şemsiyesi altında politika yürüten ana muhalefet partisi Kongre, 2014 ve 2019 genel seçimlerini kaybetmesi üzerine 2024 genel seçimleri için geçtiğimiz temmuz ayında 26 muhalefet partisinden oluşan “Hindistan Ulusal Kalkınma Kapsayıcı İttifakı” (INDIA) oluşturulduğunu duyurdu. Ülkenin iktidar partisi BJP ise 1998’de kurulmuş olan ve şu an 38 partinin bulunduğu merkez sağ yelpazesindeki “Ulusal Demokratik İttifakı” (NDA) koalisyonunun desteğini alıyor.
Başlangıçta ülkede parti koalisyonlarının kurulmasındaki itici güç, 1990’lı yılların ortalarına kadar ülkedeki tek hakim parti konumundaki Kongre’nin gücünün zayıflamaya başlaması ile bir partinin kendi başına mutlak çoğunluk kazanmasının zora düşmüş olması. BJP liderliğindeki NDA hükümetinin 30 yıl sonra salt çoğunluk hükümeti olduğunu belirtelim. Kongre’nin ülkenin kendine özgü toplumsal harmonisine yanıt verebilen çizgisine nazaran BJP’nin Hindu milliyetçiliğinin yükselmesinde itici güç olması da dikkate değer. İktidara geldiği 2014 yılında 7 devlet kontrolü altında iken bugün Hindistan’ı oluşturan 28 devlet ve 2 Birlik toprağı olmak üzere 30 idari birimin doğrudan veya bağlı olduğu itttifak üzerinden dolaylı olarak 15’inde BJP yönetimi hakim, ülke nüfusunun yüzde 45,5’ini idare eder durumda; Kongre ise yine doğrudan veya dolaylı olarak bunların 6’sını, ülke nüfusunun yüzde 30’undan biraz fazlasını. Ancak ülkede sürekli bir seçim sirkülasyonu olduğu için bu sayılar sürekli bir tarafın lehine ve diğer tarafın aleyhine olmak üzere değişkenlik gösterebiliyor.
Kongre lideri Rahul Gandhi, Hindistan’ın bağımsızlığından bu yana politikanın öncü konumunda olan ve Nehru-Gandhi ailesi olarak bilinen uzun soluklu politikacılar çevresinden geliyor. Eski Kongre lideri Sonia Gandhi ile 1984-89 yılları arasında Hindistan’ın altıncı başbakanlığını yapmış Rajiv Gandhi’nin oğlu. Tarihsel olarak Hint politikasına hakim olan Kongre için 2014 ve 2019 yılları tam bir felaketti. Kongre’nin iki genel seçimde de kaybetmesinin temel iki nedeni var: parti içi anlaşmazlıklardan kaynaklanan işlevsizleşme girdabı ve buna paralel olarak gün yüzüne çıkan yolsuzluk skandalları. Aynı zamanda şu anki iktidar dönemlerinde de söz konusu olan hatalı ekonomik yönetim, yükselen işsizlik oranları, gelir dağılımındaki artan adaletsizlik, yükselen milliyetçilik de önemli nedenler.
Narendra Modi’nin Hindistan’daki iktidarının neredeyse on yılı da zor durumdaki bir ekonomi, artan işsizlik, Hindu milliyetçilerinin ülkedeki azınlıklara, özellikle de Müslümanlara yönelik saldırıları ve muhalefet ve özgür medya için daralan alan ile kendini gösterdi. “Hindutva” (Hinduluk) ideolojisinin başat figürleri olan BJP ve Modi ülkede önemli ölçüde Hindu milliyetçiliğinin yükselmesine neden oldu. “Hindistan Hindularındır” ve “tek millet, tek kültür, tek din, tek dil” mottoları ile dikkat çeken BJP’nin lideri olan Modi tartışmalı bir kişilik. Hindistan’da üç kez yasaklanan Ulusal Gönüllü Organizasyonu “Rashtriya Swayamsevak Sangh” (RSS) şemsiyesi altında aktif bir üye. 1925’te kurulan ve fanatik Hindu milliyetçiliğinin temeli olan RSS ile ilgili tüm kuruluşların birliği, yani RSS ailesi olarak bilinen “Sangh Parivar”, bugün Hindistan’daki en güçlü yapılanma. BJP ise Sangh Parivar’ın parlamenter politik kanadı olan ve 1951’de kurulan ancak 1977’de çalışmalarına son veren Bharatiya Jana Sangh’ın (Hindistan Halk Birliği) halefi.
Hindistan Birliği’nin Gujarat devletindeki başbakanlık döneminde burada yaşanan Müslümanlara yönelik sistematik şiddet girişimlerinde yeterli müdahalenin gösterilmemiş olması Modi’yi tepkilerin odağına koymuştu. Yakın zamanda Birlik Başbakanı olarak gerçekleştirdiği vatandaşlık konulu üçleme ülkede uzun soluklu sürecek tartışmaları beraberinde getirdi: 2019’da yayımlanan ve önce Hindistan’ın Assam devletini kapsayan Ulusal Vatandaş Kaydı (NRC) güncellemesi, onun ülke genelinde genişletilmesinin ilk adımı olarak düşünülen Ulusal Nüfus Kaydı (NPR) güncellemesi ve 2019 tarihli Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası (CAA). 2020’de yürürlüğe giren CAA dinin Hint vatandaşlığı için bir kriter olarak kullanıldığı ilk örnek; yabancılara vatandaşlık verilmesinde dini inancın bir kriter olmasını sağlayarak anayasal eşitliğe zarar verdiği gerekçesi ile çok tartışma yarattı. Ayrıca yine 2019’da anayasanın geçici olan 370. maddesi kaldırıldı ve özel bir statü ile yönetilen Jammu ve Keşmir doğrudan ülke topraklarına katıldı. Bu tarihe kadar kendi bayrağına, kendi anayasasına sahip olması ile Hindistan Birliği’nin özerk ve aynı zamanda ayrıcalıklı statüsündeki Jammu ve Keşmir devleti olan bölge bu tarihten itibaren Birlik hükümetinin doğrudan yönetebildiği Jammu ve Keşmir ile Ladakh olmak üzere iki birlik bölgesine dönüştü. (Ancak burada Jammu ve Kashmir Birlik bölgesinin kendine ait bir yasama organının hâlâ bulunuyor olduğuna ancak statü değişikliği sonrası bölgede seçimler henüz yapılmadığı için boş bulunduğuna veya şu an için işlevsiz olduğuna dikkati çekelim.) Bu değişikliğin getirdiği en kritik nokta ise yürürlükten kalkan özel statü ile birlikte Birliğin diğer devletlerindeki vatandaşların toprak veya mülk satın almasının önündeki engelin kalkması. Yine 2019’da Hinduların en önemli yedi hac bölgesinden ilki olarak görülen Ayodhya şehrindeki aşırılıkçı Hindular tarafından 1992’de yıkılan Babri Camisi’nin arazisine tartışmalı bir biçimde camiden önce bulunduğu iddia edilen Ram Tapınağı’nın yapılması kararı alındı. Bir önceki yılda, 2018’de ünlü Taj Mahal’de cuma günleri dışında günlük namazların kılınması yasaklandı. Ve yine 2018’de Müslüman erkeklere anında tek taraflı boşanma yetkisi veren üçlü talak yasaklandı.
Tüm bunlar Modi’nin ülkedeki din, dil, etnisite gibi sayısız çeşitliliğin göreli ahengine zarar verebilecek adımları anlamına geliyor. Ancak bir anlamda sağladığı ekonomik iyileştirme, ülkedeki güçlü kesimin desteğini alabiliyor olması, geniş Hint diasporasından yararlanabilmesi, dünya politikasında ülkenin çıtasını yükseltmesi, iç ve dış politikada yenilikçi tarzı, açılımlarını dikkat çekici bir biçimde lanse edebilmesi ve medyayı proaktif olarak kullanabiliyor olması, Modi’nin öyle ya da böyle ülkedeki popülaritesini artırdı/artırıyor.
Ancak başka bir açıdan, Hindistan’ın politik sisteminde, büyük bir muhalefet bloğunun oy payı iktidar partisininkinden daha az olsa dahi daha fazla sandalye kazanarak zafere ulaşma şansı da yüksek olabilir. 2019 genel seçimlerinde Modi’nin BJP liderliğindeki ittifakı, kullanılan oyların yalnızca yüzde 37’sini kazandı ancak yine de 543 sandalyenin 303’ünü aldı. Ancak 2024 genel seçimlerinde de değişimin düşük, Modi liderliğindeki BJP’nin iktidar sürecinin üçüncü bir dönem için de kalıcılığının yüksek olduğunu belirtelim.
Bu arada, neredeyse yılın her ayında bir seçim söz konusu olan ülkenin sonu gelmez bir seçim döngüsü içinde yaşadığına tekrar dikkati çekelim. Dahası, Birliğin bazı devletlerinde politikanın parçalı doğası dikkate alındığında, barışı korumak için çok sayıda güvenlik gücünü harekete geçirmek amacı ile seçimler günlere ve haftalara yayılıyor. Bu durum öncelikle ülkenin kalkınmasını engelliyor. Sürekli seçimler sonu gelmeyen bir seçim süreci için kamunun üretken olmayan kalemlere ayırdığı parayı tüketiyor. Seçimlerin bir arada yapılması durumunda bu tür harcamalardan kaçınılabilir veya önemli ölçüde azaltılabilir. İkinci olarak, güvenlik güçleri seçimle ilgili hareketlerde uzun süreler boyunca bir anlamda alıkonuluyor ve böylece ulusal güvenliği koruma ve önemli kanun ve düzen durumlarına hazır bulunmaya dönük temel görevlerini yerine getirmekte zayıflıyor.
Tam da bu gibi nedenlerle ülkede uzun süredir ara ara gündeme gelen ancak henüz somutlaşmamış bir öneri söz konusu: genel seçimler ile devlet meclis seçimlerinin eş zamanlı yapılmasını öngören “Tek Ulus, Tek Seçim” fikri. Konsept özünde Lok Sabha’ya veya Parlamentonun alt meclisine ve tüm Vidhan Sabhalara veya devlet yasama meclislerine seçimlerin belirli bir zaman dilimi içinde tek bir yılda ve beş yılda bir yapılmasını öneriyor. Birlik Parlamento İşleri Bakanı Pralhad Joshi tarafından “Hint demokrasisinin evrimi” olarak niteleniyor. Bu konuda çalışmalar yürütmesi için ülkede eski Cumhurbaşkanı RamNath Kovind başkanlığında bir komite de kuruldu ve komite ilk toplantısını 23 Eylül 2023’te gerçekleştirdi.
Ancak ülkenin politik tarihinde eş zamanlı seçim döngüsü hiç yaşanmamış değil. Bağımsız Hindistan’ın ilk on yıllarında, 1952, 1957, 1962 ve 1967’de eş zamanlı seçimler yapıldı. Bu yıllardaki tüm devlet yasama meclisi seçimleri parlamento seçimleri ile eş zamanlı olarak yapıldı. Ancak daha sonraki yıllarda politikanın değişkenlikleri ve diğer koşullar bu birleşik döngüyü kırdı. 1968 ve 1969’da birkaç yasama meclisinin zamanından önce dağıtılması bu senkronize seçim modelini bozdu. 1970 yılında dördüncü Lok Sabha görev süresini tamamlamadan feshedildi. Bir süre sonra seçimler yayıldı ve bu olguyu Hindistan demokrasisinin daimi bir özelliği haline getirdi.
Bir de bu fikrin karşıt argümanları var. Öncelikle anayasa ve seçim yasasında bir dizi karmaşık değişiklik yapılması gerekiyor. Dahası, ulusal federal(imsi) yapıya zarar verecek ve Birliğin daha küçük devletlerindeki siyasi partilere karşı ağır bir yük oluşturacak, çünkü ulusal ve devlet seçimleri bir araya toplandığında belirli bir devlet için geçerli olan konular bağımsız bir nefes alma alanı ve müzakere alanı bulamayacak; zorunlu olarak aşırı güçlü ulusal meselelerin gölgesinde kenara itilecekler.
Ülkede başka bir açıdan bu fikri savunan argümanlar da söz konusu. Buna göre seçim, yaşayan bir demokrasinin kutlanmasının işareti olmalı; sosyoekonomik toksisiteye dayalı kutuplaşmayı maksimuma çıkaran bir egzersize dönüşmemeli. Çünkü her yıl yapılan seçimler Hindistan’ın bölge, kast, dil, toplum ve seçmen memnuniyeti gibi çeşitliliğinin çirkin yanını ortaya çıkarıyor. Kazanımlarını korumaya ve ellerini güçlendirmeye hevesli olan ve seçim zaferi arayışındaki siyasi partiler uykuda olan toplumsal bölünmelerden yararlanma konusunda aşırıya kaçıyor ve birçok durumda toplumda yeni bölünmeler yaratmak için anlaşmazlıklar üretiyor. Bunlar ulusal dokuya zarar veriyor ve birlikten çok anlaşmazlıkları besliyor. Beş yılda bir eş zamanlı seçimler yapılırsa bu eğilimlerin oyun alanı çok daha az olacaktır. Aynı zamanda uyumsuzluk konularının normal günlük söylemden çıkarılmasına da yardımcı olacak.
İlginizi Çekebilir
-
Gelişmekte olan piyasa borsalarında Trump düşüşü
-
Biden, Çin’in yapay zekaya küresel erişimini engellemek için çip kontrollerini genişletiyor
-
Çin, Amerikalı şirketlerin tedarik zinciri değişimlerini yavaşlatıyor
-
Çin ve Hindistan’a Rus petrolü tedarikini engellemek için daha sert ABD yaptırımları
-
ABD, Rusya’nın petrol sektörüne ağır yaptırımlar getirdi
-
Lübnan’da yeni dönem
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 2
Yayınlanma
5 saat önce15/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1
Kredi sıkıntısı
2023 ortasından bu yana bankalar tarafından kredi başvurularının karşılanmasında muazzam bir düşüş var: geçen yılın son çeyreğinde sadece 2022 başındaki ilk şok döneminden değil 2008-2009 krizi sırasında olduğundan bile daha az kredi başvurusu kabul edilmiş.
Dahası, MB’nın ekonominin fazla ısındığı ve kapasite kullanımının sınırlarına ulaşıldığı iddiasına rağmen şirketlerin üretim azalmasına neyin etki ettiği sorusuna verdiği cevaplar temel rolü hiç de kapasite kullanımının değil, ama kredi zorluğunun oynadığını gösteriyor. Bunların şirketlerin tamamen sübjektif görüşlerini yansıttıkları için objektif durumdan ciddi şekilde sapabileceğini göz önünde bulundurmak kaydıyla işletmeler arasında yapılan, üretim artışını sınırlayan temel faktörlerin ne olduğuna dair anketlere bakılırsa gerçekten de teçhizatın eskimesi veya bulunmaması yüzünden üretim kısıtına gidenlerin oranında ciddi bir artış var (2021 martında yüzde 19’dan 2025 eylülünde yüzde 25’e yükselmiş). Ama bu, sayılan diğer faktörlerle karşılaştırıldığında neredeyse önemsiz. Üretimin azalmasında nitelikli işgücü eksiğini öne çıkaranların oranı aynı dönemde yüzde 21’den 42’ye çıkmış; yüksek kredi faizleri için ise bu oranlar yüzde 20’den 44’e, mali kaynak yetersizliği için de yüzde 33’ten 47’ye yükselmiş. Dikkat edin, en paragöz olması beklenen sanayi işletmeleri bile üretim artışına engel olan faktörler arasında işçi ücretlerini saymamışlar; temel etken olarak mali kaynak ve kredi yetersizliği gösterilmiş, bu oranlar da MB’nın kredi faizlerini neredeyse geometrik bir artışla yükseltmeye başladığı geçen yılın ortalarından itibaren fırlamış.
Grafik 2 durumun vardığı kritik noktayı gösteriyor: Rusya’da döner sermaye verimliliği bu yılın ortasından beri faiz oranının altında (öz sermaye verimliliği ise politika faiziyle aşağı yukarı aynı seviyede). Şu, herkesin sadece aklıselimle, özel bir iktisat bilgisi gerektirmeyecek kadar akıl edebileceği bir şeydir: eğer sermaye yatırımı genel faiz oranının altında bir verimlilik getirirse yatırımlar durur ve kaynaklar bankaya (veya aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere değerli kâğıtlara — federal kredi tahvilleri, OFZ, yıllık getirisi yüzde 18-21 dolayında) akar. Demek ki, mevcut risksiz getiri seviyesinde (5 yıl vadeli OFZ’ler için yıllık yüzde 20 kabul edersek), ortalama geri ödeme süresinde yatırım projeleri maliyeti karşılamakla kalmamalı, aynı zamanda başlangıçta yatırılan fonların en az yüzde 150’si kadar toplam net kâr getirmelidir ki verimli kabul edilsin.
Kapitalist Rusya’nın tarihinde ilk defa böyle bir durumla karşılaşılıyor. Şu anda döner sermaye verimliliği OFZ getirisinin üzerinde olan sektörler (yüzde 23-46 arasında) sırasıyla petrol ve doğalgaz üretimi, maden cevheri üretimi, tütün ürünleri, kimyasallar (ilaç dışında), nakliye ve depolama, poligrafi ve selüloz. Geri kalan bütün sektörler bu bandın aşağısında ve bunlar arasında gıda, giyim, su temini ve geri dönüşüm gibi kamunun ihtiyaçları açısından en temel olanlardan başka kalkınmanın motoru saymak gereken elektronik, motorlu araç ve inşaat gibi sektörler de var.
Grafik 3 muhtelif sektörlerde OFZ getirisinin üzerindeki veya altındaki oranlara göre sermaye verimliliğini gösteriyor. Petrol-doğalgaz dışında, metalurji, kimya sanayisi gibi her zaman faizden çok daha yüksek verimlilikte olan sektörler bile öyle anlaşılıyor ki OFZ ile rekabet etmekte güçlük çekiyorlar. En tehlikelisi, makine ve ulaştırma araçları imalatında verimlilik OFZ getirisinin çok altında.
Durumun vahametini gösteren Grafik 4, vergi ve kredi ödemeleri öncesi kredi ödemelerinin net kâra oranını gösteriyor. Grafikten bu yılın ortasında rekor orana ulaşıldığı anlaşılıyor. Ulaştırma araçları imalat sektöründe net yükümlülüklerin faiz, vergi ve amortisman ödemelerinden önceki gayrisafi kâra (EBITBA) oranı yüzde 1700’ü buluyor; inşaat sektöründe yüzde 506, ticari hizmetlerde yüzde 476, otelcilikte yüzde 372, vb. En düşük oranlar, yüzde 40 ile farmakoloji ve 28 ile poligrafide.
Bu durum henüz stagflasyon anlamına gelmiyorsa bile eğilimin devam etmesi durumunda kaçınılmaz olarak stagflasyona yol açar ve stagflasyon da çoğu zaman iflasların tetiklenmesi anlamına gelebilir.
Sermaye kontrolleri
Eğer kontrol sağlanırsa sermaye gene de yatırıma yönlendirilebilir. Bunun için devlet zoru gerekli.
Bu zor giderek zayıflamakla birlikte işletiliyor.
Başlıca zor vasıtası, “dost olmayan ülkelerin” yerleşiklerinin sermaye çıkışına engel olmak için getirilen “C” tipi hesaplar uygulaması. Bu, “milli kapitalizm” vazeden dönemin ruhuna da uygun. Bu hesaplarda birkaç yüz milyar doları bulan muazzam bir sermaye birikimi olduğunu ileri sürenler var ve bu hiç de abartılı olmayabilir, zira uygulamanın bir diğer anlamı, tıpkı Rusya’nın varlıklarının dondurulduğu gibi, Rusya içinde yatırım yapmaktan imtina eden yabancı yerleşiklerin Rusya’daki kâr ve gelirlerinin dondurulması ve Rusya’nın varlıklarının tamamen gaspı durumunda bu varlıklara el konulmasıydı. Dolayısıyla “C” tipi hesaplardaki toplam miktarın olası bir mütakabiliyet durumunda el konulacak diğer varlıklarla birlikte Rusya’nın dondurulan varlıklarına (yaklaşık 300 milyar dolar) yakın bir meblağda olduğu kabul edilebilir.
İkinci bir zor vasıtası yakıt ve enerji alanında faaliyet gösteren 43 şirketler grubuna döviz gelirinin mecburi satışı dayatması. Uygulama ilkin, ilgili şirketlerin döviz gelirlerinin yüzde 80’ini Rusya’daki hesaplara yatırmasını, bunun yüzde 90’ını da (ihracat sözleşmelerinden gelen paranın yüzde 50’sinden az olmamak kaydıyla) satmasını gerektiriyordu. Haziranda bu uygulama yumuşatıldı; döviz gelirlerinin yüzde 60’ını Rusya bankalarına yatırma, bunun da yüzde 80’ini satma şartı getirildi. Ertesi ay eşik yüzde 40’a düşürüldü. Ekim ayında hükümet kararnamesiyle eşikler değişmemekle birlikte ihracat sözleşmelerinden gelen paranın yüzde 25’inden az olmamak kaydı düşüldü.
Özetle şu: mecburi döviz satışı kararnamesi döviz kurunun düşmesinde gerçekten de etkili oldu; ancak MB büyük sermayeye böyle zorlamalardan hiç hoşlanmıyor. Bu da MB ile hükümet arasındaki gerilimlerden birini oluşturdu. MB başkanı Nabiullina birkaç defa, mecburi satış uygulamasının sadece geçici bir tedbir olduğunun altını çizdi (“bana kalsa hemen kaldırırım,” havasında söylenmiş ifadelerle); hükümet ise ısrarla, uygulamanın iç piyasada etkisini göstermekte olduğunu, iç döviz piyasasının istikrarında önem taşıdığını ve döviz likiditesinde yeterli bir seviyenin bu sayede yakalandığını vurguladı.
Üçüncüsü bir zor değil ama teşvik vasıtası: Çin’deki Hong Kong ve Şanghay örnek alınarak açılan iç offshore bölgeleri. Bunlar ülkenin iki ucunda, Kaliningrad’da Oktyabrskiy ve Vladivostok’ta Russkiy adaları. Bu süreç devam ediyor, ancak sermaye çıkışına etkisi üzerine herhangi bir çalışmaya rastlamadım.
Faizle yarışan problem: sermaye çıkışı
Demek ki temel sorun sermaye hareketlerinin sınırlandırılması, en önemlisi de sermaye çıkışının engellenmesi.
Bunun üzerinde durmak gerek.
Sermaye çıkışı Rusya kapitalizminin asalak niteliğini gösteren en özgül kategorilerden biridir, zira bu çıkışın büyük bölümü offshore hesaplarına akan istiftir.
Grafik 5 bu muazzam servet aktarımını gösteriyor. (2024 son çeyrek verileri henüz yayınlanmadı; ancak benim sermaye çıkışı tahminimle radikal bir farklılık olacağını sanmıyorum.) Grafikte 1990’lı yılların bir önemi yok; bu yıllarda hesap-kitap olmadığı gibi sermaye çıkışı adı altında soygun halkın servetinin yok pahasına satılmasından ve mülk edinilmesinden ibaretti. Ama 2000’lerin başından 2008 krizine kadar sermaye çıkışının sınırlandığı görülüyor. Verilere bakılırsa, küçük bir hesapla, sadece şimdiki MB başkanı Nabiullina’nın görev döneminde toplam 897 milyar özel sermaye çıktığı anlaşılıyor.
Bununla birlikte 2022’deki durum bir istisna. 2022’de toplam 243 milyar dolar sermaye çıkışı oldu. Bu, GSYH’nın yüzde 10’dan fazlasına denk düşüyordu. Çıkış başlıca dört kanaldan gerçekleşmişti: avans ve ticaret kredileri (66 milyar dolar) — bu büyük ölçüde, yaptırımlar sonrası meydana gelen uluslararası ticaret şartlarının sonucuydu; banka vb. borç-kredi ödemeleri (62 milyar dolar); yabancı bankalardaki mevduat (33 milyar dolar); nakit döviz (14 milyar dolar); doğrudan yabancı yatırımların geri çekilmesi (40 milyar dolar) — bu da kısmen yaptırımlar sonrası başka yargı bölgelerinde sıkışan Rusya’ya ait varlıkların geri alınması için kaynak aktarılmasından kaynaklanıyordu.
İstikrar halkaları: dış ticaret
İhracat ve ithalat rakamlarında belli bir istikrar yakalanmış görünüyor. Grafik 6, petrol ve doğalgaz ihracatındaki düşüşün dibine varıldığı şeklinde de yorumlanabilir; aylık toplam ihracat rakamları (ortalama 35-36 milyar dolar) 2023 ortalarından beri pek az değişik gösteriyor. Demek ki ihracat ortalaması 2019 miktarına erişti ve az çok sabitlendi. Benzer bir durum ithalatta da var; burada 2023 boyunca özellikle Çin bankalarında ödeme güçlüğünün etkisi gözlenebiliyor, ama aşağı yukarı bahardan bu yana istikrar yakalandığı anlaşılıyor. Bu da ödeme probleminin çözüldüğüne yorulabilir. Aynı şekilde dış ticaret fazlası da sabitlenmiş durumda.
Grafik 7’de resmedilen tablo, petrol fiyatlarında yakalanan belli bir istikrar ve Ural petrolüne getirilen 60 dolar tavan fiyatı uygulamasının kesinkes işlememesinden başka Ural ve Brent petrolleri arasındaki makasın kapanması da (bu durum, Ural petrolünde uygulanan indirim miktarının azalması, yani gelirin artması demek) döviz gelirlerinde olası bir istikrara tanıklık ediyor.
Geleceği belirsizleştiren başlıca faktör Trump yönetiminde İran’a yaptırımların ağırlaştırılması ve Çin’le gümrük savaşlarının kızışması; her iki durum da petrol talebi üzerinde beklenmedik etkiler yaratabilir. Bundan başka bir faktör daha var. Eğer Beyaz Saray yönetiminin giderayak getirdiği yaptırımlar Trump döneminde korunursa petrol ihracatını etkileyecektir. Bunların en önemlileri Gazprom Neft ve Surguneftegaz’a, ayrıca Rusya’nın petrol ve sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatının önemli bölümünü yaptığı “gölge filonun” 180 tankerine getirildi. Bu ikincisiyle bağlantılı olarak Baltık’a provokasyon beklenebilir.
GÖRÜŞ
Trump neden dört ülkenin toprak ve egemenliğine göz dikti?
Yayınlanma
24 saat önce14/01/2025
Yazar
Ma XiaolinYeni yılın başında, Beyaz Saray’a ikinci kez girmeye hazırlanan Amerika’nın seçilmiş Cumhuriyetçi Başkanı Donald Trump, sık sık çılgınca açıklamalar yaparak dört ülkenin toprak ve egemenliğine göz dikti. “Amerika’nın topraklarını ve egemenliğini büyütmek” gibi bir tavır sergileyerek komşu ülkeleri huzursuz etti ve geniş çapta şikayetlere yol açtı. Trump, ilk dönemine kıyasla daha pervasız ve keyfi bir zorbalık tavrı sergiledi. Bu davranışı sadece Kanada, Meksika, Panama ve Danimarka gibi müttefikleri ve ortakları şok edip rahatsız etmekle kalmadı, aynı zamanda görev süresinin sonuna yaklaşan Demokrat Parti hükümetini de utandırdı ve çeşitli kanallar aracılığıyla onun absürt açıklamalarını ve eylemlerini düzeltmek zorunda bıraktı.
Trump’ın büyük bir güç liderine yakışmayan ve uluslararası ilişkiler normlarını ihlal eden bir dizi davranışı, aşırı bencil bir “Amerikan istisnacılığı” ve “önce Amerika” hegemonyacı duruşunu yansıtıyor. Bu davranışlar, “Trump 2.0” döneminde dünya düzenini, uluslararası ilişkileri daha da bozacağını ve büyük güçler arasındaki rekabeti ve çatışmaları artıracağını, ABD’nin izolasyonunu hızlandıracağını ve küresel “anti-Amerikancılığı” körükleyeceğini gösteriyor.
8 Ocak’ta (Doğu Zaman Dilimi), Trump, dünya çapındaki eleştirilere ve derin endişelere aldırmadan, kendi sosyal medya platformunda sözde “yeni bir harita” yayımladı. Bu harita, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Danimarka’ya bağlı Grönland ve hatta Meksika ile Orta Amerika’nın bazı bölümlerini tek bir varlık haline getirerek, sarı renkle işaretlenmiş ve ulusal sınırları ortadan kaldırmıştı. Meksika Körfezi, bu süper sarı haritanın bir iç denizi gibi görünüyordu. Trump her ne kadar herhangi bir açıklama yapmasa da, bu haritanın Trump’ın zihnindeki yeni kıta ve yeni dünya haritası olduğu, onun sık sık dillendirdiği “Yeni Amerikan İdari Haritası” olduğu açıktı.
7 Ocak’ta Trump, Amerika ve Kanada’yı birleştiren sarı bir Kuzey Amerika haritası yayımlamıştı. Bu harita, neredeyse tüm Kuzey Amerika kıtasını kaplayan “UNITED STATES” (Birleşik Devletler) yazısını barındırıyordu. Aynı gün Trump, gazetecilerin sorularını yanıtlarken, Panama Kanalı ve Grönland üzerindeki kontrolü “askeri veya ekonomik zorlamalar” yoluyla elde etmeyi dışlamayacağını açıkça ifade etti. Amerika ile Meksika arasındaki Meksika Körfezi’nin adını “Amerika Körfezi” olarak değiştirme önerisinde bulundu ve “Bu isim kulağa çok güzel geliyor” dedi.
Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı’nı Amerikan kontrolü altına alma fikri yeni değil; bu, ilk dönemine veya daha öncesine kadar uzanıyor. Bu, “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” amacıyla tüm uluslararası su yollarını kontrol etmeye yönelik geleneksel hegemonyacı düşünceyi ve stratejik güvenlik eksikliğini yansıtıyor. Gerekçesi ise bu iki stratejik öneme sahip denizcilik boğazının Çin veya Rusya’nın eline geçmesinden duyduğu endişe ve Grönland’ın sahip olduğu nadir toprak kaynaklarına duyduğu arzudur. Bu esasen, “azalan hegemonya sendromu” ve “Çin tehdidi teorisi”nin yükseltilmiş bir versiyonuna dayanıyor ve Çin, Rusya ve ilgili ülkeler arasındaki ilişkileri daha da germeyi hedefliyor.
Trump’ın Grönland’a duyduğu tutku uzun zamandır biliniyor ve bu tutkunun Amerikan hegemonyası mı yoksa kendi ailesinin serveti için mi olduğu ayırt etmek zor. Bu aynı zamanda küresel ısınmayı inkar eden ve karbon emisyonu kontrolüne karşı çıkan görüşlerinin ikiyüzlülüğünü de ortaya koyuyor. Bu durum, karbon emisyonlarının aşırı salınımının dünya sıcaklıklarının artmasına, Kuzey Kutbu buzullarının erimesine ve dünya denizcilik yollarının düzeninin değişmesine neden olacağı gerçeğini bildiğini gösteriyor.
Batı medyası, Trump’ın uzun süredir Grönland’ı satın alma planları yaptığını ortaya koydu. 2019’da Trump, Amerika’nın Grönland’ı nasıl satın alabileceğini araştırmaları için yardımcılarını sürekli teşvik ettiğini doğrulamış ve bu anlaşmayı “temelde büyük bir emlak anlaşması” olarak nitelendirmişti. 2020’de Trump yönetimi, Grönland’da Amerikan konsolosluğunu yeniden açarak, Amerika ile Grönland ve onun sakinleri arasındaki bağları güçlendirmeyi ve nüfuzunu artırmayı hedefledi. Özetle, Grönland, Amerika için en az üç stratejik değere sahiptir: kaliteli maden kaynakları için mücadele, askeri üstünlük noktalarını kontrol etme ve Kuzey Kutbu ile Kuzey Kutbu deniz yolları üzerindeki hakimiyet.
Kuzey Amerika’nın kuzeydoğusunda ve Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan Grönland, yalnızca 75.000 nüfusa sahip olan dünyanın en büyük adasıdır. 1814 yılından bu yana Danimarka’nın özerk bir bölgesi olan Grönland, zengin maden, doğal gaz ve petrol kaynaklarına sahiptir. Avrupa Komisyonu tarafından Avrupa’nın geleceği için kritik kabul edilen 34 “önemli ham madde”den 25’i Grönland’da bulunmaktadır. Bunlar arasında pil, rüzgar türbinleri ve elektrikli araç üretiminde kullanılan lityum ve grafit gibi ham maddeler yer almakta ve bu kaynakların gelecekte Çin tarafından tekelleştirilebileceği öngörülmektedir. Günümüzde, küresel lityum üretimi Avustralya, Şili ve Çin’de yoğunlaşmış durumdayken, grafit üretiminin %65’i Çin’in kontrolü altındadır. Batılı uzmanlar, ABD’nin Grönland’ın nadir toprak kaynaklarını kontrol etmesi durumunda Çin’i Batı’nın teknoloji ve sanayi dünyasından tamamen izole edebileceğini savunmaktadır.
Geleneksel yakıtlı araçların gerileme dönemine girdiği ve yeni enerji araçlarının rekabetinin arttığı bu dönemde, Trump ve arkasındaki Amerikan sermaye grubu, Grönland’a bir köpekbalığının kan kokusunu alması gibi aç bir şekilde yaklaşmaktadır. Grönland’ı hemen ilhak edip, ABD’nin Avrupa ve Çin’e karşı pil ve elektrikli araç üretimindeki rekabet avantajını güçlendirme arzusundadır. Bu tutku, Trump’ın iş dünyasından gelen bir politikacı olarak içgüdülerini ve sermaye genişlemesinin temel dürtüsünü yansıtmaktadır.
Grönland, ABD’nin en kuzeyindeki Thule Hava Üssü’ne ev sahipliği yapmaktadır. Bu üs, kalıcı olarak Amerikan birlikleri ve balistik füze uyarı sistemlerini barındırmaktadır. 1951 yılında ABD ile Danimarka arasında imzalanan “Grönland Savunma Anlaşması” kapsamında, ABD geniş çaplı savunma işbirliği ve ada üzerinde üs kurma, kullanma hakları elde etmiştir. Bugün, ABD askeri gücünü küresel ölçekte azaltırken ve büyük güç rekabeti giderek artarken, özellikle Avrupa bağımsızlık bilinci kazanıp transatlantik bağlarını gevşetirken, Grönland’ı sıkı bir şekilde kontrol altında tutmak, ABD’nin coğrafi avantajlara sahip olan Rusya’yı ve stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve askeri güç arayışındaki Avrupa’yı daha iyi dizginlemesine olanak tanımaktadır.
Grönland ayrıca ABD için Avrupa’ya geçiş sağlayan bir “kuzey orta durağı”dır. İklim değişikliği, Kuzey Kutbu’ndaki buz tabakalarını ve buzulları hızla eritmeye devam ederken, Kuzey Kutbu deniz yollarının yıl boyunca kesintisiz geçişe uygun hale gelmesi beklenmektedir. Bu rotalar, Amerika ve Batı Pasifik limanlarından Avrupa’ya daha kısa bir güzergah sağlayarak, ekonomik, askeri ve stratejik olarak büyük bir değer taşımaktadır. “Soğuk Su Süveyş Kanalı” olarak adlandırılan bu rotalar, Amerika için kaçırılmaz bir fırsattır. Son yıllarda Rusya, Kuzey Kutbu deniz yollarının geliştirilmesine ve bu yollar üzerindeki liman inşaatlarına ağırlık verirken, Çin ise 2018 yılında “Buz İpek Yolu” önerisini sunmuş ve Rusya ile işbirliğini güçlendirmiştir. Bu gelişmeler, ABD’nin stratejik kaygılarını artırmış ve Trump yönetiminin Grönland’a olan ilgisini daha da yoğunlaştırmıştır.
Trump, Avrupa’daki Amerikan ortaklarını korkutmak için Çin ve Rusya’yı birer “korkuluk” olarak kullanmış ve şu ifadeleri dile getirmiştir: “Ulusal güvenlik nedenleriyle Grönland’a ihtiyacımız var. Özgür dünyayı korumaktan bahsediyorum… Her yerde Çin gemileri, her yerde Rus gemileri var. Bunun olmasına izin vermeyeceğiz.” Trump, Grönland ile ilgili tehditkâr açıklamasını yapmadan saatler önce, oğlunu bu adayı ziyaret etmeye göndermiş ve bu durum onun ne kadar aceleci olduğunu göstermiştir.
Trump, başkanlığına geri döndükten sonra ABD’nin Panama Kanalı’nı kontrol etmesi gerektiğini öne sürerek, Grönland üzerindeki emellerine benzer şekilde, ABD çıkarlarını güvence altına almayı amaçladığını açıkça ortaya koymuştur. Bu, doğrudan Çin’i hedef alan ve ABD’nin Çin’in gelişimini engellemeye yönelik ulusal stratejisine hizmet eden bir harekettir. Trump, “Panama Kanalı ABD için çok önemli ama şu anda Çin tarafından işletiliyor” demiş ve Panama’nın “Amerika’nın geri verdiği bu hediyeyi kötüye kullandığını” iddia ederek, ikili anlaşmaları ihlal ettiğini ve Amerikan gemilerinden “diğer ülkelerin gemilerinden daha yüksek” geçiş ücretleri talep ettiğini öne sürmüştür. Panama hükümeti, Trump’ın bu tür suçlamalarını kesin bir şekilde reddetmiştir.
Karayip Denizi ile Pasifik Okyanusu’nu birbirine bağlayan Panama Kanalı, 1904-1914 yılları arasında ABD tarafından inşa edilmiştir ve Asya’dan Amerika’nın doğu kıyısındaki limanlara giden rotayı büyük ölçüde kısaltmıştır. 1970’lerde, ABD ve Panama, kanalın sürekli tarafsız kalmasını sağlamak için bir anlaşma imzalamıştır. 1979 yılında ABD, kanalın kontrolünü Panama’ya devretmiştir. 1999 yılında ise iki ülke arasındaki iş birliği sona ermiştir ve şu anda Panama Kanalı, Hong Kong merkezli bir şirket tarafından işletilmektedir. Trump’ın Çin şirketini kanalın işletimi üzerinden eleştirmesi, ticari işbirliğini siyasi bir araç haline getirme ve jeopolitik baskı uygulama çabasıdır. Bu durum, Çin ve Panama arasındaki ilişkileri bozmayı amaçlamakta ve her iki ülkeye yönelik ticari ve jeopolitik şantaj olarak görülmektedir.
Trump’ın son dönemde sergilediği genişleme arzusu ve ABD’nin “yeni haritasını” yayımlaması yaygın bir paniğe neden oldu. Batı kamuoyu, askeri fetihlerle dünya toprak alanı bakımından dördüncü sıraya yükselen ABD’nin, yeniden topçu gemisi diplomasisi çağına dönmeye çalıştığı ve zorla veya yağma yoluyla topraklarını genişletme peşinde olduğu endişesini taşıyor. Bu, dünyanın coğrafi, jeopolitik ve siyasi haritasını yeniden yazabilir. Özellikle Grönland, özerk bir bölge olarak teorik ve yasal olarak bağımsızlık ve egemenlik seçimini referandum yoluyla yapma özgürlüğüne sahiptir. Ancak merkezi hükümetle uzun süredir yaşadığı gerilim, Danimarka hükümetinin Trump’ın sözlerinden dolayı özel bir endişe duymasına yol açtı.
2009 yılında Danimarka ve Grönland’ın özerk hükümeti bir anlaşmaya vardı ve Grönland’ın yalnızca bir halk oylaması düzenledikten sonra bağımsızlık ilan edebileceğini kararlaştırdı. Grönland Başbakanı Múte Bourup Egede, bu yılki Yeni Yıl konuşmasında, “Ülkemizin bir sonraki adımı atma zamanı geldi,” diyerek, Grönland’ın sömürge dönemi zincirlerinden kurtulması ve uluslararası arenada kendini temsil etmesi gerektiğini belirtti. Danimarka Başbakanı Frederiksen, ABD’nin Grönland’ı askeri güç kullanarak kontrol altına almasına karşı olduğunu açıkça ifade ederken, “Her şey Grönland halkına saygı çerçevesinde ilerlemelidir” şeklinde konuştu. Analistler, bu açıklamaların Grönland’ın coğrafi ve ekonomik olarak Danimarka ile sıkı bir bağ içinde olmasına rağmen, ABD’nin süper güç statüsünü kullanarak Grönland’ı bağımsızlığa zorlaması veya hatta ABD’nin bir federal eyaleti haline getirmesi ihtimalini dışlamadığını gösterdiğini belirtiyor.
Trump’ın Grönland üzerindeki kararlı ve tehditkâr tavrı ile Grönland’ın İnuit yerlilerinin sömürge yönetiminden kurtularak bağımsız olma potansiyeli göz önüne alındığında, Danimarka son günlerde en kötü senaryoların gerçekleşmesini önlemek için bir dizi önlem aldı. Danimarka Savunma Bakanlığı, Grönland’ın askeri savunmasını ve altyapısını güçlendireceğini duyurarak, Arktik topraklarını ve egemenliğini koruma konusundaki kararlılığını gösterdi. Danimarka Kralı X. Frederick, 1972’den bu yana ilk kez Danimarka ulusal armasını değiştirerek Grönland ve diğer bölgelerin egemenlik sembollerini vurguladı ve güçlendirdi.
ABD’nin Avrupa’daki ortakları, Trump’ın Grönland üzerindeki toprak hırslarını neredeyse oybirliğiyle eleştirdi. Trump’ın Grönland’ı ekonomik ve askeri yollarla zorla ilhak etmesinden endişe ediyorlar. Daha da kötüsü, ABD’nin askeri güç kullanarak adayı ele geçirmesi durumunda NATO’nun kolektif savunma mekanizmasını tetiklemesi ve diğer NATO üyelerinin başka üye devletlere saldırmasının önünü açması ihtimali. Bu durum, diğer 30 üye devleti Danimarka’yı savunmaya zorlayarak, ABD ile felaket niteliğinde bir “NATO iç savaşı”na yol açabilir.
Trump’ın tehlikeli söylemleri, görevden ayrılmaya hazırlanan Biden yönetimi için de bir diplomatik krize neden oldu. Bu durum, Demokrat Parti’nin korumaya çalıştığı transatlantik ilişkileri ve ittifak sistemini büyük bir sarsıntıya uğrattı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Trump’ın önerilerinin gerçekçi olmadığını ve uygulanmayacağını belirterek, Biden yönetiminin müttefiklerle yakın iş birliği içinde olmanın daha iyi sonuçlar getireceğine inandığını, müttefikleri uzaklaştırabilecek davranışlardan kaçınması gerektiğini vurguladı. ABD’nin Danimarka Büyükelçiliği, 9 Ocak’ta Grönland’daki Amerikan askeri varlığını artırma planı olmadığını açıkladı. ABD Savunma Bakanlığı ise 8 Ocak’ta Grönland’a “istila” planları hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığını vurguladı ve bu gibi senaryoların bir sonraki yönetimin tartışacağı konular olduğunu belirtti.
Trump’ın genişleme hezeyanları, Kanada ve Meksika’ya da büyük sıkıntılar yaşattı ve “tilki bile evine en yakın yerde avlanır” gibi, siyasi ve diplomatik normlara tamamen aykırı bir davranışı ortaya koydu. Trump, defalarca Kanada’nın ABD’nin “51. eyaleti” olması gerektiğini iddia etti. Hatta diplomatik protokolü hiçe sayarak, Kanada Başbakanı Trudeau ile yaptığı yüz yüze görüşmede bu talebini doğrudan dile getirerek onu oldukça utandırdı ve Kanada’da hem iktidar hem muhalefet kanadında geniş çaplı öfkeye neden oldu. Trump’ın Meksika Körfezi’ni “Amerikan Körfezi” olarak yeniden adlandırma provokasyonuna gelince, Meksika Devlet Başkanı Sheinbaum, “Neden Amerika Birleşik Devletleri’ne ‘Meksika Amerika’sı’ diyemiyoruz?” şeklinde sert bir şekilde yanıt verdi. Sheinbaum, medyaya 17. yüzyıla ait bir dünya haritası gösterdi. Haritada yalnızca Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş bir coğrafi isim olan “Meksika Körfezi” açıkça işaretlenmekle kalmıyor, aynı zamanda ABD’nin mevcut toprakları da “Meksika Amerika’sı” olarak tanımlanıyordu.
Gözlemciler, Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı üzerinde kontrol sağlama arzusunun gerçekçi olduğunu düşünürken, Kanada’nın egemenliği ve Meksika Körfezi üzerindeki hırslarının daha çok yüksek baskı taktiği olduğunu belirtiyor. Bu, iki ülkeyi ticaret tarifelerinde daha fazla taviz vermeye zorlayan “Trump tarzı” bir strateji olarak değerlendiriliyor. Daha geniş bir açıdan bakıldığında ise Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı üzerindeki kontrol tehditleri, Avrupa, Çin ve hatta Rusya’ya yönelik stratejik bir şantaj niteliği taşıyor. Bu tehditler, AB’yi ABD’ye ticaret ve sanayi rekabeti konusunda daha fazla imtiyaz vermeye; NATO’nun Avrupa’daki ortaklarını, savunma bütçelerini GSYH’nin %2’sinden %5’e çıkarmaya ve böylece ABD’nin yükünü hafifletmeye; ve Çin ile Rusya’yı büyük güçler arasındaki rekabet alanında ABD’ye boyun eğmeye zorlamayı amaçlıyor.
Trump’ın yakın müttefiki Elon Musk’ın son dönemde Avrupa iç siyasetine sık sık açık müdahalelerde bulunmasıyla bağlantılı olarak, “Trump 2.0” yönetim tarzının ilk dönemine kıyasla daha zorba bir tutum sergileyeceği açıkça görülüyor. Bu yaklaşım, uluslararası normları, diplomatik nezaket kurallarını ve küresel düzen düzenlemelerini tamamen göz ardı ediyor. Bu da Trump’ın önümüzdeki dört yıl boyunca dünyaya sonsuz sıkıntılar yaşatacağını ve küresel çapta belirsizlik ve sürekli bir korku dönemine yol açacağını gösteriyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) seçilmiş başkanı Donald Trump, ikinci dönemini endişeyle bekleyen dünya için eteklerinde bolca sürprizle gelecek gibi gözüküyor. Zira, Panama, Grönland ve hatta Kanada konusundaki çıkışlarını sadece Trump’ın patavatsızlığı olarak değerlendirmemek gerekir. Israrla bu konuları gündemde tutmasına bakılırsa ABD yeni dönemde alıştığımızın dışında bir strateji izleme yolunda.
ABD’nin emperyalist yaklaşımı, tarihsel olarak Avrupa tarzı emperyalizmden farklı bir çizgide ilerledi. Batı Avrupa ülkeleri, sınırlı topraklara ve kaynaklara sahip oldukları için, sömürgecilik döneminde ekonomik kazanç elde etmek amacıyla genişlemeye yöneldi. Başta İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, dünyanın çeşitli bölgelerinde toprak işgal ederek ekonomik değer merkezlerini kontrol altına almayı hedefledi.
ABD’nin geniş kıtasal toprakları ve zengin doğal kaynakları, bu tür bir motivasyonu büyük ölçüde gereksiz kıldı. ABD, kendi sınırları içinde endüstriyel devrimini gerçekleştirdiğinde hala devasa ve zengin kaynaklarla dolu bir kıtayı işliyordu. Bugün ise dünyanın en üretken hizmet ekonomilerinden birine sahip olan ABD için, ekonomik kazanç amacıyla toprak işgal etmek çoğu zaman en mantıklı strateji değil.
Bu yüzden Amerikan tarzı emperyalizm ekonomik değil, güvenlik odaklıdır. ABD için önemli olan büyük topraklar üzerinde hakimiyet kurmak değil ama (özellikle deniz) ticaret yollarına hükmetmek ve başta enerji olmak üzere olası rakiplerinin kritik kaynaklara ulaşımını sınırlandırmaktır.
Dolayısıyla ABD, büyük toprak parçalarını işgal etmek yerine, stratejik öneme sahip küçük ve savunması kolay bölgelerle ilgilenir. Bu bölgelerin düşük nüfuslu olması, güvenlik riski yaratmaması ve ABD’nin rakiplerinin stratejik fırsatlarını sınırlaması esastır. Bu yaklaşım, ülkenin güvenlik çıkarlarını maksimize ederken idari yükü minimize etmeyi amaçlar. Bu perspektiften bakıldığında, ABD’nin ilgisini çekebilecek bölgelerin sayısı sınırlıdır.
ABD’nin Stratejik Öncelikleri
Amerika Birleşik Devletleri, Pasifik’te stratejik önem taşıyan birçok bölgeyi hâlihazırda kontrol etmekte. Kuzey Mariana Adaları, Guam ve Amerikan Samoası gibi bölgeler, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında ve 1800’lerin emperyalizm çağında kazandığı topraklar. Bu alanlar, ABD’nin hem kendi güvenliğini sağlaması hem de Asya-Pasifik bölgesindeki askeri üsler ve deniz rotaları açısından kritik öneme sahip.
Eğer ABD, güvenlik çıkarlarını Afrika’ya genişletmek isterse, Sao Tome ve Principe gibi küçük ada devletleri, ABD’nin ilgisini çekebilecek stratejik noktalar. Afrika’da Sao Tome, 200.000 kişilik nüfusu ve stratejik konumu ile stratejik olarak Batı Afrika’nın tamamına erişim imkânı sunuyor. Bu bölge, Güney Afrika’dan Senegal’e kadar geniş bir coğrafyada ABD’ye askeri üstünlük sağlayabilir.
Benzer şekilde, Sokotra gibi Yemen’e ait adalar da dikkat çekici. Sokotra, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Afrika’nın doğu kıyısına erişim sağlamak açısından stratejik bir konuma sahip. Ancak bu adaların ele geçirilmesi, ABD’nin Afrika’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir taahhütte bulunmasını gerektirir ki bu şimdiye kadar herhangi bir Amerikan hükümetinin benimsemediği bir stratejidir.
Yeni Ticaret Rotaları
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmadan önce gündeme getirdiği Panama ve Grönland gibi bölgeler ise ABD’ye ciddi yönetim ve altyapı yükü getirebilir.
Örneğin, Panama Kanalı stratejik bir öneme sahip olsa da, Panama’nın büyük nüfusu ve sosyal sorunları, ABD için yönetimsel bir yük oluşturabilir. 4 milyonu aşkın nüfusu ve uyuşturucu kaçakçılığı sorunları, ABD’nin bu bölgeyi doğrudan kontrol etmesini zorlaştırır. Zaten mevcut durumda ABD’nin, Panama Kanalı üzerinde tam geçiş hakkına ve askeri önceliğe sahip olması doğrudan işgali gereksiz kılıyor.
Grönland ise Kuzey Kutbunun yükselen stratejik önemi nedeniyle daha ön planda. Özellikle buzulların erimesiyle ortaya çıkan yeni ticaret yollarında söz sahibi olmak burada varlık göstermeyi gerektiriyor. Düşük nüfusuna rağmen devasa bir toprak parçasına sahip olduğu ve zorlu yaşam koşulları nedeniyle Grönland’ın tam kontrolü yüksek bir maliyet gerektiriyor. Ayrıca, Grönland’ın mevcut yöneticisi olan Danimarka, ABD ile güçlü bir müttefiklik ilişkisi sürdürüyor ve ABD’nin Grönland üzerindeki güvenlik taleplerini karşılıyor. Grönland’ın ABD’ye bağlanması, Danimarka ile yakın ilişkilerine zarar verebilir ve Amerikan politikasında gereksiz bir yük oluşturabilir, ittifaklarını sorgulanabilir hale getirebilir. Fakat ilginçtir ki, Trump işbirliği yerine Grönland’i ABD hakimiyetinde görmek istiyor ve bunu ekonomik gerekçelere dayandırıyor.
Amerikan Stratejisinin Geleceği
ABD’nin mevcut güvenlik stratejisi, dolaylı kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Doğrudan toprak kontrolü yerine, müttefik ülkelerle iş birliği yaparak stratejik bölgelerde etkisini sürdürerek hem maliyetleri düşürüyor hem de yerel halkların tepkisini minimize etmeye çalışıyor. ABD’nin toprak işgaline dayalı bir genişleme stratejisi benimsemesi birçok riski beraber getirecektir. Umuyoruz, Trump ile cesur yeni bir dünya için kemerleri bağlamış ve ülkemiz için oluşacak risk ve fırsatları belirlemişizdir.
AB, Amerikan teknoloji şirketlerine yönelik soruşturmalarını yeniden değerlendiriyor
Endonezya beklenmedik şekilde faiz oranlarını düşürdü
Trump’ın Pentagon tercihi Hegseth: İsrail Hamas’ın her bir üyesini öldürmeli
Merz, Almanya’da ‘ekonomiyi iklimin önüne koyma’ sözü verdi
2025’te ABD-Çin rekabetinin uzay girişimlerinin finansmanını artırması bekleniyor
Çok Okunanlar
-
AMERİKA5 gün önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA5 gün önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DÜNYA BASINI4 gün önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Belarus’ta seçimler yaklaşırken Batı yanlısı muhalefet ne diyor?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Avrupa, Küresel Güney ile ABD arasında köprü olabilir’