Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

İntermaryum projesi AB’ye alternatif olabilir mi?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Polonya, yüzyıllardır kayıp imparatorluğunu geri kazanma hayali kuruyor. 1569’da Lublin Birliği’nden doğan ve Polonya Krallığı ile Büyük Litvanya Dükalığını birleştiren devlet Rzeczpospolita iki yüz yıldan fazla sürdü.

Zirve döneminde 990 bin kilometrekarelik bir alana ve 12 milyonluk bir nüfusa sahipti (karşılaştırma yapmak gerekirse, aynı dönemde İspanya’da 7,5 milyon, Britanya’da 5 milyon insan yaşıyordu). Günümüz Polonya’sının yüzölçümü 312 bin 679 kilometrekare. Teoride Polonya, Slav dünyasının merkezi, en büyük Doğu Avrupa imparatorluğu haline gelebilirdi. Yani Rusya’nın yerini alabilirdi.

Tarihçiler hala Polonya’yı neyin yok ettiğini tartışıyor. Modern Polonya’nın anayasası halihazırda devleti ‘üçüncü Rzeczpospolita’ olarak tanımlıyor. Polonya sınırında, ülkenin Lehçe’deki resmi adı olan ‘Rzeczpospolita Polska’ tabelası var. Polonya tarih yazımında 1918’den 1939’a kadar olan dönem ‘II. Rzeczpospolita’ olarak anılır.

Jarosław Kaczyński liderliğindeki Polonya yönetimi, III. Rzeczpospolita’yı başarısız bir proje olarak gördü ve iktidar partisi Hukuk ve Adalet’in (PiS) IV. Rzeczpospolita’yı inşa ettiğini ilan etti. Bu proje dahilinde, Polonya-Litvanya Topluluğu’nun ya da İntermaryum’un yeniden canlandırılması gayesi öne çıkıyor.

Hayal edilen çok uluslu emperyal devletin Baltık, Karadeniz ve Adriyatik Denizleri arasında kalan bölgeleri kapsaması planlanır, Intermarium (Latince “Denizler Arası”) adı da buna işaret eder. Piłsudski’nin I. Dünya Savaşı sonrası yönetimi ise kavramı esneterek kuzeyde Baltık Denizi’nden güneyde Akdeniz ve Karadeniz’e kadar uzatıyordu.

Son yıllarda da ‘Üç Deniz Girişimi’ isimli forumda aralarında Avusturya, Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Polonya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’nın da bulunduğu ülkeler bir araya geliyor ve İntermaryum fikrinin uygulanmasına yönelik egzersizler yapıyor.

Aşağıda tercümesi verilen makale, Polonya hükümetiyle bağlantılı “Ulusa ve Polonya Cumhuriyeti’ne hakaret suçlarıyla uluslararası arenada mücadele” adlı projenin Sovereignty.pl portalında Marek Jan Chodakiewicz’in imzasıyla yayımlandı. Chodakiewicz, İntermaryum projesinin önündeki engeller ve fırsatları değerlendiriyor.


İntermaryum şimdi: Stratejiler ve taktikler

Marek Jan Chodakiewicz
Sovereignty.pl
10 Haziran 2023

İntermaryum, Ukrayna’daki savaşa yönelik ABD (ve diğerlerinin) yardımlarının kanalı olarak yeniden itibar kazandı

Vladimir Putin, geçtiğimiz günlerde Polonya’nın Ukrayna’daki savaşla ilgili planları —Polonya’nın imparatorluğu İntermaryum’u yeniden kurmak— hakkında görüş bildirdi. İntermaryum ya da Baltık, Karadeniz ve Adriyatik Denizleri arasındaki topraklar, ilk olarak 15. ve 16. yüzyıllarda Polonya’nın kralları olan Litvanya Büyük Dükleri Jagiellonian hanedanı döneminde uygulanabilir bir jeopolitik kavram olarak ortaya çıkmıştı. Bölge, 18. yüzyılda Polonya-Litvanya Topluluğu’nun gerilemesiyle birlikte belirsizliğe gömüldü. Birinci Dünya Savaşı ve Rus, Avusturya-Macaristan ve Prusya/Alman İmparatorluklarının dağılmasının ardından kısa bir süreliğine yerel önemini geri kazandı. Kısa süre sonra Üçüncü Reich ve Sovyetler Birliği tarafından ezildi.

Ancak İntermaryum, kooperatif ve hatta federatif bir oluşum olarak 1989’dan sonra teoride ve pratikte bir kez daha ortaya çıktı. Bunu başarılı kılmak için ne yapılabilir? Bölgesel dayanışma olmalı. Bu amaçla, tabandan gelenler de dahil olmak üzere ilgili tüm tarafların kapsamlı entegrasyonu sağlanmalı. Bu süreçlerden bazıları Ukrayna’daki savaş nedeniyle ve ona rağmen başlamış durumda. Şimdi kısaca geçmişe, bugüne ve geleceğe bir göz atalım.

Polonya-Litvanya Topluluğu’nun mirasçıları

İntermaryum kavramı, 15. yüzyılda Litvanya Büyük Dükalığı ve Polonya Krallığı’nın Jagiellonian hanedanlığına kadar uzanıyor. Sonraki yüz yıl içinde Polonya-Litvanya Topluluğu (Rzeczpospolita) bu fikri devam ettirdi. Varsayım, çok sayıda etnik kökenden gelen soyluları (siyasi zümreyi) ile Topluluğun hem Rusları hem de Osmanlı İmparatorluğu’nu bölgeden uzaklaştırmada önemli bir rol oynamaya devam edeceği ve aynı zamanda Batı Hıristiyanlığının Latin uygarlığının öğrettiği gibi yerel halkların birliğini teşvik edeceği yönündeydi.

Polonya-Litvanya Topluluğu’nun 18. yüzyılın sonunda çökmesi ve ortadan kalkmasıyla birlikte İntermaryum dört imparatorluğun (Romanov, Hohenzollern, Habsburg ve Osmanlı, her ne kadar sonuncusu 1914’e kadar Avrupa’dan neredeyse tamamen çekilmiş olsa da) eline geçtiği için proje geriledi.

Fakat bu arada, Topluluğun mirasçıları özgürlük hayalleri kurmaya devam ederken, mücadelelerinde sadece Res Publica Serenissima’ya değil, aynı zamanda onun daha geniş çerçevesi olan İntermaryum’a da başvuracaklardı. Romantik slogan “Sizin ve Bizim Özgürlüğümüz Adına” büyük ölçüde bu duyguyu ifade ediyordu.

Dört imparatorluk 1918’de nihai olarak çöktüğünde Polonya bir kez daha revizyonist güçler —Almanya ve Sovyet Rusya— arasında bir “ara” blok olarak İntermaryum fikrini yeniden canlandırmaya öncülük etti. Varşova tarafından desteklenen ve Bolşevik karşıtı Rus olmayan tüm milliyetçileri bir araya getiren özgürlük hareketi, İntermaryum ruhunun bir tezahürüydü. 1939’dan sonra bir Polonya-Çekoslovak Federasyonu planı bile vardı.

Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları bu hayali bir kez daha suya düşürdü. Sovyetler Birliği İntermaryum’u tamamen işgal etti ve kontrol altına aldı. Bazı uluslar doğrudan işgali tecrübe ederken, diğerleri Moskova’nın emirlerini yerine getiren yerli komünistlerle vekaleten bir işgal yaşadı. En önemli hedeflerden biri bölgenin egemenliğini ve birlikte işbirliği yapma imkanını ortadan kaldırmaktı.

Bölge kombinasyonları

1989’dan sonra Baltık, Karadeniz ve Adriyatik denizleri arasındaki topraklar özgürlüklerine kavuştukça, bazıları bir kez daha bölgesel birlik ve işbirliği fikrine geri döndü. Kendi başlarına Vişegrad üçlüsünü, daha sonra dörtlüsünü ve son olarak da grubu (Polonya, Çekya, Macaristan ve Slovakya) ve benzeri diğer bölge kombinasyonlarını kurdular. Avrupa Birliği’nin vizyonu karşısında ezilmiş olsalar da, kalpleri doğru yerde olsa da kendi vizyon ve kaynaklarından yoksundu.

Doğal olarak Brüksel ve Berlin, İntermaryum gibi AB’ye rakip olarak algılanabilecek alternatif fikir ve yapılara uzun zamandır kuşkuyla bakıyor. Bu nedenle bölgenin kendi koşullarında canlanmasını teşvik etme konusunda hiçbir yardım gelmedi.

ABD, öncelikle “Batı Avrupa” olarak anlaşılan AB’yi görmezden geldi. Yakın zamana kadar Washington, İntermaryum da dahil olmak üzere Sovyet sonrası bölgeyi büyük ölçüde görmezden geldi. Bunun istisnası NATO ve buradaki ülkelerin çoğunun ABD liderliğindeki “terörle mücadeleye” verdiği hizmetlerdi. İntermaryum, kısa bir süreliğine de olsa Amerikan diplomasisi açısından “Yeni Avrupa” haline geldi.

Bu retorik araç Baltık, Karadeniz ve Adriyatik denizleri arasındaki topraklara yönelik yapıcı ve uzun vadeli bir politika izlemekten ziyade Batı Avrupalılara, özellikle de Fransız ve Almanlara yaranmaya hizmet etti. Amerika, bölgeyi öncelikle Brüksel, Berlin ve Moskova’nın prizmasından algılamayı sürdürdü.

Bu durum 2016’da bir ölçüde değişti. İntermaryum kavramı Beyaz Saray’da ilgi görmeye başladı. İki ana öncelik vardı.

İlk olarak, Rusya’nın beklenen saldırganlığına karşı NATO’nun doğu kanadını askeri anlamda güçlendirmek, ABD’nin kaynaklarını Çin’e karşı Pasifik’e kaydırmasına ve Pasifik’e odaklanmasına olanak sağlayacaktı.

İkinci olarak, Polonya, Hırvatistan ve Bulgaristan’da Amerikan gazı ve petrolüyle beslenecek bir enerji merkezi oluşturmak için İntermaryum’un altyapısına yatırım yapmak, Avrupa Birliği ve komşuları için enerji güvenliği sağlamanın en iyi yolu olacaktı. Bu herkes için bir kazan-kazan durumuydu. Amerikalılar para kazanacak, Avrupalılar da Rusya’ya olan enerji bağımlılıklarından kurtulacaktı.

Ne yazık ki 2020 seçimlerinden sonra yeni Amerikan yönetimi bu plandan vazgeçti. Washington, Almanya’yı yatıştırmaya ve Moskova’ya yakınlaşmaya çalıştı. Ancak Kremlin’in 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından söylem yeniden değişti.

İntermaryum, Ukrayna’daki savaşta ABD (ve diğerlerinin) yardımının bir kanalı olarak yeniden itibar kazandı. Bu, çoğunlukla askeri konularla ilgili olmak üzere ABD’nin bazı yatırımlarını gerektiriyor. Bu bölge için yeterli değil ve Beyaz Saray’ın bu konuda uzun vadeli bir stratejisinin olmadığı belli.

Yatırım taahhütleri

Orta ve Doğu Avrupa hükümetleri, bu geçici askeri ilgiyi daha kalıcı Amerikan güvenlik ve yatırım taahhütlerine dönüştürmek için durumdan faydalanmaya odaklanmalı.

Bölgedeki tüm ulus devletler ABD ile mümkün olduğunca çok sayıda ikili anlaşma yapmaya çalışmalı. Bu anlaşmalar askeri konuların ötesine geçmeli ve ticaret, altyapı ve diğer projelerle de ilgili olmalı.

Dahası, bu ülkeler kendi aralarında koordine olarak bir ittifak gibi hareket etmeli ve ABD’yi kendilerine ortak çıkarları olan İntermaryum’un birleşik bir varlığı olarak muamele etmeye alışmaya teşvik etmeli. Şu anda bölgedeki herkesi dahil etmeye gerek yok ama eninde sonunda bunu yapmak epey etkili olabilir. Mesela Baltık ülkeleri sadece kendilerini ilgilendiren konularda Beyaz Saray’a karşı tek başlarına hareket edebilirler. Fakat mesele daha evrenselse, sadece kendilerini ilgilendirmiyorsa, daha fazla ağırlık için Vişegrad Grubuna katılmaları için başvurmalılar.

Elbette İntermaryum dayanışması hedefi doğrultusunda çeşitli kombinasyonlarla nasıl çalışılacağını öğrenmek gerekecek. Mesela NATO’nun doğu kanadındaki ülkelerinden oluşan birleşik bir blok sadece ittifak içinde değil, aynı zamanda Amerika ile doğrudan ilişkilerde de daha fazla ilgi görecektir. Benzer şekilde, doğu kanadının AB üyeleri DC ile müzakerelerini koordine etmeli ve gerekirse AB üyesi olmayan katılımcılar, mesela Kuzey Makedonya veya Moldova adına konuşmalılar.

Bu arada, bu yaklaşım dış politikanın yürütülmesiyle ilgili her durum için geçerli olabilir. Mesela Çekya, Küba’daki insan hakları ihlallerine karşı açık sözlü oldu. Prag Havana ile tek başına başa çıkabilir ama yardıma ihtiyaç duyması halinde diğer İntermaryum’daki müttefiklerini de bu davaya dahil etmeli.

Bir başka örnek: Litvanya, Çin ile uzun süredir anlaşmazlık içindeydi. Şimdi, bir süre sonra, diğer Baltık ülkeleri de Pekin’e meydan okuma konusunda Vilnius’a katıldılar. Eğer İntermaryum’un çıkarına olacaksa, diğer ulus devletler de bu çabada Baltık ülkelerinin yanında yer almalı.

İntermaryum’da dayanışmanın ortaya çıkmakta olduğuna dair bazı cesaret verici işaretler var. Mesela Brüksel’de, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri komünist kitle katliamları ve diğer suçların hesabının sorulmasında inatla ısrar ettiler. Bu durum pek çok Batı Avrupalı solcu ve diğer Marksist savunucuların hoşuna gitmese de İntermaryum bloku şu ana dek Avrupa Parlamentosu’nda sağlam durdu.

Dayanışmanın bir başka işareti de aynı blokun AB içinde Amerikan dostu olma eğiliminde olması. Dolayısıyla Brexit’ten sadece bu nedenle yakınmak gerekir: Büyük Britanya, İntermaryum uluslarıyla aynı şekilde hareket etti. Artık İngilizler yok ve Polonyalılar ve İntermaryum’dan diğerleri, Fransız-Alman ekibinin mevcut Atlantik karşıtlığını dengelemeye yetmiyor.

Fakat İngilizler hala NATO’da. İttifak içinde mümkün olduğunca yakın işbirliği olmalı. Askerler askeri ve kültürel eğitim için rotasyona tabi tutulmalı. Bir İspanyol askerinin Estonya’da geçireceği bir ay, Rus emperyalizminin tehlikesini kavramasına yardımcı olabilir. Bir Çek sınır muhafızının Portekiz’de geçireceği bir süre, Üçüncü Dünya’dan kontrolsüz göçün yarattığı tehdidi yeterince gösterecektir.

Üç konu başlığı

Sonuç olarak, İntermaryum hükümetlerinin işi başından aşkın. Peki ya sıradan insanlar? Seçilmiş liderlerinin rol çalmasına izin vermemeliler. İntermaryum dostu politikacılara oy vermek yeterli değil. Halk aktif olmaya devam etmeli ve faaliyetlerini çeşitli düzeylerde genişletmeli.

İlki, köy ve kasaba düzeyindeki yerel yönetimler, İntermaryum ülkelerinin her birindeki benzer muadillerine ulaşmalı ve bir kardeş şehirler ve kardeş mezralar ağı oluşturmalı (veya güçlendirmeli).

İkincisi, yerel ticaret odaları, işletmeler ve girişimler de aynı şekilde hareket etmeli. Bu, devlete ait (ya da özel, bölgede çok daha az rastlanan) devasa holdinglerin yanı sıra küçük firmaları ve aradaki her şeyi içermeli. Bu hem iş dünyası için hem de insan ilişkileri için iyi olur.

Üçüncüsü, hükümet ve iş dünyası dışında insanlar arası diplomasi olmalı. Mesela Hırvat öğretmenler notlarını karşılaştırmak için Letonya’ya gitmeli. Macar çocuklar Bulgaristan’daki lise futbol turnuvalarına katılmalı. İntermaryum’da istenilen herhangi bir yerde eğitim görmek için yerel burslar verilmeli.

Çok yakında bu tür halk tabanlı çabalar yerel ve tek taraflı olmaktan çıkıp bölgesel ve çok taraflı faaliyetlere dönüşebilir. Yine de İntermaryum halkları arasında tabanda kurulan özel ilişkiler devam edecek ve gelişecektir. Tabandan yukarıya bileşeni, bölgesel dayanışmayı teşvik etmek için çok önemli bir faktör.

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English