Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Kursk’tan çıkış var mı? – 2

Yayınlanma

“Küresel güneyin” Rusya’ya çatışmayı sınırlı tutması için baskıda bulunduğunu biliyoruz; bu baskı başta Çin ve Hindistan tarafından dilek kipinde ifade edilmiş olsa da Rusya’nın dış ticaretinin ve uluslararası siyasi etkisinin esas itibariyle bu ülkelere yaslanması yüzünden geri çevrilemezdi. Bu ülkeler herhalde Kiev rejiminin Rusya’yı taktik nükleer silah kullanmaya itebileceğinden endişeleniyorlardı ve rejimin eylemlerinin amacı açısından hiç de haksız değillerdi. Rusya içlerine saldırılar, nükleer santrallere dron ve topçu saldırıları, katliama varan sivil cinayetleri provokasyona yönelik. Bu saldırılar uluslararası hukukta somut bir terörizm tanımı getiren tek BM sözleşmesi olan Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Sözleşmeye göre eksiksiz terör eylemleridir: zira terör denen şey, bu sözleşmedeki tanıma göre, uçak kaçırma, diplomatlara saldırı, rehin alma, nükleer saldırı ve tehdit, gemi kaçırma, kıta sahanlığındaki platformlara saldırı, sivil tesislerin bombalanmasından başka, “Niteliği veya kapsamı itibariyle, bir halkı korkutmak, ya da bir hükümeti veya uluslararası örgütü herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye veya gerçekleştirmekten kaçınmaya zorlamak amacını gütmesi halinde, bir sivilin ya da bir silahlı çatışma durumunda muhasemata doğrudan katılmayan herhangi başka bir kişiyi öldürmeye veya ağır şekilde yaralamaya yönelik diğer tüm eylemler(dir).” Rusya içlerine dronla rastgele saldırıların bilançosunu çıkarmaya gerek yok, ama şu kadarını söylemek yeterli olacaktır: Kiev rejimi saldırılarıyla sadece Belgorod oblastinde neredeyse tamamı aralık ayından bu yana olmak üzere 200’den fazla sivili öldürdü, 1,1 bin sivil de yaralandı.

Demek ki kırmızı çizgi kalmaması biraz da “küresel güneyin” baskısıyla ilgilidir. Ama sadece “biraz”; Kremlin’in çatışmayı halkın günlük hayatında hissedilir kılmama çabası ve halı bombardımanları gibi (bir ABD klasiği) Ukrayna’da sivil katliamına sebep olacak saldırılardan kaçınma kaygısı da sebepler bütününün diğer yarısı.

Kiev rejiminin Kursk saldırısı, “küresel güneyin” çatışmayı olabildiğince dondurma veya düşük yoğunlukta zamana yayma “ricalarının” altını da boşalttı; böylece Rusya, kendi topraklarına saldırıları önlemek için “hijyen bölgeleri” yaratmak zaruretinin altını daha kalın çizebilir ve Çin, Hindistan vb. bu zarureti reddedemez. Başka deyişle Kursk saldırısı bu açıdan da rejimin (yani batının, yani ABD’nin) planlarını tamamen bozdu ve kendileri açısından yıkıcı bir sonuç yarattı.

“Küresel güneyin” çatışmayı sınırlamaya yönelik rica diplomasisi rejimle yakın zamanda ateşkes görüşmelerini de içeriyordu ve muhtemelen, The Washington Post’un kasım ayında Katar’da görüşme yapılacaktı masalı bununla ilgiliydi.

Post’un haberi bir dezenformasyon klasiğidir.

Haber iki başlıkta sunuluyor. 1) Kasım ayında Katar’da Katarlıların iki tarafla “ayrı ayrı” yürüteceği gizli ateşkes görüşmeleri yapılacaktı ve bu görüşmelerde karşılıklı enerji altyapısı tesislerine saldırıların durdurulması başlıca gündem olacaktı. 2) Kursk saldırısından sonra Rusya tarafı görüşmelerden vazgeçmediğini, ancak “zamana ihtiyacı olduğunu” söyledi.

Son derece ustaca yapılmış iki üçkağıt var burada. Birincisi, Rusya’nın bu görüşmeleri kabul ettiği söylenmiyor ama masal öyle becerikli sunulmuş ki okuyan biri tamamen bu izlenime kapılıyor. İkincisi, Kiev rejiminin Kursk saldırısından sonra Rusya’nın ateşkes görüşmeleri için “zaman istediği” iddiası ise siyasi zaafiyet ve Kremlin’in ülke içinde meşruiyet zemininin sallantıda olduğu izlenimi yaratmayı amaçlıyor.

Zaharova’nın Katar’da görüşme iddiasını çok kesin ifadelerle reddetmesi boşuna değildir: “Kimse bir şeyi baltalamış değil çünkü baltalanacak bir şey yoktu. Rusya ve Kiev rejimi arasında kritik sivil altyapı tesislerinin güvenliğiyle ilgili hiçbir doğrudan veya dolaylı görüşme yürütülmedi ve yürütülmüyor.” Putin’in müsteşarı Uşakov da bu geçmiş ve şimdiki zaman kipli ifadeyi gelecek zamana taşıdı ve Putin’in haziran ayındaki ateşkes şartlarından (ültimatom) vazgeçmemekle birlikte “Moskova’nın mevcut aşamada rejimin Kursk oblastindeki eylemlerini dikkate alarak Kiev’le görüşmeyeceğini” söyledi.

Bu durumda Katar masalında tek ihtimal şu olabilir: rejimin sahipleri gerçekten de kendileri için en avantajlı şartlarda ateşkes görüşmelerine bir an önce başlanması için ısrar ediyorlardı ve bu, gerçek bir ateşkes değil, sadece Rusya’nın Ukrayna’daki “enerji altyapısına” (yani aslında kendilerinin “enerji altyapısı” olarak tanımlayacağı şeylere) saldırılarını durdurmaya yönelikti. Rusya’nın şartlarını ise Putin defalarca ve hiç sapmadan ifade etmişti: askeri anlamda Kiev rejimi kuvvetlerinin Rusya’ya bağlanmış olan dört oblastten çekilmesi, siyasi müzakerelerin ön şartıdır; siyasi müzakereler ise denazifikasyon (bu, faşist paramiliter ve militer çeteler ittifakı haline gelmiş olan Ukrayna devletinin bu haliyle ortadan kalkması demektir) ve demilitarizasyon (bu da Kiev’e bağlı güçlerin İstanbul görüşmelerinde öngörülen çerçevede ve faşist Almanya ile militarist Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası silahsızlandırılmasına benzer şekilde personel mevcudu ve silah kapasitesinin sınırlanması demektir) çerçevesinde yürütülecek ve bu bağlamda NATO’ya girmeme güvencesi alınacaktır.

Amaçlar zerre kadar uyuşmuyordu; dolayısıyla bu şartlarda bir görüşmenin yapılması imkansız değilse bile tamamen anlamsızdı.

Katar, Libya’dan Suriye’ye kadar cinayetten sabıkalı ve demirlemiş bir Amerikan uçak gemisi olduğu halde ateşkes görüşmelerine arabuluculuk edebilir mi, sorusunu tartışmaya bile gerek yok; sözgelimi Azerbaycan’ın ileride yapılacak görüşmelere evsahibi olması, Katar’ın veya Türkiye’nin (bu ikincisinin arabuluculuğunun imkansız sayıldığı resmi olarak da açıklandı zaten) evsahipliğinden çok daha ihtimal dahilindedir.

Geçtiğimiz gün Financial Times (Financial Times, neocon borazanlarının şamatasına rağmen geleneksel burjuva basın misyonunu az çok oynamaya devam eden tek tük birkaç yayından biridir) şöyle yazdı: Trump seçimleri kaybetse bile batı (ABD demek istiyor) Kiev’e baskı yaparak çatışmayı sonlandırmasını isteyecek; Kiev rejimi de bunu biliyor. Financial Times sadece böyle olacağı için yazmıyor bunu, böyle olmasını istediği için de yazıyor — zaten onu önemli kılan da bu.

Bu doğru ancak eksiktir, zira çatışmanın diğer tarafının, Rusya’nın tutumunu gözardı ediyor. Kuşkusuz çatışma belli bir aşamada dondurulabilir, askeri niteliğini az çok kaybedebilir veya Ukrayna’da doğrudan bir iç savaşa evrilebilir (bu hiç de küçük bir ihtimal değil artık); ancak her halükarda Rusya açısından meselenin Putin’in formülasyonundan başka türlü bir çözümü mümkün değildir ve ateşkes görüşmeleri ancak bu çerçevede yapılır; gelişmeler de o noktaya götürüyor.

Yazının başında askeri uzman olmadığımın altını çizdim. Silahlı çatışmayı önemsiz saydığımdan değil; bir silahlı çatışma milyonlarca insanın yaşam ve ölümüyle ilgilidir ve bu yüzden milyonlarca değişken sayısız öngörülemez sonuç doğurur; bu sonuçların toplamı da siyaseti etkiler. Ama çatışmada yenilgi veya zafer ancak siyasi iradeyle ve onun altındaki meşruiyetle ilgilidir. Meşruiyet dediğim şey de siyasi haklılıktan başka savaşması istenen halkın rızasının sonucudur.

Tarafların siyasi iradesi kırılıyor mu?

Bütün kırmızı çizgilerin aşılmasına rağmen (şu anda kalan tek kırmızı çizgi Kiev rejiminin, yani batının, yani ABD’nin nükleer saldırısı veya örgütleyeceği bir nükleer felakettir ve bundan ötesi yoktur zaten) Rusya’nın siyasi iradesi kırılmıyor; hatta tersine batının bu iradeyi kırmaya yönelik bütün planları kimi zaman şaşırtıcı bir şekilde iradenin pekişmesine ve meşruiyetin güçlenmesine yol açıyor. Kiev’de ise siyasi irade yok; öyle anlaşılıyor ki orada sadece her biri muhtelif emperyalist güçlerin kuklası militer-paramiliter faşist gruplarla her biri muhtelif emperyalist tekellerin kuklası burjuvazinin hem kendi içlerinde hem birbirleriyle ilişkilerinde kırılgan bir iktidar ortaklığı var; dahası, halkın rızasından doğan meşruiyet diye bir şey de yok.

Kursk’tan çıkış var mı? – 1  

GÖRÜŞ

Trump’ın dönüşü Hindistan için hem iyi hem kötü hem de ‘öngörülemez’

Yayınlanma

5 Kasım’da Amerikalılar Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile eski Başkan Donald Trump arasında seçimini yaptı, Amerika Birleşik Devletleri’nin 47. Başkanı 45. Başkan Donald Trump. Daha önceki başkanlık döneminde Trump ile iyi bir kimya yakalayan Hindistan Başbakanı Narendra Modi Trump’ı ilk tebrik edenlerden ve seçilen kişi ile telefon görüşmesi yapan ilk kişilerden biriydi.

“Bütün dünya Başbakan Modi’yi seviyor”

“Hindistan muhteşem bir ülke”

“Başbakan Modi muhteşem bir adam”

“Başbakan Modi ve Hindistan gerçek bir dost”

Trump telefon görüşmesinde Başbakan Modi’ye bunları söyledi…

Trump’ın yeniden göreve gelmesi ile Amerika-Hindistan ilişkileri —çoğunlukla ticaret tarafında— bazı sarsıntılar ile karşılaşabilir, ancak Trump ve Modi arasındaki kimya ve politik/ideolojik yakınlaşmalar istikrar sağlayıcı da olabilir ki diplomaside kişisel ilişkiler önemlidir. Modi’nin geçmişte de kendisini öven Trump ile oldukça iyi bir ilişkisi var ve bu, önümüzdeki 4 yıl boyunca Hindistan-Amerika ilişkilerinin istikrarlı kalmasına yardımcı olabilir.

Donald Trump 2024 seçimlerinde Harris’i yenerek Ocak 2025’te yeniden Amerika Başkanı olarak Başkan Joe Biden’dan görevi devralmaya hazırlanırken gelin biz de Trump’ın geri dönüşünün Hindistan için hem iyi hem de kötü yönlerini masaya yatıralım ve genel bir Asya değerlendirmesi yapalım ve sonra tekrar Hindistan’a dönelim:

Şimdi kötüden başlayalım:

Ticaret söz konusu olduğunda Trump Hindistan için bir kaygı kaynağı: Ticarette istikrar önemli çünkü Hindistan-Amerika ticareti yaklaşık 200 milyar dolar. Trump Hindistan’ı ticaret sisteminin büyük bir “istismarcısı” olarak görüyor, Amerikan ithalatına uygulanan yüksek Hint tarifelerinden hoşlanmıyor, bu da Amerika iş dünyasına dezavantaj sağlıyor ve Trump Amerika’ya gelen tüm ithal mallara yüzde 20 oranında gümrük vergisi uygulanmasını istiyor ANCAK Bazı Hint ekonomistler Trump’ın tarifelerinin uygulanması halinde Hindistan’ın GSYİH’sının 2028 yılına kadar yüzde 0,1 oranında küçülebileceği tahmininde bulunuyor.

Trump ayrıca Çin mallarına yüzde 60 oranında bir tarife de öneriyor ki bu da istikrarsızlaştırıcı bir küresel ticaret savaşını tetikleyebilir ve Hindistan bundan kaçınmayı tercih eder.

Bir de son birkaç yıldır Biden yönetimi Hindistan’ın yarı iletkenler ve diğer ileri teknoloji alanlarında temel üretim yeteneklerini geliştirmesine yardımcı olmayı destekliyor ancak Trump’ın bu öncelikleri aynı şekilde destekleyip desteklemeyeceği de henüz belli değil.

Bu arada özellikle Hindistan’da Trump’ın “işlemsel doğasında” olumlu yönler görme eğilimi çok, ancak  Trump’ın derin korumacı içgüdüleri ve Amerika-Çin ilişkilerindeki olası çalkantılar özellikle ekonomileri ticarete bağımlı Asya’daki pek çok devlet için zorluk anlamına gelebilir…

Bir başka “kötü” de göç konusu:

Milyonlarca Hint çalışma vizesi ile Amerika’da. Ve Amerika’nın göçmenlik sisteminin sorunları var: H1B çalışma vizelerini almak zor ve genellikle çok esnek değil, ayrıca çok sayıda Hint kendilerine daimi ikamet statüsü veren Yeşil Kart almak için beklemek zorunda. Ve Şimdi Trump Hint göçmenler için aslında bir sorun: H1B’yi Amerikan refahının “hırsızlığı” olarak nitelendirmişti ve Başkan olarak yabancı işçilerin H1B çalışma vizesine erişimini kısıtlamıştı. Trump şimdi tutumunu biraz değiştirmiş ve göçü kolaylaştırmanın sinyallerini vermiş gibi görünse de bazen gerçeği deneyimlemeden asla bilemezsiniz… Trump’ın “öngörülemez” bir doğası da var çünkü…

O zaman buradan bir başka “kötüye” geçelim: öngörülemezlik:

Doğrusu Trump son derece öngörülemez bir figür. Bunun Hindistan açısından iki önemli örneği var: Keşmir konusunda Hindistan ve Pakistan arasında arabuluculuk yapmayı teklif etti ki Hindistan bundan hoşlanmadı. Amerika birliklerini Afganistan’dan çekmek için Taliban ile bir anlaşma yaptı ve bu Hindistan’ın çıkarlarına aykırıydı.

Trump’ın ayrıca Japonya ve Güney Kore dahil olmak üzere ya da başta olmak üzere Amerika’nın müttefikleri ile kavga etme alışkanlığı da var.

Ayrıca Tayvan’ı Çin “saldırganlığına” karşı savunup savunmayacağı da belirsizliğini koruyor.

Bu, Amerika’nın Asya’daki ittifaklarını zayıflatabilir ve bu da yalnızca Çin’in konumunu güçlendirecektir. Bu da aslında Hindistan’ın çıkarına değil…

Şimdi de Trump’ın Hindistan’a yönelik politikalarına iyi taraftan bakalım:

Trump her zaman Hindistan-Amerika arasında güçlü bir ilişki kurulmasını çok daha baskın ve net bir biçimde savundu. Başkan olarak Hindistan ile büyük savunma anlaşmaları imzaladı ve Quad gibi grupların yeniden canlanmasına yardımcı oldu. Ayrıca Çin konusunda da güçlü bir tutum sergiledi ki bu Hindistan için bir açıdan iyi oldu ve muhtemelen bu tutumunu sürdürecektir.

Trump Rusya için de iyi haber olabilir. Ukrayna savaşının başladığı 2022’den bu yana Hindistan’ın tarafsız duruşu ve Rusya ile bağları Batı ile gerginlik yarattı. Ancak Trump’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile de bağları var ki Bu, Rusya ile ilişki kurma olasılığının daha yüksek olduğu anlamına geliyor. Trump ayrıca Ukrayna’daki savaşın da hızlı bir şekilde sona ermesini istiyor – Hindistan gibi. Yani Trump’ın Moskova ile bağları Rusya ile yakın bağları nedeni ile Hindistan üzerinde Batı baskısının azalması anlamına gelebilir. Bütün bunlar Yeni Delhi’de memnuniyetle karşılanacaktır. Ancak bu anlama gelmeyebilir de…

Olumlu başka bir nokta, Hindistan Amerikalı liderlerin demokrasi ve dini özgürlükler üzerine verdiği derslerden sıklıkla rahatsız oluyor, ancak Trump’ta bunun pek az örneği var. Başkan olarak Hindistan’daki iç politika hakkında pek bir şey söylemedi (örneğin, 2019’da Keşmir’de 370. maddenin kaldırılması söz konusu olduğunda)…

Trump’ın temsil ettiği Cumhuriyetçilere karşı rakibi Harris’in temsil ettiği Demokratlar genellikle insan hakları ve dini azınlıklar ile ilgili sorunlara ilişkin Hindistan’ın iç siyasetine müdahale etmeleri ile tanınırlar.

Hindistan’ın Bangladeş konusunda da Biden-Harris yönetimi ile sorunları vardı: Doğrusu Amerika’nın Sheikh Hasina hükümetinin düşmesine yönelik yaklaşımı Hindistan’ın çıkarlarına karşı duyarsızdı.

Gelelim Khalistan davasına: Bu bence olumsuz bir nokta…  (Khalistan davasını gelecek yazıda işleyeceğiz…)

(Amerika’da – Hindistan’ın sorumlu tutulduğu – başarısız suikast girişimine uğrayan Khalistan / Sih ayrılıkçılık hareketi liderlerinden) Gurpatwant Pannun davası Hindistan’ın Batı ülkelerindeki Khalistan yanlısı gruplar hakkındaki kaygılarını artırdı. Ve Hindistan’daki pek çok kişi Trump’ın Hindistan’daki hak sorunları konusunda bu kadar yaygara çıkarmayacağını düşünüyor. Genel olarak doğru ama yönetiminin kiralık katil iddiasını yumuşatacağı akla pek yatkın gelmiyor. Dolayısıyla Amerika topraklarında ve doğduğu şehirde bu kadar ciddi bir olay ikili bir gerginlik noktası olmaya devam edecektir.

Sonuç olarak Hindistan-Amerika ilişkileri altın çağına girmek üzere mi? Hayır. Bu, “duyarsız karşılıklılıkların” altın çağı da olabilir… Belki de Hindistan çok taraflılık oynamak için daha az alana sahip olacak Belki de Amerika ve Çin arasında çok daha zorlu bir denge rotasında yürümek zorunda kalacak.

Dış politikada Trump’ın ticaret savaşlarını sevdiğini, gerçek savaşlardan pek hoşlanmadığını ve sıfır toplamlı bir dünya görüşüne sahip olduğunu biliyoruz. Yönetim yaklaşımı kaotik ve belirsizliği/öngörülemezliği kendi yöntemi olarak benimsiyor. Trump’ın yeniden seçilmesi daha çekişmeli, daha kaotik ve çok kutuplu – çok merkezli bir dünyaya doğru geçişin sembolü olarak da görülebilir ve muhtemelen bu yönde geçişi de hızlandıracaktır. Acaba Trump’ın yeniden seçilmesi Amerika’nın bir süper güç olarak zirve noktasına ulaştığının bir semptomu olarak görülebilir mi? Bilirsiniz, zirveyi görmek çoğu zaman düşüşün habercisidir. Ve içe dönüşün bir semptomu mu acaba? Belki de yapılacak en iyi şey Amerika’nın içe dönüşü yoğunlaştıkça Amerika’ya bel bağlamaktan daha çok istenilen dünya için ne tür bedellerin ödenebileceğini dikkatlice hesaplamak olacaktır. Bu noktada Amerikan stratejisinin bir merkez olarak kabul edilmesinden çok bir değer olarak sorgulanmasına yönelik bir geçiş işbirliği eğilimlerini hızlandırabilir, Amerika’nın kendi müttefikleri başta olmak üzere özellikle Asya ülkelerinde ortaklıkların güçlendiği ve derinleştiği görülebilir, beklenmedik stratejik uzaklaşmalar da görülebilir örneğin Amerikan köprüsüne gereksinim duyan Japonya ile Güney Kore…

Bu, Putin’e verdiği destek nedeni ile Hindistan üzerinde bir baskı anlamına da gelebilir… Ayrıca Trump yönetimi ticaret ve göç konularında daha sıkı pazarlıklar yapabilir.

Genel olarak konuşursak Amerika’nın Güney Asya’daki politikasının devamlılığı beklenebilir. Bunun büyük bir nedeni Amerika Hint-Pasifik politikasının artık Asya genelinde Amerika politikasını yönlendirmesi. Özellikle belirli ülkelere yönelik yaklaşımlar açısından mevcut politikadan elbette sapmalar olacak çünkü öyle ya da böyle yeni bir başkan olacak ancak daha geniş bölgesel yaklaşımın değişmesi pek olası görünmüyor. Yani Trump büyük olasılıkla Hint-Pasifik stratejisini sürdürecektir.

Trump’ın alışılmışın dışında düşünme ve işlemsel yaklaşımı dikkate alınırsa, Hindistan genelde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesine yaklaşımını dikkatle gözlemleyecektir. Özelde de Çin ve İran’a yönelik politikalarını dikkatle izliyor olacak. İran Hindistan’ın Avrasya’daki bağlantı girişimleri açısından kritik öneme sahip.

Ve Çin ile istikrar istiyor…

İstikrarlı bir ilişkinin her iki ülke için de değeri var: Hindistan’ın, Çin’in 1. kuşakta üçüncü dünya ülkesinden küresel bir güç merkezine nasıl dönüştüğünün teknolojik bilgisine, ölçeğine ve uzmanlığına ihtiyacı var; Çin’in ise tüketimi artırmak için devasa bir pazar olan Hindistan’a ihtiyacı var. Ki Jeopolitikte dostlar ya da düşmanlar yoktur, yalnızca çıkarlar vardır. Ancak kaybedilen güvenin de geri kazanılması güven fıtratında yoktur… (1962 savaşı nedeni ile Hindistan asla Çin’e güvenmez – bir de Hindistan’a göre Çin’in saldırgan ve yayılmacı mantalitesi de dikkate alınırsa – bu nedenle istikrar da barış da koşullu olacaktır…)

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri

Yayınlanma

2022 Şubat ayında başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı, başlangıçta bölgesel bir çatışma olarak görülse de hızla genişleyen bir etki alanına sahip olmuştur. Her ne kadar doğrudan savaşan taraflar Rusya ve Ukrayna olsa da, bu savaşta giderek çeşitlenen aktörler devreye girmiştir. Özellikle Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteğin artması karşısında, Rusya da kendisini mevcut izolasyon politikalarından sıyırmak amacıyla adımlar atmakta ve bu çabalar askeri hamlelerle birleşmektedir. Böylece karşımıza farklı bir reel politika tablosu çıkmaktadır. Bu yeni süreçte, savaşın doğası gereği yayılmacı özellikleri kendini göstermeye başlamıştır. Rusya, 2022 Şubat ayında özel askeri operasyon olarak başlattığı bu savaşta, Ukrayna’nın doğusunda Neo-Nazi grupların varlığına ve NATO’nun sürekli olarak genişleme çabalarına karşı tehdit algısı ile hareket etmiştir. Ancak süreç, mevcut reel politiğin Soğuk Savaş yaklaşımlarını yansıtır biçimde yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Sonuç olarak, savaşın yarattığı gerçeklik, ittifaklar ve yeni aktörlerle birlikte sürekli bir yayılma ve genişleme eğilimini de beraberinde getirmiştir.

Bu bağlamda, en dikkat çekici gelişmelerden biri, Kuzey Kore ile Rusya arasındaki askeri işbirliğidir. Kuzey Kore askerlerinin Rusya ve Ukrayna topraklarında Rusya tarafında savaşacağına dair haberler medyada hızla yer bulmuştur. İlk etapta Rusya ve Kuzey Kore bu iddiaları açıkça doğrulamasalar veya reddetmeseler de, saha gerçekleri bu işbirliğinin varlığını işaret etmektedir. Kuzey Kore askerleri savaş alanına dâhil olmuş görünmektedir. Bu çalışmada, Kuzey Kore’nin bu hamlelerinin hem bölgesel hem de küresel etkileri ele alınacaktır. Kuzey Kore’nin bu askeri desteği, yalnızca Rusya-Kuzey Kore ilişkileri bağlamında değil, aynı zamanda Kuzey Kore’nin uluslararası sistemdeki konumu açısından da önemli değişimleri beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla, bu adımı yalnızca savaş odaklı bir perspektiften incelemek sınırlı bir değerlendirme sunacaktır. Kuzey Kore’nin bu hamlesini, ülkenin küresel ve bölgesel sahnede aldığı yeni pozisyon açısından yorumlamak ve değerlendirmek gerekmektedir.

 Kuzey Kore-Rusya ilişkilerinde ‘en yakın yoldaş” dönemi

Rusya-Ukrayna Savaşı’nda gerilimin artmasıyla birlikte yeni ittifak arayışlarına giren Vladimir Putin, 2023 itibarıyla Soğuk Savaş döneminin en dikkat çekici müttefiklerinden biri olan Kuzey Kore ile ilişkilerine ağırlık vermiştir.  1948 yılında Sovyetler Birliği Kuzey Kore’yi tanıyan ilk ülke olmuş ve bu dönemde Kore Savaşında da  Kuzey Kore’yi desteklemiştir  Soğuk Savaş sonrasında da iki ülke arasındaki ilişkiler, geçmişte doğrudan bir kopma ya da uzaklaşma yaşamamış olsa da, 1990’lar her iki ülke için de bir geçiş dönemi olmuştur. Bu açıdan 2000 sonrası dönem Rus Dış Politikasında Putin etkinin görüldüğü bir süreçte dış politikada aktif bir dönemi beraberinde getirmişti. Hatta Vladimir Putin 2000 yılında Pyongyang’da Kim Jong-il’i ziyaret etti. Kuzey Kore ilişkiler de bu yeni sürecin bir parçası olmuştur. Esas gelişim ise şüphesiz Ukrayna Savası ile kendini gösterir. 2023 itibari ile iki ülke arasında güçlü bir müttefik bağ kurulmuş oldu özellikle geçtiğimiz yıl iki liderin Vostochny Cosmodrome’daki buluşması, küresel güvenlik dinamikleri ve Ukrayna savaşının gidişatı üzerindeki etkisi açısından önemli idi. Çünkü bu görüşme ile iki ülkenin yaptırımlar karşısında dostluğu pekişirken aynı zamanda kazan kazan üzerinden yeni bir politika şekillendi. Öyle ki bu ziyaret esnasında Kuzey Kore lideri Kim Jong Un, onur konuklarının yer aldığı deftere “Uzay fatihlerinin ülkesi olarak Rusya’nın şanı asla sönmeyecek” yazdı.[1] Elbette buradaki temel vurgu 1957’de Sputnik uydusunun fırlatılması ve 1961’de Yuri Gagarin’in uzaya çıkan ilk insan olması gibi önemli olaylara atıf idi. Ama aynı zamanda Rusya’dan  kazanılacak yeni teknolojik  bilgilerin de bir ifadesi idi. Peki, ama buradaki temel konu ne idi?

Bilindiği üzere, Rusya’ya uygulanan Batı yaptırımları kapsamında Rusya şu an uluslararası sistemde izole edilmiş bir konumda. Bu, Rusya’nın birçok hammaddeye ve aynı zamanda teknolojik ürüne erişimde sorun yaşadığı anlamına geliyor. Bu zorlukları aşmak için alternatif ittifakların devreye girmesi kaçınılmazdı ve Kuzey Kore bu noktada önemli bir aktör olarak devreye girdi. Kuzey Kore, Rus ordusu için Ukrayna’da kullanılmak üzere top mermisi ve benzeri askeri ürünlerin üretim merkezi haline geldi. Benzer şekilde, kazan-kazan politikası Kuzey Kore için de geçerli. Kuzey Kore’de kıtlık, en önemli sorunlardan biri olarak dikkat çekiyor. Ülkede var olan diktatörlük ve Batı yaptırımları, halkın büyük ekonomik sıkıntılar ve gıda güvenliği sorunları yaşamasına neden oluyor. Bu noktada Rusya, Kuzey Kore’ye büyük bir destek sağlayarak bu sorunların çözümüne katkıda bulunuyor. ABD’ye göre, Kuzey Kore, Rusya’ya askeri mühimmat içeren 16.000’den fazla nakliye konteyneri gönderiyor.[2] Buna karşılık, Rusya da Kuzey Kore’ye teknoloji ve askeri yardımın yanı sıra tonlarca tahıl sağlıyor.[3] Sonuç olarak, bu işbirliği Putin’in 72. yaş gününde derinleşmiş bir dostluğun yansıması oldu. Kim Jong-un, Putin’in yeni yaşını “en yakın yoldaş” olarak kutladı. Yaptırımların getirdiği bu yoldaşlık, iki ülkenin dayanışmasını güçlendiren bir etki yarattı.

Asker, savaş ve para

Rusya- Ukrayna savasında gelinen nokta savaşın uzayan gerçekliklerinin sahada kendini göstermesi ile okunmakta. Özellikle asker yetersizliği yaşayan Ukrayna karşısında Rusya’nın da sınırsız bir askeri personeli olmadığı unutulmamalı. Ancak Rusya mutlak suretle bu durumu paralı. Askerler ya da mahkumlar[4] ile karşılamaya çalışmakta idi keza mahkumların savaş alanına yollanması politikası Ukrayna tarafından da uygulanmakta.[5] Nitekim askeri anlamda tarafların karşılaştığı. En büyük problem insan kaynağının az olması. Bu açıdan Rusya bu soruna yeni bir çözüm bulmuş gibi görülmekte. Kuzey Kore ile gerçekleşen askeri iş birliği ve stratejik ortaklık kapsamında Rusya’ya Kuzey Kore’den asker gönderilmesi.

Konuya dair bir süredir basında Kuzey Koreli askerlerin Rusya tarafında yer aldığı. Savaş alanında görüldüklerine dair haberler yer alıyordu, ancak resmi kaynaklardan doğrulama gelmemişti. Bu durumda her iki aktör içinde sürecin nasıl olacağından ziyade aslında bölgesel ve küresel etkileri düşünülmeli. Bunun en büyük nedeni savaşın yayılmacı doğasına bağlıdır. Kuzey Kore’nin Rusya’da 10 bin civarı askeri olduğu ve eğitim aldıkları yönündeki haberleri Savunma Bakanı Lloyd J. Austin tarafından da dile getirildi. Austin konuya dair , bölgede Kuzey Kore askerlerinin yaklaşık 8.000’inin şu anda Kursk Oblast’ında olduğunu bildiklerini ancak bu askerlerin Ukrayna güçlerine karşı çatışmaya henüz girmediklerini belirtti. [6] Ancak bu çatışmanın olmayacağını ifade etmiyor. Olası bir savaş durumunda ise Kuzey Kore karşısında Güney Kore üzerinden yeni bir çatışma alanı başlaması muhtemel. Bunun en önemli nedeniyse hafta başında yapılan ABD li yetkilerini açıklamalarının yanı sıra Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Güney Kore Dışişleri Bakanı Cho Tae-yul ve Ulusal Savunma Bakanı Kim Yong-hyun bir araya geldiği görüşmede ABD ile Güney Kore arasındaki sağlam ittifaktan bahsetmeleri. Yani olası bir yeni gelişme bölgede bulunan ABD askerlerinin de dail olduğu yeni bir Kore Savaşı başlatabilir mis sorusu akıllara gelmekte.

Aslında, Rusya’nın Kuzey Kore ile ilişkilerinden ve savaş sürecinden kazancı bellidir: asker ve mühimmat. Ancak Kuzey Kore’nin bu savaştan kazancı ne olacaktır? Sadece Güney Kore ile savaş ihtimalini artırmak mı? Burada en önemli konu, Kuzey Kore’nin Rusya ile yaptırımlar karşısında kader ortaklığı yapmasının yanı sıra Batı karşıtı söylemlerle karşılıklı ticareti ve teknoloji paylaşımını artırmaktır. Sonuç olarak, Kuzey Kore Rusya’ya asker ve mühimmat sağlarken, Rusya da Kuzey Kore’ye nükleer teknoloji gibi alanlarda yardım edebilecek bir güç konumundadır. Ayrıca, Kuzey Kore’nin enerji ihtiyacını ve özellikle tahıl tedarikini karşılamak da önemlidir. Ülkede kıtlık, en önemli sorunlardan biri olmaya devam etmekte ve Kuzey Kore asker karşılığında uluslararası alanda ihtiyacı olan en temel konuları Rusya aracılığı ile sağlayacaktır. Ancak bunun Batı nezdinde getirisi bölgesel anlamda yeni bir çatışma alanı riskini de artırmaktadır.

[1] https://tass.com/world/1674125

[2] https://tr.euronews.com/2024/10/08/kuzey-kore-lideri-kim-jong-un-en-yakin-yoldasi-putinin-dogum-gununu-kutladi

[3] https://mil.in.ua/en/news/hundreds-of-thousands-of-tons-of-grain-technology-and-military-assistance-russia-s-payment-for-aid-from-north-korea/

[4] https://www.bbc.com/news/world-europe-68140873

[5] https://edition.cnn.com/2024/09/11/europe/pokrovsk-ukraine-prisoners-enlist-soldiers-intl-cmd/index.html

[6] https://www.defense.gov/News/News-Stories/Article/article/3953130/north-korean-soldiers-likely-to-enter-russian-war-on-ukraine/

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme

Yayınlanma

Yazar

30 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İsrail’e, BM tarafından görevlendirilen kurumlara karşı sergilediği son düşmanca davranışları düzeltmesi çağrısında bulunan bir karar aldı. Bu kararla birlikte, aralarında ABD’nin de bulunduğu tüm 15 üye ülke, İsrail’in Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı’nın (UNRWA) faaliyetlerini durdurma kararını geri almasını talep etti. Kararda, UNRWA’nın Gazze’deki tüm insani yardım çabalarında “hayati bir rol” oynadığı ve işgal altındaki Filistin topraklarında, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de eğitim, sağlık ve sosyal hizmetlerin yanı sıra “hayat kurtaran insani yardım” sağladığı vurgulandı.

Bu gelişme, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmanın keskin bir gerginlik noktasına ulaştığını ve ülkeyi giderek daha izole bir konuma soktuğunu gösteriyor. Tarihsel olarak İsrail’e destek veren ABD bile, İsrail’in BM ile ilişkilerini daha da zorlaştıran ve “sekizinci cephe” olarak adlandırılabilecek bu yeni çatışma alanında genişleme ve tırmanma çabalarına güçlü bir şekilde karşı çıkıyor.

28 Ekim’de İsrail parlamentosu, UNRWA’nın İsrail ve işgal altındaki Filistin topraklarındaki faaliyetlerini yasaklayan iki yasayı kabul etti. Bu yasaların gerekçesi olarak, ajansın terörü desteklediği iddiası öne sürüldü. UNRWA, 8 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun 302 sayılı kararıyla Filistinli mültecilere yardım sağlamak amacıyla kuruldu. 1967 savaşının ardından, ajansın insani görev alanı Lübnan, Ürdün ve Suriye’yi de kapsayacak şekilde genişletildi. 1948 ve 1967 savaşları, sırasıyla yaklaşık 800 bin ve 1 milyon Filistinliyi yerinden etti. Bu mültecilerin çoğu Lübnan, Suriye, Ürdün ve Mısır gibi komşu Arap ülkelerine sığındı ve bu da dünyanın en büyük ve en uzun süreli siyasi mülteci krizini ortaya çıkardı.

5 Ekim’de, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ülkesinin “yedi cephede” çatışma halinde olduğundan yakınmıştı. Fakat, İsrail’in çatışmalarının bu yedi cephenin ötesine uzandığını ve BM ile yaşanan daha geniş kapsamlı yumuşak çatışmalar ile yerel düzeyde sert çatışmaları içeren bir “sekizinci cepheyi” de kapsadığını düşünüyorum. Pek çok okur, İsrail’in bu “sekiz cephesinin” kökeni ve doğası hakkında fazla bilgi sahibi olmayabilir, bu nedenle sistematik bir açıklama yapmak gerekli görünüyor.

Netanyahu’nun “yedi cephesi” şunları içeriyor: Filistin’de Gazze ve Batı Şeria, Lübnan, Yemen, Irak, Suriye ve İran. Benim tanımladığım “sekizinci cephe” ise, İsrail’in BM ile yaşadığı çatışmayı ifade ediyor. Bu çatışma, BM Genel Kurulu’ndan Güvenlik Konseyi’ne, New York ve Cenevre’deki BM merkezlerinden Gazze’deki UNRWA bürolarına ve İsrail-Lübnan sınırındaki BM barış gücü kamplarına kadar geniş bir yelpazeye yayılıyor. Bu cephe, BM ve liderlerine yönelik sözlü saldırılarla birlikte, BM güçlerine yönelik ateş açma, bombardıman ve barış gücü kamplarının işgali gibi şiddet eylemlerini de kapsıyor. İsrail’in şu anki tutumu, uluslararası topluma meydan okuyan, cesur ve pervasız bir duruşu yansıtıyor, sanki egemen bir devlet olarak meşruiyetini sağlayan uluslararası kamuoyunu hiçe sayıyormuş gibi.

29 Kasım 1947’de, BM Genel Kurulu’nun ikinci oturumunda, Arap ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen, Filistin’in bölünmesini öngören 181 sayılı karar zorla kabul edildi. Bu karar, toprakların yüzde 52’sini yerel nüfusun yalnızca üçte birini oluşturan Yahudi topluluğuna tahsis ederken, yüzde 48’ini ise nüfusun üçte ikisini oluşturan yerli Arap halkına —bugün “Filistinliler” olarak bilinen halka— ayırdı. Kudüs’ün egemenliği ise BM’ye bırakıldı. Bu karar, Avrupa’nın anti-Semitik ve soykırımcı tarihinin yükünü yerli Filistin halkına aktaran bir hamle olarak Arap dünyasında büyük bir tepkiye yol açtı ve Arap-İsrail çatışmasını başlattı. Bunun sonucunda İsrail, Filistin topraklarını daha da fazla işgal ederek yasa dışı ilhaklar gerçekleştirdi ve İsrail ile komşu Arap ülkeleri arasında ilerleyen yıllarda pek çok savaşa zemin hazırlamış oldu.

Yarım asrı aşkın bir süredir, çeşitli Filistinli örgütler içinde bulundukları durumu daha fazla kabullenerek bir uzlaşıya vardılar: Artık yalnızca Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü geri kazanmayı hedefliyorlar; bu topraklar, bölünme öncesi Filistin’in yalnızca yüzde 23’ünü oluşturuyor. Buna karşılık, Başbakan Netanyahu ve “Büyük İsrail” yanlısı diğer isimler, Filistin topraklarının tamamen ilhakını talep ediyor; hatta Mısır’ın Sina Yarımadası, Lübnan, Suriye ve Ürdün’ün bazı bölgelerini dahi istiyorlar. Bu iddialarını ise yalnızca, üstelik bu yaşam, hâkimiyet ya da yerlilikten ziyade bir mültecilik durumu olsa bile atalarının buralarda bir zamanlar yaşadığı gerçeğine dayandırıyorlar.

Birleşmiş Milletler, İsrail’e egemenlik meşruiyeti sağlarken Filistinlilerin haklarından ödün vererek İsrail’in uluslararası hukuktaki “annesi” olarak görülebilir. Ancak, ABD’nin uzun süreli koruması altında, İsrail ile ilgili BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarının büyük çoğunluğu veto edilmişti. Bu durum, İsrail’in dokunulmazlık ve meydan okuma ortamında hareket etmesine zemin hazırladı. Günümüzde İsrail’in eylemleri, uluslararası normlara karşı eşi benzeri görülmemiş bir kayıtsızlık sergileyerek, onu tarihsel zulümlerden dolayı bir zamanlar sahip olduğu küresel sempatiyi hızla tüketen “Orta Doğu’nun Oidipusu” konumuna getirdi. Bu pervasız tutum, mevcut çatışmaları körüklüyor ve uluslararası alanda hoşnutsuzluk yaratıyor.

BM Genel Sekreteri António Guterres, “Hamas’ın İsrail’e saldırısı bir durduk yere gerçekleşmedi,” ifadesiyle Filistin halkının 70 yılı aşkın süredir maruz kaldığı trajedi ve acıya dikkat çeken ölçülü bir açıklama yaptı. İsrail ise bu açıklamaya sert tepki göstererek, Guterres’in meşruiyetini sorguladı ve sürekli olarak istifasını talep etti. Nihayetinde onu istenmeyen kişi (persona non grata) ilan ederek kendisine vize vermeyi reddetti.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nden gelen yoğun eleştirilerin ortasında, İsrail, BM’yi kışkırtıcı bir şekilde “terör örgütü” veya terörü destekleyen bir yapı olarak tanımladı ve UNRWA’nın insani yardım görevini yerine getirmesini yasakladı. Daha da saldırgan bir adım olarak, uluslararası kınamalara rağmen İsrail güçleri, İsrail-Lübnan sınırında ateşkes anlaşmalarını denetlemek için konuşlanmış BM barış gücü birliklerini hedef alarak onları görevlerinden uzaklaştırmaya çalıştı.

Gazze ve Batı Şeria, İsrail’in birinci ve ikinci çatışma cephelerini oluşturuyor ve daha geniş bölgesel gerilimlerin tetikleyicisi olarak kabul ediliyor. 2005 yılında İsrail güçleri ve yerleşimcileri Gazze’den çekilmiş olsa da İsrail, hâlâ Gazze’nin kara sınırlarını, hava sahasını ve kara sularını kontrol ediyor. Bu nedenle Gazze, “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi” olarak anılan, işgal altındaki Filistin topraklarının ayrılmaz bir parçası olmaya devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail ve Gazze arasındaki ilişki, işgalci ve işgal edilen olarak tanımlanırken, İsrail ve Hamas arasındaki ilişki, işgalci ve silahlı direniş olarak değerlendiriliyor. İsrail’in “İsrail-Hamas savaşı” olarak tanımladığı çatışma, Hamas’ı daha geniş Filistin direnişinden tecrit etmeyi amaçlayarak, “İsrail-Filistin çatışmasının” temel doğasını gölgede bırakmaya çalışıyor.

Batı Şeria, 6 bin kilometrekareyi aşkın bir alanı kapsarken, 360 kilometrekarelik Gazze Şeridi’nden yaklaşık 100 kilometre genişliğinde bir İsrail bölgesiyle ayrılmış durumda. Uzun bir süre boyunca, Batı Şeria, Hamas’ın siyasi rakibi olan el-Fetih’in kalesiydi. Ancak son yıllarda, Batı Şeria giderek “Hamaslaşmış” bir hâl aldı ve adeta ikinci bir Gazze veya “Hamasistan” gibi görünmeye başladı. Batı Şeria’daki daha fazla Filistinli, onlarca yıllık ılımlı yaklaşımı terk edip Hamas’a yöneldikçe bu bölgedeki siyasi yapı değişime uğradı.

1999’dan 2002’ye kadar Xinhua‘nın Gazze’deki muhabiri olarak çalıştığım dönemde, Hamas’a olan halk desteği yaklaşık yüzde 30 civarındaydı ve etkisi büyük ölçüde Gazze ile sınırlıydı. 2004’teki büyük İsrail-Filistin çatışmasında ana cephe Batı Şeria’ydı ve İsrail’in asıl rakibi el-Fetih’ti; Hamas ise Gazze’de daha pasif bir rol üstlenmişti.

2006’daki Filistin Yasama Konseyi seçimlerinde Hamas’ın zafer kazanmasından bu yana, Filistin’deki siyasi denge büyük ölçüde değişti. Sonraki İsrail-Filistin çatışmalarının merkezi Gazze oldu ve burada Hamas, daha radikal gruplar olan İslami Cihad ve Selefi militan gruplarla birlikte çatışmanın başını çekti. Filistin’de yıllar boyunca seçim yapılmadı, zira her anket Hamas’ın kazanacağını öngörüyor. Hatta İsrail tarafından on yıldan fazla hapis yatan üst düzey el-Fetih yetkilileri bile serbest kaldıktan sonra Hamas’a katıldılar. Hamas’ın Batı Şeria’daki nüfuzunun giderek artması, İsrail’i bölgede büyük kuvvetler konuşlandırmaya ve şiddetli direnişi bastırmaya yöneltti; bu ise Gazze’den yapılan sürpriz bir saldırıya fırsat tanıdı ve bu saldırı İsrail tarafında büyük kayıplara yol açtı. İşgal altındaki Filistin topraklarının coğrafi ve toplumsal anlamda “Hamaslaşması”, kısmen Netanyahu’nun Filistinliler arasında çift başlı bir güç yapısını kasten destekleyen “çim biçme” stratejisinin bir sonucu.

Mantık oldukça basit: İsrail 2000 yılında Güney Lübnan’dan çekilmiş olsa da Şebaa Çiftlikleri gibi stratejik öneme sahip ama sınırlı bölgeleri kontrol etmeye devam ediyor. Bu durum, uluslararası hukuk çerçevesinde Hizbullah’a İsrail’e saldırmak için bir gerekçe sağlıyor. İran tarafından desteklenen ve finanse edilen Şii bir militan grup olan Hizbullah, aynı zamanda Lübnan’daki Hristiyan gruplar ve Sünni Müslümanlarla hem açık hem de örtülü çatışmalara da karışmış durumda. Lübnan’a sürekli çatışma getirmiş olduğu bir gerçek olsa da Hizbullah aslında 1982’deki İsrail’in Lübnan işgalinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Dikkat çekici bir şekilde, Lübnan’daki hiçbir siyasi parti Hizbullah’ın işgal altındaki toprakları geri alma hakkına açıkça karşı çıkmadı.

1973 Yom Kippur Savaşı sırasında başarısız bir karşı saldırı sonucu 1200 kilometrekarelik Golan Tepeleri’ni kaybettikten sonra, Suriye İsrail ile soğuk bir barış durumu sürdürdü. 2011’de Arap Baharı’nın başlaması, Suriye’yi istikrarsızlaştırarak İran’ın Devrim Muhafızları, Şii milisler ve Hizbullah’ın, IŞİD’e karşı savaşma bahanesiyle müdahalede bulunmasına yol açtı. Bu da İsrail açısından doğrudan bir tehdit haline geldi. Son on yılda, İsrail Suriye’deki çeşitli hedefleri sürekli olarak vurdu; amaç Suriye hükümet güçlerini yok etmek değil, İran ve Hizbullah güçlerini bölgeden çıkarmaktı. Suriye hükümeti, Golan Tepeleri’ni geri alamadığı için, yabancı aktörleri İsrail’e baskı yapmak üzere kullanarak topraklarını bir vekâlet savaşı alanına dönüştürdü.

Irak, 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan bu yana İsrail’e karşı düşmanca bir tutum sergiliyor. 1958’de monarşiyi deviren devrim ve yaklaşık on yıl sonra Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesiyle birlikte Irak, yarım asır boyunca Filistin direnişi açısından önemli bir üs ve mali destek kaynağı haline geldi. 2003 sonrası Şiilerin yükselişinin ardından, İran’ın güçlü etkisiyle Irak’ın İsrail’e yönelik politikası değişmeden devam etti. Terörle mücadele bayrağı altında ortaya çıkan Şii milis grubu Haşdi Şabi (Halk Seferberlik Güçleri), yeni bir dönemin başlangıcına işaret etti.

Mevcut çatışma sırasında Haşdi Şabi, ilk kez Arap milliyetçiliği söylemini benimseyerek Irak ve Suriye’deki İsrail ve ABD askeri üslerine saldırılarda bulundu; bu nedenle “Irak Hizbullah’ı” olarak anılmaya başladı. Bu gelişme, Irak’ı Körfez Savaşı’ndan bu yana ilk kez doğrudan İsrail’le karşı karşıya getirirken, Irak hava sahası ve toprakları İran’ın füzelerine, insansız hava araçlarına ve İsrail jetlerinin saldırılarına açık hale geldi. Haşdi Şabi, Filistin’i özgürleştirme gerekçesiyle İsrail’e karşı bir cephe açtı; bu hamle, İran etkisi, Şii dayanışması ve Irak içindeki siyasi nüfuz mücadelesiyle besleniyor.

İran İslam Cumhuriyeti modelini benimseyen Husi hareketi ise İran ve Hizbullah ile karmaşık ilişkiler yürütüyor ve çoğunlukla koordineli hareket ediyor. Daha önce kendini Filistin davasının bir savunucusu olarak konumlandırmamış olan Husiler, bu çatışmaya ani ve güçlü bir şekilde dahil olarak “fırsatçı bir aşırı hamle” olarak nitelendirilen bir adım attı. Bu manevra, Husilerin Yemen’deki güçlerini konsolide etme çabalarını, Arap milliyetçiliği söylemiyle kendilerini meşrulaştırmalarını, Suudi Arabistan ve diğer yabancı güçlerin çekilmesini talep etmelerini ve komşu ülkeler tarafından Yemen’in meşru hükümeti olarak tanınma arayışlarını yansıtıyor.

Tarihsel olarak, 2500 yıl önce Pers İmparatoru Büyük Kiros, İsrail’in atalarını kurtardığı için İncil’de bir “Mesih” olarak övülmüştü. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana, İran sarsılmaz bir şekilde Siyonizme ve İsrail’in yayılmacı politikalarına karşı çıkıyor. İsrail-Filistin ve daha geniş Arap-İsrail çatışmalarındaki rolünü, İslami bir görev olarak nitelendiren İran, bu angajmanlarını bölgesel bir güç olarak kendini göstermenin bir aracı olarak da kullanıyor. Bu nedenle hem İsrail hem de ABD, İran’ı bölgesel istikrarsızlığın başlıca kışkırtıcısı olarak görüyor.

İsrail ve İran uzun süredir vekalet savaşları ve gizli operasyonlar yürütse de bu çatışmalar artık daha açık bir hale geldi ve doğrudan karşılaşmalara evrildi. Arap ülkelerinin İsrail’e karşı savaş yürüttüğü, 1982 Lübnan Savaşı’nın sonuna kadar süren geleneksel paradigma değişti. Yeni jeopolitik manzara, İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ile tanımlanmakta olup, bu eksende egemen Suriye ve Filistin, Lübnan, Yemen ve Irak gibi devlet dışı aktörler yer alıyor

İsrail, nadiren yalnız hareket etti; Birleşmiş Milletler’de ya da Orta Doğu’daki çatışmalarda ABD, İsrail’in daimî müttefiki oldu. Geçen yıl içinde ABD, Gazze’de ateşkes sağlanmasına yönelik beş Güvenlik Konseyi kararını veto etti, İsrail’e sürekli askeri destek sağlamış ve bazı askeri operasyonlarda işbirliği yaptı. Bu destekler arasında uçak gemisi saldırı gruplarını konuşlandırmak, İsrail’i korumak için THAAD füze savunma sistemini yerleştirmek, İran’ın füze ve insansız hava aracı saldırılarını engellemek, Hamas liderlerinin ortadan kaldırılmasını memnuniyetle karşılamak ve Husi ve Haşdi Şabi üslerine hava saldırıları düzenlemek yer alıyor. Sonuç olarak, İsrail’in “sekiz cephede” sürdürdüğü angajmanların büyük bir kısmı ABD’nin desteğiyle yürütülüyor, bu iki ülkenin aynı stratejik siper içinde yer aldığını simgeliyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English