Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘Nihai barıştan bahsetmek için henüz erken’

Yayınlanma

Estonya Savunma Bakanı Hanno Pevkur, Harici’ye konuştu: ‘Hepimiz nihai barıştan bahsetmek için henüz çok erken olduğunu anlıyoruz ve şu an için savaş alanında böyle bir durum görmüyoruz. Barışa gelince, elbette hepimiz barıştan önce bir ateşkesin olması gerektiğini anlıyoruz. Bu müzakerelerin masaya gelmesi durumunda bir parçası olmak istiyoruz’.

Estonya Savunma Bakanı Hanno Pevkur, Rusya-Ukrayna savaşındaki son gelişmeler ve ateşkes ve barış müzakereleriyle ilgili Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

Estonya Dışişleri Bakanı Margus Tsahkna, yaptığı açıklamada, Avrupa liderlerinin, Donald Trump’ın Kyiv ve Moskova arasında hazırlayacağı herhangi bir barış anlaşmasını desteklemek için askeri güç göndermeye hazır olmaları gerektiğini söyledi. Estonya ve müttefikleri bu yönde somut adımlar attılar mı?

Elbette, hepimiz nihai barıştan bahsetmek için henüz çok erken olduğunu anlıyoruz ve şu an için savaş alanında böyle bir durum görmüyoruz. Tabii ki, her zaman Ukrayna’ya elimizden geldiğince ve gerektiği sürece yardım etmemiz gerektiğini söyledik. Barışa gelince, elbette hepimiz barıştan önce bir ateşkesin olması gerektiğini anlıyoruz. Ateşkes sağlandığında, bu ateşkesin garanti altına alınması gerekiyor. Ve aynı zamanda bunun uluslararası müttefiklerle birlikte garanti altına alınması gerektiğini anlıyoruz. Bu nedenle şu anda hiçbir seçeneği göz ardı etmedik. Bu müzakerelerin masaya gelmesi durumunda bir parçası olmak istiyoruz. Henüz masada değil, ancak elbette her zaman söylediğimiz gibi, Ukrayna olmadan herhangi bir barış müzakeresi veya barış olamaz. Ve eğer Ukrayna buna hazırsa, o zaman tabii ki biz de onları desteklemeye hazırız.

‘Tüm Batılı müttefiklerin mümkün olan her türlü yardımı göndermesi gerekiyor’

Ukrayna’ya yardım için asker göndermeye hazır mısınız?

Barışı garanti altına almak hakkında konuştuğumuzda, bu alternatifi dışarıda bırakmadık. Ancak aynı zamanda çok açık bir şekilde söyledik ki, bu barış müzakereleri başlamadan önce Ukrayna’nın daha güçlü bir pozisyonda olması gerekiyor. Ve Ukrayna daha güçlü bir pozisyonda olmak istiyorsa, tüm Batılı müttefiklerin mümkün olan her türlü yardımı göndermesi gerekiyor. Ve elimizdeki tüm olası ekipmanları Ukrayna’ya yardım etmek ve Ukraynalı askerleri eğitmek için teslim etmemiz gerekiyor. Dediğim gibi, henüz biraz erken, ancak farklı seçeneklerle ilgili söylentilerin dolaştığını hepimiz anlıyoruz ve görüyoruz. Ama bizim duruşumuz çok net: Ukrayna olmadan barış gerçekleşemez. Eğer bir tür garanti veya barış ve garanti misyonu olacaksa, elbette tüm Batılı müttefiklerin bunun bir parçası olması gerekir.

Estonya’nın son eğitim reformları kapsamında, tüm birinci sınıf öğrencilerine Estonca öğretiliyor olacak. Rusça tamamen yasaklandı ve yetkililer, Estonca dil eğitimine geçişle ilgili yeni yasaya uyulmasını sağlamak için okulları denetlemeye başlayacak. Bu durumla ilgili Moskova’dan gelen tepkilere dair yorumunuz nedir? Çünkü bu onların ana dili ve insan hakları ve eğitim hakları anayasasını düşündüğümüzde biraz çelişkili bir durum gibi görünüyor. Alanınız olmayabilir ama Moskova ile yaşanan çatışmadan kaynaklanan bu karar hakkında yorum yapabileceğinizi düşünüyorum.

Bizim Ukrayna, Finlandiya ve Letonyalı azınlıklarımız da var; Estonya’da yaşayan onlarca farklı millet var. Devlet eğitim sistemi Estoncadır ve mesele budur. Tabii ki uluslararası okullarımız da var; örneğin, Avrupa Okulu gibi okullar, İngilizce eğitim veriyor. Ama ulusal okul sistemi hakkında konuştuğumuzda, bu sistem Estonca’dır ve gelecekte de böyle devam ettiğini görmek istiyoruz. Birilerinin tepkisine gelince, Estonya bağımsız bir ülkedir. Kendi kararlarımızı kendimiz alıyoruz ve yanıtım budur. Başka bir anlayışımız yoktur.

‘Rusya sorumluluk almalıdır’

Trump’ın seçilmesiyle birlikte, Ukrayna’da müzakere yoluyla bir çözüm için açıklamalar ve yol haritaları paylaşılmaya başlandı. Tallin açısından, Ukrayna’da barışın sağlanması için ne tür bir çözüm öngörüyorsunuz?

Başta söylediğim gibi, Ukrayna olmadan herhangi bir barış olamaz. İkincisi, çok, çok önemli olan şey, Rusya’nın tüm bu savaş suçlarından sorumlu tutulması gerektiğidir: çocukların zorla götürülmesi, sivillerin öldürülmesi, kadınlara tecavüz edilmesi, vb. Bu, Ukrayna’da gördüğümüz şeydir. Aynı zamanda, kanıtlarla desteklenmiş ve belgelenmiş gerçeklerle ortaya konmuştur. Rusya bu sorumluluğu üstlenmek zorundadır. Bu, barış sağlandığında veya sonuçlandığında, bunun adil bir barış olması gerektiği anlamına gelir. Ayrıca, Rusya yalnızca suçlar için değil, Ukrayna’da yaptıkları yıkımlar için de bedel ödemek zorunda. Bu, eğer bir noktada gerçekleşirse barış müzakerelerinin uzun süreceğini gösteriyor. Ancak, yine, duruşumuz çok, çok net. Bunu üç ana maddeyle ifade edebilirim: Birincisi, Ukrayna olmadan barış olmaz. İkincisi, Rusya sorumluluk almalıdır. Üçüncüsü, bu barış tüm bu farklı unsurlarla birlikte adil bir barış olmalıdır.

‘İşgal altındaki toprakları kabul etmeyeceğiz’

“Adil barış” nasıl olabilir?

Dediğim gibi, ilk olarak, Rus sorumluluğu. Ruslar yıkım için bedel ödemeli. Ama aynı zamanda, Batılı ülkeler işgal altındaki toprakları asla kabul etmeyecek çünkü bu, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüyle ilgili. Bu, onların kendi topraklarını kullanma ve sahip olma haklarıyla ilgilidir. Rusya geçmişten bir an seçip bunun doğru tarih olduğunu söyleyemez. Çünkü tarihte Türklerin de Rus topraklarının çok daha içinde olduğu dönemler var. Mesela Litvanya-Polonya Krallığı’nın çok daha ileriye gittiğini gördük. Bu, tarihten yalnızca belirli bir anı seçip bunun doğru an olduğunu söyleyebileceğiniz bir durum değil. 1991 yılında, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, Ukrayna’nın tüm toprakları, bugünkü gibi kâğıt üzerinde tanımlandı. Birinin gelip zorla sizin toprağınızın bir parçasını almasını asla kabul edemeyiz.

Baltık Denizi’nde, Estonya, Rus petrolünü Avrupa’ya taşımaya çalışan Rus Gölge Filosu’nu çeşitli boğazlar ve denizlerde gözlemlemeye başlayan ve araştıran ilk ülke oldu. Estonya, bu konuyu gündeme getirip Avrupa’dan uluslararası dikkat ve destek çekmeye çalışıyordu ve sonunda Rusya 15. yaptırımla karşılaştı. Tallinn’de, Nordik-Baltık-8 ülkelerinin katıldığı bir zirve yapıldı ve diğer Avrupa ülkelerinin de bu girişimi destekleyeceğine dair bir karar alındı, yani Rus Gölge Filoları’nı arama girişimi. Bu konudaki kararlılığınız hakkında neler söylersiniz?

Yine, Gölge Filosu hakkında konuştuğumuzda, bu, Rusya’nın uluslararası hukuka saygı göstermediğinin bir başka kanıtıdır. Hepimiz Baltık Denizi’nin, Rusya’nın petrolü Rusya dışına taşımak için önemli olduğunu biliyoruz. Ancak buna rağmen, onların bunu uluslararası denizcilik hukukuna uygun olarak değil, tam da Gölge Filosunu kullanarak yaptığını görüyoruz. Bu yüzden uluslararası toplumun buna tepki vermesi ve çok net bir şekilde şunu söylemesi önemlidir: Eğer uluslararası hukuka aykırı bir şey varsa, buna tepki göstermemiz gerekiyor.

Nasıl tespit ediyorsunuz ve bunun Rus petrolü olduğunu nasıl anlıyorsunuz?

Rusya’dan ve Rus limanlarından geliyorsa, bu petrol nedir?

Baltık Denizi’nin altındaki telekomünikasyon kablolarında hasar meydana geldi. Finlandiya-Almanya hattındaki C-Lion1 kablosunun arızası sabotaj şüphesini artırdı. Bu olaydan kimin sorumlu olduğunu düşünüyorsunuz? Peki bu bir kaza mı yoksa sabotaj mı?

Öncelikle, resmi soruşturmanın sonucunu beklemeliyiz. Tabii ki, bazı şüphelerimiz var. Tabii ki, haberlerde dolaşan bazı söylentiler var. Ama birini suçlamak istiyorsak, elimizde kanıtlar ve deliller olmalı. Bu, tam da soruşturmanın ortaya çıkarması gereken şey. O yüzden, soruşturma sonuçlarını bekleyelim. Artık bir yıl önce Finlandiya Körfezi’ndeki kablonun ve şimdi Finlandiya ile Almanya ve İsveç ile Litvanya arasındaki kablonun tahribatından sorumlu olan gemilerin her ikisinin de Çinli şirketlere ait olduğu anlaşılıyor. Şimdi, tüm bu detayları ortaya çıkarmak soruşturmaya kalmış durumda.

‘Estonya ve Finlandiya sınırına yakın bir bölgede, Rusya yeni bir Kolordu kurmak istiyor’

Eylül ayında, Estonya Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Andrus Merilo, Helsingin Sanomat gazetesine, Finlandiya ve Estonya komutanlıklarının, Baltık Denizi’nde ‘olağanüstü bir durumda’ Rus Donanması’nın faaliyetlerini engellemeye yönelik bir plan geliştirmeyi amaçladıklarını söyledi. Peki bölgede savaş olasılığı ne kadar gerçekçi?

Rusya’nın komşularına karşı düşmanca olduğunu görüyoruz. 2008’de Gürcistan’da bunu gördük. 2014’te Kırım’da bunu gördük. Benim anladığım kadarıyla bu, daha büyük bir savaşın hazırlığıydı—şu anda gördüğümüz, neredeyse üç yıldır Ukrayna’da süren savaş. Ve tabii ki, Putin’in yaklaşık 15 yıl önce Münih’teki konuşmasına baktığımızda, oradan niyetlerini görebiliyoruz. Rusya perspektifinden bakıldığında, NATO ve Rusya arasında bir gri bölge olması gerektiği, NATO’nun genişlememesi gerektiği söylenmişti. Bu konuşmayı okuduğunuzda, Putin’in ne tür iddialı hedeflere sahip olduğunu anlarsınız.

Öte yandan, Rusya Savunma Bakanlığı tarafından resmen onaylanmış plana baktığımızda, gerçek şu ki Estonya ve Finlandiya sınırına yakın bir bölgede, Rusya yeni bir Kolordu kurmak istiyor—yaklaşık 50.000 ila 60.000 asker, birçok yeni tank ve çok sayıda yeni ekipmanla. Yani, eğer bu NATO ve Batılı ülkelere yönelik bir tırmanış değilse, nedir? Ve bu yüzden, elbette, hazırlıklı olmalıyız. Rusya’ya çok net bir mesaj göndermeliyiz: NATO’ya saldırmayı aklından bile geçirme, çünkü NATO tek bir vücut olarak hareket eder ve NATO kesinlikle birlikte, Rusya’dan daha güçlüdür.

Söyler misiniz? —neden Rusya tampon bölgeyi Rusya dışında kullanmak zorunda? Rusya tampon bölgeyi Rusya’nın içinde de oluşturabilir. Neden tampon bölgenin başka bir ülkeden, başka bir ulustan, askeri güçle alınabileceğini düşünüyorlar?

Belki de Rusya’nın bunun bedelini ödemek zorunda olmadığını düşünüyorlar. Tarafsız kalması gereken bir ülke, uluslararası bir askeri organizasyonu tercih ediyor, o organizasyonun bir üyesi olmak istiyor. O zaman o ülke bedelini ödemek zorunda—belki bu Rusya’nın bakış açısı, bilemiyorum.

Bakın, NATO bir savunma organizasyonudur, saldırı organizasyonu değil. NATO’nun Rusya’ya saldırma niyeti yoktur. NATO üyelerini savunur ve her ülkenin medeniyetin hangi tarafında olmak istediğine karar verme hakkı olmalıdır. Batı medeniyetinin mi yoksa insan haklarının, basın özgürlüğünün olmadığı, insanların yalnızca sokağa çıktıkları için hapse atıldığı Rus medeniyetinin mi tarafında olmak istiyorlar? Bu bir tercih meselesi ve her ulus bu tercihi özgürce yapabilmelidir. Ve yine, eğer Rusya NATO ülkeleriyle kendi arasında bir tampon bölge oluşturmak istiyorsa, bunu kesinlikle Rusya toprakları içinde yapabilir—hiçbir sorun yok.

PYD meselesine gelirsek—Türkiye NATO’nun çok güçlü bir üyesi, çok güçlü bir ordusu var ve IŞİD ile yüz yüze sahada savaşan tek ülkeydi. Diğer tüm ülkeler havadan destek sağlıyordu, ancak Türk askerleri sahada IŞİD’e karşı savaşıyordu. Pentagon ve ABD hâlâ YPG’nin IŞİD ile savaşmak için çok iyi bir seçenek olduğunu savunuyor. Türkiye, IŞİD’e karşı savaşacağının garantisini veriyor. Türkiye’ye güvenmiyor musunuz? Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü bir örgütü neden hâlâ elinizde tutmak zorundasınız? Onları neden desteklemeye devam ediyorsunuz? Almanya, Fransa ve ABD gibi NATO üyeleri, ‘Türkiye çok iyi bir müttefik’ diyen bu ülkeler, Türkiye’yi bu YPG terör meselesinde neden yalnız bırakıyor?

Hayır, yine, her bir üye devletin veya her bir ülkenin kendi topraklarının dışındaki eylemleri ile NATO’nun bir ittifak olarak yaptıklarını ayırmamız gerekiyor. NATO bir ittifak olarak tamamen üye ülkeleri ve topraklarını savunmaya odaklanmıştır. Bu nedenle, NATO’ya ilişkin konuştuğumuzda ve NATO için yeni onaylanan bölgesel planlara baktığımızda, bu planlar savunma planlarıdır, saldırı veya taarruz planları değil. Bu yüzden, NATO’nun ne olduğu ve NATO’nun görevlerini, üye ülkelerin bireysel dış ve savunma politikalarından ayrı tutmamız gerektiğine inanıyorum.

Çünkü şu anda Irak’ta bulunan Amerikan ve Estonya askerlerini de ele aldığımızda, Müşterek Doğal Kararlılık Operasyonu’nda müttefiklerimizle birlikte oradayız. Müşterek Doğal Kararlılık Operasyonu ABD tarafından yönetiliyor. Bu yüzden bu konuları ayrı tutmalıyız—bu bir NATO misyonu değil. Evet, Irak’ta NATO misyonumuz da var ve Estonya buna da katkı sağlıyor, ancak bu konuları ayrı tutmamız gerekiyor. Bu yüzden Türkiye ve ABD arasındaki ikili ilişkilere girmek istemiyorum, ancak NATO’nun ne olduğunu ve neyi temsil ettiğini açıklamaktan memnuniyet duyarım.

Ama NATO dediğimiz nedir? NATO, devletlerden oluşuyor.

Evet, ama bilirsiniz, işte tam da bunu anlamamız gerekiyor ki farklılıklar var. Ayrıca, örneğin, Polonya’yı ele aldığımızda—Polonya, Belarus’tan gelen göçmenler tarafından saldırıya uğradı. Bu, bir savunma ittifakı ya da NATO sorunu değil. Bu, polis güçlerini ve sınır muhafızlarını ilgilendiren bir meseledir. Ayrıca, terörizm şu anda askeri bir sorun olarak görülmüyor. Terörizm, ABD’de olduğu gibi, genellikle bir iç iş mesele olarak ele alınıyor. Bu yüzden, farklı organizasyonların farklı görevlerini çok net bir şekilde anlamamız ve ayırmamız gerekiyor. Türkiye de birçok organizasyonun üyesidir. Estonya da birçok organizasyonun bir parçasıdır. Örneğin, Avrupa Birliği’ni ele alabiliriz. Avrupa Birliği’nin 27 üye devleti var. Neden askeri tehditlere karşı savunma yapmıyor? Çünkü çok açık bir şekilde belirtilmiştir ki NATO, askeri savunma duruşu ve savunmadan sorumludur, Avrupa Birliği ise ağırlıklı olarak ticaret özgürlüğü, insanların serbest dolaşımı vb. konular içindir. Bu yüzden farkı anlamamız gerekiyor ve inanıyorum ki her birey—bu kişi Türkiye’de ya da Estonya’da olsun fark etmez—farklı organizasyonların neden kurulduğunu anlamalıdır.

‘Estonya askerleri Irak’ta’

Kuzey Irak’a seyahat ediyorsunuz. Seyahatinizin nedeni nedir? Merkezi Irak veya Kuzey Irak hükümetiyle savunma ve askeri işbirliğiniz nedir?

Evet, dediğim gibi, Müşterek Doğal Kararlılık Operasyonu adlı bir misyona katılıyoruz. Bu operasyonun yeniden şekillendirileceğini biliyoruz. Tabii ki beklemek zorundayız çünkü lider ülke Amerika Birleşik Devletleri. Başkan Trump yönetimi görevine başladığında, muhtemelen misyonda bir değişiklik olacaktır. Ancak şu anda, evet, Estonya’nın bu misyonda Irak’ta yaklaşık 100 askeri var ve bu bölgede barışı sağlamaya yardımcı oluyoruz. Yani müttefiklerin yaptığı şey bu. Orada bulunmamızın sebebi sadece gidip bulunmak değil. Oradayız çünkü Irak hükümeti bize—ya da aslında Amerika Birleşik Devletleri’ne—böyle bir hizmet, böyle bir güvenlik garantisi sağlamamız için başvurdu. Ve bu yüzden Amerika Birleşik Devletleri Müşterek Doğal Kararlılık Operasyonu’nu oluşturdu.

Gürcistan’da seçim sonrası ve öncesi AB karşıtı yasal girişimlerden sonra, Baltık ülkelerinin Tiflis’teki yetkililere karşı güçlü tepkisi oldu. Sanırım bazı politikacıları da siz yasaklı listenize dahil ettiniz. Gürcistan’da yaşanan olaylar ışığında, Baltık ve Kafkasya gibi Rusya’nın komşuluğunda kısa vadeli bir gerilim tırmanması hakkındaki yorumlarınız nelerdir?

Suriye’den de gördüğümüz gibi, Rusya aynı anda birçok krizi yönetemiyor. Tabii ki Gürcistan farklı çünkü Gürcistan ulusunu ve Gürcistan halkını uzun süredir manipüle ediyorlar. Seçim özgürlüğünün ihlaliyle ilgili birçok kanıt gördük. Maalesef, Gürcistan’daki mevcut rejim yeni seçimleri masaya getirmeye hazır değil. Ve elbette, bu, Batılı ülkelerin onaylamadığı bir durum çünkü seçimlere yönelik çeşitli ihlaller hakkında çok fazla bilgi alıyoruz. Bu yüzden, elbette, her şeyden önce, Gürcistan halkının çıkıp, böyle yaşamak istemediklerini ve bunun oy verdikleri seçim sonucu olmadığını söylemeleri gerekiyor. Ve elbette, bu, Rusya’nın seçimlere müdahale ederek farklı komşularını nasıl etkilemeye çalıştığının çok net bir kanıtıdır. Son zamanlarda Romanya’da bunu gördük. Moldova’da bunu gördük. Ayrıca, Estonya Parlamento seçimlerinde, bir partinin Rus servislerinden bazı talimatlar aldığını gördük. Maalesef, gördüğümüz şey bu. Ve elbette, bu, yine, Rusya’nın komşularının özgürlüklerine saygı göstermediğini çok net bir şekilde gösteriyor. Ve biliyorsunuz, bununla mücadele etmenin tek yolu, bu durumu açıkça ortaya koymak ve Rusya’nın gerçekte ne yaptığını göstermektir—sadece Avrupa seçimlerini değil, aynı zamanda ABD seçimlerini manipüle etmeye çalıştığını da gördüğümüz gibi.

Suwalki Koridorundan da kısaca bahsedelim—son aylarda çokça konuşuldu. Tallin’e geldiğimde Sayın Marko Mihkelson ile de bu konuyu konuştum. Hâlâ Suwalki Koridoru’nu, Belarus meselesi nedeniyle, Rusya için açık bir risk, bir tehdit olarak görüyor musunuz? Burası çok, çok küçük bir yer ama NATO bölgesi ile Avrupa Birliği bölgesi arasındaki tüm bağlantıyı kesebilir. Gerçekten böyle bir endişeniz var mı, yoksa bu sadece Rusya’ya karşı korunması gereken başka bir yer mi?

Hepimiz Belarus’un özellikle askeri eylemler söz konusu olduğunda tamamen Rus kontrolü altında olduğunu anlıyoruz. Bu nedenle, Ukrayna’da devam eden saldırgan savaş sırasında ve Rusya’nın Kaliningrad yerleşim bölgesine de sahip olduğunu düşünürsek, elbette, hepimiz Litvanya ve Polonya arasındaki Suwalki adı verilen koridorun bizim için kritik olduğunu anlıyoruz. Bu önemli bir bağlantı ve böyle olduğu için, elbette, onu açık tutmak için elimizden gelen her şeyi yapmamız gerekiyor.

Ama gerçekten bir risk olduğuna inanıyor musunuz? Çünkü Rusya’da bu konuda konuşan çok fazla insan yok, ancak Baltık ülkelerinde bu konu daha fazla gündemde.

Biliyorsunuz, bu bölgeye geldiğimizde ve şu anda İstanbul’dayken, Türk Boğazları veya Boğaziçi Boğazı hakkında konuştuğumuzda—kapanması Türkiye için bir sorun olur mu? Bence olur. Suwalki Koridoru için de aynı şey geçerli. Yani, bunu yerel koşullara, yerel anlayışa uyarlayın, o zaman ne kadar önemli olduğunu anlayacaksınız.

SÖYLEŞİ

Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Yayınlanma

Yazar

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”

Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.

Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.

Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?

Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.

Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.

Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.

Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.

Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.

Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.

Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.

Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.

Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.

Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.

Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.

Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.

Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.

Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.

Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?

Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.

Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.

Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.

Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.

Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?

Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.

Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.

Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.

Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.

 

Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?

Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.

Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.

ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.

Okumaya Devam Et

RUSYA

‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’

Yayınlanma

Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”

Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.

Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.

Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.

Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.

İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.

Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.

Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.

Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.

Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.

Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?

Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.

Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?

Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.

Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.

Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.

Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?

Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz

Yayınlanma

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”

Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.

İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:

‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’

“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.

Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.

Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.

“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”

Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.

Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.

Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.

Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.

“Türkiye, Mısır için çok önemli”

Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.

Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:

” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”

“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”

Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:

“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”

“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”

Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:

“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English