Bizi Takip Edin

Görüş

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 5

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan’da “çeşitliliğin birliğini” anlamlandırmaya dair notlar

Hindistan için “çeşitliliğin birliği” diye basmakalıp bir deyiş var. Ancak bu ne kadar anlaşılır? Ya da Hindistan ulusundan söz ederken basitçe “Hint” olarak ifade ederiz. Ancak bu ne ölçüde anlaşılır?

İkinci sorudan başlamam gerekiyor; yaşadığımız çağdaki dünya politikası sisteminin “ulus-devlet” düzeni üzerine kurgulanmış bir versiyonunu deneyimlediğimiz için her devletin bir ulustan oluştuğu üzerine genelleme bir varsayım dikkate alarak tanımlama yapmak durumundayız. Dolayısıyla bu, Hindistan söz konusu olduğunda “Hint” olarak karşılığını buluyor. (Bunun “Hintli” olarak yanlış kullanımına denk gelmek açıkçası irite edici…) Ancak ulus tanımını dikkate aldığımızda bu üstünkörü açıklama bir anda bulanıklaşıyor Kİ bir ulusta ortak tarih, dil ve kültürel karakter gibi birleştirici elementler yer alır; hatta bazıları daha da ileri gider ve bir soyağacı bekler. Ve böyle bir a priori veya verili düşünmeye koşullandığımız için işler bir anda karmaşıklaşır ve Hindistan ulusuna Hint demek bir anda kulağa yanlış bir çağrışım gibi gelir. Burada durumu kurtaran parametre “ulus” kavramı yerine veya bundan daha çok, yani ulus konseptini dışlamayarak ancak “toplum” nosyonunu odak alarak düşünmektir. Yani, Hindistan toplumu alışılmışın sınırlarını aşan, olağanüstü düzeyde çeşitli, katmanlı, karmaşık ve girift halk ve toplulukların oluşturduğu bir ulustur ve biz böylece bunu Hint ulusu diye ifade ederiz, diyerek durum bir ölçüde kurtarılabilir.

İşte burada -özellikle Hindistan’a atfedilen- “çeşitliliğin birliği” fenomeni devreye giriyor.

Evet, Hindistan, çeşitliliğin birliğidir; diğer deyiş ile Hindistan toplumu ya da diğer deyiş ile Hint ulusu, çeşitliliğin birliğidir VE öyle de olmalıdır, öyle de kalmalıdır.

Ancak burada devasa “çeşitliliği ayrıntılamak” niyetinde değilim, o zaman yukarıdaki gibi yüzeysel genelleme yolu ile bir kalıp çizerek durumu kurtarmak çok zor ki başlı başına böyle bir kalıp inşa etmek zaten çok sağlıklı olmaz. Aksine biz burada bu kalıbı “çeşitliliğin birliği” üzerine yani paradoksal olarak “birliğin” nasıl “ayrımlardan” gelişebildiği üzerine inşa etme yoluna gideceğiz; kulağa ironik geldi, değil mi?

Toplumsal düzlemde ilk söylenmesi gereken sosyal katman veya katmanlı yapı.

Bu, -tarih boyunca göç sirkülasyonunun etkisini de göz ardı etmeden- esas olarak “kast sistemi”nden gelir.

Burada öncelikle bir noktaya açıklık getirmek şart:

“Kast” aslında ve basitçe terminoloji olarak İngilizceden Hindistan toplumuna uyarlanagelmiş bir sözcük ve aslında sağlıksız bir anlaşılmaya neden olur. Başka anlatım ile “kast”, Hindistan bağlamında tarihsel olarak sosyal açıdan önemli iki farklı fikri kapsayan, belirsiz bir İngilizce terim: Bu iki farklı fikir “varna” ve “jati”dir. Hindistan toplumundaki kast fenomeninin, eski Avrupa geleneğindeki “kast” ve/veya “sınıf” olgusundan aslında çok farklı dinamikleri var VE ÜSTELİK Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Ancak yanlış bir kabul de olsa kast sistemi olarak kanıksanmış ve içselleştirilmiş olduğu için böyle de ifade etmeye devam edeceğiz ama en azından anlaşılabilir kılmak adına temel bir ayrımlama yapmalıyız. Hindistan için “kast sistemi” olarak dediğimiz şey çoğunlukla (veya yalnızca) “varna” katmanlaşması yani “varna sistemi” olarak anlaşılır ve böylelikle –çoğu Hint olmayanların düşündüğü şekli ile– Hindistan toplumu en azından dört rütbeye ayrılır:

“Hiyerarşik” sıra ile;

Brahminler (rahipler, entelektüeller)

Kshatriyalar (savaşçılar ve hükümdarlar)

Vaishyalar (tüccarlar, sanatkarlar, bazı çiftçiler)

Shudralar (emekçiler/işçiler)

Ve bunların altında “kasta dahil edilmeyen” veya “kast dışı” kalan Dokunulmazlar veya Dalitler var.

Buraya bir parantez açmak istiyorum, sonra konuya geri döneriz:

(Önceden esasen ismini Güneydoğu Hindistan’daki bir kabileden alan Parya ifadesi kast dışı kalmışlar veya dokunulmazlar için yaygın olarak kullanılıyordu. Parya esasen Tamilce davul(cu) anlamına gelir. Ancak sonrasında toplumda bu ifadenin çok aşağılayıcı olduğuna dair bir anlayış birliği gelişmiş ve yerine zamanla Dalit ifadesi geçmiş. Gerçi Dalit sözcüğü de bazılarınca aşağılayıcı bir ifade olarak kabul edilir. Aslında Hindistan toplumunda kast dışı kalanları niteleyen Harijan vs. gibi daha birçok ifade var. Oysa Harijan Tanrı’nın çocukları anlamına geliyor. Aslında Harijan Gandhi’ye Dalit ise Ambedkar’a atfedilir. Neyse, bu arada, Hint toplumunda birisi onları aşağılamak istediğinde kimse aslında Dalit olduklarını söylemiyor. Bunun yerine daha çok onlara Bhangi, Chamar gibi kast isimleri ile seslenirler veya onlara Achhoot yani dokunulmaz veya Planlanmış Kast/Kabile veya “ayrılmış kategori” derler. Neyse, Dalit ifadesi ise Sanskrit dal kökünden gelir ve ezilmiş, bastırılmış anlamına gelir. 19. yüzyıl sosyal reformcusu Jyotiba Phule tarafından Marathi yazılarında kullanılmış. Ancak sözcük yalnızca bir kast ismi değil, özellikle eski dokunulmaz kastlar olmak üzere bir grup kastı belirten siyasi bir kimliktir. Dalit terimi, “Ambedkarite” -Ambedkar’ın kastsız, sınıfsız ve ırksız toplum yaratma felsefesi, devrimci bir toplumsal değişim yaratmayı amaçlayan hareket Ambedkarizm’in takipçileri- inancına sahip giderek daha fazla Marathi edebiyat yazarının denemelerinde, şiirlerinde, dramalarında, otobiyografilerinde, romanlarında ve kısa öykülerinde kullanmaya başlaması ile 1960’larda geçerlik kazanırken 1972’de Dalit Panterleri’nin -kast ayrımcılığı ile mücadele etmeyi amaçlayan bir sosyal örgüttü, 1980’lerin sonunda dağıldı- kurulması ile daha fazla meşruiyet kazandı. Ve Dalit Panterleri, Dalit sözcüğüne çok daha geniş bir tanım getirdi. Manifestolarına göre, Dalitler Planlanmış Kastların ve Kabilelerin üyeleri, Neo-Budistler, çalışan insanlar, topraksız ve fakir köylüler, kadınlar ve politik, ekonomik olarak ve din adına sömürülen herkes idi. Bu gibi açılardan Dalit sözcüğü olumsuz çağrışımlara sahip ve toplumu damgalıyor olarak algılanır. Tüm bunların yerine yalnızca Planlamış Kast/Kabile gibi yasal isimlendirmenin kullanılması gerektiği görüşü de var ancak anayasal terim olan Planlanmış Kastların da Dalit sözcüğünün politik gücünden yoksun olduğu için iyi bir yedek olmadığı düşüncesi de var; örneğin, Planlanmış Kast statüsünün Dalit Müslümanlar ve Dalit Hristiyanlar için mevcut olmaması bir dayanaktır. Neyse, dil statik bir varlık değil. Her dönemin kendine özgü terminolojileri var. Sakat sözcüğü bir zamanlar kabul edilebilirdi ancak engelli sözcüğü yaygınlaştıkça kullanılmaz hale geldi ve şimdi dahi bu sözcüğün modası geçiyor ve yerini farklı yetenekli ifadesi alıyor. Yani Hint toplumunun da gelecekte bir noktada Dalit sözcüğünü de kullanmayı bırakması mümkün.)

Varna durumunda tabakalaşmanın hem sosyoekonomik hem de ritüel boyutu var: Örneğin, “üst kast” üyeleri, “alt kast” üyeleri tarafından hazırlanmış yiyecekleri kabul edemez veya alt kast üyelerinin kendilerine dokunmalarını dahi kabul edemez çünkü bu “ritüel kirliliğe” neden olur. Öte yandan, en eski Hindu kutsal metinleri Vedalar’da anlatıldığı şekli ile varna sistemi mutlaka “kalıtsal” değildi ve bazı yönlerden Batı’da daha belirgin olan sınıf sistemine benziyordu.

ANCAK kastın yalnızca varna olarak düşünülmesi, onun daha belirgin olan jati yönünü gizler.

Dolayısıyla, Hindistan’ın kast sistemi “jati” katmanlaşması hesaba katılmadan düşünülemez.

Günlük yaşamda çoğu Hint’in “kast” dediği zaman anladığı ve kastettiği şey “jati” konseptidir.

Kastın sosyolojik tanımına benzer:

Ekonomik olarak kendi grubu dışındaki insanlar ile (özelleşmiş ekonomik roller yoluyla) etkileşimde bulunan ancak sosyal olarak endogami / içevlilik ile (kendi dışındaki insanlar ile evlilik yapmayarak) kendini izole eden grup.

Jatinin Hindistan’da yasal olarak bir dayanağı yok artık ama Hintler için tarihsel olarak en önemli sosyal gerçeklik; bu en azından 1,500 yıllık geçmişi ile böyledir.

Binlerce jati grubu veya “kast” var: 4 bin küsürden 40 bine varıncaya kadar!..

Varna sisteminde her birine belirli bir rütbe atanır, geçmişte tüm jati grupları ritüel statülerini yükselterek varna rütbelerini değiştirmişti. Ancak güçlü ve karmaşık endogami kuralları, aynı varna düzeyinde olsalar dahi çoğu jatiden insanların birbirleri ile karışmasını engeller… Her şeyden çok, belirli bir jati ile ilişkili içevlilik ve yeme (vejetaryenlik genellikle brahminler ve vaishyalar, et kshatriyalar ve shudralar, pirinç, sakatat ve sığır etinin olmaması dalitler ile ilişkilendirilir), giyim ve diğer yaşam tarzı gelenekleri, sosyal düzey için en önemli unsurlardı; varna değil (bazı İngiliz nüfus sayımları, tüm jatileri varna sıralamasında düzenlemeyi ve sabitlemeyi denemişti).

AYRICA, Kast ve Hinduizm hayati olarak bağlantılı değil: Her ikisi de birbiri olmadan işleyebilir ve hayatta kalabilir. Kast birçok yönden Güney Asya’nın sosyal düzeni için temel: Müslüman, Hristiyan ve Budist kastlar da var ve ayrıca Pakistan ve Sri Lanka’da da bu fenomen mevcut. Ancak hem varna hem de jati, Manusmriti gibi antik Hindu metinlerinde ayrıntılı olarak ele alınmış Kİ yani Hindistan’da Hinduizm ve kastın çok uzun süredir birlikte evrimleştiği dikkate alınırsa, ikisi arasında bazı düzeylerde iç içe geçme durumunun olması şaşırtıcı değil.

Ancak geleneklerden dolayı hala sıklıkla zemin düzeyinde işliyor olsa dahi kalıtsal kastın artık neredeyse hiçbir yasal ve ideolojik desteği yok. Hindistan’ın modernite ve Batı aydınlanması ile teması, kasttan arındırılmış ancak antik manevi değerleri içeren modern, yeni bir Hinduizm’in ortaya çıkmasını kaçınılmaz kıldı.

Kast sistemi her halükarda son derece karmaşık ve Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Örneğin, kshatriyalar (ve rajputlar) ve vaishyalar Güney Hindistan’da nadir, çünkü bu grupların erkek soyundan gelenlerin çoğu kuzey ve batı Hindistan’da kalmış ve Güney Hindistan’daki küçük brahmin nüfusu, yaklaşık 1.500 yıl önce gerçekleşen bir dizi göçün sonucu ki çünkü o bölgedeki gelişmekte olan devletler, ritüel ve idari amaçlar için brahminlere ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle, teknik olarak, Güney Hindistan’daki çoğu elit, yani yüksek rütbeli yönetici kastların çoğu shudradır, ancak tüm pratik amaçlar açısından, güneyde geleneksel varnalar fikrini anlamsız hale getirecek şekilde kshatriya olarak işlev görür.

Buradan -Güney Hindistan’dan kapıyı açmışken- konuyu kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama noktasına çekmeden önce,

İleri gelen Hint antropolog ve sosyolog Irawati Karve (1905-1970) tarafından, sistemin neden bu şekilde geliştiğine dair bir hipoteze yer vermek istiyorum: Çünkü bu teori, Hindistan’a yayılırken yeni grupları bünyesine katarak ve asimile ederek genişleyen Aryan toplumunun kanıtları ile iyi uyum sağlıyor. Ki antik çağlarda yeni seçkinlerin dahil olması ve ayrıca diğer gruplardan eş alınması gibi konularda orta çağa göre daha fazla açıklık olmuş olmalı ki genetik kanıtlar, modern Hintlerin atalarını oluşturan kastlar ve gruplar arasındaki karışımın 4 bin ile 2 bin yıl önce gerçekleştiğini gösteriyor. Ve Manusmriti gibi metinler muhtemelen 2 bin ile 1.500 yıl önce yazıldı ve uygulandı; muhtemelen siyasi baskıdan çok, toplumsal baskı yolu ile Ki Sonuçta, eğer bu zamana kadar üst kast grupları bu yapıyı benimsemiş ise bu, tüm grupların taklit etmek isteyeceği, sosyal açıdan arzu edilen bir norm haline gelmiş olmalıdır. Gupta Dönemi’nde, “ortodoksluğu” ile bilinen bir dönem, MS 400 civarında, jati sisteminin Hint toplumunun tüm kesimlerine yayıldığı ve bu dönemde karışmanın durduğu varsayılabilir.

Neyse hipotez şu:

“Binlerce yıl önce Hintler, bugün dünyanın diğer yerlerindeki kabile grupları gibi, birbirleri ile karışmayan, iç-eşli kabile grupları halinde yaşıyorlardı. Siyasi seçkinler daha sonra kendilerini toplumsal sistemin tepesine yerleştirdiler (rahipler, krallar ve tüccarlar olarak), kabile gruplarının Shudralar ve Dalitler olarak toplumun en altında kalan emekçi gruplar biçiminde topluma dahil edildiği katmanlı bir sistem yarattılar. Kabile organizasyonu böylece erken jatileri oluşturmak için sosyal tabakalaşma sistemi ile birleştirildi ve sonunda jati yapısı toplumun üst katmanlarına kadar yayıldı, böylece bugün hem yüksek kastlardan hem de alt kastlardan birçok jati var. Bu antik kabile grupları, kast sistemi ve endogami kuralları sayesinde farklılıklarını korumuşlardır.”

Kalıtsal, genetik faktörden dolayı kast kavramı, sosyolojik sınıf ve ırk fikirleri arasında bir yerde yer alır. Sınıf, bir toplumun sosyal ve ekonomik duruma göre bölünmesini ifade ederken ırk, benzer fiziksel özellikleri ve kökenleri paylaşan insan gruplarını ifade eder. Bir anlamda, farklı dilleri veya dinleri olmayan kastlar, aynı “ırk”a ait alt kültürler veya etnik kökenler olarak işlev görüyordu.

(Burada ırk konusuna girmeyeceğim, çok uzun ve karışık bir konu, ancak yapılan pek çok tarihi, genetik ve dilbilimsel çalışmalar bir şeyi ortaya koymuş ki Hindistan’daki her grup, farklı oranlarda da olsa aynı atadan gelen halkın soyundan geliyor).

Ancak burada konuyu kapatmadan önce bir de Ambedkar’ın sözlerine yer vermek istiyorum, “Annihilation of Caste” (Kastın Yok Edilmesi) kitabında şöyle yazıyor:

“Kast sistemi, Hindistan’ın farklı ırkları kan ve kültürde birleştikten çok sonra ortaya çıktı. Kast ayrımlarının aslında ırk ayrımları olduğunu iddia etmek ve farklı kastları sanki çok farklı ırklarmış gibi ele almak gerçekleri büyük ölçüde çarpıtmaktır. Punjablı Brahmin ile Madraslı Brahmin arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Bengalli dokunulmazlar ile Madraslı dokunulmazlar arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Punjablı Brahmin ile Punjablı Chamar [kalıtsal mesleği deri işçiliği, kuzey Hindistan’da yaygın bir kast, dokunulmazlar olarak isimlendirilenler arasında] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Madraslı Brahmin ile Madraslı Pariah[/Parya] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Punjablı Brahmin, ırksal olarak Punjablı Chamar ile aynı soydandır ve Madraslı Brahmin, Madraslı Pariah ile aynı ırktandır.”

Yakın zamana kadar, kast kısıtlamalarına uyma konusundaki titizlik, Hindistan’ın toplum hiyerarşisinin tepesinde oldukça farklı ve dar görüşlü bir rol geliştirmek için muhtemelen varna sisteminin tepesindeki statülerini jati fikri ile birleştiren brahminler ile daha çok ilişkilendiriliyordu; bu sentezlere entelektüel şeklini ve rasyonelleşmesini verenler de muhtemelen brahminlerdi. Modern Hindistan’da kastların giyim ve yemek yeme farklılıklarının çoğu hızla siliniyor; geriye yalnızca farklı evliliklerden kaçınma kalıyor ancak kentsel alanlarda bu da değişebilir ama kuşkusuz zaman ile… Ve aksi şekilde kalıtım durumu kırsal alanlarda daha uzun ve katı gidebilir…

Evet, şimdi gelelim kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama konusuna:

Hindistan’ın kültürel ve tarih coğrafyası genellikle Kuzey Hindistan, Güney Hindistan, Batı Hindistan veya Kuzeydoğu Hindistan gibi coğrafi kategoriler üzerinden yorumlanır. Hintler, tarihsel olarak altkıtalarının bölgelerdeki kültürel ve tarihi bölünmeleri daha iyi yansıtan iki büyük bölgeyi kapsadığını düşünmüşler: Aryavarta ve Deccan. Bunlar Hindistan’da kuzey-güney ayrımı olduğu yönündeki yaygın anlayışı bir şekilde yansıtsa da, Aryavarta ve Deccan tam olarak Kuzey ve Güney Hindistan fikirlerine uymuyor. Bu iki bölge farklı topografyalar ve jeolojiler ile ve sonuç olarak farklı sosyal kalıplar ve tarımsal kalıplar ile tanımlanıyor.

Deccan, genellikle yarımada Hindistan’ın beş Dravid dili konuşan devleti olarak tanımlanan Güney Hindistan’dan farklı; çünkü Goa, Maharashtra, Odisha, Chhattisgarh’ın büyük bir kısmı ve Gujarat, Madhya Pradesh ve Jharkhand’ın bazı kısımlarını içerir. Başka anlatımla Deccan’ın kabaca ters üçgen masa benzeri arazisi, yarımada Hindistan’ın tüm üst bölgesini kaplar. Sınırları batıda Batı Ghatlar, doğuda Doğu Ghatlar, kuzeyde Satpura ve Vindhya Sıradağları ile ve kuzeydoğu sınırı ise Mahanadi ve Godavari Nehirleri arasındaki su havzası tarafından belirlenir. Plato, Hint-Ganga havzasının güney kesiminde yer alır ve Maharashtra, Karnataka, Andhra Pradesh, Telangana, Tamil Nadu ve Kerala olmak üzere sekiz Hindistan devletini kısmen veya tamamen kaplayan —Madhya Pradesh ve Chhattisgarh’ın Gonds ve Bhils ormanlarından Maharashtra, Telangana, Karnataka ve Andhra Pradesh’in kurak kayalık alanlarına, Kerala ve Tamil Nadu’nun yeşil tepelerine kadar Hindistan kara kütlesinin yaklaşık yüzde 43’ünü oluşturan 4.22.000 km2’lik bir alanı kaplar.

Geleneksel olarak, orta Hindistan’daki Vindhya Dağları veya Narmada Nehri, Aryavrata ve Deccan arasında kuzey ve güney Hindistan arasındaki sınırı oluşturmuş. Gerçekten de bugün belirgin olan Aryavarta ve Deccan’ın tarihi Hint bölgeleri arasında önemli farklılıklar var. Aryavarta’ya hakim olan Hint-Ganga Ovası, hem büyük ve oldukça yoğun bir nüfusu hem de topografik engellerin olmaması nedeni ile hem hızla genişleyen hem de düşen imparatorlukları desteklemiş. Adından da anlaşılacağı gibi, Aryavarta esas olarak Hint-Aryan dillerini konuşan kişiler tarafından iskan edilmişti ve Hinduizm ve Hint kültüründe “standart” olarak kabul edilen şeylerin çoğunun anavatanıdır: Sanskrit, ineğe saygı, kutsal bir görev olarak vejetaryenliğe vurgu, iyi tanımlanmış kast bölünmeleri, tanrı Rama’ya tapınma, diğer özellikler arasında. Bu, MÖ 500 ile MS 500 arasında ortaya çıkan ve ünlü Maurya ve Gupta imparatorluklarını kapsayan klasik Hint kültürüdür.

Kültürel ve politik olarak, Deccan yalnızca Aryavarta’nın güneye doğru bir uzantısı değil; Tibet ve Güneydoğu Asya toplumları gibi, klasik Hint uygarlığının yeni bir ortama uyarlanmasıdır. Sözcüğün kendisi, güney; Aryavarta’nın güneyi anlamına gelen Sanskrit “dakshina” sözcüğünden türemiş Prakrit “dakkhin” sözcüğünden İngilizceleştirilmiş. Bu onu Aryavarta’dan daha az Hint yapmaz, ancak kesinlikle onu farklı kılar. Satavahanalar, Vatakatalar, Rashtrakutalar, Chalukyalar, Cholalar, Pallavalar, Tondaiman, Vijayanagara ve Marathalar gibi imparatorlukların egemen olduğu Deccan; yine de tarihi açıdan Ganga merkezli Mauryalar, Guptalar, Delhi Sultanlığı ve Babürlülerin ününe ulaşamamış birçok önemli devlete ev sahipliği yapmıştı.

Deccan’ın büyük bir kısmı kurak ve engebeli, Orta Hindistan’dan güney ucuna doğru yükselen üçgen bir plato ve uzun kıyı şeritleri boyunca Batı ve Doğu Ghatlar olmak üzere iki dağ sırası ile çevrili olduğu için Aryavarta’ya kıyasla onu daha yakından bağlayan kıyılardan, Pers ve Orta Asya’dan, Greko-Romen ve Güneydoğu Asya ticaretinden daha fazla etkilenmiştir. Aryavrata, tarımın yayılması ve Batı ve Orta Asya’dan gelen göçler ile büyük demografik değişimlere uğrarken Deccan, kuzeyden yalnızca az miktarda tüccar ve Brahmin’i özümsedi ve nüfus yoğunluğu Ganga Vadisi’nden önemli ölçüde düşük kaldı. Deccan’ın kuzey uçlarındaki Maharashtra ve Odisha Sanskritleştirilmiş ve kuzey Hindistan’da bulunan Hint-Aryan dillerini konuşurken platonun geri kalanı dilsel olarak Dravid olarak kalmaya devam ediyor. Bunlara, Rajasthan’daki Thar Çölü dışında Hindistan’ın en kurak bölgelerinden bazıları, örneğin kuzeydoğu Karnataka dahil. Bu arada bölgenin diğer kısımları, özellikle Batı ve Doğu Ghatlar ile kıyılar arasında – Kerala, Goa ve Maharashtra’nın Konkan bölgesi ve kıyı Andhra Pradesh, yemyeşil.

Bu faktörlerin hepsi Deccan’ın özelliklerini açıklıyor: Daha uzun süreli siyasi oluşumlara ev sahipliği yaptı ve nadiren birleşti. Her ikisi de Deccan’dan olan Tamil ve Kannada, herhangi bir Hint dilinin en eski sürekli edebi tarihlerine sahip ve bu, sık sık siyasi değişimlere uğrayan kuzey Hindistan’da imkansız olan kültürel sürekliliği ima eder. Sonuç olarak, Deccan Aryavarta’dan daha az tarımsal ve daha çok ticaret odaklı olmuş. Kuzeyde bulunan herhangi bir imparatorluk tarafından nadiren fethedilmiş ve çok daha az yönetim altında tutulmuş, bu da bugün dahi siyasi ve sosyal kalıplarının Hindistan’ın geri kalanından farklı olmasının nedenini açıklar:

Örneğin; 2014 ve özellikle 2019 ve 2024 genel seçimlerinde Hindistan’ın geri kalanını kasıp kavuran Bharatiya Janata Partisi (BJP) dalgası güneyde çok daha sönüktü.

Deccan, paradoksal olarak Aryavarta’dan hem daha modern hem de daha geleneksel; bazı yönlerden Japonya ve Tayland gibi farklı kültürleri aracılığı ile moderniteyi aracılık eden toplumlara benzer. Aryavarta’da gelenek ve modernite arasındaki ikilik daha keskin, çünkü oradaki toplumun doğası daha fazla şoka ve değişime eğilimli ki bu nedenle genellikle ya eski ya da yeni var.

(Yazı dizisinin sonu)

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

Görüş

‘Mükemmel fırtına’nın gözünde korkuyla dalgalanan piyasalar

Avatar photo

Yayınlanma

Bugün itibarıyla İsrail ile İran arasındaki sıcak çatışmalara artık ABD’nin de dahil olmasıyla savaşın kapsamı genişlemiş oluyor. B-2 bombardıman uçaklarının İsfahan, Natanz ve Fordo nükleer tesislerini bombalamasının ardından, bugün gün içinde yaşanacaklar, bu yeni evrenin nasıl şekilleneceğini gösterecek. Bu tek bir seferlik bir hava operasyonu muydu, yoksa ABD bu operasyonlarını İsrail ile ortaklaşa devam ettirecek mi, hep birlikte göreceğiz. Anlaşılan o ki, ABD’de ‘Make America Great Again’ (MAGA) taraftarlarıyla neo-con’lar arasındaki çatışmanın galibi şimdilik neo-con’lar… Ancak İran’da rejimi devirmek konusunda Washington net bir karara vardı mı, onu bilemiyoruz.

Avrupa Birliği’nde (AB) nasıl tepkiler geleceği diğer önemli konu. Tabii en önemlisi Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping’in açıklamaları olacak. Aynı şekilde Batı Asya ülkeleri; ABD, Birleşik Krallık ve AB’nin koşulsuz emrine amade olmaktan geçmişe göre biraz daha uzak. Ortada garip bir durum var, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır, aynı zamanda İran ile birlikte BRICS üyesi ülkeler arasında yer alıyor. Yine Suudi Arabistan da dahil Körfez ülkelerinin Çin ve Rusya ile ekonomik ilişkileri hızla gelişiyor. Ve hemen herkes hemfikir ki, İsrail ile İran savaşı aslında, bir bölgesel çatışmanın çok ötesinde, ‘çok kutuplu dünyacılar’ ile ‘tek kutuplu dünyacılar’ arasındaki küresel mücadelede önemli bir mevzi… Temelinde küresel ekonomik gelişmeler, küresel ticaret koridorları, enerji hatları olan bir hegemonya savaşının köşe taşlarından biri… İran artık Çin’in ön bahçesi ve stratejik açıdan büyük önem taşıyor. Batı Bloku bu bahçeyi bir şekilde ele geçirirse, Kuşak ve Yol Girişimi’nden tutun bölgesel tüm ticaret ve enerji rotalarında daha belirleyici bir güç olabilir.

Ancak aynı şekilde Kuşak ve Yol Girişimi’ne alternatif olarak ABD’nin öncülüğünde gündeme getirilen Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ticaret Koridoru’nun (India-Middle East-Europe Trade Corridor-IMEC) ilk aşamasında hayal olma ihtimali de var. Yani Batı Asya’dan Orta Asya’ya oyun kurucu olmak için bu operasyonu başlatan Batı Bloku, kendi oyununu bozan taraf da olabilir. Zira böylesi bir savaşın daha da alevlenmesi durumunda, IMEC’in üyesi olan BAE, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün İsrail ile aynı projede yer alması, bu üç ülkenin halkları tarafından sineye çekilecek bir durum olmayacaktır. Diyelim ki her şeye rağmen Batı Bloku amacına ulaşmaya yaklaştı, bu gelişmeye ne Çin ne de Rusya göz yumabilir. Yani her şey kendi içinde avantajlar kadar dezavantajları da barındırıyor. Kabaca jeostratejik ve jeokonomik panorama bu gibi görünüyor.

EKONOMİK KIRILGANLIKLAR İÇİNDE
BİR DE SAVAŞA YAKALANMAK!..

Her savaş, savaşan ülkeler için çok maliyetli, ancak küresel ekonominin yapısı gereği artık sadece savaşan ülkeler için değil, farklı farklı boyutlarda tüm ekonomiler için ciddi bedelleri var. Bu her ülkenin doğal kaynaklarından ekonomik yapısına, finans sektöründen coğrafi konumuna kadar pek çok etken tarafından belirleniyor.

Söz gelimi, Türkiye gibi enerji sepetinde hidrokarbon temelli enerjinin önemli bir yer tuttuğu ve enerji bağımlı bir ülke için, enerji fiyatlarında yukarı yönlü hareketler çok ciddi bir sorun, hele ki ciddi dış açığı varsa, ki var! Yine enflasyon ve durgunluğun iç içe geçtiği bir evrede, sınırlarının hemen yanında patlak verecek bir savaş çok ciddi sorunlar yaratmaya aday. Bu sebeple ki, Borsa İstanbul diğer borsalara göre çok daha ciddi bir tepki veriyor bu gelişmeye ve diğer borsalardan negatif ayrışıyor. Aynı sorun savaş sebebiyle yaşanacak küresel ticaret ikliminde bozulma ve tedarik zincirlerindeki kopukluklar için de geçerli! Bu hem ihracatı hem de turizmi olumsuz yönde etkileyeceğinden ötürü zaten sıkıntıda olan ekonomiyi daha da zora sokacak. Yine savaşın küresel enflasyonu yukarıya taşıyacak olan etkisi de Türkiye’de dezenflasyonist sürece sekte vuracak.

HİNT OKYANUSU’NUN BATISINDA
DENİZ NAKLİYATI RİSK ALTINDA

Tabii savaşın bir tarafı İran gibi petrol ve doğalgaz üreticisi bir ülke olunca, ilk akla gelen hampetrol fiyatları oluyor. Hampetrol fiyatlarındaki artış, küresel ekonominin büyüme oranını negatif etkiliyor. Üstelik bu yıl ve gelecek yıl için büyüme tahminleri hiç de parlak değilken… İsrail’in saldırıya başladığı gün hampetrol fiyatlarında görülen sıçrama önemli bir işaret. 12 Haziran’da Brent hampetrolü varil başına 69 dolarken, 13 Haziran’da varil başına 74 dolara yükseldi. 12 Haziran’a kadar 69 dolara tırmanmasının sebebi de zaten bir sıcak çatışma beklentisiydi. Bu süreçte Batı Texas hafif petrolü (WTI) yüzde 1.5 artışla 72.83 dolar/varil oldu. Petrol piyasaları, yüzde 7’lik artışla geçtiğimiz cuma günü aylardır görülen en önemli haftalık artışı yaşadı. O günden bu yana, tarafların karşılıklı açıklamalarıyla dalgalı bir seyir izliyor petrol fiyatları, ancak her an 80 doların üzerine çıkabilir.
Üç temel senaryo üzerinden gidersek, eğer ki İran Hürmüz Boğazı’nı mayınlayarak kapatırsa varil başına petrol fiyatının 120 dolara çıkması işten bile değil. Bu fiyatta sabit kalmayıp yeniden düşmesini sağlayacak olan ise küresel ticaretin ve dolayısıyla üretimin daralması sebebiyle enerjiye talebin azalması olabilir. Ki bu da, küresel ekonomi, özellikle ihracata dayalı gelişen ekonomiler için ciddi bir kayıp anlamına gelir.

Bundan kötüsü, ABD’nin bu hava operasyonunun ardından İsrail’in yanında bilfiil savaşa girmesi olacaktır. Bu, Batı Asya’da çok ciddi gerilimler ve istikrarsızlığa sebep olmakla kalmayacak, aynı zamanda Hint Okyanusu’nda deniz nakliyatının ciddi bir darbe yemesi anlamına gelecek zincirleme reaksiyonları da beraberinde getirecektir. Hürmüz Boğazı, dünyanın en kritik petrol geçiş noktası olmaya devam ediyor. Küresel petrol ticaretinin yaklaşık yüzde 26’sı, deniz yoluyla yapılan petrol sevkiyatlarının yüzde 30’u, küresel LNG akışının yüzde 20’si bu boğazdan gerçekleşiyor. Ve bu sevkiyatın yüzde 80’i Asya-Pasifik Havzası’na gidiyor, yüzde 20’si ise Avrupa pazarlarına… Bu rotanın alternatifi olacak bir boru hattı yok, başka deniz yolu rotası da. Basra Körfezi’nin enerji vanası Hürmüz Boğazı…

Peki OPEC’in 5 milyon varil/günlük yedek kapasitesi İran’ın arz kayıplarını telafi edebilir mi? Evet karşılayabilir, ancak bu petrolün deniz yoluyla nakliyesinin ne denli güvenilir olacağı da bir başka sorun. Ayrıca OPEC + ülkelerinin bu ek üretime ne kadar istekli olacağı da bir başka mesele… Ve mesele sadece Hürmüz Boğazı’nın kapanması değil, Bab’ül Mendeb Boğazı’nda geçişlerin ne kadar güvenli olabileceğiyle de ilgili… Yemen’de Husiler ABD’nin savaşa dahil olması durumunda bu bölgede saldırılarını artıracaklarını açıkladılar bile. Malum Kızıldeniz’i Aden Körfezi üzerinden Hint Okyanusu’na bağlayan su yolu bu.

TEDARİK ZİNCİRİNDE KOPUKLUKLAR
CİDDİ BİR RİSK OLUŞTURUYOR

Böylesi bir durumda, İran’ın hampetrolü ve doğalgazının yanı sıra Irak, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan ve BAE’nin de enerji kaynaklarının küresel piyasalara akışı ciddi oranda etkilenecektir. Yani küresel ekonomi açısından kayıp salt petrol fiyatlarındaki artışla sınırlı kalmayacak, her türlü deniz ticareti rotasındaki tedarik zincirlerinde de kırılmalara neden olacak. Bu zararın parasal karşılığını ise bugünden hesaplamak mümkün değil.

Bundan daha kötüsü ise İran’a bir kara harekâtı olacaktır ki, işte o zaman Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Batı Bloku’na yaptığı uyarı gerçek olabilir; yani sınırlı da olsa bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın yolu açılabilir. Zira Putin, bir endişe belirtmekten öte, Rusya’nın İran’ın yanında yer alacağı uyarısını yapıyor. Çin için de aynı şeyi söylemek gerek. Çin ile çok yakın ilişkiler içinde olan Pakistan zaten ‘nükleer’ bir uyarı yapmıştı. Ve unutmayalım, daha sayılı günler önce Pakistan ile Hindistan bir savaşın kapısından sınırlı bir sıcak çatışmayla dönmüştü de dünya derin bir nefes alabilmişti! Böylesi bir durumda, yani ‘cehennem senaryosu’nda kimi uzmanlara göre hampetrol fiyatları 200 doları aşabilir!

Bir dördüncü senaryo var ki, yeryüzünde yaşayan her insan açısından en olması gereken senaryo diyelim. ABD’nin B2 bombardıman uçaklarının üç nükleer tesisi hedef alan bombardımanı sonrasında, hâlâ bir seçenek olarak İran ile İsrail’in bir arabulucu eşliğinde masaya oturtulması… Madem ki Trump’ın açıklamasına göre nükleer tesisler yok edildi, öyleyse bir savaşın gereği de kalmadı değil mi? Sebebin bu olduğuna pek inanan olmasa da!..

Peki kim olabilir bu arabulucu? Mesela Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu rol için sahne almaya çalışıyor. Düşük olasılık onun bu rolü üstlenmesi, ama belki!.. Belki de ABD ve Rusya’nın birlikteliğinde bir heyet bu arabuluculuğu üstlenir. Hâl böyle olursa, hampetrol ve doğalgaz fiyatları kısa bir süre içinde 65 dolar seviyelerine ve belki de daha da aşağısına inebilir. Sonuçta bu yıl küresel ekonominin performansı pek şahane olmayacak ve enerjiye talep de bu eğilime paralel seyredecek. Talep düşükse fiyatın artmasını gerektirecek bir sebep de olmaz.

ONS ALTIN KÖTÜ SENARYOLARIN
‘YÜKSELEN YILDIZI’DIR HER ZAMAN

Emtia piyasaları dendi mi, ilk akla gelen petrol, ancak değerli metaller de bir o kadar önemli… Değerli metaller söz konusuysa, altını ayrı bir kefeye koymak gerek. Altın korkuların, belirsizliklerin vaz geçilmezidir. Donald Trump’ın seçimleri kazandığı gün itibarıyla sert bir düşüş sürecine giren ons altın, ‘tarife savaşları’yla birlikte korku endeksinin (volatility index) zirvelerde dolaşmasına paralel olarak yukarı yönlü hareketini sürdürüyordu. Tabii ki savaş ortamıyla birlikte yükseliş eğilimini perçinledi.

Bu süreç boyunca gelişmelere göre dalgalı seyir izleyerek yukarı yönlü hareketini koruyacağını söylemek mümkün. Ons başına 3,400-3,500 dolar seviyelerinde hareket etmesi beklenmeli… 3,400 dolar seviyesini direnç noktası olarak işaretleyebiliriz. Büyük olasılıkla günün ilk saatlerinde yaşanan son gelişmeyle birlikte kötü senaryoların daha ağırlık kazanması altında yukarı yönlü ataklara sebep olacak.

PLATİNLE PALADYUMDA FİYAT HAREKETLERİ
NEDEN TERS YÖNLÜ BİR EĞİLİM GÖSTERİR?

Diğer değerli metallerden platinde de saldırı günü sonrasında yukarı yönlü hareket çok belirgin seviyelerdeydi, sonrasında belli bir düzeltme hareketi gerçekleşti. Platin, gümüş ve diğer değerli metaller salt bir yatırım aracı değil, aynı zamanda endüstriyel metaller olduğundan fiyat hareketleri savaşın gidişatı kadar, küresel büyümeye paralel talep eğrilerine göre şekillenecek gibi görünüyor. Burada referans metallerden sayılan paladyumdaki fiyat hareketleriyle platin fiyat hareketleri arasındaki ayrışma, bu eğilimin iyi bir örneği olarak dikkat çekiyor. Platinin Haziran 2025’te ons başına 1,078 dolara yüzde 9’luk artışı arz darboğazları ve endüstriyel zorunlulukları işaret ediyor. Elektrikli araçların (EV) benzinli motorlara olan talebi azaltmasıyla zayıflayan paladyumun aksine, platinin hem EV’ler hem de geleneksel araçlar için hidrojen yakıt hücrelerinde ve katalitik konvertörlerdeki rolü, onu enerji dönüşümü için kritik bir metal olarak konumlandırıyor.

Bakır, alüminyum, çinko, kurşun gibi endüstriyel metallerde ise genel olarak küresel ekonomik durgunluk üzerine gelen savaş ortamı sebebiyle aşağı yönlü hareketler söz konusu… Büyük olasılıkla savaşın gidişatına göre talepte göreli bir düşüşün tetiklenmesi ve bunun fiyatlara yansıması beklenebilir.

NAVLUN FİYATLARI KÜRESEL
TİCARET İKLİMİNİ BOZABİLİR

Mesele salt emtia fiyatlarındaki oynaklıklar değil, tedarik zincirlerinde maliyetlerin artması gibi ciddi bir yan etki daha var. Gerek enerji fiyatlarındaki artış gerekse deniz yolu taşımacılığında risklerin yükselmesi; yani rota değişiklikleri, yakıt maliyetlerinin artışı, hızla yükselen sigorta primleri navlun fiyatlarına yansıyor. Hürmüz Boğazı’ndan yapılan deniz taşımacılığında navlun sadece bir haftada iki kata yakın yükseldi. Yine de sorun henüz korkulan boyutta değil.

En çok endişeli duyulan konu Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması. Maersk gibi büyük deniz nakliyat firmaları Batı Asya limanlarına, söz gelimi İsrail limanlarına gemilerin uğramasını ise şimdiden askıya alabiliyor. Sonuçta İsrail limanları İran’ın füzelerinin menzilinde! Bu savaşın şiddetinin artması durumunda, bölgedeki deniz taşımacılığının bir süreliğine felç olması ya da nakliye maliyetlerinin çok daha yükselmesi olasılık dahilinde. Bu sadece petrol ve doğalgaz için değil her türlü hammadde, yarı mamul ürün ve diğer emtiaların fiyatlarında ek nakliye maliyetlerinden kaynaklı artışa sebep olacak gibi görünüyor.

GÜBRE SEKTÖRÜNDE KRİZ GIDA
GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDEBİLİR

Dolaylı bir yoldan bu savaş tarımsal emtia arzını ve fiyatları da etkileyecek, kısa vadede ciddi bir gıda güvenliği krizine neden olma potansiyeli de var. Bölge ülkeleri, gübre üretiminde ve ihracatında çok önemli bir güce sahip. Yaşanan savaşın üretim ve ihracat yapan ülkelere etkisi çok büyük. Uluslararası Gübre Derneği (IFA) ve İran Enerji Bakanlığı verilerine göre, İran’ın yıllık 5 milyon ton üre ihracatı ve 4.5 milyon ton amonyak üretimi var. İran, dünya gübre pazarında ilk üçte… Tesisler İran Ulusal Petrokimya Şirketi (NPC) tarafından işletiliyor. İsrail, yılda 4.5 milyon ton potasyum gübresi ihracatıyla, bu alanda dünyanın dördüncü büyük üreticisi.

Mısır, üre gübresi üretiminde ve ihracatında önemli role sahip. Mısır Petrol Bakanlığı verilerine göre, 6 milyon tonluk üretim kapasitesiyle, 3.5 milyon ton üre ihraç ediyor. Yıllık 5.6 milyon ton üre ve 3.8 milyon ton amonyak üretimiyle Katar önemli üretici ülkelerden bir diğeri. Suudi Arabistan, yılda 7 milyon ton gübre üretiyor, bunun yüzde 60’ını ihraç ediyor. Bölge ülkeleri Avrupa ve Afrika ülkelerinin önde gelen gübre tedarikçisi…

Dahası da var… Bu savaşın merkez bankalarının politika faizi kararları, tahvil piyasaları, borsalar başta olmak üzere küresel finans piyasaları üzerinde de çok ciddi etkileri olacak. Emtia piyasalarında yaşanan benzer dalgalanmaları bu alanlarda da en az benzer sertlikte göreceğiz. Bu iki hafta sadece 2025’in değil, 2026’nın da küresel ekonomik kaderini belirleyecek dramatik gelişmelere gebe!

Okumaya Devam Et

Görüş

İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

20 Haziran itibarıyla İsrail ile İran arasındaki karşılıklı hava saldırıları ikinci haftasına girdi ve her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Saldırıların şiddeti artıyor ve kısa vadede bir ateşkes umudu görünmüyor. Dahası, ABD açıkça İsrail’e destek vererek İran’ın füzelerini ve İHA’larını engelledi ve İran’a karşı doğrudan askeri müdahaleye hazırlanıyor. Başkan Trump, yalnızca İran’ı “tam teslim olmaya” zorlamakla kalmadı, aynı zamanda üç uçak gemisi filosunu Orta Doğu’ya göndererek İsrail-İran çatışmasını ikiye bir hâline getirme ihtimalini doğurdu ve Yugoslavya Savaşı benzeri bir senaryo—uzun süreli ve yoğun hava saldırılarıyla düşmanı yenme—ortaya çıkabilir.

Basra Körfezi, dünya petrol rezervlerinin kritik noktasıdır ve İran’ın hedef alınan başlıca noktaları nükleer tesislerdir. Bu durum, küresel petrol ve doğalgaz arzında kesinti riski yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda nükleer sızıntı ve yayılma riski de doğuruyor. Bu çatışma, bölgesel savaşlardan daha endişe verici ve dünya güvenliğini daha fazla etkiliyor. Askerî ve diplomatik ayrıntıların ötesinde, İsrail-İran karşılaşmasının haklılık ve haksızlık boyutlarını büyük tarih perspektifinden değerlendirmek gerekiyor.  Bu, kırk yılı aşkın süredir devam eden düşmanlığın ardından gelen son hesaplaşmayı işaret ediyor; yıllarca süren karşılıklı hakaretler, tehditler ve vekâlet savaşlarının sona erdiği bir nokta. Şimdi her iki ülke de doğrudan, yüksek yoğunluklu bir düelloya giriyor.

Öncelikle, İsrail’in ilk saldırgan taraf olması meşruiyetten ve adaletten yoksundur ve bu nedenle uluslararası kamuoyundan yoğun tepki görmektedir. Birleşmiş Milletler üyesi bir ülkenin, sadece İran’ın nükleer silaha yaklaşabileceği kuşkusuyla diğer bir BM üyesine savaş ilanı olmaksızın saldırması, açıkça uluslararası hukuku ve BM Anayasası’nı ihlal etmektedir. Bu, egemen bir devlete doğrudan saldırı, İran halkının temel insan haklarının çiğnenmesi ve modern hukuk düzenine karşı pervasız bir meydan okumadır.

Bu, İsrail’in başka egemen devletleri ihlal ettiği ilk örnek değildir. 1956’da İngiltere ve Fransa ile Süveyş Krizi’ni başlatmış, 1967’de Mısır, Suriye ve Ürdün’e önleyici saldırılar düzenleyip topraklar işgal etmiştir. 1981’de Irak’ın nükleer tesislerini bombalamış, 2007’de Suriye’deki reaktörü yok etmiştir. 2009–2012 arasında defalarca Sudan’da hedefler vurmuştur. İsrail, küçük toprak ve stratejik kırılganlık gerekçesiyle genellikle ilk saldırıyı yaparak askeri üstünlüğünü korumaya çalışmaktadır. Ancak bu yaklaşım, ülkesini adeta bir askeri devlet hâline getirmiştir.

Kuşkusuz, İsrail bu Arap ülkeleriyle düşmanlık veya ateşkes halindeydi ve bu ülkelerin hükümetleri İsrail’e düşmanlık besliyordu. Bazılarının savaş hazırlığı içinde olduğu da mümkündür. Ancak İsrail, mutlak askeri üstünlüğünü korumak ve kendi güvenliğini sağlamak için önleyici saldırılar düzenlemenin gerekçesi olarak sürekli olarak küçük toprakları, stratejik derinliğinin olmaması ve düşman güçler tarafından kuşatılmış olmasını göstermiştir. Gerçekte, İsrail 1948’deki kuruluşundan bu yana stratejik çıkmazını temelden aşamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri, askeri araçlara aşırı bağımlılığı ve savaşa olan derin bağlılığıdır. Bu durum, İsrail’i fiilen bir devlet kisvesi altında faaliyet gösteren bir askeri güç haline getirmiştir.

Bugün nükleer silaha sahip ve büyük bir üstünlüğü olan İsrail’in, İran’ın “nükleer silah edinme ihtimali” bahanesiyle saldırması, hem mantıksız hem de uluslararası ahlaka aykırıdır.

İsrail-İran çatışması, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın devamıdır. Her ne kadar bu savaş Hamas tarafından başlatılmış olsa da, kökeninde İsrail’in Filistin topraklarını uzun süredir yasa dışı olarak işgal etmesi ve sömürmesi yatmaktadır. İsrail, görünürde Hamas ve müttefiklerini yenmiş olsa da, asıl sorun hâlâ işgal edilen Filistin, Lübnan ve Suriye topraklarının iade edilmemesidir. Uluslararası hukuka göre, işgal altındaki halkların silahlı direniş hakkı, saldırıya uğrayan devletlerin ise meşru müdafaa hakkı vardır. Ortadoğu’daki çatışmaların temel meselesi budur ve İsrail’in yalnızlaşmasının nedeni de budur.

Bununla birlikte, İran da İsrail saldırıları karşısında tamamen masum sayılamaz. İsrail’in Arap topraklarını yasadışı işgali, temelde İsrail ile Arap devletleri arasındaki bir anlaşmazlıktır ve uluslararası kamuoyu büyük ölçüde Arap tarafının yanında yer almış ve İsrail’in işgal uygulamalarını tutarlı bir şekilde kınamıştır. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana İran, İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayı reddetmiş ve ne sınırı olduğu ne de toprak anlaşmazlığı bulunduğu bir ülkeye karşı düşmanca bir tutum sergilemiştir. Dahası, İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve İsrail’e karşı askeri mücadelelerinde Filistin’in sertlik yanlısı fraksiyonlarını sürekli desteklemiş ve böylece İsrail’in ulusal güvenliğine ve bölgesel istikrara ciddi bir tehdit oluşturmuştur.

Son yıllarda İran, uluslararası terörle mücadeleye katılımı ve Obama yönetimiyle yaptığı nükleer anlaşma sayesinde, nüfuz alanının fiili olarak tanınmasını sağladı. Böylece Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan “Şii Hilali”ni başarıyla oluşturdu ve “Tahran–Bağdat–Şam–Beyrut–Sana” eksenini kurdu. İran Devrim Muhafızları ve büyük Şii milis grupları Suriye’ye sızarak çok sayıda askeri üs kurdu ve İsrail’e doğrudan tehdit oluşturmaya başladı. Bu durum, İsrail’in defalarca Suriye’yi bombalamasına neden oldu—Suriye’nin karşılık verme niyeti vardı ama gücü yoktu—ve sonunda onlarca yıldır ülkeyi yöneten Esad rejiminin çökmesine yol açtı.

İran’ın Orta Doğu’daki çatışmalara—özellikle Filistin-İsrail ve Arap-İsrail ihtilaflarına—derinlemesine müdahalesi, uluslararası hukuk ilkelerine değil, pan-İslamcı ideolojiye dayanıyor. Bu ideolojiye göre, Müslüman ülkelerin işgal altındaki İslami toprakları ve ezilen Müslüman kardeşlerini kurtarmak gibi bir görevi vardır. Ancak geleneksel İslam hukuku, modern uluslararası hukukun yerini alamaz. Filistin, Lübnan veya Suriye’ye duyulan sempati de vekâlet savaşlarını başlatmak için bir gerekçe olamaz. Zamanla İran, yalnızca İsrail’in düşmanlarının ana üssü ve destekçisi olmakla kalmadı, aynı zamanda kendine de savaş ve yıkım getirdi. Uluslararası hukuk ve devletlerarası ilişkiler açısından bakıldığında, İran’ın İsrail tarafından saldırıya uğramasını “kendi hataları getirdi” demek pek de yanlış sayılmaz.

Özünde İran hükümeti gerçekten Filistin-İsrail ve Arap-İsrail çatışmalarını çözmek mi istiyor? Eğer öyleyse, İran BM kararlarına uygun olarak taraflar arasında müzakereyle çözümü desteklemeliydi; İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımalıydı, ilişki kurmasa bile. Eğer öyleyse, İran Arap ülkelerinin ortak duruşunu benimsemeli, “toprak karşılığı barış” ilkesini savunmalı ve İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarını geri vermesi koşuluyla egemenliğini tanımalıydı. Ama bunun yerine İran, Arap kolektif iradesini aşan bir hedef izledi, kendisini Arap ülkeleri adına öne attı. İran’ın Orta Doğu politikası, gerçekte Fars milliyetçiliğinin güdümündedir: Arap kayıplarını geri alma iddiası altında, Fars ve Şii kimliğiyle bölgesel siyaset sahnesinde söz hakkı ve etki elde etmeye çalışmaktadır.

Üçüncü husus, İsrail ve İran halklarının günümüzdeki acıları ve tarihî tercihleri. Savaş başladığında önce ve en fazla acı çeken hep halklardır. Ancak bu savaşın belki de en büyük anlamı, her iki ülke halkını uyandırıp hükümet politikalarını değiştirecek kolektif bir irade doğurup doğurmayacağıdır.

İsrail ve İran, farklı düzeylerde de olsa demokratik ülkeler sayılır; en azından yasal olarak, halk egemenliğine dayanan ve güçler ayrılığına sahip sistemlere sahiptir. Elbette aralarında ciddi farklar vardır: İsrail Batı tarzı çok partili bir demokrasidir; İran ise teokratik ve otoriter bir İslam Cumhuriyeti’dir. Ancak sonuçta her iki ülkenin yönetim sistemleri de halk iradesiyle şekillenmiştir. Bugünkü sonuçlara yol açan uzun süreli devlet politikalarının sorumluluğu yalnızca hükümetlere değil, halklara da aittir.

İsrail’in uzun süredir izlediği saldırgan ve yayılmacı politikalar, özellikle Yahudi halkının tarihî travmalarıyla ve güvenlik algısıyla bağlantılıdır. Yüzyıllar süren sürgün, soykırım tehlikesi ve zulüm, Yahudi toplumunun kültürel genetiğine işlemiş ve bu da onları komşu halkların haklarını görmezden gelecek kadar kendi güvenliklerine odaklanmalarına neden olmuştur. Bu, hükümetin işgal ettiği toprakları geri vererek barış sağlama yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşmasını engellemiş, tam tersine aşırı sağın yükselişine zemin hazırlamıştır.

Gazzelilerin milyonlarca kişiyle “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi”nde yaşamasına, 50 binden fazla Filistinlinin bir yılda ölmesine, açlık ve kan içinde yaşamasına rağmen İsrail halkı büyük ölçüde kayıtsızdır. İsrail’in işgal ettiği komşu topraklarla büyümesi, düşmanlıkları kalıcılaştırsa da halk bunu sorgulamak yerine sürdürmeye razıdır. Mevcut aşırı sağcı liderlerin kendi siyasi kariyerini kurtarmak için İran’a savaş açması ve karşılık bulması da halkta sadece korku ve daha sert misilleme isteği doğurmuştur; barış arayışı değil.

İran’da da iktidar düzenli değişse bile saldırgan dış politika değişmemektedir; çünkü halk bunu ya seçmekte ya da sessizce onaylamaktadır. 40 yıl önce İran halkı, yolsuz ve zalim Şah rejimini devirerek İslam Cumhuriyeti’ni kurdu. Ancak bu yeni rejim kısa sürede devrim ihracı uğruna Irak’la sekiz yıllık bir savaşa girdi ve neredeyse bir milyon insanın hayatına mal oldu. Fakat bu acı tarih halkı uyandırmak yerine, onları Fars milliyetçiliği, cihatçı şehitlik ve trajedi romantizmine daha fazla bağladı. İran halkı, hükümetin Arap komşularla ve dış dünyayla sürtüşmeler içinde yürüttüğü çatışmacı politikaları sürdürmesine göz yummaktadır.

Son birkaç on yılda Arap-İsrail ihtilafı köklü bir dönüşüm geçirdi. Süreç, Mısır, Ürdün ve FKÖ’nün İsrail’le barış yapmasıyla başladı; ardından Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile ilişkileri normalleştirmesiyle yeni bir evreye ulaştı. Orta Doğu’nun siyasi yelpazesi belirgin şekilde değişti; bölgede siyasetin ana teması artık barış, uzlaşı, iş birliği ve kalkınma yönüne kaydı. Ancak İran halkı hâlâ hükümetinin köhnemiş ve katı politikalarına körü körüne bağlı kalmakta, zorluklara, siyasi baskıya katlanmakta; ekonomik gelişme ve ulusal ilerlemeyi feda ederek “İsrail karşıtlığı” ve “İsrail’in yok edilmesi” sloganlarına sarılmakta; Arap topraklarını geri alma misyonunu kendine görev bilmekte; bu uğurda ABD ve Batı ile uzun soluklu, tüketici bir gerilim sarmalına girmeyi göze almaktadır. Bu gidişat, ülkeyi uçuruma sürüklemekte ve başkenti adeta insanların terk ettiği bir hayalet şehre çevirmektedir.

2500 yıl önce, İran halkının ataları Asya, Afrika ve Avrupa’yı kapsayan ilk büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu’nu kurdular. Ahameniş Hanedanı, çokkültürlü ve kapsayıcı bir yönetim anlayışı benimsedi. Bu hanedan, Babil’de 70 yıl köle olarak tutulan Yahudileri cömertçe özgürleştirmişti. Yahudiler, bu kurtuluş karşısında gözyaşları içinde Pers hükümdarı Büyük Kiros’u bir kurtarıcı olarak benimsediler. Yahudi prenses Ester, kimliğini gizleyerek saraya girdi, Kral Serhas’ın (Xerxes) sevgisini kazandı ve yüksek makamlarda bulunan amcası Mordehay ile birlikte düşmanları Amaleklileri yok ederek halkını korudu. Bu tarihî efsaneler, Yahudiler ile İranlılar arasında barış içinde bir arada yaşamanın parlak örneğidir.

Ancak modern çağda, İsrail ile İran neredeyse yarım yüzyıldır birbirine düşman hâline geldi. Bu, büyük bir ironi; iki ülkenin ve halklarının trajedisi; Yahudi ve Pers uygarlık tarihine aykırı bir sapmadır. Bugün sürmekte olan ve giderek şiddetlenen bu dolaylı savaş, sonucu ne olursa olsun kazananı olmayan bir çatışmadır. Dileğimiz; iki ülkenin karar vericileri ve seçmenleri, bu kan ve ateşten ders çıkararak politikalarını gözden geçirir, düşmanlıklarını terk eder ve Arap ülkeleriyle birlikte “toprak karşılığı barış” ilkesine sadık kalır.

Filistin meselesi, iki devletli çözüm temelinde ele alınmalı; Lübnan ve Suriye topraklarının müzakere yoluyla geri alınması hedefiyle İbrahim Anlaşmaları’nın kapsamı genişletilmelidir. Karşılıklı anlayış, kabullenme ve saygı temelinde İsrail ile İran arasındaki uzun süredir süregelen çatışma sona erdirilmeli; Orta Doğu, çatışma ve savaşın sarmalından tamamen kurtarılmalı; dünyada büyük ölçekli şiddeti geride bırakan diğer bölgeler gibi barış ve kalkınma yolunda ilerlemelidir. Böylece kaybedilen zaman telafi edilir, ertelenen kalkınma ve refah yeniden yakalanır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Rusya’nın Ukrayna’nın ardından Avrupa ülkelerini ‘işgal etmeye’ devam edeceği tezi, Avrupa siyasetini şekillendiren ana unsurlardan biri haline geldi. Kıta genelinde yükselen ‘Batı/NATO/AB karşıtı’ güçlere ve ABD’de Donald Trump iktidarının Rusya’yla git gelli barış arayışlarına rağmen, Avrupa’da ‘ana akım siyaset’ savaş hazırlıklarına son sürat devam ediyor. Bu kapsamda, Baltık ülkelerinden yeni bir hamle daha geldi. 

Litvanya, Letonya ve Estonya, ‘Rusya’nın artan tehditleri karşısında sivil halkın güvenliğini sağlamak’ amacıyla kitlesel tahliye planlarını ortaklaşa yürütme kararı aldı. Üç ülkenin içişleri bakanları, 13 Haziranda Vilnius’ta düzenlenen resmi törenle imzaladıkları mutabakatla, sınır ötesi tahliye sürecinde koordinasyonun sağlanmasını, bilgi paylaşımının hızlandırılmasını öngören kapsamlı bir işbirliği başlattı.

Planı “Açık prosedürler ve hızlı bilgi akışı hayati öneme sahip. Bu sayede kriz öncesinde ve esnasında paniğin önüne geçebilir, tedbirleri hızla uygulamaya koyabiliriz” ifadeleriyle tanımlayan Litvanya İçişleri Bakanı Vladislav Kondratovic, özellikle ‘geniş çaplı tahliyelerde’ bu birlikteliğin kritik bir rol oynayacağını savundu. 

Tahliye planında neler var?

Üç ülke, tahliye kapasiteleri, potansiyel tahliye koridorları ve sınır kapılarının durumu gibi bilgileri paylaşacak. Bu bilgiler, halkın güvenli ve hızlı biçimde taşınmasını sağlayacak şekilde kullanılacak. Aynı zamanda engelli, yaşlı, çocuk ve diğer hassas grupların tahliye süreçlerinde özel öncelik alacağı vurgulandı.

Mutabakatın temel hedefi, yayınlanan resmi açıklamada şöyle açıklandı:

“Baltık ülkeleri arasında kitlesel tahliyelere yönelik bölgesel işbirliğini güçlendirmek, ortak tahliye planları hazırlamak ve hızlı bilgi paylaşımıyla ortak zorluklara çözüm bulmak bu mutabakatın ana amacıdır.”

Şu an için imzalanan memorandumun açıklanmış bir bütçesi yok; resmi kaynaklarda herhangi bir harcama miktarı yer almıyor. Öte yandan, geçtiğimiz yıllara baktığımızda örneğin 2024’te Litvanya tek başına kitlesel tahliye altyapısı için yaklaşık 285 milyon euro ayırması bütçenin büyüklüğü konusunda bir fikir verebilir. 

Baltık ülkelerinin attığı bu adım ilk değil, son da olmayacak. Daha önce, halka savaşa hazırlık broşürlerinden, ülkelerdeki mezarlık kapasitesinin hesaplanmasına kadar ciddi savaş hazırlığı planları yapıldı. 

Bunların yanında, geçen ayın sonunda Belçika, Estonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Finlandiya ve İsveç’in içişleri ve sivil savunmadan sorumlu bakanları Brüksel’de bir araya gelerek Avrupa’nın sivil savunma kapasitesinin güçlendirilmesi çağrısında bulunmuştu.

Çağrıda, “sadece askeri değil, iç güvenliğin hazırlıklı olması, istikrarın sağlanması ve çeşitli krizlere karşı direnç geliştirilmesi gerektiği” vurgulanmıştı.

Zapad 2025’in öncesinde

Baltık ülkelerinin bu kararı, Belarus’ta Eylül ayında düzenlenecek olan “Zapad 2025” adlı Rusya-Belarus ortak tatbikatı öncesinde geldi. Moskova ve Minsk’in birlikte düzenlediği bu tatbikatlar, Batı tarafından her seferinde ‘yeni bir saldırının provası’ olarak değerlendiriliyor. 

Bu arada Belarus, tatbikatların ölçeğinin önemli ölçüde küçültüleceğini ve taşınacağını duyurdu. Bu kararın, NATO’yla gerilimi artırmanın önüne geçme amacıyla alındığı iddia edilse de, anlaşılan bu hamle gerilimi düşürmeye yetmiyor.

Sağlık sektörü de savaşa hazırlanıyor

Askeri yapılandırma hamleleri ve geniş çaplı savaşa hazırlık propagandasını, Avrupa’da sağlık sisteminin de ‘Rusya’dan gelen saldırılara’ karşı hazırlıklar takip ediyor.

Litvanya’da kimi hastaneler elektrik ve su kesintilerine karşı önlemler alıp helikopter pistleri inşa ederken, Estonya’da ambulans ekiplerine kurşun geçirmez yelekler ve uydu telefonları sağlıyor. Estonya ayrıca, 

Tahliye planları tartışılırken, Politico’da Doğu Avrupa’nın savaş hazırlıklarına dair dikkat çekici bir haber daha yayınlandı. 

‘Avrupa’nın sınır ülkeleri hastanelerini savaşa hazırlıyor’ başlıklı, Giedre Peseckyte imzalı haber, Litvanya, Letonya, Estonya ve Polonya gibi ülkelerin sağlık altyapılarını ‘kriz senaryolarına karşı’ seferber ettiğini aktarıyor. 

Peseckyte’nin haberde mikrofon uzattığı isimlerin açıklamaları, Avrupa’da siyaset ve toplumun savaş moduna nasıl hazırlandığı konusunda çarpıcı işaretler barındırıyor:

Estonya Sağlık Kurulu Başkan Yardımcısı Ragnar Vaiknemets: “Burada kötü komşularımız var: Rusya ve Belarus. Bu artık ‘saldıracak mı’ değil, ‘ne zaman saldıracak’ sorusudur.” 

Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk: “Cephe hattındaki ülkeler için hazırlık artık bir tercih değil, zorunluluktur.”

Norveç Sağlık Direktörlüğü’nden Bjørn Guldvog: “Savaş zamanı ihtiyaçlar, normalin üç ila beş katı olabilir.”

Riga’daki Pauls Stradiņš Klinik Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan doktor Rūdolfs Vilde: “Ebeveyn olan doktorların çoğu, çocuklarını ortada bırakıp savaşta çalışmak istemiyor.” 

Letonya Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Agnese Vaļuliene: “En kötüsüne hazırlanmamız gerek. Ama umarız hiç gerçekleşmez.”

Ancak, Rusya’nın ‘olası saldırısıyla’ ilk karşılaşacak ülkeler, askeri ve sağlık alanında oldukça yetersiz.  Estonya, Almanya’ya kıyasla kişi başına düşen sağlık çalışanı sayısının yarısına sahip. Savaş çıkması durumunda çalışanların ülkede kalıp kalmayacağı ise belirsiz. Litvanya’da yapılan bir ankette, sağlık personelinin yüzde 25’i savaşta kaçacağını belirtmiş; yüzde 33’ü ise kararsız.  

Avrupa’da her 100 bin kişiye ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düşerken, savaş koşullarında bu sayı yeterli değil. Hastanelerin çoğu yalnızca 24-48 saat boyunca yüzde 150 kapasitede çalışabilecek donanıma sahip. Ancak buna rağmen Doğu Avrupa’da birçok hastane, bodrum katlarını ameliyathanelere dönüştürme planı yapıyor. 

Sivil katılım öne çıkıyor 

Savaş hazırlıkları ve tahliye planlarının yanında, Baltık ülkeleri bu yıl çok sayıda tatbikat düzenlemeyi planlıyor. Bu tatbikatların öne çıkan özellikleri ise, yaralı tahliyesi, acil müdahale gibi ‘sivil savunma’ başlıklarının öne çıkması. 

Bütün bu tablonun ortaya çıkardığı gerçek şu: Baltık ülkeleri, Rusya’yla savaşta silahlı kuvvetlerin yeterli olacağına inanmıyor ve bu nedenle halkın da doğrudan cepheye sürüldüğü yeni bir sivil-askeri seferberlik türü inşa ediliyor. Peki böyle bir durumda, Rusya gerçekten bu ülkelere saldırırsa, sivil/asker kayıpları arasındaki ayrım nasıl hesaplanacak? Bu sorunun yanıtı henüz belli değil. 

Baltık bölgesi, Avrupa’nın doğu sınırı olarak savaşın ilk hedefi olacaklarına inandırılmış durumda. Bu ülkelerin yöneticilerine göre, olası bir Rus saldırısına karşı hazırlık artık yalnızca askerin değil, sivil halkın, doktorun, hemşirenin, itfaiyecinin, hastanenin, kısacası tüm toplumun görevi.

Baltık ülkeleri, ‘Rusya’nın saldırısı’ temelinde soyut bir tehdit senaryosuna göre hareket ediyor. Rusya’nın Ukrayna’dan sonra Baltık ülkelerine saldıracağı fikri, şu an için bir kehanetten ibaret. Ancak, bölgede artan NATO askeri varlığı, bu senaryoyu ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ haline getirebilir. 

Kaynaklar

https://www.politico.eu/article/baltics-cross-border-evacuation-russia-lithuania-latvia-estonia-ukraine-military-eu/

https://www.politico.eu/article/eastern-europe-baltics-hospitals-wartime-preparation-health-care-russia-ukraine/
https://vrm.lrv.lt/lt/naujienos/baltijos-saliu-vidaus-reikalu-ministrai-stiprina-bendradarbiavima-civilines-saugos-srityje/

https://tvpworld.com/87266026/baltic-states-sign-pact-for-joint-evacuation-strategy

Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English