Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

O zamanki uluslararası dengeler açısından Lozan ve Milli Mücadele

Yayınlanma

Komplo teorileri ihraç edilebilir ürünler olsaydı Türkiye de dahil olmak üzere Orta Doğu ve Balkanlar’daki devletlerin ciddi cari fazlaları olur; hatta muhtemelen Körfez’deki petrol zengini ülkelerle refah yarışında boy ölçüşürlerdi. Maalesef komplo teorilerinin hiçbir parasal karşılığı yok, ama alıcısı çok. Genellikle konuları bilgiye dayalı analizler üzerinden öğrenme alışkanlığı olmayan toplumlarda komplo teorileri oldukça yaygındır. İlk söylendiğinde akla yatkın gelirler ve büyük kitleler tarafından benimsenirler. Oysa konuları bilgiye dayalı olarak takip edenler açısından bunların hiçbir değeri yoktur; çünkü mukayeseli gerçek bilgiler karşısında komplo teorilerinin yaldızları hemen dökülür.

Lozan Antlaşması, Milli Mücadele ve özellikle Atatürk hakkında uydurulan komplo teorileri son yıllarda arttı veya dar gruplar arasında Atatürk ve reformlarını eleştirmek amacıyla uydurulan laflar arşiv belgeleriyle doğrulanmış büyük bilgilermiş gibi son yıllarda ortalığa saçıldı. Belki iyi de oldu; çünkü bu sayede konular uzmanları tarafından ayrı ayrı ele alınarak komplo teorileri tümden çürütüldü. İdeolojik gerekçelerle saplantılarını sürdürmek isteyenler bir tarafa Lozan Antlaşması ve Milli Mücadele hakkında şimdilerde çok daha ayrıntılı bilgi ve analizi öğrenmiş oldu toplumumuz. Bu yazının amacı Lozan ve Milli Mücadele hakkında uydurulan komplolardan birini veya bir kısmını çürütmeye çalışmak değil, genellikle yapılmayan bir işe girişmek yani Milli Mücadele ve Lozan’ı o zamanki güç dengeleri açısından ele alarak aslında ne kadar büyük bir başarı elde edilmiş olduğu gerçeğine farklı bir pencereden küçük bir katkıda bulunmak olacak.

Birinci Dünya Savaşı o zamana kadar bütün dünyanın gördüğü en büyük felaketti. Savaştan önceki yıllarda Avrupalı Büyük Devletler (European Great Powers) üçerli iki gruba ayrılarak Üçlü İttifak ve Üçlü Antant olarak bilinen iki blok oluşturmuşlardı. Üçlü İttifak kanadında Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya yer alırken diğer tarafta da İngiltere, Fransa ve Rusya bulunuyordu. Savaşı Üçlü Antant kazandı ve karşı taraf kaybetti; ancak altı ay süreceği beklenen savaş dört yıldan fazla devam edince blokların yapısı da değişti. Örneğin İtalya, müttefikleri Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında savaşa girmediği gibi bir yıl sonra karşı tarafta savaşa dahil oldu. Rus Çarlığı 1917 sonlarında meydana gelen Bolşevik İhtilali ile savaştan çekildi. İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği bloka İtalya’ya ilaveten 1917 sonlarından itibaren ABD de katıldı ve savaşı kazanan tarafta yer aldı.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN KAZANANLARI VE KAYBEDENLERİ

Savaşın Almanya, Avusturya-Macaristan ve savaşa erken bir tarihte dahil olan Osmanlı İmparatorluğu ile Bulgaristan kaybettiler. Kazanan devletlerden Amerika başlangıçta Wilson Prensipleri gibi kapsamlı bir deklarasyonla savaşa katılmış olsa da Kongre ile başkan arsındaki görüş ayrılıkları yüzünden bir süre sonra Avrupa’daki barış görüşmelerinden çekilmek zorunda kaldı. Sonuçta kazanan devletlerden İngiltere ve Fransa ile İtalya’dan oluşan grup kaybeden devletlere ağır barış antlaşmaları dayattılar. Örneğin savaşa girerken dünyanın en hızlı sanayileşen, inovasyonda tartışmasız lideri, bilimde öncü, Prusya geleneğine dayanan müthiş bir orduya sahip ve dahası 70 milyon nüfuslu Almanya’ya çok ağır bir anlaşma empoze ettiler.

Versailles Sarayı’nda imzalatıldığı için bu adla anılan anlaşmaya göre Almanya, 1870 yılında Fransa’dan aldığı ve nüfusunun büyük kısmı Fransızca konuşan Alsace-Lorraine bölgesini stratejik bazı topraklarla birlikte Fransa’ya geri verirken, Belçika’ya da sınır bölgesinden kayda değer toprak parçalarını bırakmak zorunda kaldı. Almanya’nın esas toprak kayıpları doğudaydı. Yeni kurulan Çekoslovakya devletine, üzerinde yaşayanların ezici çoğunluğu Alman olan Südetler bölgesini bırakırken, yine yeni kurulan Polonya’ya başta Alman nüfuslu Poznan bölgesi olmak üzere eski Doğu Prusya topraklarını vermeye zorlandı. Şimdiki tersane şehri Gdansk – o zamanki adıyla Danzig – Almanya kontrolünden çıkarılırken, Almanya’ya ağır bir savaş tazminatı – o zaman buna tamirat denilmişti – dayatıldı ki, önce 56 milyar sonra 36 milyar dolar olarak belirlenen bu borcu Almanya’nın ödeyecek durumu yoktu. Ayrıca Almanya’nın ordu kurması sınırlandırılıyor ve başta denizaltılar olmak üzere stratejik silahlara sahip olması yasaklanıyordu. Sömürgeleri ise elinden hemen alınıp galipler arasında paylaşılıyordu.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde 63 milyon nüfusa sahip ve büyük ölçüde orta ve doğu Avrupa’daki Katolik ülkelerden oluşan Habsburg İmparatorluğu’nun devamı Avusturya-Macaristan ise paramparça edildi. Geriye küçücük bir Avusturya kalırken, bir zamanların güçlü, müreffeh ve bilim/sanatta öncü imparatorluğunun topraklarında bağımsız devletler kuruldu. Çekya ile Slovakya bu imparatorluktan çıktılar; sonra galip devletler onları birleştirerek Çekoslovakya kurarken imparatorluğun doğu topraklarının büyük bir kısmı üzerinde bağımsız Polonya devleti ortaya çıktı. Avusturya-Macaristan’dan kopan üç parça yani Slovenya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek ise Fransa, İngiltere ve İtalya’nın girişimleriyle oluşturulan Yugoslavya’ya dahil edildi. Avusturya’ya da bir savaş tamiratı borcu yüklendi ve Almanya ile birleşmesi yasaklandı. O güçlü ordusundan ise geriye eser bile kalmadı. Öte yandan savaşın yenilenlerinden Macaristan Trianon Antlaşması ile komşusu Romanya, Slovakya, Yugoslavya ve Ukrayna’ya üzerinde Macarların yaşadığı büyük toprakları bırakmak zorunda kaldı. Macarlar hala bu duruma hayıflanırlar ve onların Sevr Antlaşması diyebileceğimiz bu dayatmayı bir Atatürk çıkaramadıkları için yırtıp atamadıklarını ve o toprakları geri alamadıklarını söylerler.

Kaybedenler safındaki Osmanlı’nın bu iki büyük ve güçlü devletle mukayese edilebilecek yanı yoktu. Nüfusu Arap eyaletleri (bugünkü Irak, Suriye, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Arabistan) ile birlikte 21 milyon civarındaydı. Kapitülasyonlar altında ekonomik, ticari, idari ve hatta adli bağımsızlığı büyük ölçüde sınırlandırılmış ve bu büyük savaştan hemen önce Balkan Savaşları gibi büyük bir felaketi yaşamıştı. Buna rağmen özellikle Çanakkale ve Irak cephesinde (Kutül Amare) ve hatta başlangıçta Kanal bölgesinde iyi savaşan, buna karşılık Sarıkamış cephesinde büyük bir felaket yaşayan Osmanlı savaşın sonu itibariyle Suriye dahil ve bugünkü Kuzey Irak (Musul Eyaleti) hariç olmak üzere bütün Arap eyaletlerini fiilen kaybetmiş durumdaydı.

ADALAR VE MUSUL

Osmanlı’dan nüfus, ekonomik güç, bilimsel altyapı vd. bütün konularda fevkalade ileri olan Almanya ve Avusturya-Macaristan kendilerine dayatılan Sevr diyebileceğimiz antlaşmalara karşı koyamazken ve bunu yapabilen sadece Atatürk liderliğindeki Türk milletiyken, Milli Mücadele’yi koskoca Osmanlı ile küçücük Yunanistan arasındaki basit bir savaş olarak göstermeye çalışıp, küçümsemek hangi mantıkla izah edilebilir? Kaldı ki o yıllarda toplam Türkiye nüfusu ile Yunanistan arasındaki nüfus farkının bire ikiden az olduğunu ve Milli Mücadele liderliğinin nüfusun tamamını etkili bir şekilde mobilize edemediğinin de altını çizelim. Mesela Balkan savaşları sırasında Balkan devletlerinin Osmanlı’dan sayıca daha büyük ve silah gücü olarak hiç de geride olmayan ordulara sahip olduklarını biliyor muyuz? İlaveten Milli Mücadele yıllarında Yunanistan’ın özellikle İngiltere tarafından donatıldığını ve savaşın Yunanistan ile sınırlı olmadığını, bir yandan Fransa, İtalya gibi devletlere diğer taraftan da Ermenilere karşı mücadele edildiğini unutmayalım. İç isyanlar vd. olaylar da cabası…

Lozan’da neden Ege adalarını ve Musul’u bıraktık? Hiçbir akademik anlamı olmayan bu sorunun arkasına saklanarak Lozan gibi muhteşem bir başarıyı üstelik Almanya ve Avusturya-Macaristan gibi devasa güçlerin hayal dahi edemediği bir zaferi gölgelemeye çalışmak sadece kötü niyetle açıklanabilir. Adaların elimizde kalanları Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden Balkan Savaşları sırasında (Oniki Adalar Balkan savaşlarından hemen önce İtalya tarafından işgal edilmişti) kaybedilmişti. Israr etmekle alınmaları mümkün değildi; çünkü işe yarar bir donanmamız yoktu.

Musul meselesine gelince, bu konuda ciddi diplomatik/siyasi mücadele verildiğini; ancak Şeyh Said isyanı dolayısıyla devletin daha temkinli olma yolunu seçerek 1926 tarihli Ankara Antlaşması ile bugünkü Kuzey Irak yani Osmanlı’nın Musul Eyaleti üzerindeki iddialarından belirli haklar/şartlar karşılığında vazgeçtiğini kamuoyumuz epeyce biliyor.

Burada, yeterince bilinmeyen bir konuya değinmekte fayda olacaktır. Bugünkü Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin (İsrail de dahil) ve Arabistan toprakları 1918 sonlarında yani savaş biterken Osmanlı hakimiyetinden çıkmıştı. Suudi Arabistan adını alan ve bağımsız olarak uluslararası sisteme dahil olan devlet hariç geriye kalan topraklarda ve Osmanlı’dan daha önce fiilen çıkan Mısır’da (1882) o ülkelerin ileri gelenlerinin örgütledikleri bağımsızlık direnişleri hiçbir zaman Milli Mücadele boyutuna ulaşmamış olsa da örneğin Mısır’da patlak veren Weft isyanı dalga dalga Irak’a da yayılmış ve Suriye’de de Dürzi lider Sultan Atraş’ın başlattığı ayaklanma Suriye topraklarının büyük bir kesiminde kendini hissettirmişti. Bu isyanlar üzerine İngiltere bu toprakları doğrudan koloni halinde veya manda yönetimleri altında tutamayacağını anlayarak buralarda yani Mısır ve Irak’ta ve sonradan oluşturulan Ürdün’de yerli monarşilerle yönetilen devletler kurdu. Irak da bunlardan birisiydi. Osmanlı idari yapısında Irak diye bir birim yoktu. Kuzeyde Musul, ortada Bağdat ve güneyde Basra eyaletleri birleştirilerek Irak isminde bir devlet kuruldu ve başına da Mekke Şerifi Hüseyin’in büyük oğlu Faysal getirildi. Bütün bunlar olurken biz Milli Mücadele ile meşguldük. O ara dönemde Atatürk ve bu Arap liderler arasında mesaj alışverişleri de olmuştu; ama 1920-21 yıllarına gelindiğinde bu devletlerde sular durulmuş ve İngiltere ile yaptıkları belirli anlaşmalarla egemenlikleri kısıtlanmış olsa da kendi devletlerini elde etmiş görünüyorlardı.

Kısacası 1923 Lozan Antlaşması sonrasında biz Musul eyaletini geri almak için diplomatik/siyasi manevralar yaparken karşımızda mandater yönetim olarak İngiltere ve bir de yeni kurulmuş Irak devleti vardı. O devletin toprak bütünlüğünün bozulması anlamına gelecek böyle bir girişim askeri bir çatışmaya dönüşürse bir başka tehlikeyi daha göze almak zorundaydık. İtalya’da 1922 yılında egemen olan Faşist Mussolini İngiltere ile böyle bir savaş halinde İzmir ve Batı Anadolu’ya asker çıkarmayı teklif ediyordu. Faşizmin İtalya’ya erken gelişi Milli Mücadele yıllarında İtalya’nın Anadolu’ya yeterince ilgi gösterememesi sebebiyle işimize yaramıştı; ama artık gücünü pekiştiren Mussolini böyle bir çatışmadan fırsat çıkarma peşindeydi. Bir de bunlara Şeyh Sait isyanını eklersek manzara daha belirgin bir şekilde karşımıza çıkar. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen hiçbir devletin yapamadığını Milli Mücadele ile yaptıktan ve Sevr Antlaşmasını yırtıp attıktan sonra yenilen hiçbir devletin hayal bile edemeyeceği şartları (Kapitülasyonların kaldırılması, tam bağımsızlık vd.) Lozan’da elde ettikten sonra birileri bunu nasıl hezimet olarak görebilir. Koca bir imparatorluk tasfiye edildi laflarını bırakıp mukayeselere bakalım. Tasfiye edilen Avrupa güç dengesinde özellikle Balkan Savaşları sonrasında fazlaca bir ehemmiyeti kalmayan, zor bela ayakta durabilen bir Osmanlı idi ve yerine güçlü, yenilgi psikolojisini atıp zafer psikolojisiyle hareket eden ve bu sebeple de İkinci Dünya Savaşı’nda macera peşinde koşmayan akıllı bir Türkiye çıktı. Son yüzyıllarda azgın sömürgecilere karşı böyle bir zafer elde eden ve onların dikte ettiği anlaşmayı yırtıp atan ve onlara bir antlaşma dayatan başka bir millet ve başka bir lider mi vardı? Yetmez mi?

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English