Dünya Basını
Meloni’nin ‘Afrika için Mattei Planı’

Çevirmenin notu: İtalya’nın sağcı başbakanı Giorgia Meloni’nin dış politikada izlediği rotanın seleflerinden “radikal biçimde” farklı olduğu ve mevcut statükonun değişeceği iddia ediliyordu. Önceki hükümetlerin özellikle Afrika’da yürüttüğü fiili sömürgecilik faaliyetleri, Meloni döneminde de yeni bir kılıfa sokularak devam ediyor.
Statükoya meydan okumak mı? Giorgia Meloni’nin Afrika için Mattei Planı
Thomas Simon Mattia
Geopoliticalmonitor
13 Haziran 2023
Giorgia Meloni, Afrika ülkelerine yönelik yeni bir uluslararası işbirliği çabası olan ve Fratelli d’Italia (İtalya’nın Kardeşleri) milletvekili Marco Osnato’nun ifadesiyle Afrika’ya kaynaklarının geliştirilmesi yoluyla “onurunu iade etmeyi” amaçlayan “Afrika için Mattei Planı” aracılığıyla İtalya’yı Avrupa’nın enerji merkezi haline getirme taahhüdü verdi. Cezayir ve Tunus’a yaptığı ziyaretler sırasında “yağmacı olmayacağını” tekrarlayan Meloni, planın bu sonbaharda yapılması beklenen İtalya-Afrika zirvesinde tanımlanmasını bekliyor.
İtalyan diplomasisinin mevcut durumu
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana İtalya, dış ilişkilere savunmacı neorealist bir bakış açısıyla yaklaştı: Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ABD’nin Avrupa’nın güvenliğiyle ilgilenmemesi tehdidi İtalya’nın Atlantikçiliğinin altını oyarken ve ülkenin “Bribesville” skandalı da iç siyasetini büyük ölçüde yeniden yapılandırırken, İtalya’nın dış politika hedefleri yalnızca ülkenin iç güvenlik hedeflerini tatmin edecek şekilde yeniden boyutlandırıldı ve ideolojik karakterden yoksun bırakıldı. İtalya’nın yüzde 120’lik borç/GSYİH oranını tam anlamıyla bir ekonomik resesyona dönüştüren 2010 Avro Bölgesi krizinin ardından ülke, “batamayacak kadar büyük, kurtarılamayacak kadar büyük” hale geldiğinde, kemer sıkmaya doğru büyük bir kayma kritik hale geldi. 2011’deki emeklilik reformu ve 2014’teki iş yasası, borç ve açığın sürdürülebilirliğini sağlamak ve özel yatırımı teşvik etmek adına işçilerin korunmasını ve aşırı sosyal harcamaları azaltarak bu hedefi yerine getirdi ve İtalya’nın o zamandan beri baskın olan neoliberal söylemini mutlak anlamda pekiştirdi.
2014’ün temmuz ayında dönemin başbakanı Matteo Renzi, İtalyan fosil yakıt devi Eni’nin ülkede tarihinin en büyük doğalgaz keşfini yapmasının hemen ardından yabancı yatırım dostu yasayı teşvik etmek üzere İtalya’nın üst düzey petrol ve doğalgaz yöneticilerinden oluşan bir heyetle birlikte Mozambik Maputo’ya geldi. Renzi’nin misyonu başarılı oldu ve belki de İtalya’nın gelişmekte olan ülkelerde yatırımları kolayca güvence altına almak ve yeni bulduğu neoliberal ajandasını yerine getirmek için savunmacı bir neorealist olarak itibarını kullanabileceğinin farkına varmasına yol açtı. Batı ile Doğu arasında yeni bir Soğuk Savaş başlamışken, hem taraf seçmek istemeyen gelişmekte olan ülkeler hem de paranoyak küresel güçler İtalya’nın ideolojiden arınmış dış politika yaklaşımını güven verici bulacaktı. Bunun ardından 2014-2016 yılları arasında İtalya’dan gelişmekte olan ülkelere dönük yabancı yatırımlarda yüzde 250’lik bir artış yaşandı ve ülke, 2019 yılında ihracat finansmanına en fazla yatırım yapan tek OECD ülkesi oldu.
Giorgia Meloni’nin öncelikleri
Dış ilişkilerde Giorgia Meloni’ye her zaman iki önemli danışman eşlik eder: askeri ve savunma danışmanı General Franco Federici ve dışişleri danışmanı Büyükelçi Francesco Maria Talò. Bu isimlerin her ikisi de bariz birer Atlantikçi: Eylül 2011’de dönemin ABD Başkonsolosu Büyükelçi Talò, Afganistan’a giderek 11 Eylül’ün onuncu yıldönümünü ülkedeki İtalyan NATO misyonu askerleriyle birlikte “Hepimiz Amerikalıyız, hepimiz NATO’yuz,” sözleriyle anarken, General Federici, misyonun komutanlığından daha henüz ayrılmıştı. On yıl sonra General Federici, Kosova’da yeniden bir NATO misyonunun komutasını üstlenirken Büyükelçi Talò da İtalya’nın NATO’daki Daimi Temsilcisi olarak görev yapacaktı.
Meloni’nin yakın çevresini seçmesi İtalya’nın uzun süredir devam eden Atlantikçi tavrını teyit ederken, icraatları da dış ilişkilere yönelik savunmacı neorealist yaklaşımını da teyit etti. Giorgia Meloni’nin seçim başarısı, partisinin, aynı ittifakı paylaştığı üç parti de dahil olmak üzere diğer partilerden farklı olarak İtalyanları her şeyden çok endişelendiren şey olan enerji güvenliğinin iyileştirilmesinin kritik önemini en çok vurgulayan parti olmasından kaynaklanıyordu. Sahiden de gaz güvenliğinin iyileştirilmesi, hükümetin çabalarıyla Toskana’nın Piombino kentinde yeni tartışmalı yeniden gazlaştırma tesisinin inatla kurulmasının da gösterdiği gibi, İtalya’nın iç güvenlik hedefleri listesinin en başına taşındı. Seçilmesinden bu yana, Rusya’nın yanı sıra İtalya’nın başlıca doğalgaz ticaret ortaklarıyla da sıkı bağlantılar kurdu. Ocak ayında Libya Başbakanını ziyaret ettiğinde, beş gün önce Cezayir Cumhurbaşkanı ile imzaladığı anlaşmaya benzer bir işbirliğiyle, enerji ve göç akışlarının düzenlenmesi anlaşması imzaladı. Bir ay sonra Katar Emiri ile görüşmeyi planlamıştı ama gribe yakalanınca telefon görüşmesi yapmakla yetinmek zorunda kaldı. Haziran ayında çabaları Tunus’un temerrüdü üzerinde yoğunlaştı, Cumhurbaşkanı Kays Said’i ziyaret ederek tam desteğini ortaya koydu ve AB Komisyonu başkanı von der Leyen ve Hollanda Başbakanı Rutte ile birlikte temerrüdü önleyebilecek ve daha da önemlisi İtalya’yı Tunus üzerinden Cezayir’e bağlayan Transmed doğalgaz boru hattına dönük güvenlik tehditlerini bertaraf edebilecek bir IMF kredisinin sunulmasını sağlamak için ikinci bir ziyaret sözü verdi. İtalya’nın Rus doğalgazına olan bağımlılığını azaltmak adına Meloni, doğalgaz rezervleri bakımından dünyanın yedinci ülkesi olan ülkesinin enerji güvenliğini artırmada kayda değer bir rol oynayabileceğini söylediği Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkileri geliştirmek üzere bu ülkeye uygulanan silah ambargosunu kaldırmaya kadar gitti. Benzer şekilde Meloni, doğalgaz rezervleri bakımından dünyada sırasıyla 12., 15. ve 19. sırada yer alan Irak, Kazakistan ve Özbekistan ile de enerji işbirliği bağlarını güçlendirmeye çalışıyor. Cezayir, Libya ve Tunus’un yanı sıra Meloni, dikkatini Angola, Kongo Cumhuriyeti, Burundi, Etiyopya, Moritanya, Nijer ve Somali gibi diğer Afrika ülkelerine de odaklayarak “Afrika için Mattei Planı”na olan bağlılığını açıkça ortaya koydu.
Afrika’da ihracat finansmanının on yılı
Daha önce de belirtildiği gibi, İtalya’nın Afrika’daki ticareti yeni bir olgu değil ve özellikle son on yılda ülkenin yeni keşfedilen neoliberal kimliği ile öne çıktı. Aslında 2013 ile 2021 yılları arasında İtalyan devleti, kredi sigortası, doğrudan finansman, kefalet veya kredi şeklinde sağladığı tahmini toplam 22 milyar avro karşılığında, potansiyel olarak orta veya yüksek düzeyde olumsuz çevresel veya sosyal etkileri olan yüzlerce projeyi resmi olarak destekledi. Bu projelerden sadece 27’si Afrika ülkelerine yönelikti, fakat birlikte toplam hacmin yaklaşık yüzde 32’sini —yaklaşık 7,2 milyar avro— oluşturuyorlardı (SACE ex-post yıllık raporlarından elde edilmiştir). İtalya’nın kendisini Afrika ülkeleri için pragmatik bir ortak olarak sunma çabalarına rağmen yatırılan miktarın yüzde 47,3’ü oldukça tartışmalı projelere gitti.
En iyi örnek, Mozambik’te İtalya’nın Afrika’daki en son yatırım stratejisinin pekişmesini sağlayan ve Eni tarafından üstlenilen, daha önce bahsedilen gaz üretim projesi. İtalya, 2016 ile 2021 yılları arasında proje için 1,6 milyar avro tutarında garanti verdi ama bu yatırımlar Eni adına bir dizi tutulmayan sözle geldi. Şirket, 2015 yılında CEO’su Claudio Descalzi tarafından “herkesin yaptığı gibi ihracat için üretim yapmak yerine —çünkü çok daha fazla kazanabilirsiniz—Libya, Nijerya ve Kongo’nun yanı sıra Mozambik’te yaptıkları gibi iç piyasa için de üretim yapan tek ve kesinlikle ilk [şirket] olduğu için övülmüştü,” diyerek, projenin yüzer üretim ünitesinin üretiminin yüzde 100’ünü —2021 yılında militan silahlı grubunun karadaki ünitelere saldırmasının ardından şu anda çalışan tek ünite— bir sonraki yıl British Petroleum’a sattı. Yerli nüfusun yüzde 70’inin elektriğe erişimi olmadığı düşünüldüğünde, üretimin en azından bir kısmı yerel sektöre fayda sağlayabilirdi. Geliştirme öncesinde yapılan yerel toplantılarda Eni tarafından verilen, destek operasyonları için hem vasıflı hem de vasıfsız işgücünü içeren yerli işçi istihdam etme sözü de 2022 yılında Singapurlu bir açık deniz konaklama gemisinin yüzer üretim biriminin destek operasyonlarında istihdam edilen işçilere ev sahipliği yapmak üzere Madagaskar boğazında denize açılmasıyla bozuldu. Bu durum Mozambik’in işgücünü, genel okuryazarlık oranı yüzde 47, kadınlar arasında ise sadece yüzde 28 olan yerli halk için tek gerçek istihdam fırsatı olan konaklama, ağırlama ve yemek hizmetlerinde düşük vasıflı iş talebini karşılama fırsatından mahrum bıraktı. LNG geliştirme projeleri, o zamana ek bölgeye yararı olan turizm sektöründeki ivmeyi durdurduğu için yerli halka bu tür istihdam fırsatları borçluydu. En trajik olanı ise, Mozambik’teki LNG projelerinin geliştirilmesinin, yaklaşık 4 bin insanın ölümüne ve 1 milyonunun yerinden edilmesine neden olan çatışmanın şiddetlenmesine katkıda bulunduğunun düşünülmesi. Eni ve Anadarko tarafından geliştirilen iskân planının, hem yerlerinden edilen 557 haneye tazminat ödenmesi hem de geçim kaynaklarının korunması açısından yetersiz olduğu belli olunca yerli halkın ortaya çıkan şikayetleri, Müslüman Makua ve Mwani ile Hıristiyan ve siyasi olarak baskın Makonde halkları arasındaki zıtlaşmaları istismar eden cihatçı silahlı grup Ensar es-Sunne için eleman toplama fırsatı haline geldi. Bu başarısızlık, Etiyopya’da Turkana, Nyangatom ve Dassanach halkları arasında yaşanan çatışmaların yoğunluğunun artmasına neden olan zorunlu tahliyelere ve su kıtlığına yol açan Koysha Barajı projesiyle birleştiğinde, İtalya’nın toplam yatırımının yüzde 17,8’ine tekabül ediyordu; yani ülkenin son on yıldaki yatırım hacminin neredeyse beşte biri silahlı çatışmalara neden olduğuna veya katkıda bulunduğuna inanılan projelere tahsis edilmişti.
İtalya, 2017 ve 2019 yıllarında Kenya’daki Kimwarer ve Arror nehirleri üzerinde çok amaçlı iki barajın inşasını destekledi ve bu işi, toplam 498 milyon avro karşılığında İtalyan müteahhitler CMC ve Itinera üstlendi. Barajlar hiçbir şekilde inşa edilmeyecekti. Kenya Maliye Bakanı, iki müteahhit lehine görevini kötüye kullanmakla suçlandı; Kenya Hazine Bakanı, soruşturmalar devam ederken projeyi finanse eden İtalyan bankası Intesa SanPaolo’ya 1,9 milyon avroluk bir ödemeyi gayri meşru olarak onaylamakla suçlandı ve CMC CEO’su, Kenya hükümetini dolandırmak için komplo kurmakla suçlandı ve Kenya’da mahkemeye çıkmaması üzerine hakkında iade talebi çıkarıldı. Tüm bunlar olurken İtalyan ihracat kredi kuruluşu SACE, Kenya’dan yüzde 17,5 sigorta primi talep ediyordu ki bu oran sektörün ortalama oranı olan yüzde 1,5’in yaklaşık 12 katı; Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Güney Sudan gibi ülkeler bile genellikle yüzde 3 civarında sigorta primi ödüyorlar. Maliye Bakanı tutuklandıktan ve soruşturmalar başladıktan sonra bile Intesa SanPaolo, Kenya Hazinesine 108 milyon avro ödemeye devam ederken CMC, 2018 yılında 51 milyon avroluk iki avans ödemesi almış olmasına rağmen, çalışmalar başlamamış ve proje için henüz arazi satın alınmamış olmasına rağmen Kenya hükümetine Uluslararası Tahkim Mahkemesinde tazminat davası açmaya karar verdi. 2021 yılında Ravenna Mahkemesi, iş kayıtlarında tahrifat yapıldığı iddiasıyla CMC hakkında soruşturma başlattı. Yükleniciler tarafından gerçekleştirilen bu tür yolsuzluk veya dolandırıcılık vakaları, toplam yatırım hacminin yüzde 30,4’üne gölge düşürdü.
2013 yılında Afrikalı milyarder Akilo Dangote, kıtanın en büyük rafinerisinin inşası için bir bankalar konsorsiyumundan 450 milyon dolar yatırım aldı. Toplam yatırımın 300 milyon avroluk kısmı İtalya’nın devlet ihracat kredi kuruluşu SACE tarafından garantilenmiş ve tüm sözleşme, İtalyan kamu kalkınma bankası CDP tarafından kolaylaştırılmıştı. Aynı yılın ilerleyen günlerinde işçiler, rafineri önünde ücret sorunları ve düşük maaşlar nedeniyle gösteri yapmaya başladı ve polisin kalabalığı dağıtma çabaları bir protestocunun ölümüyle sonuçlandı. Daha önce rafinerinin inşaatında yer alan müteahhitler binlerce Hintli, Çinli ve yerli işçiyi yerel Kovid-19 kısıtlamalarını ve sosyal mesafe kurallarını ihlal ederek çalışmaya devam etmeye zorlamıştı. Bu hareket, ölüm nedenlerinin işverenleri tarafından gizlendiği iddia edilen, hastalığa yakalanmış en az iki Hintli işçinin hayatına mal oldu. İşçiler polisi işverenlerinin suiistimaline ortak olmakla suçladı ve haklarına saygı gösterilmesini talep etti. İtalya, projeyi Dünya Bankası’nın IFC Performans Standardı 2 ile kıyasladığı için bu olaylardan kısmen sorumlu tutulmuştur; bu standart, yatırımda çıkarı olanların işçilerine adil davranmasını ve güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları sağlamasını talep ediyor. Tıpkı bu vakada olduğu gibi, toplam yatırım hacminin yüzde 30,1’i, Kenya’da daha önce Kipsigis halkına hizmet eden suyu, ülkede daha büyük siyasi ve iktisadi güce sahip olan çoğunluktaki Kikuyu etnik grubu lehine yeniden yönlendiren İtalyan liderliğindeki Itare Barajı projesi gibi insan hakları ihlalleri içeren projelere tahsis edildi.
İleriye baktığımızda, Giorgia Meloni’nin destekçileri onun dış ilişkiler stratejisini “radikal bir şekilde farklı” olarak tanımlamış ve Meloni’nin kendisi de İtalyanlar tarafından statükoyu sürdürmek için seçilmediğini söylemişti ama “Afrika için Mattei Planı”nın, şimdiye dek Afrika adına hayırlı olmayan işleri her zamanki gibi sürdürmek konusunda basit bir paravan olup olmayacağını göreceğiz.
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
Dünya Basını
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, Amerikan dış politikasının savunma sanayii çıkarlarıyla kurduğu karmaşık ve çoğu zaman çelişkili ilişkiye dair kritik bir analiz sunuyor. Defense One gibi, ABD ulusal güvenlik aygıtına yakın ve savunma bürokrasisiyle iç içe geçmiş bir platformda yayımlanmış olması, yazının içeriğini yalnızca aktardıklarıyla değil, aynı zamanda aktarmadıklarıyla da düşünmeyi gerektiriyor. Makale, “Avrupa’nın savunmada özerkliği” söylemini benimserken, bunu Amerikan silah satışlarına zarar vermeyecek biçimde yeniden çerçeveleyerek hem stratejik otonomi fikrini daraltıyor hem de emperyal savunma piyasasının sınırlarını tartışmadan kabul ediyor.
Bu yönüyle metin, ABD’nin küresel hegemonyasını koruma refleksleri ile müttefikler arası çıkar çatışmalarının güncel bir tezahürünü yansıtsa da bu çelişkilerin yapısal kökenlerine inmeden, çözümü daha “akıllı” bir Amerikan yönetişiminde arıyor.
“Amerikan satın al” baskısı geri tepiyor
Emma Ashford
Defense One
6 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Hiç şüphe yok ki ABD Başkanı Donald Trump, ABD savunma sanayisinin büyük bir hayranı. “Dünyanın en iyi füzelerine sahibiz” demişti yakın zamanda gazetecilere verdiği demeçte, “Dünyanın en iyi denizaltıları bizde. En iyi tanklar, en güçlü silahlar da.” Hatta 79. doğum gününde Washington’da Amerikan silahlarını sergilemek için bir askerî geçit töreni düzenlemeyi bile planlıyor.
Ancak Trump’ın Amerikan silahlarına ve dışarı silah satışına olan bu tutkusu, bazı diğer politika hedeflerini giderek daha fazla riske atıyor.
Trump yönetimi, Avrupa’da birbiriyle çelişen iki politika izliyor: Bir yandan Avrupa devletlerinin savunma harcamalarının artırmasını ve kendi güvenliklerine daha fazla yatırım yapmasını isterken, diğer yandan bu kaynakların ABD menşeli silahlara harcanmasında ısrar ediyor. Bu ikili tutum, Avrupa siyasi elitlerinin tepkisini çekiyor ve kıtanın savunma alanında özerkleşme sürecini yavaşlatma, hatta raydan çıkarma riski taşıyor. Oysa uzun vadede, kendi savunmasını yapabilen güçlü bir Avrupa, savunma sanayi kârlarından feragat edilse bile ABD için önemli bir kazanım olabilir.
Trump yönetimi, Avrupa’nın savunma kapasitesinin artırılmasını istediğini açıkça ifade etti. Savunma Bakanı Pete Hegseth’in bu yılın başlarında NATO müttefiklerine hatırlattığı gibi, “Avrupa’nın güvenliğini sağlamak, öncelikle Avrupalı üyelerin sorumluluğu olmalı”. Bu söylem, Ukrayna’ya verilen askeri desteğin geçici olarak azaltılması ve Avrupa ülkelerinin savunmaya GSYİH’nın yüzde 5’ine varan oranlarda kaynak ayırması yönündeki baskılarla da destekleniyor.
Ve nihayet Avrupa, ABD’nin “yük paylaşımı” konusundaki söylemlerini ilk kez ciddiye alıyor gibi duruyor. Almanya’daki yeni hükümet nisan ayında, “borç freni”ni gevşeterek savunma harcamalarını artırmayı kabul etti; bu, birkaç yıl öncesine kadar düşünülemez bir adımdı. 23 NATO üyesi artık savunmaya GSYİH’larının yüzde 2’sini ayırıyor. Avrupa Komisyonu ise ortak savunma alımlarını koordine etmek için “Avrupa’yı Yeniden Silahlandır” (ReArm Europe) girişimini başlattı.
Ancak Trump yönetimi, bu süreçte müttefiklerini hem kendileri hem de Ukrayna için ABD yapımı silahlar satın almaya zorlamaya devam etti. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Avrupalı yetkililerle yaptığı bir toplantıda, ABD savunma şirketlerinin Avrupa yatırımlarından dışlanmasının “Washington’da olumsuz karşılanacağını” söyleyerek AB’nin ReArm projesine açık bir uyarı yapmış oldu.
Bu, ABD’nin Avrupa’ya yönelik uzun süredir devam ettirdiği bir politika. 2019 yılında ilk Trump yönetimi, AB’nin ortak savunma sanayi girişimi PESCO kapsamında yabancı silahlara getirilecek kısıtlamalara karşı çıkmış, hatta Avrupalı silah üreticilerine misilleme yapmakla tehdit etmişti.
Bu tutum, Trump’ın küresel politikalarıyla da uyumlu. Nitekim gümrük savaşlarından Körfez ülkelerine yapılan ziyaretlere kadar pek çok hamle, ABD şirketlerinin yurtdışı silah satışlarını artırma odaklıydı. Trump’ın ilk döneminde, Beyaz Saray yeni silah satış anlaşmalarını büyük başarılar olarak lanse etmiş; Dışişleri Bakanlığı’nı ABD müttefiklerine “Amerikan satın almaya” zorlamayı teşvik etmişti.
Ne var ki bugün, Avrupa’yı “Amerikan satın al” baskısı altında tutmak sorun yaratıyor. Bu tür bir dayatma, Avrupa ülkeleri arasında Amerikan ürünlerini satın almaları mı yoksa Avrupa içinde yatırım yapmaları mı gerektiği konusunda bölünmelere yol açarak ortak bir konsensüs oluşturmayı zorlaştırıyor. Örneğin, Almanya’nın F-35 alım kararı, Fransız yetkilileri öfkelendirdi; zira bu kararın Avrupa’nın ortak savaş uçağı projesi FCAS’ı (Geleceğin Muharebe Hava Sistemi – Future Combat Air System) baltalayacağı düşünülüyor.
Fransızlar kısmen haklı: Avrupalıları sadece Amerikan silahları satın almaya yönlendirmek, kıtanın savunma sanayi tabanını zayıflatabilir ve Trump yönetiminin desteklediğini söylediği “özerk Avrupa savunması” hedefini baltalayabilir. Belki daha da önemlisi, savunma harcamalarını artırma gibi siyasi açıdan popüler olmayan kararlar, kamuoyuna “yerli yatırım” olarak satılamazsa, Avrupa liderleri bu adımları hiç atamayabilir.
Yine de bazı durumlarda ABD silahlarını satın almak mantıklı olabilir. Avrupa savunma şirketleri hızla büyüse de (sadece 2023 yılında yüzde 17’lik bir artışla) hâlâ üretemedikleri veya seri üretime geçiremedikleri sistemler var. Ve şayet Avrupa ülkeleri önümüzdeki yıllarda sahiden GSYİH’nın yüzde 5’ini savunmaya ayırırlarsa, kıtanın savunma sanayisi bu talebi kısa sürede karşılayamayacaktır.
Bu nedenle, ABD’nin Avrupa’ya silah satışlarının önümüzdeki yıllarda da devam edeceğine pek şüphe yok. Ne var ki ABD’nin kendi savunma sanayii bile ordu ve müttefiklerinin ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor. Güçlü bir Avrupa savunma endüstrisi, transatlantik savunma ekosistemini entegre ederek ortak güvenlik ihtiyaçlarını karşılamada stratejik bir avantaj sağlayabilir.
Karar vericiler, “şimdi ne alınmalı” (hava savunma sistemleri gibi acil ihtiyaçlar) ve “uzun vadede neye yatırım yapılmalı” (füze teknolojileri gibi) soruları dikkatle değerlendirmeli. Bu, ABD liderlerinin kısa vadeli silah satış kazançlarını değil, uzun vadeli stratejik çıkarları gözetmesini gerektiriyor.
Trump yönetimi, NATO müttefiklerini savunma harcamalarını artırmaya ikna etmede büyük adımlar attı. NATO’nun kurulduğu günden bu yana neredeyse her yönetimi hayal kırıklığına uğratan bir mücadelede en azından bir miktar zafer elde edildiğini iddia edebilirler.
Ancak bu kazanımın sürdürülebilmesi için silah satışları konusunda daha dengeli bir yaklaşım benimsenmeli: ABD, kritik satışları desteklerken Avrupalı müttefiklerine her koşulda “Amerikan satın al” demekten vazgeçmeli. Uzun vadede bu hem Amerika hem de Avrupa’nın yararına olacaktır.
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını1 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Görüş1 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Dünya Basını1 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş1 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3
-
Amerika1 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Dünya Basını2 hafta önce
İkinci Trump yönetiminde sermaye hizipleri
-
Görüş1 hafta önce
Çekya’da komünizme hapis cezası: Yeni düzenlemede neler var?