Bizi Takip Edin

Görüş

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 5

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan’da “çeşitliliğin birliğini” anlamlandırmaya dair notlar

Hindistan için “çeşitliliğin birliği” diye basmakalıp bir deyiş var. Ancak bu ne kadar anlaşılır? Ya da Hindistan ulusundan söz ederken basitçe “Hint” olarak ifade ederiz. Ancak bu ne ölçüde anlaşılır?

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4

İkinci sorudan başlamam gerekiyor; yaşadığımız çağdaki dünya politikası sisteminin “ulus-devlet” düzeni üzerine kurgulanmış bir versiyonunu deneyimlediğimiz için her devletin bir ulustan oluştuğu üzerine genelleme bir varsayım dikkate alarak tanımlama yapmak durumundayız. Dolayısıyla bu, Hindistan söz konusu olduğunda “Hint” olarak karşılığını buluyor. (Bunun “Hintli” olarak yanlış kullanımına denk gelmek açıkçası irite edici…) Ancak ulus tanımını dikkate aldığımızda bu üstünkörü açıklama bir anda bulanıklaşıyor Kİ bir ulusta ortak tarih, dil ve kültürel karakter gibi birleştirici elementler yer alır; hatta bazıları daha da ileri gider ve bir soyağacı bekler. Ve böyle bir a priori veya verili düşünmeye koşullandığımız için işler bir anda karmaşıklaşır ve Hindistan ulusuna Hint demek bir anda kulağa yanlış bir çağrışım gibi gelir. Burada durumu kurtaran parametre “ulus” kavramı yerine veya bundan daha çok, yani ulus konseptini dışlamayarak ancak “toplum” nosyonunu odak alarak düşünmektir. Yani, Hindistan toplumu alışılmışın sınırlarını aşan, olağanüstü düzeyde çeşitli, katmanlı, karmaşık ve girift halk ve toplulukların oluşturduğu bir ulustur ve biz böylece bunu Hint ulusu diye ifade ederiz, diyerek durum bir ölçüde kurtarılabilir.

İşte burada -özellikle Hindistan’a atfedilen- “çeşitliliğin birliği” fenomeni devreye giriyor.

Evet, Hindistan, çeşitliliğin birliğidir; diğer deyiş ile Hindistan toplumu ya da diğer deyiş ile Hint ulusu, çeşitliliğin birliğidir VE öyle de olmalıdır, öyle de kalmalıdır.

Ancak burada devasa “çeşitliliği ayrıntılamak” niyetinde değilim, o zaman yukarıdaki gibi yüzeysel genelleme yolu ile bir kalıp çizerek durumu kurtarmak çok zor ki başlı başına böyle bir kalıp inşa etmek zaten çok sağlıklı olmaz. Aksine biz burada bu kalıbı “çeşitliliğin birliği” üzerine yani paradoksal olarak “birliğin” nasıl “ayrımlardan” gelişebildiği üzerine inşa etme yoluna gideceğiz; kulağa ironik geldi, değil mi?

Toplumsal düzlemde ilk söylenmesi gereken sosyal katman veya katmanlı yapı.

Bu, -tarih boyunca göç sirkülasyonunun etkisini de göz ardı etmeden- esas olarak “kast sistemi”nden gelir.

Burada öncelikle bir noktaya açıklık getirmek şart:

“Kast” aslında ve basitçe terminoloji olarak İngilizceden Hindistan toplumuna uyarlanagelmiş bir sözcük ve aslında sağlıksız bir anlaşılmaya neden olur. Başka anlatım ile “kast”, Hindistan bağlamında tarihsel olarak sosyal açıdan önemli iki farklı fikri kapsayan, belirsiz bir İngilizce terim: Bu iki farklı fikir “varna” ve “jati”dir. Hindistan toplumundaki kast fenomeninin, eski Avrupa geleneğindeki “kast” ve/veya “sınıf” olgusundan aslında çok farklı dinamikleri var VE ÜSTELİK Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Ancak yanlış bir kabul de olsa kast sistemi olarak kanıksanmış ve içselleştirilmiş olduğu için böyle de ifade etmeye devam edeceğiz ama en azından anlaşılabilir kılmak adına temel bir ayrımlama yapmalıyız. Hindistan için “kast sistemi” olarak dediğimiz şey çoğunlukla (veya yalnızca) “varna” katmanlaşması yani “varna sistemi” olarak anlaşılır ve böylelikle –çoğu Hint olmayanların düşündüğü şekli ile– Hindistan toplumu en azından dört rütbeye ayrılır:

“Hiyerarşik” sıra ile;

Brahminler (rahipler, entelektüeller)

Kshatriyalar (savaşçılar ve hükümdarlar)

Vaishyalar (tüccarlar, sanatkarlar, bazı çiftçiler)

Shudralar (emekçiler/işçiler)

Ve bunların altında “kasta dahil edilmeyen” veya “kast dışı” kalan Dokunulmazlar veya Dalitler var.

Buraya bir parantez açmak istiyorum, sonra konuya geri döneriz:

(Önceden esasen ismini Güneydoğu Hindistan’daki bir kabileden alan Parya ifadesi kast dışı kalmışlar veya dokunulmazlar için yaygın olarak kullanılıyordu. Parya esasen Tamilce davul(cu) anlamına gelir. Ancak sonrasında toplumda bu ifadenin çok aşağılayıcı olduğuna dair bir anlayış birliği gelişmiş ve yerine zamanla Dalit ifadesi geçmiş. Gerçi Dalit sözcüğü de bazılarınca aşağılayıcı bir ifade olarak kabul edilir. Aslında Hindistan toplumunda kast dışı kalanları niteleyen Harijan vs. gibi daha birçok ifade var. Oysa Harijan Tanrı’nın çocukları anlamına geliyor. Aslında Harijan Gandhi’ye Dalit ise Ambedkar’a atfedilir. Neyse, bu arada, Hint toplumunda birisi onları aşağılamak istediğinde kimse aslında Dalit olduklarını söylemiyor. Bunun yerine daha çok onlara Bhangi, Chamar gibi kast isimleri ile seslenirler veya onlara Achhoot yani dokunulmaz veya Planlanmış Kast/Kabile veya “ayrılmış kategori” derler. Neyse, Dalit ifadesi ise Sanskrit dal kökünden gelir ve ezilmiş, bastırılmış anlamına gelir. 19. yüzyıl sosyal reformcusu Jyotiba Phule tarafından Marathi yazılarında kullanılmış. Ancak sözcük yalnızca bir kast ismi değil, özellikle eski dokunulmaz kastlar olmak üzere bir grup kastı belirten siyasi bir kimliktir. Dalit terimi, “Ambedkarite” -Ambedkar’ın kastsız, sınıfsız ve ırksız toplum yaratma felsefesi, devrimci bir toplumsal değişim yaratmayı amaçlayan hareket Ambedkarizm’in takipçileri- inancına sahip giderek daha fazla Marathi edebiyat yazarının denemelerinde, şiirlerinde, dramalarında, otobiyografilerinde, romanlarında ve kısa öykülerinde kullanmaya başlaması ile 1960’larda geçerlik kazanırken 1972’de Dalit Panterleri’nin -kast ayrımcılığı ile mücadele etmeyi amaçlayan bir sosyal örgüttü, 1980’lerin sonunda dağıldı- kurulması ile daha fazla meşruiyet kazandı. Ve Dalit Panterleri, Dalit sözcüğüne çok daha geniş bir tanım getirdi. Manifestolarına göre, Dalitler Planlanmış Kastların ve Kabilelerin üyeleri, Neo-Budistler, çalışan insanlar, topraksız ve fakir köylüler, kadınlar ve politik, ekonomik olarak ve din adına sömürülen herkes idi. Bu gibi açılardan Dalit sözcüğü olumsuz çağrışımlara sahip ve toplumu damgalıyor olarak algılanır. Tüm bunların yerine yalnızca Planlamış Kast/Kabile gibi yasal isimlendirmenin kullanılması gerektiği görüşü de var ancak anayasal terim olan Planlanmış Kastların da Dalit sözcüğünün politik gücünden yoksun olduğu için iyi bir yedek olmadığı düşüncesi de var; örneğin, Planlanmış Kast statüsünün Dalit Müslümanlar ve Dalit Hristiyanlar için mevcut olmaması bir dayanaktır. Neyse, dil statik bir varlık değil. Her dönemin kendine özgü terminolojileri var. Sakat sözcüğü bir zamanlar kabul edilebilirdi ancak engelli sözcüğü yaygınlaştıkça kullanılmaz hale geldi ve şimdi dahi bu sözcüğün modası geçiyor ve yerini farklı yetenekli ifadesi alıyor. Yani Hint toplumunun da gelecekte bir noktada Dalit sözcüğünü de kullanmayı bırakması mümkün.)

Varna durumunda tabakalaşmanın hem sosyoekonomik hem de ritüel boyutu var: Örneğin, “üst kast” üyeleri, “alt kast” üyeleri tarafından hazırlanmış yiyecekleri kabul edemez veya alt kast üyelerinin kendilerine dokunmalarını dahi kabul edemez çünkü bu “ritüel kirliliğe” neden olur. Öte yandan, en eski Hindu kutsal metinleri Vedalar’da anlatıldığı şekli ile varna sistemi mutlaka “kalıtsal” değildi ve bazı yönlerden Batı’da daha belirgin olan sınıf sistemine benziyordu.

ANCAK kastın yalnızca varna olarak düşünülmesi, onun daha belirgin olan jati yönünü gizler.

Dolayısıyla, Hindistan’ın kast sistemi “jati” katmanlaşması hesaba katılmadan düşünülemez.

Günlük yaşamda çoğu Hint’in “kast” dediği zaman anladığı ve kastettiği şey “jati” konseptidir.

Kastın sosyolojik tanımına benzer:

Ekonomik olarak kendi grubu dışındaki insanlar ile (özelleşmiş ekonomik roller yoluyla) etkileşimde bulunan ancak sosyal olarak endogami / içevlilik ile (kendi dışındaki insanlar ile evlilik yapmayarak) kendini izole eden grup.

Jatinin Hindistan’da yasal olarak bir dayanağı yok artık ama Hintler için tarihsel olarak en önemli sosyal gerçeklik; bu en azından 1,500 yıllık geçmişi ile böyledir.

Binlerce jati grubu veya “kast” var: 4 bin küsürden 40 bine varıncaya kadar!..

Varna sisteminde her birine belirli bir rütbe atanır, geçmişte tüm jati grupları ritüel statülerini yükselterek varna rütbelerini değiştirmişti. Ancak güçlü ve karmaşık endogami kuralları, aynı varna düzeyinde olsalar dahi çoğu jatiden insanların birbirleri ile karışmasını engeller… Her şeyden çok, belirli bir jati ile ilişkili içevlilik ve yeme (vejetaryenlik genellikle brahminler ve vaishyalar, et kshatriyalar ve shudralar, pirinç, sakatat ve sığır etinin olmaması dalitler ile ilişkilendirilir), giyim ve diğer yaşam tarzı gelenekleri, sosyal düzey için en önemli unsurlardı; varna değil (bazı İngiliz nüfus sayımları, tüm jatileri varna sıralamasında düzenlemeyi ve sabitlemeyi denemişti).

AYRICA, Kast ve Hinduizm hayati olarak bağlantılı değil: Her ikisi de birbiri olmadan işleyebilir ve hayatta kalabilir. Kast birçok yönden Güney Asya’nın sosyal düzeni için temel: Müslüman, Hristiyan ve Budist kastlar da var ve ayrıca Pakistan ve Sri Lanka’da da bu fenomen mevcut. Ancak hem varna hem de jati, Manusmriti gibi antik Hindu metinlerinde ayrıntılı olarak ele alınmış Kİ yani Hindistan’da Hinduizm ve kastın çok uzun süredir birlikte evrimleştiği dikkate alınırsa, ikisi arasında bazı düzeylerde iç içe geçme durumunun olması şaşırtıcı değil.

Ancak geleneklerden dolayı hala sıklıkla zemin düzeyinde işliyor olsa dahi kalıtsal kastın artık neredeyse hiçbir yasal ve ideolojik desteği yok. Hindistan’ın modernite ve Batı aydınlanması ile teması, kasttan arındırılmış ancak antik manevi değerleri içeren modern, yeni bir Hinduizm’in ortaya çıkmasını kaçınılmaz kıldı.

Kast sistemi her halükarda son derece karmaşık ve Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Örneğin, kshatriyalar (ve rajputlar) ve vaishyalar Güney Hindistan’da nadir, çünkü bu grupların erkek soyundan gelenlerin çoğu kuzey ve batı Hindistan’da kalmış ve Güney Hindistan’daki küçük brahmin nüfusu, yaklaşık 1.500 yıl önce gerçekleşen bir dizi göçün sonucu ki çünkü o bölgedeki gelişmekte olan devletler, ritüel ve idari amaçlar için brahminlere ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle, teknik olarak, Güney Hindistan’daki çoğu elit, yani yüksek rütbeli yönetici kastların çoğu shudradır, ancak tüm pratik amaçlar açısından, güneyde geleneksel varnalar fikrini anlamsız hale getirecek şekilde kshatriya olarak işlev görür.

Buradan -Güney Hindistan’dan kapıyı açmışken- konuyu kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama noktasına çekmeden önce,

İleri gelen Hint antropolog ve sosyolog Irawati Karve (1905-1970) tarafından, sistemin neden bu şekilde geliştiğine dair bir hipoteze yer vermek istiyorum: Çünkü bu teori, Hindistan’a yayılırken yeni grupları bünyesine katarak ve asimile ederek genişleyen Aryan toplumunun kanıtları ile iyi uyum sağlıyor. Ki antik çağlarda yeni seçkinlerin dahil olması ve ayrıca diğer gruplardan eş alınması gibi konularda orta çağa göre daha fazla açıklık olmuş olmalı ki genetik kanıtlar, modern Hintlerin atalarını oluşturan kastlar ve gruplar arasındaki karışımın 4 bin ile 2 bin yıl önce gerçekleştiğini gösteriyor. Ve Manusmriti gibi metinler muhtemelen 2 bin ile 1.500 yıl önce yazıldı ve uygulandı; muhtemelen siyasi baskıdan çok, toplumsal baskı yolu ile Ki Sonuçta, eğer bu zamana kadar üst kast grupları bu yapıyı benimsemiş ise bu, tüm grupların taklit etmek isteyeceği, sosyal açıdan arzu edilen bir norm haline gelmiş olmalıdır. Gupta Dönemi’nde, “ortodoksluğu” ile bilinen bir dönem, MS 400 civarında, jati sisteminin Hint toplumunun tüm kesimlerine yayıldığı ve bu dönemde karışmanın durduğu varsayılabilir.

Neyse hipotez şu:

“Binlerce yıl önce Hintler, bugün dünyanın diğer yerlerindeki kabile grupları gibi, birbirleri ile karışmayan, iç-eşli kabile grupları halinde yaşıyorlardı. Siyasi seçkinler daha sonra kendilerini toplumsal sistemin tepesine yerleştirdiler (rahipler, krallar ve tüccarlar olarak), kabile gruplarının Shudralar ve Dalitler olarak toplumun en altında kalan emekçi gruplar biçiminde topluma dahil edildiği katmanlı bir sistem yarattılar. Kabile organizasyonu böylece erken jatileri oluşturmak için sosyal tabakalaşma sistemi ile birleştirildi ve sonunda jati yapısı toplumun üst katmanlarına kadar yayıldı, böylece bugün hem yüksek kastlardan hem de alt kastlardan birçok jati var. Bu antik kabile grupları, kast sistemi ve endogami kuralları sayesinde farklılıklarını korumuşlardır.”

Kalıtsal, genetik faktörden dolayı kast kavramı, sosyolojik sınıf ve ırk fikirleri arasında bir yerde yer alır. Sınıf, bir toplumun sosyal ve ekonomik duruma göre bölünmesini ifade ederken ırk, benzer fiziksel özellikleri ve kökenleri paylaşan insan gruplarını ifade eder. Bir anlamda, farklı dilleri veya dinleri olmayan kastlar, aynı “ırk”a ait alt kültürler veya etnik kökenler olarak işlev görüyordu.

(Burada ırk konusuna girmeyeceğim, çok uzun ve karışık bir konu, ancak yapılan pek çok tarihi, genetik ve dilbilimsel çalışmalar bir şeyi ortaya koymuş ki Hindistan’daki her grup, farklı oranlarda da olsa aynı atadan gelen halkın soyundan geliyor).

Ancak burada konuyu kapatmadan önce bir de Ambedkar’ın sözlerine yer vermek istiyorum, “Annihilation of Caste” (Kastın Yok Edilmesi) kitabında şöyle yazıyor:

“Kast sistemi, Hindistan’ın farklı ırkları kan ve kültürde birleştikten çok sonra ortaya çıktı. Kast ayrımlarının aslında ırk ayrımları olduğunu iddia etmek ve farklı kastları sanki çok farklı ırklarmış gibi ele almak gerçekleri büyük ölçüde çarpıtmaktır. Punjablı Brahmin ile Madraslı Brahmin arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Bengalli dokunulmazlar ile Madraslı dokunulmazlar arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Punjablı Brahmin ile Punjablı Chamar [kalıtsal mesleği deri işçiliği, kuzey Hindistan’da yaygın bir kast, dokunulmazlar olarak isimlendirilenler arasında] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Madraslı Brahmin ile Madraslı Pariah[/Parya] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Punjablı Brahmin, ırksal olarak Punjablı Chamar ile aynı soydandır ve Madraslı Brahmin, Madraslı Pariah ile aynı ırktandır.”

Yakın zamana kadar, kast kısıtlamalarına uyma konusundaki titizlik, Hindistan’ın toplum hiyerarşisinin tepesinde oldukça farklı ve dar görüşlü bir rol geliştirmek için muhtemelen varna sisteminin tepesindeki statülerini jati fikri ile birleştiren brahminler ile daha çok ilişkilendiriliyordu; bu sentezlere entelektüel şeklini ve rasyonelleşmesini verenler de muhtemelen brahminlerdi. Modern Hindistan’da kastların giyim ve yemek yeme farklılıklarının çoğu hızla siliniyor; geriye yalnızca farklı evliliklerden kaçınma kalıyor ancak kentsel alanlarda bu da değişebilir ama kuşkusuz zaman ile… Ve aksi şekilde kalıtım durumu kırsal alanlarda daha uzun ve katı gidebilir…

Evet, şimdi gelelim kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama konusuna:

Hindistan’ın kültürel ve tarih coğrafyası genellikle Kuzey Hindistan, Güney Hindistan, Batı Hindistan veya Kuzeydoğu Hindistan gibi coğrafi kategoriler üzerinden yorumlanır. Hintler, tarihsel olarak altkıtalarının bölgelerdeki kültürel ve tarihi bölünmeleri daha iyi yansıtan iki büyük bölgeyi kapsadığını düşünmüşler: Aryavarta ve Deccan. Bunlar Hindistan’da kuzey-güney ayrımı olduğu yönündeki yaygın anlayışı bir şekilde yansıtsa da, Aryavarta ve Deccan tam olarak Kuzey ve Güney Hindistan fikirlerine uymuyor. Bu iki bölge farklı topografyalar ve jeolojiler ile ve sonuç olarak farklı sosyal kalıplar ve tarımsal kalıplar ile tanımlanıyor.

Deccan, genellikle yarımada Hindistan’ın beş Dravid dili konuşan devleti olarak tanımlanan Güney Hindistan’dan farklı; çünkü Goa, Maharashtra, Odisha, Chhattisgarh’ın büyük bir kısmı ve Gujarat, Madhya Pradesh ve Jharkhand’ın bazı kısımlarını içerir. Başka anlatımla Deccan’ın kabaca ters üçgen masa benzeri arazisi, yarımada Hindistan’ın tüm üst bölgesini kaplar. Sınırları batıda Batı Ghatlar, doğuda Doğu Ghatlar, kuzeyde Satpura ve Vindhya Sıradağları ile ve kuzeydoğu sınırı ise Mahanadi ve Godavari Nehirleri arasındaki su havzası tarafından belirlenir. Plato, Hint-Ganga havzasının güney kesiminde yer alır ve Maharashtra, Karnataka, Andhra Pradesh, Telangana, Tamil Nadu ve Kerala olmak üzere sekiz Hindistan devletini kısmen veya tamamen kaplayan —Madhya Pradesh ve Chhattisgarh’ın Gonds ve Bhils ormanlarından Maharashtra, Telangana, Karnataka ve Andhra Pradesh’in kurak kayalık alanlarına, Kerala ve Tamil Nadu’nun yeşil tepelerine kadar Hindistan kara kütlesinin yaklaşık yüzde 43’ünü oluşturan 4.22.000 km2’lik bir alanı kaplar.

Geleneksel olarak, orta Hindistan’daki Vindhya Dağları veya Narmada Nehri, Aryavrata ve Deccan arasında kuzey ve güney Hindistan arasındaki sınırı oluşturmuş. Gerçekten de bugün belirgin olan Aryavarta ve Deccan’ın tarihi Hint bölgeleri arasında önemli farklılıklar var. Aryavarta’ya hakim olan Hint-Ganga Ovası, hem büyük ve oldukça yoğun bir nüfusu hem de topografik engellerin olmaması nedeni ile hem hızla genişleyen hem de düşen imparatorlukları desteklemiş. Adından da anlaşılacağı gibi, Aryavarta esas olarak Hint-Aryan dillerini konuşan kişiler tarafından iskan edilmişti ve Hinduizm ve Hint kültüründe “standart” olarak kabul edilen şeylerin çoğunun anavatanıdır: Sanskrit, ineğe saygı, kutsal bir görev olarak vejetaryenliğe vurgu, iyi tanımlanmış kast bölünmeleri, tanrı Rama’ya tapınma, diğer özellikler arasında. Bu, MÖ 500 ile MS 500 arasında ortaya çıkan ve ünlü Maurya ve Gupta imparatorluklarını kapsayan klasik Hint kültürüdür.

Kültürel ve politik olarak, Deccan yalnızca Aryavarta’nın güneye doğru bir uzantısı değil; Tibet ve Güneydoğu Asya toplumları gibi, klasik Hint uygarlığının yeni bir ortama uyarlanmasıdır. Sözcüğün kendisi, güney; Aryavarta’nın güneyi anlamına gelen Sanskrit “dakshina” sözcüğünden türemiş Prakrit “dakkhin” sözcüğünden İngilizceleştirilmiş. Bu onu Aryavarta’dan daha az Hint yapmaz, ancak kesinlikle onu farklı kılar. Satavahanalar, Vatakatalar, Rashtrakutalar, Chalukyalar, Cholalar, Pallavalar, Tondaiman, Vijayanagara ve Marathalar gibi imparatorlukların egemen olduğu Deccan; yine de tarihi açıdan Ganga merkezli Mauryalar, Guptalar, Delhi Sultanlığı ve Babürlülerin ününe ulaşamamış birçok önemli devlete ev sahipliği yapmıştı.

Deccan’ın büyük bir kısmı kurak ve engebeli, Orta Hindistan’dan güney ucuna doğru yükselen üçgen bir plato ve uzun kıyı şeritleri boyunca Batı ve Doğu Ghatlar olmak üzere iki dağ sırası ile çevrili olduğu için Aryavarta’ya kıyasla onu daha yakından bağlayan kıyılardan, Pers ve Orta Asya’dan, Greko-Romen ve Güneydoğu Asya ticaretinden daha fazla etkilenmiştir. Aryavrata, tarımın yayılması ve Batı ve Orta Asya’dan gelen göçler ile büyük demografik değişimlere uğrarken Deccan, kuzeyden yalnızca az miktarda tüccar ve Brahmin’i özümsedi ve nüfus yoğunluğu Ganga Vadisi’nden önemli ölçüde düşük kaldı. Deccan’ın kuzey uçlarındaki Maharashtra ve Odisha Sanskritleştirilmiş ve kuzey Hindistan’da bulunan Hint-Aryan dillerini konuşurken platonun geri kalanı dilsel olarak Dravid olarak kalmaya devam ediyor. Bunlara, Rajasthan’daki Thar Çölü dışında Hindistan’ın en kurak bölgelerinden bazıları, örneğin kuzeydoğu Karnataka dahil. Bu arada bölgenin diğer kısımları, özellikle Batı ve Doğu Ghatlar ile kıyılar arasında – Kerala, Goa ve Maharashtra’nın Konkan bölgesi ve kıyı Andhra Pradesh, yemyeşil.

Bu faktörlerin hepsi Deccan’ın özelliklerini açıklıyor: Daha uzun süreli siyasi oluşumlara ev sahipliği yaptı ve nadiren birleşti. Her ikisi de Deccan’dan olan Tamil ve Kannada, herhangi bir Hint dilinin en eski sürekli edebi tarihlerine sahip ve bu, sık sık siyasi değişimlere uğrayan kuzey Hindistan’da imkansız olan kültürel sürekliliği ima eder. Sonuç olarak, Deccan Aryavarta’dan daha az tarımsal ve daha çok ticaret odaklı olmuş. Kuzeyde bulunan herhangi bir imparatorluk tarafından nadiren fethedilmiş ve çok daha az yönetim altında tutulmuş, bu da bugün dahi siyasi ve sosyal kalıplarının Hindistan’ın geri kalanından farklı olmasının nedenini açıklar:

Örneğin; 2014 ve özellikle 2019 ve 2024 genel seçimlerinde Hindistan’ın geri kalanını kasıp kavuran Bharatiya Janata Partisi (BJP) dalgası güneyde çok daha sönüktü.

Deccan, paradoksal olarak Aryavarta’dan hem daha modern hem de daha geleneksel; bazı yönlerden Japonya ve Tayland gibi farklı kültürleri aracılığı ile moderniteyi aracılık eden toplumlara benzer. Aryavarta’da gelenek ve modernite arasındaki ikilik daha keskin, çünkü oradaki toplumun doğası daha fazla şoka ve değişime eğilimli ki bu nedenle genellikle ya eski ya da yeni var.

(Yazı dizisinin sonu)

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

Görüş

Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Orta Doğu saatiyle 16 Mayıs’ta, ABD Başkanı Trump Orta Doğu’daki üç Arap ülkesine yaptığı dört günlük resmi ziyaretini tamamladı. Bu, Trump’ın Beyaz Saray’a yeniden dönmesinden sonra gerçekleştirdiği ilk devlet ziyareti olup, Orta Doğu’nun ticari ve jeopolitik önemine verdiği değerin bir devamı niteliğindeydi. Her ne kadar Trump, ABD’nin bölgedeki bir numaralı müttefiki olan İsrail’i bu ziyarette “beklenmedik şekilde” es geçse de, “hasat turu” olarak görülen bu üç ülkelik gezi oldukça verimli geçti. Silah satışı, yatırım çekme, politika açıklama ya da düşman ve stratejik rakip “hasadı” açısından son derece parlak sonuçlar elde edildi. Trump’ın devasa “para çekme” başarısı bile tek başına ABD’nin askeri hegemon konumunu sağlamlaştırdığını, jeopolitik etki gücünü sürdürdüğünü ve diğer büyük güçlerin kısa vadede erişemeyeceği bir mali cazibe etkisine sahip olduğunu gösteriyor. Kısacası, ABD hâlâ Orta Doğu üzerinde güçlü biçimlendirme gücüne sahip tek dış güç.

13 Mayıs’ta başlayan Trump’ın Orta Doğu turu, Suudi Arabistan’dan başlayıp, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile sona erdi. Bu süreç, onun “güç diplomasisi” ve “ticaret diplomasisi” özelliklerini ön plana çıkardı. Söz konusu üç ülke Arap dünyasının en zengin ülkeleri olup, ulusal güvenlik açısından ABD’ye oldukça bağımlı. Trump’ın bu gezide büyük miktarda “para çekeceği” herkesçe bekleniyordu, ancak sonuçlar yine de şaşırtıcıydı.

Suudi Arabistan gibi “zengin ama zayıf” Körfez monarşilerinin ABD’ye büyük paralar ödeyerek güvenlik ve statü “satın alma” politikasını sürdürmesini sağlamak adına, Trump Beyaz Saray’a döner dönmez ilk dış ziyaretinin “ilk gecesini” Riyad’a vereceğini yüksek sesle duyurdu. Dahası, ABD-Rusya arasında ilk üst düzey görüşmenin ev sahipliğini yapması için Suudi Arabistan’ı özellikle seçti, bu ülkeye büyük prestij verdi. Hatta “Basra Körfezi”nin adını “Arap Körfezi” olarak değiştirmeyi bile önerdi — hazırlıklarını ve siyasi jestlerini eksiksiz yaptı.

Sekiz yıl önce Trump, Körfez’e ilk ziyaretinde Suudi Arabistan’dan 115 milyar dolardan fazla silah satışı elde etmiş, Riyad’dan 10 yıl içinde ABD’ye 400 milyar dolarlık yatırım taahhüdü almış, Katar ile de 40 milyar dolarlık silah anlaşması imzalamıştı. Bu ziyarette, Trump daha önce Beyaz Saray’da doğrudan yüzüne çıkıştığı Suudi Veliaht Prensi ve Başbakanı Muhammed bin Selman’a karşı önceki kibirli tutumunu tamamen bıraktı. 13 Mayıs’ta düzenlenen “Suudi-Amerikan Yatırım Forumu 2025”te adeta eğilerek, ev sahibi gence övgüler yağdırdı, onun “ne kadar büyük” ve “ne kadar bilge” olduğunu defalarca dile getirdi. Bu tutumu, genç liderin yüzünde tebessüm, coşkulu alkışlar ve ayakta teşekkür ile karşılık buldu.

ABD-Suudi ilişkileri yeni bir balayı dönemine girmiş durumda, hatta bu ilişkiler 21. yüzyıldaki en yüksek seviyeye ulaşmış olabilir. Bu durumun temelinde ise çıkar alışverişi ve petro-dolarlar yatıyor. Trump’ın Riyad’a vardığı gün, ABD ve Suudi Arabistan 142 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzaladı; bu, 10’dan fazla Amerikan savunma şirketini kapsayan beş ayrı savunma ekipmanı ve hizmetini içeriyor. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’ye 600 milyar dolarlık yatırım sözü verdi; stratejik ortaklığı derinleştirme, ekonomik refahı artırma ve önümüzdeki birkaç ay içinde toplam yatırımı 1 trilyon dolara çıkarma hedefiyle ortak çalışma sözü verildi. Bu, ABD-Suudi tarihinde imzalanmış en büyük silah ve yatırım anlaşmasıdır. Suudi yatırımları, ABD’nin enerji güvenliğini, savunma sanayisini, teknoloji üstünlüğünü ve küresel altyapı ile kritik maden kaynaklarına erişimini güçlendirecek.

Trump, Suudi Arabistan, BAE ve Katar gibi “dünyanın en zengin” Arap komşuları arasındaki hassas ilişkileri çok iyi biliyor. Suudi Arabistan ve BAE hem Arap Birliği’nin “yeni güç merkezleri” hem de kendi aralarında ekonomik ve siyasi rekabet içindeler. Katar ise daha önce bu iki ülkenin baskı ve dışlamasına uğramış, ancak serveti ve ABD’nin desteği sayesinde “yıkılamayan küçük Körfez gücü” unvanını kazanmıştı. Trump’ın bu üç ülkeyi birlikte ziyaret etme amacı, Suudi Arabistan’ı kaldıraç olarak kullanıp Katar ve BAE’yi sürece dâhil ederek “trilyon dolarlık hasat turu” hedefini gerçekleştirmekti.

Trump’ın ziyaretinden hemen önce, Katar kraliyet ailesi ABD yasalarını aşarak Pentagon aracılığıyla Trump’a 400 milyon dolar değerinde lüks bir Boeing 747-8 uçağı bağışladı. Bu uçak, 40 yılı aşkın süredir kullanılan “Air Force One”ın yerine geçecekti. Trump, 14 Mayıs’ta Doha’ya yaptığı ziyarette Katar Emiri Tamim ile görüşmesinde, ABD-Katar ilişkilerini “sadık bir dostluk” olarak niteledi ve iki tarafın birbirini “çok sevdiğini” söyledi. Aynı gün ABD ve Katar, toplam değeri 243,5 milyar doları aşan ekonomik iş birliği anlaşmaları imzaladı. Bunlar arasında Katar’ın 96 milyar dolar değerinde 210 adet Boeing uçağı satın alması da yer aldı — bu, Boeing tarihinin en büyük siparişi oldu. Katar ayrıca 3 milyar dolar değerinde MQ-9B insansız hava aracı ve anti-İHA sistemleri satın almayı da kabul etti.

2017’de Trump, Suudi Arabistan ve Katar’a ilk ziyaretini gerçekleştirdiğinde, önce Suudi Arabistan’ın Katar’ın “terörizmi finanse ettiği” yönündeki iddialarına destek verdi, ardından kısa sürede Katar’a “temize çıkma” yardımı yaptı. Bu fırsatçı yaklaşım — önce darbe, sonra yumuşatma — sayesinde, ABD’nin Körfez’deki en büyük hava üssüne ev sahipliği yapan Katar, ABD silahlarını çılgınca satın alarak güçlü bir koruma şemsiyesi kazandı ve sonunda Suudi Arabistan ile BAE’nin yoğun baskısından ve “kuşatmasından” kurtulmuş oldu.

Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen devasa “hediye paketleri” zemininde, 15’inde Trump son durağı olarak BAE’yi ziyaret etti. Bu ziyarette ABD ile 200 milyar doları aşan iş birliği anlaşmaları imzalandı. Ayrıca 260 bin metrekare alana kurulu, 5 GW kapasiteli bir veri merkezi ortak girişimi de duyuruldu — bu merkez, 2.5 milyon Nvidia B2000 çipini çalıştırabilecek kapasitede olacak. Aslında, bu yıl Mart ayında BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Bin Zayed’in ABD ziyareti sırasında, BAE’nin ABD’de 10 yıllık, toplam 1.4 trilyon dolarlık bir yatırım çerçevesi kurma sözü çoktan verilmişti. Yani, Trump Körfez turuna başlamadan önce bile BAE Beyaz Saray’a gönüllü olarak bol keseden hediye sunmuştu.

Trump’ın Körfez turu aynı zamanda bir politika duyuru gezisiydi. Suudi-Amerikan Yatırım Forumu’nda yaptığı bir saatlik doğaçlama konuşmada, Trump, önceki Amerikan hükümetlerinin Orta Doğu’ya müdahalelerini sahnevari bir şekilde kınadı; önceki başkanların Orta Doğu’da “inşa ettiğinden çok daha fazla ülke yıktığını” söyledi, “ABD’nin ebedi düşmanları yoktur” diyerek, “bugün en yakın dostlarımız, geçmişte savaştığımız ülkelerdi” ifadesini kullandı. Suudi Arabistan’ın kalkınma modelini örnek göstererek “kendi başına inşa etmenin” dış müdahaleye göre daha etkili olduğunu vurguladı. Analistler, para odaklı Trump’ın Amerikan değerlerini taşıyan müdahaleci diplomasi ve topyekûn güç politikalarını açıkça terk ettiğini, onun yerine “merkantilist” (ticaret merkezli) bir yaklaşımla Orta Doğu düzenini yeniden şekillendirmeyi hedeflediğini düşünüyor.

Dünya kamuoyunu asıl şaşırtan şey ise Trump’ın bu gezide sadık müttefiki İsrail’i “atlamasıydı.” Bu, ABD’nin büyük çıkarlarının İsrail’in küçük hesapları tarafından gölgelenmesini önlemek ve mevcut yönetimin Netanyahu’nun Gazze savaşındaki bataklığına daha fazla saplanmaması içindi. Daha önce Trump, İsrail’i fazla kayırdığı için Arap kamuoyundan tepki görmüştü. Ancak ABD-İsrail ilişkileri sarsılmaz olduğundan ve Trump’ın Netanyahu ile kişisel ilişkisi güçlü olduğundan, İsrail listede görünmese bile Trump içgüdüsel olarak “eski dostunu” unutmadı: Suudi Arabistan’a İsrail ile barış anlamına gelen “İbrahim Anlaşmaları”na katılması için çağrıda bulundu, Suriye ile İsrail arasında uzlaşma sağlanmasını teşvik etti ve ABD’nin Gazze’yi “alabileceği” yönündeki yanlış anlatısını sürdürdü.

Dünyayı esas sarsan ise, Trump’ın Riyad’da Suriye’nin yeni lideri Admed Şara ile ani ve kamuoyuna açık bir görüşme yapmasıydı. Bu görüşmede Trump, Şara’ya İsrail’le ilişkileri normalleştirme, ülkedeki “Filistinli teröristleri” sınır dışı etme ve kuzeydoğu Suriye’de cihatçıları hapsetmek için cezaevi kurma sorumluluğu üstlenme çağrısı yaptı. Görüşmeye Suudi Veliaht Prensi bizzat katıldı, Türkiye Cumhurbaşkanı da video bağlantısı ile iştirak etti — bu, 25 yıl sonra gerçekleşen ilk ABD-Suriye zirvesiydi. Dahası, Suudi ve Türk liderlerin çağrısıyla Trump, ABD’nin Suriye’ye uyguladığı onlarca yıllık ekonomik ve ticaret yaptırımlarını kaldırdığını açıkladı. Böylece Suriye’nin 46 yıllık uluslararası ve özellikle tek taraflı Amerikan yaptırımlarından kurtuluşu ilan edilmiş oldu.

Trump’ın Şara ile görüşmesi, “değerlerden arınmış diplomasi” ve “düşmanı dost yapma”nın tipik bir örneği sayılabilir. Zira Trump, Şara’nın geçmişte ABD tarafından uzun süre aranan “terörist” bir lider oluşunu ve Şam’daki yeni hükümetin hâlâ BM ve ABD’nin terör listesinde olan “Şam’ın Kurtuluşu” (HTŞ) örgütü tarafından yönetilmesini tamamen görmezden geldi. Hatta Suudi Arabistan’dan ayrılırken Trump, ABD medyasına bu eski “düşmanı” överek, onu “geçmişin sağlam savaşçısı, bugünün güneşli ve yakışıklı sert adamı” olarak niteledi. 16 Mayıs’ta, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Türkiye’nin Antalya kentinde Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani ile görüştü ve ABD’nin İran’dan uzak, barışçıl ve istikrarlı bir Suriye inşa edilmesine yardım edeceğini açıkça ifade etti.

Aslında Trump’ın dış politikasına aşina gözlemciler buna şaşırmadı. 2020 yılının Mart ayında, başkanlığının son döneminde, Trump Afganistan savaşını hızla sona erdirmek için ABD’nin 20 yıldır desteklediği Kabil hükümetini bir anda terk etmiş, hiçbir devlet onuru ya da siyasi etik tanımadan, düşman Taliban’la ateşkes karşılığında çekilme anlaşması imzalamıştı. Bu da Afganistan’da “iki hükümetli” bir yapı oluşturmuş ve kısa sürede Taliban’ın yeniden iktidara gelmesine yol açmıştı. Trump, devlet ciddiyetini hiçe sayarak Taliban liderlerini Beyaz Saray’a davet etmeye çalışmış, buna karşı çıkan Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’u da anında görevden almıştı.

Trump’ın bu son Orta Doğu diplomasi turundaki bir diğer önemli kazancı, “havuç ve sopa” yöntemiyle, “Direniş Ekseni”nin üç büyük gücü olan Yemen’deki Husiler, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İran’ı önemli tavizler vermeye zorlaması oldu. Trump’ın ziyareti öncesinde, Ürdün’ün başkenti Amman aracılığıyla ABD ile Husiler arasında bir ateşkes anlaşması sağlandı. Husi güçleri, Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırmama sözü verdi. Aynı zamanda Hamas, Trump’a bir “hoş geldin hediyesi” olarak son Amerikalı rehineyi serbest bıraktı — bu hareket, Trump yönetiminin İsrail’e tamamen tabi olmadığını takdir eden bir jest olarak da değerlendirildi. 15 Mayıs’ta Hamas’ın üst düzey yetkilisi Basem Naim medyaya, Hamas’ın ABD ile doğrudan müzakerelerde bulunduğunu ve Gazze çatışmasını sona erdirecek bir ateşkes anlaşması yapmaya çalıştıklarını söyledi… Kalıcı bir ateşkese ulaşılırsa, Hamas Gazze Şeridi’nin kontrolünü devredebilir.

Trump’ın ziyareti öncesinde, Amerikan temsilciler İran’la Umman’ın başkenti Maskat’ta dört tur görüşme gerçekleştirdi. Her iki taraf da bu görüşmelerde “yapıcı” ilerleme kaydedildiğini belirtti. Trump, Riyad’da bulunduğu sırada Tahran’a tekrar seslendi, İran liderlerini “yeni ve daha iyi bir yol” seçmeye ve Washington’la yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çağırdı. Bu diplomatik çözüm fırsatının “sonsuza kadar sürmeyeceğini” vurguladı ve “İran liderliği bu zeytin dalını reddederse… başka seçeneğimiz kalmaz, İran’ın petrol ihracatını sıfıra indiririz” diyerek tehditte bulundu.

Belki önceki dört görüşme Trump’ın sınırlarını ve niyetini açık etti, belki Trump’ın ilk dönemindeki “aşırı baskı” kampanyasının acı hatıraları etkili oldu, belki de “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın stratejik fiyaskosu ya da Rusya’nın ABD-İran askeri çatışmasına karışmayacağını açıkça ilan etmesi etkiliydi. Belki de Trump’ın son dönemde Husiler ve Hamas’la kurduğu olumlu temaslar… Tüm bu sert gelişmeler, İran hükümetini Trump’ın yumuşak ve sert taktiklerini harmanladığı diplomatik saldırısına karşı hızlı ve net bir yanıt vermeye itti.

14 Mayıs’ta, İran’ın dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, NBC’ye verdiği demeçte İran’ın ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında ABD ile bir anlaşma yapmaya hazır olduğunu söyledi. Şemhani, İran’ın asla nükleer silah üretmeyeceği sözünü vereceğini, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunu yok edeceğini, uranyum zenginleştirmeyi sadece sivil ihtiyaçlar için gerekli düşük düzeyde tutmayı kabul edeceğini ve bu sürecin uluslararası denetçilere açık olacağını ifade etti.

Gözlemciler, bunun İran’ın nükleer meselede şimdiye kadar sergilediği en hızlı ve en esnek taviz olduğunu düşünüyor. Daha önce İranlı müzakereciler sert bir tutum sergilese de, Trump’ın Körfez’deki “hasat turunun” bu denli başarılı geçmesi, ABD-Arap ilişkilerinin daha da güçlenmesi, ABD-Suriye ilişkilerindeki tarihi yön değişimi ve “Direniş Ekseni” üyelerinin kendi yollarına gitmesi Tahran’ı hızlıca diplomatik duruşunu ve nükleer kriz pozisyonunu değiştirmeye zorladı. 15 Mayıs’ta Trump, Doha’dan BAE’ye geçmeden önce yaptığı açıklamada, ABD ile İran’ın nükleer anlaşmaya varmaya “çok yaklaştığını” ve Tahran’ın “belirli ölçüde” şartları kabul ettiğini belirtti.

Kısacası, Trump bu Orta Doğu gezisinden çok önemli kazanımlarla döndü. Beklenmedik gelişmeler, onun güç temelli ve “anlaşma odaklı” diplomasisinin Orta Doğu jeopolitiğini dönüştürdüğünü ve şekillendirdiğini ortaya koydu. İç ve dış sorunlara rağmen, ABD’nin stratejik temeli hâlâ güçlü ve istikrarlı. Egemen varlık fonlarının büyük bölümünü zaten ABD pazarına yatırmış olan Körfez’in başlıca petrol üreten ülkeleri, gelecekteki servetlerini korumak, artırmak ve yüksek teknolojiye yönelmek için stratejik müttefik olarak yine ABD’ye güveniyor. Buna karşın, bu ülkelerin diğer büyük ekonomilere yaptığı yatırımlar yok denecek kadar az — “karabiber serpiştirmek” ya da “çiseleyen yağmur” gibi — bu da ABD’nin hâlâ sarsılamaz tek süper güç konumunu açıkça ortaya koyuyor.

Aynı zamanda, “Şii Hilali”nin giderek çökmesi, “Direniş Ekseni”nin dağılması, ABD’nin Arap ülkeleri ve Türkiye ile ilişkilerinin güçlenmesi, Arap ülkeleri ile İsrail arasında imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”nın genişlemeye devam etmesi ve bu yıl ABD-İran ilişkilerinde büyük bir değişim ihtimalinin belirmesi, yepyeni bir Orta Doğu’nun şekillenmekte olduğunu gösteriyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Rusya ve Ukrayna’nın başarısız barış görüşmeleri: Savaş devam edecek

Yayınlanma

Nikola Mikovic, gazeteci

Dağ fare doğurdu. Rusya ile Ukrayna arasında uzun zamandır beklenen barış görüşmeleri nihayet 16 Mayıs’ta İstanbul’da yapıldı, ancak ateşkes veya barış anlaşması sağlanamadı. Şimdi soru şu: Bundan sonra ne olacak?

Başlangıçta, Rus ve Ukraynalı temsilcilerin 15 Mayıs’ta Türkiye’nin en büyük şehrinde buluşması planlanmıştı. Ukrayna heyeti gelmeyince barış görüşmeleri ertesi güne ertelendi. Rus yetkililerin bütün gün Ukraynalı muhataplarını boşuna beklediği göz önüne alındığında, böyle bir hamle Moskova için diplomatik aşağılama olarak yorumlanabilir. Kiev, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in önemli diplomatik toplantılara kötü şöhretli bir şekilde geç kalma stratejisini benimsemiş görünüyor. Fakat Ukrayna için sorun, bu yaklaşımın herhangi olumlu sonuç vermemiş olması.

Haberlere göre, Rus heyeti, ateşkes karşılığında Kiev’in Kremlin tarafından ilhak edilen dört Ukrayna oblastından (Donetsk, Luhansk, Herson ve Zaporijya) askerlerini çekmesini bekleyerek maksimalist taleplerde bulundu. Rusya’nın ayrıca Ukrayna’nın Harkiv ve Sumı oblastlarını ele geçirmekle tehdit ettiği bildiriliyor. Ancak gerçekte Moskova, Rusya sınırına sadece 5 kilometre (3 mil) uzaklıkta bulunan Harkiv oblastındaki Vovçansk kasabasını bile ele geçirecek kapasiteye sahip değilken, tüm oblastı ele geçirmesi söz konusu bile olamaz. Bu nedenle söylemi bir blöf gibi görünüyor. Bunun tamamen farkında olan Kiev, Rusya’ya herhangi toprak tavizini reddetti.

Görüşmelerden önce, Avrupalı güçler tarafından sıkıca desteklenen Ukrayna, koşulsuz 30 günlük ateşkes konusunda ısrar ederken, Moskova olası ateşkesin müzakereler sonucunda ortaya çıkmasını talep etti. Başka bir deyişle, iki taraf ilk adımlar üzerinde bile anlaşamadı, bu da anlaşmaya varmanın söylemekten daha zor olacağının açık göstergesiydi. Yine de, her biri 1000 savaş esirini takas etme konusunda anlaşmayı başardılar ki bu, İstanbul barış görüşmelerinin tek olumlu sonucu.

Rus ve Ukrayna heyetlerinin müzakerelere devam etmesi beklenmesine rağmen, yakın zamanda barış (veya en azından ateşkes) anlaşmasına varacaklarının garantisi yok. Pozisyonları taban tabana zıt. Daha da önemlisi, iki taraf da savaş alanında stratejik hedeflerinden hiçbirine ulaşamadı, bu da barış için acil fırsatı etkili bir şekilde ortadan kaldırıyor. Fakat bu, barış görüşmelerinin ilk başarısızlığı değil.

Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya yönelik topyekun işgalini başlatmasından günler sonra, Rus birlikleri Kiev’in dış mahallelerindeyken, Rus ve Ukraynalı temsilciler Moskova’nın “özel askeri operasyonunu” sona erdirmek amacıyla Belarus’ta bir araya geldi. Ukraynalı yetkililer, Rusya’nın yakın müttefiki olmasına ve Rus güçlerinin ülkelerine yönelik saldırılar için Belarus topraklarını kullanmasına izin vermiş olmasına rağmen komşu ülkeye gitmeyi kabul etti. Ancak görüşmeler sonuçsuz kaldı.

Daha sonraki görüşme turları Mart 2022’de Belarus-Ukrayna sınırında ve Türkiye’nin Antalya şehrinde gerçekleşti. O zamandan beri İstanbul, sadece barış zirveleri için değil, aynı zamanda Temmuz 2022’de imzalanan ve Kremlin’in rakibinin Karadeniz rotası üzerinden serbestçe tahıl ihraç etmesine fiilen izin verdiği tahıl anlaşmasıyla ilgili tartışmalar için de ana platform haline geldi. Türkiye, Moskova ve Kiev’in Karadeniz Tahıl Girişimi’ni imzalamasına yardımcı olmada şüphesiz önemli rol oynamasına rağmen, 2022’deki İstanbul barış görüşmeleri çatışmayı sona erdiremedi.

2025’teki İstanbul görüşmeleri, 2022’de yapılanlardan kayda değer ölçüde farklı. O zamanlar Rusya, Ukrayna birliklerinin yalnızca Luhansk ve Donetsk oblastlarından çekilmesini ve Moskova’nın Kırım’ı ilhakının fiili olarak tanınmasını talep etmişti. Şimdi Kremlin’in talepleri arttı; Rusya ayrıca Ukrayna güçlerinin Zaporijya ve Herson oblastlarından çekilmesini istiyor. Daha da önemlisi, 2022 İstanbul görüşmeleri sonucunda Rusya, birliklerini Kiev’in yanı sıra Ukrayna’nın Sumı ve Çernihiv oblastlarından çekerek “iyi niyet göstergesinde” bulunmuştu. Ancak bu kez Kremlin, en azından şimdilik Kiev’e ciddi tavizler verme niyetinde olmadığını gösterdi.

Moskova, ayrıca müzakerelerin Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy olmadan da yürütülebileceğini gösterdi. Rus lider Vladimir Putin, “gayri meşru” Zelenskiy ile müzakere etmek istemediğini defalarca belirtti. Bu nedenle, Ukrayna Devlet Başkanı ile yapılacak herhangi görüşme, Putin’in ne pahasına olursa olsun kaçınmak istediği bir şey olan güvenilirliğini sarsacaktır.

Öte yandan Zelenskiy, 2022’de Putin ile müzakerelerin “imkansız” olduğunu resmen ilan eden kararnameyi imzalamasına rağmen, Rusya Devlet Başkanı ile görüşmek istediğini açıkça söyledi. Muhtemelen çatışmayı sona erdirme isteğini göstermeyi ve aynı zamanda Putin’i “müzakere etmek istemeyen” biri olarak göstermeyi amaçladı.

İstanbul’daki Ukrayna heyeti, iki lider arasında görüşme bile talep etti. Rusya, Kiev’in bu isteğini “not ettiğini” belirtti. Ancak bu, Putin’in Zelenskiy ile görüşmeyi kabul edeceği anlamına gelmiyor, en azından ABD Başkanı Donald Trump ile olası görüşmesinden önce değil.

Bu arada Ukrayna savaşı devam edecek. Medinskiy’nin Napolyon’dan alıntı yaparak söylediği gibi, “Savaş ve müzakereler her zaman aynı anda yürütülür”. Bu nedenle her iki taraf da, rakibini yenmeden kalıcı barış anlaşmasına varmanın mümkün olduğu yanılsamasını yaratmaya devam etmeleri beklense de, yaz askeri harekatına hazırlanacak.

Son olarak, iki taraftan biri galip gelene kadar, ev sahibi ülke olarak Türkiye barış görüşmelerinin kazananı olmaya devam edecek. 8 Mayıs’ta Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinde Trump, ona Ukrayna ile Rusya arasında arabulucu olmayı teklif etti. Üç gün sonra Putin, Trump’ın çabalarından bahsetmeden, Türkiye’nin ve cumhurbaşkanının Rus-Ukrayna müzakerelerinin düzenlenmesindeki rolünü kabul etti.

Bu nedenle Türkiye, barış müzakerelerine ev sahipliği yapabilecek etkili aktör konumunu bir kez daha pekiştirdi. Bu yüzden yeni Rus-Ukrayna görüşmeleri turu neredeyse kesinlikle, er ya da geç İstanbul’da gerçekleşecek.

Okumaya Devam Et

Görüş

ABD üniversitelerinde özgürlük: Seçmeli mi evrensel mi?

Yayınlanma

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi

ABD’nin önde gelen gazetelerinden, New York Times’ın geçenlerdeki manşetlerinden biri son zamanlarda adı sık sık gündemde olan meşhur Harvard Üniversitesi üzerine. Konu, üniversitedeki ifade özgürlüğü, çeşitlilik politikaları ve giderek daha belirsizleşen “antisemitizm” kavramı etrafında dönüyor. Ancak haberin kendisi kadar, ne söylediği kadar, ne söylemediği de dikkat çekici.

Haberin merkezinde, Harvard’ın başkanı Claudine Gay’in istifasının ardından göreve gelen Alan Garber var.

Garber, özellikle Donald Trump yönetimiyle yaşanan gerilimde üniversiteyi savunmasıyla kamuoyunda bir tür “direniş sembolü”ne dönüşmüştü. Ancak bu kez şöyle bir durum var: Garber, Trump’la ifade özgürlüğü ve antisemitizm konularında büyük ölçüde aynı fikirde görünüyor.

Trump, kampüslerde ifade özgürlüğünü –tabii ki, bu ‘özgürlüğün’ ne olduğunu, sınırlarını, içeriğini Trump belirliyor, biliyor– sınırlayan protestoların disiplinle bastırılması gerektiğini söylüyor. ABD Başkanı’nın bu görüşü, Harvard yönetimince de resmen kabul görmüş durumda. Garber, antisemitizmi “ciddi bir sorun” olarak tanımlıyor, hatta kişisel olarak kendisinin de buna maruz kaldığını belirtiyor.

Yazıda bu noktaya kadar, her şey ABD’nin mevcut sosyo-politik bağlamında, ‘normal’ gibi görünüyor diyebiliriz…

Gelelim yazının en dikkat çekici olan kısmına… Haberin neredeyse 3000 kelimesi boyunca yalnızca bir satıra sıkıştırılmış ve adeta üstü örtülmüş bir başka gerçek: Harvard’ın kendi yaptığı yüzlerce sayfalık iç soruşturmaya göre, kampüste kendini en fazla tehdit altında hisseden, fiziksel güvenliğinden en çok endişe duyan, kimliğini açıkça ifade etmekten en çok çekinen grup Müslüman öğrenciler… Bu bilgiye haberde neredeyse hiç yer verilmemiş. Ne bir alıntı, ne bir vurgu, ne de bir analiz.

İfade özgürlüğü gibi evrensel bir ilkenin, hangi toplumsal ve siyasal bağlamda, kimler için, hangi koşullarda savunulabilir olduğu artık ciddi bir tartışma konusu. Zira “özgürlük” adı altında yürütülen pek çok kampanya, bazı grupları görünmez kılarken, bazılarını mutlak mağdur pozisyonuna yerleştiriyor. Antisemitizmin kuşkusuz tarihsel bir yükü ve ciddi bir geçmişi var. Bunu yadsıyamayız ve yadsımamamız da gerekir…

Ancak, bugün Batı kampüslerinde yaşanan çatışmalarda, bu terim neredeyse sihirli bir yafta gibi kullanılarak tüm eleştirileri bastırmak için devreye sokuluyor.

Daha birkaç sene öncesine kadar kamuoyunda antisemitizm ile anti-Siyonizm arasındaki fark konusunda belli bir duyarlılık oluşmuş gibiydi. Ancak Filistin’e yönelik baskıların artması ve kampüslerdeki Gazze protestoları bu farkı neredeyse ortadan kaldırdı.

Bugün “İsrail’i eleştirmek”, “antisemitik olmak” ile eşanlamlı hale getiriliyor.

Bu sadece entelektüel bir çöküş değil; aynı zamanda ‘ifade özgürlüğü’ adına kurulan tüm yapıların içten çürümesine neden olan bir gelişme.

İşin ironik yanı şu: Trump’ın gerçekte ne antisemitizmi bir derdi, ne de bununla mücadele etmek gibi bir niyeti var. Herkesin bildiği üzere, lideri olduğu Cumhuriyetçi Parti, açıkça antisemitik figürlerle dolu ve Trump’ın antisemitik söylemlere aldırmadığı, hatta yeri geldiğinde teşvik ettiği de bilinen bir şey. Amma, mesele kampüslerde muhalif görüşleri bastırmak olduğunda, bir anda “ifade özgürlüğünün savunucusu” rolünü üstlenebilmekte.

Harvard gibi elit eğitim kurumlarının içine düştüğü çelişki ise daha çarpıcı. Bir yandan çeşitlilik, kapsayıcılık ve özgürlük değerleriyle övünürken, diğer yandan en kırılgan durumda olan öğrencilerinin –Müslümanların– sesini duymazdan geliyor, hatta görünmez kılıyorlar. Basının bu sessizliği ise belki daha da tehlikeli: Çünkü neyi haberleştirdiğimiz kadar, neyi haberleştirmediğimiz de kamusal vicdanın şekillenmesinde belirleyici olur.

Bugün geldiğimiz noktada, ifade özgürlüğü yalnızca hangi fikirlerin korunacağı değil, hangi kimliklerin susturulacağı meselesine dönüşmüş durumda. Akademi, bu çelişkiyle yüzleşmeden ne kendini özgür sayabilir ne de başkasına özgürlük vaat edebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English