Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Meloni’nin ‘Afrika için Mattei Planı’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: İtalya’nın sağcı başbakanı Giorgia Meloni’nin dış politikada izlediği rotanın seleflerinden “radikal biçimde” farklı olduğu ve mevcut statükonun değişeceği iddia ediliyordu. Önceki hükümetlerin özellikle Afrika’da yürüttüğü fiili sömürgecilik faaliyetleri, Meloni döneminde de yeni bir kılıfa sokularak devam ediyor.


Statükoya meydan okumak mı? Giorgia Meloni’nin Afrika için Mattei Planı

Thomas Simon Mattia
Geopoliticalmonitor
13 Haziran 2023

Giorgia Meloni, Afrika ülkelerine yönelik yeni bir uluslararası işbirliği çabası olan ve Fratelli d’Italia (İtalya’nın Kardeşleri) milletvekili Marco Osnato’nun ifadesiyle Afrika’ya kaynaklarının geliştirilmesi yoluyla “onurunu iade etmeyi” amaçlayan “Afrika için Mattei Planı” aracılığıyla İtalya’yı Avrupa’nın enerji merkezi haline getirme taahhüdü verdi. Cezayir ve Tunus’a yaptığı ziyaretler sırasında “yağmacı olmayacağını” tekrarlayan Meloni, planın bu sonbaharda yapılması beklenen İtalya-Afrika zirvesinde tanımlanmasını bekliyor.

İtalyan diplomasisinin mevcut durumu

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana İtalya, dış ilişkilere savunmacı neorealist bir bakış açısıyla yaklaştı: Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ABD’nin Avrupa’nın güvenliğiyle ilgilenmemesi tehdidi İtalya’nın Atlantikçiliğinin altını oyarken ve ülkenin “Bribesville” skandalı da iç siyasetini büyük ölçüde yeniden yapılandırırken, İtalya’nın dış politika hedefleri yalnızca ülkenin iç güvenlik hedeflerini tatmin edecek şekilde yeniden boyutlandırıldı ve ideolojik karakterden yoksun bırakıldı. İtalya’nın yüzde 120’lik borç/GSYİH oranını tam anlamıyla bir ekonomik resesyona dönüştüren 2010 Avro Bölgesi krizinin ardından ülke, “batamayacak kadar büyük, kurtarılamayacak kadar büyük” hale geldiğinde, kemer sıkmaya doğru büyük bir kayma kritik hale geldi. 2011’deki emeklilik reformu ve 2014’teki iş yasası, borç ve açığın sürdürülebilirliğini sağlamak ve özel yatırımı teşvik etmek adına işçilerin korunmasını ve aşırı sosyal harcamaları azaltarak bu hedefi yerine getirdi ve İtalya’nın o zamandan beri baskın olan neoliberal söylemini mutlak anlamda pekiştirdi.

2014’ün temmuz ayında dönemin başbakanı Matteo Renzi, İtalyan fosil yakıt devi Eni’nin ülkede tarihinin en büyük doğalgaz keşfini yapmasının hemen ardından yabancı yatırım dostu yasayı teşvik etmek üzere İtalya’nın üst düzey petrol ve doğalgaz yöneticilerinden oluşan bir heyetle birlikte Mozambik Maputo’ya geldi. Renzi’nin misyonu başarılı oldu ve belki de İtalya’nın gelişmekte olan ülkelerde yatırımları kolayca güvence altına almak ve yeni bulduğu neoliberal ajandasını yerine getirmek için savunmacı bir neorealist olarak itibarını kullanabileceğinin farkına varmasına yol açtı. Batı ile Doğu arasında yeni bir Soğuk Savaş başlamışken, hem taraf seçmek istemeyen gelişmekte olan ülkeler hem de paranoyak küresel güçler İtalya’nın ideolojiden arınmış dış politika yaklaşımını güven verici bulacaktı. Bunun ardından 2014-2016 yılları arasında İtalya’dan gelişmekte olan ülkelere dönük yabancı yatırımlarda yüzde 250’lik bir artış yaşandı ve ülke, 2019 yılında ihracat finansmanına en fazla yatırım yapan tek OECD ülkesi oldu.

Giorgia Meloni’nin öncelikleri

Dış ilişkilerde Giorgia Meloni’ye her zaman iki önemli danışman eşlik eder: askeri ve savunma danışmanı General Franco Federici ve dışişleri danışmanı Büyükelçi Francesco Maria Talò. Bu isimlerin her ikisi de bariz birer Atlantikçi: Eylül 2011’de dönemin ABD Başkonsolosu Büyükelçi Talò, Afganistan’a giderek 11 Eylül’ün onuncu yıldönümünü ülkedeki İtalyan NATO misyonu askerleriyle birlikte “Hepimiz Amerikalıyız, hepimiz NATO’yuz,” sözleriyle anarken, General Federici, misyonun komutanlığından daha henüz ayrılmıştı. On yıl sonra General Federici, Kosova’da yeniden bir NATO misyonunun komutasını üstlenirken Büyükelçi Talò da İtalya’nın NATO’daki Daimi Temsilcisi olarak görev yapacaktı.

Meloni’nin yakın çevresini seçmesi İtalya’nın uzun süredir devam eden Atlantikçi tavrını teyit ederken, icraatları da dış ilişkilere yönelik savunmacı neorealist yaklaşımını da teyit etti. Giorgia Meloni’nin seçim başarısı, partisinin, aynı ittifakı paylaştığı üç parti de dahil olmak üzere diğer partilerden farklı olarak İtalyanları her şeyden çok endişelendiren şey olan enerji güvenliğinin iyileştirilmesinin kritik önemini en çok vurgulayan parti olmasından kaynaklanıyordu. Sahiden de gaz güvenliğinin iyileştirilmesi, hükümetin çabalarıyla Toskana’nın Piombino kentinde yeni tartışmalı yeniden gazlaştırma tesisinin inatla kurulmasının da gösterdiği gibi, İtalya’nın iç güvenlik hedefleri listesinin en başına taşındı. Seçilmesinden bu yana, Rusya’nın yanı sıra İtalya’nın başlıca doğalgaz ticaret ortaklarıyla da sıkı bağlantılar kurdu. Ocak ayında Libya Başbakanını ziyaret ettiğinde, beş gün önce Cezayir Cumhurbaşkanı ile imzaladığı anlaşmaya benzer bir işbirliğiyle, enerji ve göç akışlarının düzenlenmesi anlaşması imzaladı. Bir ay sonra Katar Emiri ile görüşmeyi planlamıştı ama gribe yakalanınca telefon görüşmesi yapmakla yetinmek zorunda kaldı. Haziran ayında çabaları Tunus’un temerrüdü üzerinde yoğunlaştı, Cumhurbaşkanı Kays Said’i ziyaret ederek tam desteğini ortaya koydu ve AB Komisyonu başkanı von der Leyen ve Hollanda Başbakanı Rutte ile birlikte temerrüdü önleyebilecek ve daha da önemlisi İtalya’yı Tunus üzerinden Cezayir’e bağlayan Transmed doğalgaz boru hattına dönük güvenlik tehditlerini bertaraf edebilecek bir IMF kredisinin sunulmasını sağlamak için ikinci bir ziyaret sözü verdi. İtalya’nın Rus doğalgazına olan bağımlılığını azaltmak adına Meloni, doğalgaz rezervleri bakımından dünyanın yedinci ülkesi olan ülkesinin enerji güvenliğini artırmada kayda değer bir rol oynayabileceğini söylediği Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkileri geliştirmek üzere bu ülkeye uygulanan silah ambargosunu kaldırmaya kadar gitti. Benzer şekilde Meloni, doğalgaz rezervleri bakımından dünyada sırasıyla 12., 15. ve 19. sırada yer alan Irak, Kazakistan ve Özbekistan ile de enerji işbirliği bağlarını güçlendirmeye çalışıyor. Cezayir, Libya ve Tunus’un yanı sıra Meloni, dikkatini Angola, Kongo Cumhuriyeti, Burundi, Etiyopya, Moritanya, Nijer ve Somali gibi diğer Afrika ülkelerine de odaklayarak “Afrika için Mattei Planı”na olan bağlılığını açıkça ortaya koydu.

Afrika’da ihracat finansmanının on yılı

Daha önce de belirtildiği gibi, İtalya’nın Afrika’daki ticareti yeni bir olgu değil ve özellikle son on yılda ülkenin yeni keşfedilen neoliberal kimliği ile öne çıktı. Aslında 2013 ile 2021 yılları arasında İtalyan devleti, kredi sigortası, doğrudan finansman, kefalet veya kredi şeklinde sağladığı tahmini toplam 22 milyar avro karşılığında, potansiyel olarak orta veya yüksek düzeyde olumsuz çevresel veya sosyal etkileri olan yüzlerce projeyi resmi olarak destekledi. Bu projelerden sadece 27’si Afrika ülkelerine yönelikti, fakat birlikte toplam hacmin yaklaşık yüzde 32’sini —yaklaşık 7,2 milyar avro— oluşturuyorlardı (SACE ex-post yıllık raporlarından elde edilmiştir). İtalya’nın kendisini Afrika ülkeleri için pragmatik bir ortak olarak sunma çabalarına rağmen yatırılan miktarın yüzde 47,3’ü oldukça tartışmalı projelere gitti.

En iyi örnek, Mozambik’te İtalya’nın Afrika’daki en son yatırım stratejisinin pekişmesini sağlayan ve Eni tarafından üstlenilen, daha önce bahsedilen gaz üretim projesi. İtalya, 2016 ile 2021 yılları arasında proje için 1,6 milyar avro tutarında garanti verdi ama bu yatırımlar Eni adına bir dizi tutulmayan sözle geldi. Şirket, 2015 yılında CEO’su Claudio Descalzi tarafından “herkesin yaptığı gibi ihracat için üretim yapmak yerine —çünkü çok daha fazla kazanabilirsiniz—Libya, Nijerya ve Kongo’nun yanı sıra Mozambik’te yaptıkları gibi iç piyasa için de üretim yapan tek ve kesinlikle ilk [şirket] olduğu için övülmüştü,” diyerek, projenin yüzer üretim ünitesinin üretiminin yüzde 100’ünü —2021 yılında militan silahlı grubunun karadaki ünitelere saldırmasının ardından şu anda çalışan tek ünite— bir sonraki yıl British Petroleum’a sattı. Yerli nüfusun yüzde 70’inin elektriğe erişimi olmadığı düşünüldüğünde, üretimin en azından bir kısmı yerel sektöre fayda sağlayabilirdi. Geliştirme öncesinde yapılan yerel toplantılarda Eni tarafından verilen, destek operasyonları için hem vasıflı hem de vasıfsız işgücünü içeren yerli işçi istihdam etme sözü de 2022 yılında Singapurlu bir açık deniz konaklama gemisinin yüzer üretim biriminin destek operasyonlarında istihdam edilen işçilere ev sahipliği yapmak üzere Madagaskar boğazında denize açılmasıyla bozuldu. Bu durum Mozambik’in işgücünü, genel okuryazarlık oranı yüzde 47, kadınlar arasında ise sadece yüzde 28 olan yerli halk için tek gerçek istihdam fırsatı olan konaklama, ağırlama ve yemek hizmetlerinde düşük vasıflı iş talebini karşılama fırsatından mahrum bıraktı. LNG geliştirme projeleri, o zamana ek bölgeye yararı olan turizm sektöründeki ivmeyi durdurduğu için yerli halka bu tür istihdam fırsatları borçluydu. En trajik olanı ise, Mozambik’teki LNG projelerinin geliştirilmesinin, yaklaşık 4 bin insanın ölümüne ve 1 milyonunun yerinden edilmesine neden olan çatışmanın şiddetlenmesine katkıda bulunduğunun düşünülmesi. Eni ve Anadarko tarafından geliştirilen iskân planının, hem yerlerinden edilen 557 haneye tazminat ödenmesi hem de geçim kaynaklarının korunması açısından yetersiz olduğu belli olunca yerli halkın ortaya çıkan şikayetleri, Müslüman Makua ve Mwani ile Hıristiyan ve siyasi olarak baskın Makonde halkları arasındaki zıtlaşmaları istismar eden cihatçı silahlı grup Ensar es-Sunne için eleman toplama fırsatı haline geldi. Bu başarısızlık, Etiyopya’da Turkana, Nyangatom ve Dassanach halkları arasında yaşanan çatışmaların yoğunluğunun artmasına neden olan zorunlu tahliyelere ve su kıtlığına yol açan Koysha Barajı projesiyle birleştiğinde, İtalya’nın toplam yatırımının yüzde 17,8’ine tekabül ediyordu; yani ülkenin son on yıldaki yatırım hacminin neredeyse beşte biri silahlı çatışmalara neden olduğuna veya katkıda bulunduğuna inanılan projelere tahsis edilmişti.

İtalya, 2017 ve 2019 yıllarında Kenya’daki Kimwarer ve Arror nehirleri üzerinde çok amaçlı iki barajın inşasını destekledi ve bu işi, toplam 498 milyon avro karşılığında İtalyan müteahhitler CMC ve Itinera üstlendi. Barajlar hiçbir şekilde inşa edilmeyecekti. Kenya Maliye Bakanı, iki müteahhit lehine görevini kötüye kullanmakla suçlandı; Kenya Hazine Bakanı, soruşturmalar devam ederken projeyi finanse eden İtalyan bankası Intesa SanPaolo’ya 1,9 milyon avroluk bir ödemeyi gayri meşru olarak onaylamakla suçlandı ve CMC CEO’su, Kenya hükümetini dolandırmak için komplo kurmakla suçlandı ve Kenya’da mahkemeye çıkmaması üzerine hakkında iade talebi çıkarıldı. Tüm bunlar olurken İtalyan ihracat kredi kuruluşu SACE, Kenya’dan yüzde 17,5 sigorta primi talep ediyordu ki bu oran sektörün ortalama oranı olan yüzde 1,5’in yaklaşık 12 katı; Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Güney Sudan gibi ülkeler bile genellikle yüzde 3 civarında sigorta primi ödüyorlar. Maliye Bakanı tutuklandıktan ve soruşturmalar başladıktan sonra bile Intesa SanPaolo, Kenya Hazinesine 108 milyon avro ödemeye devam ederken CMC, 2018 yılında 51 milyon avroluk iki avans ödemesi almış olmasına rağmen, çalışmalar başlamamış ve proje için henüz arazi satın alınmamış olmasına rağmen Kenya hükümetine Uluslararası Tahkim Mahkemesinde tazminat davası açmaya karar verdi. 2021 yılında Ravenna Mahkemesi, iş kayıtlarında tahrifat yapıldığı iddiasıyla CMC hakkında soruşturma başlattı. Yükleniciler tarafından gerçekleştirilen bu tür yolsuzluk veya dolandırıcılık vakaları, toplam yatırım hacminin yüzde 30,4’üne gölge düşürdü.

2013 yılında Afrikalı milyarder Akilo Dangote, kıtanın en büyük rafinerisinin inşası için bir bankalar konsorsiyumundan 450 milyon dolar yatırım aldı. Toplam yatırımın 300 milyon avroluk kısmı İtalya’nın devlet ihracat kredi kuruluşu SACE tarafından garantilenmiş ve tüm sözleşme, İtalyan kamu kalkınma bankası CDP tarafından kolaylaştırılmıştı. Aynı yılın ilerleyen günlerinde işçiler, rafineri önünde ücret sorunları ve düşük maaşlar nedeniyle gösteri yapmaya başladı ve polisin kalabalığı dağıtma çabaları bir protestocunun ölümüyle sonuçlandı. Daha önce rafinerinin inşaatında yer alan müteahhitler binlerce Hintli, Çinli ve yerli işçiyi yerel Kovid-19 kısıtlamalarını ve sosyal mesafe kurallarını ihlal ederek çalışmaya devam etmeye zorlamıştı. Bu hareket, ölüm nedenlerinin işverenleri tarafından gizlendiği iddia edilen, hastalığa yakalanmış en az iki Hintli işçinin hayatına mal oldu. İşçiler polisi işverenlerinin suiistimaline ortak olmakla suçladı ve haklarına saygı gösterilmesini talep etti. İtalya, projeyi Dünya Bankası’nın IFC Performans Standardı 2 ile kıyasladığı için bu olaylardan kısmen sorumlu tutulmuştur; bu standart, yatırımda çıkarı olanların işçilerine adil davranmasını ve güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları sağlamasını talep ediyor. Tıpkı bu vakada olduğu gibi, toplam yatırım hacminin yüzde 30,1’i, Kenya’da daha önce Kipsigis halkına hizmet eden suyu, ülkede daha büyük siyasi ve iktisadi güce sahip olan çoğunluktaki Kikuyu etnik grubu lehine yeniden yönlendiren İtalyan liderliğindeki Itare Barajı projesi gibi insan hakları ihlalleri içeren projelere tahsis edildi.

İleriye baktığımızda, Giorgia Meloni’nin destekçileri onun dış ilişkiler stratejisini “radikal bir şekilde farklı” olarak tanımlamış ve Meloni’nin kendisi de İtalyanlar tarafından statükoyu sürdürmek için seçilmediğini söylemişti ama “Afrika için Mattei Planı”nın, şimdiye dek Afrika adına hayırlı olmayan işleri her zamanki gibi sürdürmek konusunda basit bir paravan olup olmayacağını göreceğiz.

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: Biden yönetimi Gazze’de savaş sürerken kuzeydeki sorunu aşmayı umuyor

Yayınlanma

ABD, Gazze’deki başarısız ateşkes diplomasisinden sonra şimdi de gerilimin iyice tırmandığı Lübnan cephesinde yine başarısız olacağı baştan belli bir diplomasi yürütüyor. İsrail ile Hizbullah’ın topyekûn savaşa girmesini engellemek için İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerle temasta. Washington, Hizbullah defalarca ilan etmesine rağmen Gazze’deki kriz devam etse de İsrail-Hizbullah krizini çözebileceğini düşünüyor. Tıpkı Kızıldeniz’de bombalayarak Husileri durdurabileceğini umduğu gibi…

***

Biden yönetimi, İsrail ile Hizbullah arasındaki daha geniş bir savaşı önlemek için çabalıyor

Beyaz Saray’ın diplomatik atağı, Gazze’de ateşkes sağlanması için haftalarca süren başarısız baskıların ardından geldi

Michael R. Gordon

ABD’li yetkililer, Biden yönetiminin İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’ın güneyinde giderek kötüleşen sınır çatışmalarını azaltma çabasının, ABD’nin Gazze’de ateşkes sağlamakta karşılaştığı güçlükler nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştığını söylüyor.

İki cephe arasındaki bağlantılar, İran’ı da içine çekebilecek ve çatışmaları Gazze’nin çok ötesine taşıyabilecek geniş çaplı bir savaşı önlemeye çalışan Beyaz Saray’ın karşı karşıya olduğu diplomatik çıkmazın altını çiziyor.

Beyaz Saray, İsrail’in kuzey sınırındaki gerilimin azaltılmasının Gazze’de sağlanması zor bir ateşkese bağlı olamayacağı konusunda ısrar ediyor ve Hamas’a güneydeki çatışmaları durdurmayı kabul etmesi için haftalarca süren başarısız baskının ardından kuzeydeki gerilimi yatıştırmak için büyük bir diplomatik çaba sarf ediyor.

Ancak ABD tarafından “terörist” olarak tanımlanan ve Hamas’ın önemli bir müttefiki olan Hizbullah’ın son haftalarda İsrail’in kuzeyine yönelik roket ve insansız hava aracı saldırılarını yoğunlaştırması, tehdidi sona erdirme ve kuzeye tahliye edilmek zorunda kalan 70.000 kadar vatandaşını geri gönderme sözü veren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti üzerindeki baskıyı arttırdı.

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bu ayın başlarında Beyrut’tan yaptığı bir televizyon konuşmasında İsrail’i “ülkede hiçbir yer roketlerimizden korunamaz” diye uyardı.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili çarşamba günü gazetecilere yaptığı açıklamada “Nasrallah’ın mantığı… her şeyin Gazze’ye bağlı olduğu ve Gazze’de ateşkes sağlanana kadar İsrail’e ateşin durmayacağıdır. Açıkçası bu mantığı tamamen reddediyoruz” dedi.

ABD özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Hizbullah’ın sınırdan geri çekilmesini de içeren bir anlaşma yapma çabaları şu ana kadar sonuçsuz kaldı.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon yetkilileriyle üst düzey görüşmeler için Washington’da bulunduğu sırada Hochstein ile Lübnan konusunda iki kez görüştü.

Gallant, salı günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “İsrail kuzeydeki güvenlik durumunu değiştirecek bir çözüm bulmak istiyor. Savaş istemiyoruz ama her türlü senaryoya da hazırlıklıyız. İsrail sınırında Hizbullah birliklerini ve askeri oluşumlarını kabul etmeyeceğiz. Kuzey toplumlarımıza yönelik tehditleri kabul etmeyeceğiz” dedi.

Hochstein geçen hafta üst düzey yetkililerle görüşmek üzere Lübnan’a yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu ile de görüştü.

İsrail ve Hizbullah, İran’a bağlı milislerin Filistinli hareket Hamas’ın Gazze’de savaşa yol açan saldırılarını desteklediği 7 Ekim’den bu yana karşılıklı ateş açıyor. Hem Hizbullah hem de İsrail düşmanlıklarını daha büyük bir çatışmaya dönüştürme konusunda isteksiz davranırken, her ikisi de çatışmayı tırmandırabileceklerinin sinyallerini veriyor.

Bu ayın başlarında Hizbullah, Hayfa’daki İsrail limanı üzerinde uçan bir keşif uçağına ait olduğunu söylediği bir video yayınladı. Bir başka Hizbullah insansız hava aracı da aşağı Celile üzerinde İsrail güçleri tarafından düşürüldü.

İsrail güçleri ise Hizbullah komutanlarına karşı hava saldırıları düzenliyor. Geçen hafta İsrail ordusu Hizbullah’a karşı olası bir askeri operasyon planını onayladı ancak operasyon için hükümetin onayı gerekiyor.

İsrail için Hizbullah’a karşı savaşmak, Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaştan çok daha zorlu bir görev olacak. Uzmanlar Lübnanlı grubun 150.000’den fazla roket ve füzeden oluşan bir cephaneliği olduğunu ve bunların bir kısmının İsrail’in füze savunma sistemlerine rağmen Tel Aviv ve İsrail’in diğer şehirlerine ulaşabileceğini tahmin ediyor.

İsrail ordusuna göre Hizbullah çatışmanın başlamasından bu yana İsrail’e 5.000’den fazla roket, tanksavar füzesi ve patlayıcı insansız hava aracı fırlattı. Grubun açıklamalarına dayanan bir çeteleye göre Ekim ayından bu yana en az 338 Hizbullah savaşçısı öldürüldü. Lübnanlı yetkililere ve Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre en az 95 Lübnanlı sivil de öldürüldü.

İsrail’in kuzey sınırına odaklanan ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma merkezi olan Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, evlerinden olan binlerce kişiye ek, çatışmalar nedeniyle en az 17 İsrail askeri ve dokuz sivil öldürüldü.

Üst düzey ABD’li yetkililer Hizbullah, İsrail ve İran’ın Gazze’deki yıkımı gölgede bırakacak kapsamlı bir savaş istemediklerine inandıklarını söylerken, bazıları da iki taraf arasında tırmanan gerilimin kontrolden çıkmasından korkuyor.

Trump döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu’dan sorumlu üst düzey yöneticisi olarak görev yapan David Schenker, “Yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının yıkıcı sonuçlarından ve İran’ın da savaşa katılma ihtimalinden endişe duyan Biden yönetimi, nihayetinde kaçınılmaz olabilecek bir çatışmayı ertelemek için büyük diplomatik çaba sarf ediyor” dedi.

ABD’li yetkililer diplomatik çabalarının durmadığı konusunda ısrarlı.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi gazetecilere yaptığı açıklamada “Devam eden bir diplomatik sürecimiz var. İsrailliler, Lübnanlılar ve diğerleriyle oldukça yoğun istişarelerde bulunuyoruz” dedi.

Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin gerilimi düşürmek için önerdiği fikirler arasında Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç bin askerin Hizbullah’ın boşalttığı sınır bölgelerine taşınması ve bu askerlerin sınırdan yedi kilometre geri çekilmesi yer alıyor. Schenker buna ek olarak, halihazırda güney Lübnan’da konuşlanmış olan BM barış gücünün de genişletilebileceğini söyledi. Schenker, Hizbullah’ın geri çekilmesi karşılığında İsrail’in de Lübnan üzerinde savaş uçakları ve insansız hava araçları uçurmayı azaltmayı kabul edeceğini söyledi.

Amerikalı yetkililer, gerilimi azaltma anlaşmasına uyması için Hizbullah üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla, diplomatik çabaların başarısızlığa uğraması halinde Washington’un İsrail ordusunu geri çekecek konumda olmayacağı uyarısında bulundu.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi “İsrail’i ve ulusal güvenlik çıkarlarını… Hizbullah gibi gruplara karşı savunmasını tamamen destekliyoruz” dedi.

Ancak Genelkurmay Başkanı Hava Kuvvetleri Generali CQ Brown pazar günü gazetecilere yaptığı açıklamada ABD ordusunun İsrail’i Hizbullah’ın büyük bir saldırısına karşı, İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla saldırdığı Nisan ayında ülkeyi koruduğu kadar başarılı bir şekilde savunamayacağını söyledi.

ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla İsrail, İran ve milis müttefikleri tarafından ateşlenen 300’den fazla insansız hava aracı ile balistik ve seyir füzelerinin neredeyse tamamını durdurdu. Ancak Brown, Hizbullah’ın elinde çok sayıda kısa menzilli roket bulunduğunu, bunların ABD tarafından engellenmesinin zor olacağını ve İran’ın tepkisini tetikleyebileceği uyarısında bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English