Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ölümcül helikopter kazasının ardından İran’ın geleceği

Yayınlanma

Mohammad Mazhari, İranlı gazeteci

Aralarında Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Dışişleri Bakanı Hüseyin Emirabdullahiyan ve yedi diğer üst düzey İranlı yetkilinin bulunduğu son helikopter kazası, İran’ın siyasi manzarasına önemli bir gölge düşürdü ve ülkenin yakın siyasi geleceği ve uzun vadeli istikrarı hakkında acil sorular ortaya çıkardı.

Yetkililer, Reisi ve arkadaşlarının helikopterin yoğun siste düşmesi sonucu öldüğünü bildirdi. Kazanın nedeni henüz doğrulanmamış olsa da, birçok gözlemci ve sosyal medya kullanıcısı, düşman ülkeler ve iç rakiplerden olumsuz hava koşullarına veya mekanik bir arızaya kadar değişen olası suçlular hakkında spekülasyon yaptı.

İran anayasasına göre, cumhurbaşkanının görev yapamaz hale gelmesi ya da ölmesi durumunda, cumhurbaşkanı birinci yardımcısı Muhammed Mokhber, 50 gün içinde yeni seçimler yapılana kadar geçici olarak cumhurbaşkanlığını üstlenmekle görevlendirilmiştir.

Devrim Muhafızları Ordusu’nun eski bir subayı ve Dini Lider Ali Hamaney’in yakın müttefiki olan  Mokhber’in mevcut siyasi gidişatı sürdürmesi bekleniyor. Zira İran’da gerçek güç, hükümetin yürütme, yargı ve yasama organları üzerinde nihai yetkiye sahip olan Dini Lider’e aittir.

Reisi’nin ölümü, son parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki düşük katılım oranlarının ardından halefi hakkındaki spekülasyonları yoğunlaştırdı. 59.310.307 seçmenin oy kullanma hakkına sahip olduğu 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılım oranı yüzde 48,8 ile İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde şimdiye kadarki en düşük oran olurken, 1989’daki yüzde 51’lik bir önceki düşük oranın da altında kaldı. Benzer şekilde, her ikisi de 1 Mart’ta gerçekleşen parlamento ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinde seçmenlerin sadece %41’i sandığa gitti; İran’ın 61 milyon seçme hakkı olan seçmeninden yaklaşık 25 milyonu oy kullandı.

Bu trajik olay hiç şüphesiz İran’ı bir belirsizlik dönemine sürüklemiştir ve yaklaşan seçimlerin ülkenin geleceği açısından kritik bir dönüm noktası olması muhtemeldir.

Erken cumhurbaşkanlığı seçimleri İslam Cumhuriyeti’ne ve devletin üst kademelerine gidişatı tersine çevirmek ve hayal kırıklığına uğramış seçmenleri yeniden kazanmak için önemli bir fırsat sunabilir. Ancak bunun için, giderek daralan bir siyasi çemberi genişletmeye yönelik stratejik bir karar alınması gerekiyor. Şimdiye kadar siyaset kurumunun eğilimi muhafazakar yönetimi ikiye katlamak yönünde olmuştur.

Muhafız Konseyi’nin, eski Meclis Başkanı Ali Laricani gibi önde gelen isimlerin cumhurbaşkanlığı yarışında yarışmasını engelleyen toplu diskalifiye kararları, İbrahim Reisi’nin 2021’de cumhurbaşkanlığına yükselmesinin yolunu etkili bir şekilde açtı. Bu diskalifiye politikası, eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Uzmanlar Meclisi’ne girmesinin yasaklandığı 2024 parlamento ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinde de devam etti.

Cumhurbaşkanlığı için aday olabilecek önemli siyasetçiler arasında eski Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Eshagh Jahangiri, her ikisi de reformcu gruptan olan mevcut milletvekili Masoud Pezeshkian, mevcut Meclis Başkanı Mohammad Bagher Ghalibaf ve büyük olasılıkla her ikisi de muhafazakar gruba atfedilen mevcut geçici cumhurbaşkanı Mohammad Mokhber yer almaktadır.

Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) ile yakın bağları olan Ghalibaf ya da Mokhber’in iktidara gelmesi halinde, DMO’nun devlet kurumları üzerindeki etkisinin artacağını öngörebiliriz. DMO ekonominin hayati bölümlerini kontrol etmekte ve askeri ve güvenlik politikaları üzerinde önemli bir etkiye sahip bulunmaktadır. Generaller şüphesiz ki Reisi sonrası dönemi iç kamuoyundaki etkilerini derinleştirmek için kullanmaya çalışacaklardır.

Ancak bu gidişat birçok üst düzey siyasetçiyi marjinalleştirmiş ve seçmen katılımının düşük olmasına yol açmıştır. Bu durum ise ülkede yeni bir protesto dalgasına ve istikrarsızlığa yol açabilir. Mahsa Amini’nin ölümüyle ateşlenen 2022-2023 yıllarındaki ülke çapındaki protestolar, halkın rejime meydan okumaya hazır olduğunu gösterdi. Daha fazla özgürlük talep eden yeni nesil kadınların öncülük ettiği bu protestolar rejim tarafından bastırıldı. Ekonominin darmadağın olduğu ve İranlıların yüzde altmışından fazlasının yoksulluk içinde yaşadığı bir ortamda hükümetin meşruiyeti ciddi şekilde sarsılmış durumda. Reisi’nin ölümü zaten istikrarsız olan bu duruma yeni bir istikrarsızlık katmanı daha ekledi.

Muhafazakar rejim halihazırda ekonomik zorluklar nedeniyle yaygın bir hoşnutsuzlukla boğuşuyor ve Reisi’nin ölümü, özellikle de yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin özgür ya da adil olarak algılanmaması halinde yeni protestoları tetikleyebilir.

Uluslararası alanda ise, Reisi’nin ölümü Tahran ve Washington arasında devam eden müzakereleri veya özellikle İran’ın tartışmalı nükleer programı konusunda Batı ile ilişkileri önemli ölçüde etkilemeyebilir. Sert tutumuyla tanınan Reisi’nin halefi, iç ve dış baskılar karşısında ılımlı politikalar izleyerek bu karmaşık meselelerin üstesinden gelmek için daha fazla alana sahip olabilir.

İran’ın dış politikası, iktidardaki hükümetin siyasi yöneliminden bağımsız olarak Dini Lider’in gözetimi altındadır. Dış politikadaki genel politikalar ve kritik kararlar Ayetullah Hamaney tarafından onaylanmalıdır.

Bununla birlikte İran rejimi kritik bir dönemeçle karşı karşıya. Dini Lideri seçmekten sorumlu olan Uzmanlar Meclisi, gelecekteki liderliği dikkatle değerlendirmelidir. Rejimin başlıca hedefleri seçmen tabanını yeniden inşa etmek, Devrim Muhafızları Ordusu’nun yerel ve bölgesel etkisi aracılığıyla askeri kabiliyetlerini genişletmek ve muhalif güçleri kontrol altına almaktır.

Mohammad Mazhari, Siyaset Bilimi alanında akademik çalışmalar yürütmektedir.

2013-2020 yılları arasında Arapça Mehr Haber Ajansı’nda ve 2020-2021 yıllarında da Tehran Times’ta gazeteci olarak çalışmıştır.

Twitter/X: @epicoria

GÖRÜŞ

Putin’in Kuzey Kore Ziyareti: Kıskandıran dostluk mu korkulan müttefikler mi?

Yayınlanma

Kuzey Kore lideri Kim Jong Un, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i sosyal medya da yer alan görüntülere görüldüğü gibi büyük bir diplomatik şölen ile karşıladı. İki lider bir araya gelmeden önde Pyongyang caddeleri Rus Lider Putin’in gelişine hazırdı. Rusya Federasyonu ve Kuzey Kore ilişkileri Soğuk Savaş dönemine dayanan önemli bir ideolojik temele dayalıdır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından iki ülke ilişkilerinde kısa bir kesinti yaşansa da 2000 yılında Putin 2000’de başkanlığının ilk yılında, Kuzey Kore’yi ilk ve son kez ziyaret etmişti. Bu ziyaretin ardından yaklaşık 24 yıl sonra Vladimir Putin 18-19 Haziran tarihinde Kuzey Kore’ye yeniden büyük bir ziyaret gerçekleştirdi.  Vladimir Putin bu ziyaret öncesinde ziyarete ilişkin Nodong Sinmun[1] gazetesinde “Rusya ve Kuzey Kore: Yıllar boyunca süren dostluk ve işbirliği gelenekleri” başlıklı makale kaleme aldı. Putin makalesinde, Sovyetler Birliği’nin dünyada Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni tanıyan ve onunla diplomatik ilişkiler kuran ilk ülke olduğuna dikkat çekmesi önemli idi. İki ülke arasındaki tarihi ilişkilerine değinen Putin, ayrıca 1949 tarihinde SSCB ile Kuzey Kore arasında Ekonomik ve Kültürel İşbirliği Anlaşması imzalanması ile işbirliğinin güçlendiğine de dikkat çekmiştir.[2] Dolayısıyla gerçekleştirilen bu ziyaret tarihi bağlar ve yeni ortaklıkların göstergesi olmaktadır. Bunların yanı sıra Rusya açısından bu ziyarette verilen mesaj Batı yaptırımları karşısında alternatifsiz bir Rusya olmadığı gerçeğidir.

Bu açıdan Kuzey Kore ziyareti kendi içinde önemli alt metinleri taşıyan bir ziyaret olarak okunmalıdır. Putin’in 24 yıl aradan sonra Kuzey Kore’ye gerçekleştirdiği bu ziyaret, ekonomik yardım ve teknoloji transferleri gibi önemli alanları içermekle birlikte aynı zamanda Ukrayna Savaşı’nın yarattığı yaptırımlar dalgasını da kırmayı hedefleyen adımları içinde barındırıyor.  Esasında Rusya ve Kuzey Kore arasında imzalanan bu anlaşmanın çok daha öncesinde yaratılan bir müttefik çizgisi ve bunun getirdiği ortaklıklar söz konusu idi sadece anlaşma çerçevesinde de facto boyuttan dejure boyuta taşındı. Bu açıdan yaptırımlar-ortaklıklar ekseninde şekillenen bu süreci nasıl okumalıyız?

Dostluklar ve Çok Merkezlilik vs. Endişeler ve Yaptırımlar

Keza geçtiğimiz günlerde İsviçre’nin ev sahipliğinde barışı gerçekleştirecek taraflar olan Rusya ve Ukrayna’yı bir araya getirmek yerine, savaşın devamını ister gibi, Rusya’nın olmadığı bir Ukrayna Barış Konferansı düzenlendi. Barış çağrısı yapan ülkelerin Rusya ve Çin olmadan yaptıkları bu toplantı esasında barışa dair büyük “bir yanılsama” ortaya koymuştur. Nitekim Batı’nın, Rusya’ sız düzenlenen bir barış konferansına karşılık Rusya’nın kendisi için dost ya da müttefik olarak gördüğü ülkelerle ilişkilerini derinleştirme çabası şaşırtıcı olmayacaktır.  Reel politik açıdan şu an her iki ülke de Batı yaptırımları ile karşı karşıyadır. Bu açıdan her iki ülke de kendilerindeki eksikleri giderme adına karşılıklı olarak ortaklıklarını ve dostlukları derinleştirerek kazan-kazan politikasını derinleştirme adımları atmaktadır. Dolayısıyla iki ülke arasında elbette pek çok alanda ortaklık sağlanacak (tarım, kültür, ekonomi, vb.) ancak en önemli konular şüphesiz yaptırımları delecek olan teknoloji-enerji ve askeri adımlar olacaktır.

İlk olarak Rusya ile Kuzey Kore arasındaki kapsamlı stratejik ortaklığa ilişkin anlaşmaya dair Kim Jong Un, barışçıl ve savunmaya yönelik olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca bu barışçıl anlaşmanın çok kutuplu yeni bir dünya kurma adına itici bir güç olacağına da dikkat çekmiştir.  Nitekim Rusya ve Kuzey Kore’nin jeopolitik durumları ve Batı yaptırımlarının etkisi düşünüldüğünde, ortak hareket etmeleri ve yeni birçok kutup merkezi kurma hamleleri şaşırtıcı değildir. Tek kutuplu dünya sistemi içerisinde Amerika karşısında bir anlamda yeniden kutuplaşma yaşanmakta ve bu süreçte Kuzey Kore ve Rusya ilişkilerinin yakınlaşması dikkat çekmektedir. Ayrıca Kim’in, Rusya’nın Ukrayna’da özel askeri operasyonun yürütülmesinde Rus hükümetine, ordusuna ve halkına tam destek verme sözü de önemlidir.[3] Bilindiği gibi Rusya-Ukrayna Savaşı başladığından bu yana Kuzey Kore, Rusya’ya ihtiyacı olan top mermisi gibi önemli malzemeleri sağlarken; Rusya’da, Kuzey Kore için Birleşmiş Milletler nezdinde Kuzey Kore için âdeta koruyucu işlevi görmektedir. Keza Rusya’nın, Kuzey Kore’ye sağladığı gıda yardımı da önemli bir noktaya teşkil eder. İkinci olarak, Rusya ve Kuzey Kore arasına imzalanan ilk anlaşmanın üzerinden yaklaşık 75 yıl geçmişken, bu ziyaret ile iki ülke arasında yeniden güçlü bir stratejik anlaşma imzalandı.  Putin’in, Kuzey Kore ziyareti ile iki ülke arasında imzalanan “Kapsamlı stratejik ortaklık” olarak tanımlanan anlaşma bugüne kadarki en geniş alt birimleri içerek ortaklık anlaşması olarak görülüyor. Nitekim bu anlaşmanın kapsamı özellikle 2022 yılından bu yana ABD’nin yakından takip ettiği silah satışı endişelerini artıracaktır. Kuzey Kore’nin 2022’de Wagner Grubu’na hafif silah satışını takiben Rusya’ya yollanan 5 milyon mermilik mühimmat ve çok sayıda balistik silah tedariki endişe veren en önemli durumdu.[4] Nitekim Güney Kore Savunma Bakanı Shin Wonsik’in, Kuzey Kore’den yollanan 5 milyon top mermisi taşıyabilecek konteynerler[5] haricinde, Vladimir Putin’in Pyongyang ziyareti sonrasında daha fazlasının olacağına ilişkin endişesi ABD’nin endişelerini destekler şekilde. Hem bölge hem de küresel ölçekte Rusya ve Kuzey Kore arasındaki anlaşmanın ne derece endişe verici olduğunun göstergesidir. Nitekim bu endişe hızla misillemeye dönüşmüştür. Güney Kore’nin Ukrayna’ya silah göndereceğine ilişkin haberler akabinde Vladimir Putin bunun ölümcül bir hata olacağını bertilmiştir. Nitekim Rusya ve Kuzey Kore arasındaki anlaşma kapsamında taraflardan birine yapılan saldırı durumunda ortak hareket etme konusu gündeme gelir ise Putin’in uyarısı somutlaşacak bir zemin kazanabilir.

Üçüncü olarak ise Rusya’nın, Kuzey Kore ile imzalanan yeni anlaşma kapsamında askeri iş birliğinin Güney Kore’nin yanı sıra Japonya açısından da endişe yaratacağı ortadadır. Özellikle BMGK’ nin Kuzey Kore yaptırım kararları düşünüldüğünde, Rusya ile bu askeri işbirliği daha önemli hale gelecektir. Bunun nedeni geçtiğimiz günlerde Rusya’nın doğrudan petrol tedarik etmesi konusuna dair eleştirilerin yer almasıdır.  Bu durum özellikle Kuzey Kore tankerlerinin, Rus limanından sadece petrol yüklemekle kalmayacağı aynı zamanda mühimmat ve füze transferi gerçekleştirileceğine dair endişeleri de içinde barındırmakta idi. Keza Rusya’nın BM nezdinde bir diğer hamlesi de Kuzey Kore’ye nükleer programı nedeniyle uygulanan yaptırımların Yaptırım Komitesi Uzmanlar Grubu’nun görev süresinin uzatılmasını veto etmesidir. Nitekim imzalanan anlaşma kapsamında teknolojik destek, petrol ve enerji konusunda Rusya’nın, Kuzey Kore desteği BM yaptırımları kapsamında nasıl bir çerçeve çizecektir düşündürücüdür.

 BRICS’ in Yeni Üyesi Kuzey Kore Mi?

2022 yılından bu yana uluslararası sistemde Batı ve Rusya arasında Ukrayna üzerinden devam eden savaş ve yaptırımların ardı arkası gelmeden her geçen gün daha da çetrefilli bir tablo oluşmaktadır. Rusya bu açıdan kendini koruma adına, yeni alternatiflere ve var olan bölgesel ve uluslararası örgütlere yönelmekte. Bu açıdan Kuzey Kore ile ilişkilerde, Batı etkisi kendini gösterirken Kuzey Kore’nin de uluslararası alanda var olan yalnızlığı ikili ilişkiler üzerinden ilerletilmekte. Burada sorulması gereken soru belki de son dönemde öne çıkan BRICS gibi uluslararası platformlarda Kuzey Kore’nin yer alıp almayacağıdır.

Kim Jong-un, Rusya’yı ‘en dürüst dost ve ortak’ olarak tanımlarken, bölgede Çin ile olan ilişkileri de unutulmamalı. Esasında Kuzey Kore belli bir ideolojik ve sistem karşıtı duruşu ile kendi yakın çevresini yaratmış olsa da küresel sistemde jeopolitik açıdan yalnızdır. Bu açıdan BRICS üyeliği konusunda Kuzey Kore’nin düşünülmesi söz konusu olabilir mi? Kuzey Kore’nin BRICS’e katılım noktasında olumlu yaklaşımı olduğuna ilişkin mayıs ayında kısa haberler yer almıştı.[6] Bu üyelik söz konusu olur ise BRICS’in Batı ödeme sistemi dolar karşısında yürüttüğü de-dolarizasyon politikası açısından üyelerini artırma ve çeşitlendirme girişiminde yeni bir adım da atılmış olacak. Eş zamanlı olarak Kuzey Kore’nin jeopolitik izolasyonunu kırdığı da görülecektir. Son noktada ise çok kutuplu dünya yaklaşımında bir kutuptan ziyade merkez olarak yeni yapılanmaların üye kabulleri açısından ayrım yapmama yaklaşımı da görülecektir.

[1] http://www.rodong.rep.kp/en/

[2] http://kremlin.ru/events/president/news/74317

[3] https://abcnews.go.com/International/wireStory/kim-putin-meet-pyongyang-worries-raised-north-koreas-111240656

[4] https://www.reuters.com/world/us-says-russias-wagner-group-bought-north-korean-weapons-ukraine-war-2022-12-22/

[5] https://time.com/6988568/north-korea-russia-artillery-shell-south-korea-defense-minister/

[6] https://www.cointribune.com/en/north-koreas-brics-approach-forging-a-new-global-equilibrium/

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Patrikhane meselesi

Yayınlanma

Yazar

Nur topu bir krizimiz daha oldu; ama aniden patlak vermedi. Adeta göstere göstere geldi. Dışişleri Bakanlığı kendi üslubuyla krizi yumuşatmaya çalışsa da söylediklerinin büyük bir kısmı inandırıcı olmadı. Aynı çizgide yapılacak yeni açıklamalar konuyla ilgili kafaları daha fazla karıştırmaktan öteye gitmeyebilir.

İsviçre’nin Bürgenstock (Vaktiyle – 2004 – Annan Planı’nın son müzakereleri de aynı yerde yapılmıştı) kasabasında yapılan Ukrayna konulu toplantıya Türkiye’den Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a ilaveten Fener Rum Patriği Bartholomeos da katıldı, üstelik ‘ekümenik’ sıfatıyla… Başka bir ifadeyle Bartholomeos ‘Konstantinopolis Ekümenik Patrikliği – veya Konstantinopolis Ekümenik Patriği – olarak davet almış, o sıfatla toplantıda önüne isimlik konulmuş, devletler yanında örgütlerin de katıldığı bu uluslararası toplantıda yer almış. Fırsatı ganimet bilerek nihai bildiriye de imza atmış.

Skandal sosyal medya hesaplarında paylaşılınca ortalık karıştı; zira haklı olarak pek çok kişi Türkiye’nin neden iki ayrı temsilci ile konferansta bulunduğunu, eğer dışişleri delegasyonu Patrik Hazretlerini de götürmek istediyse neden kendisinin Türk heyetinin bir mensubu olarak gitmediğini sorgulamaya başladı. Dışişleri Bakanlığı, Fidan’ın orada Patrik ile bir ikili görüşme yapmadığını, Bartholomeos’un nihai metni imza ettiği iddiasının gerçek olmadığını – oysa gerçek – söyledikten sonra Bakanlığın Patrikhane ile ilgili politikasında herhangi bir değişiklik olmadığının izahtan vareste olduğunu dile getirdi. 

SORUNUN PROTOKOL VE ESASA İLİŞKİN TARAFLARI

Burada yaşanan sorunun bir tarafı protokolle ilgili, diğer tarafı ise esasa ilişkin. Protokol tarafında İsviçre ve Ukrayna’nın neden ‘ekümenik’ sıfatıyla Patrik Hazretlerine davetiye gönderdikleri sorusu sorulabilir; ama bunun cevabı çok açık. Patrikhane yıllardır kendisini bu şekilde tanımlıyor ve hükümet de hiçbir şey demiyor. Hatta Patrikhane’nin iddiaları doğruysa resmi kurumlarla yazışmalarında Patrik bu unvanı kullanıyor veya kendisine bu şekilde hitap ediliyor. Yıllardır bu unvanı kullanarak yurt içinde ve dışında toplantılara katılıyor ve hükümetten herhangi bir uyarı gelmiyor.

Eğer hükümet bu defaki toplantıya bu unvanla katılmasını istememiş veya katılmasına toptan karşı çıkmışsa neden toplantı öncesinde bu durum hem Patrik hem de organizatörler ile ele alınmamış? Örneğin Türkiye güçlü bir ülke, isterse toplantıya da katılmaz, Patrik hazretlerinin katılmasını ve bu unvanla yer almasını da engelleyebilirdi. Eğer her şeye rağmen Patrik ısrarcı davranırsa kendisi hakkında soruşturma açabilirdi. Toplantının görüntüleri toplumda infial yaratmasaydı Patrik’in nihai bildiriyi ‘ekümenik’ sıfatı ile imzalamasının bile hükümet açısından önemli addedilecek bir tarafı yok muydu yoksa? Şimdi yapılanlar da tamamen infiali yatıştırma girişimi mi? Olabilir hatta kuvvetle muhtemeldir. Zaten ülkemizde veya etrafımızda haftada ortalama bir veya birkaç kriz patlak verdiği için şimdiki infial hızla kaybolur ve toplumsal ilgi yeni krize kanalize olur diye düşünmüş olabilirler.

MESELENİN ESASI

Fakat mesele esastan ele alınıp bir çözüme kavuşturulmadığı takdirde benzeri krizler çıkmaya devam edecektir. Hikayemizin tarihi tarafı aşağı yukarı şöyle: bir Osmanlı kurumu olan Patrikhane Osmanlı’nın gerilemesiyle geriliyor, çökmesiyle de çöküyor. Milli Mücadele yıllarında Yunanistan yanlısı faaliyetlerin merkezlerinden birisi haline geldiği için özellikle de Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesi anlaşmasının ardından Lozan müzakereleri sırasında görüşmelere konu oluyor, Türk tarafı bunun ülkeden çıkarılmasında ısrar ediyor; fakat İstanbul ve Adalarda yaşayan ve Türkiye’de kalması kararlaştırılan (Batı Trakya Türk toplumunun orada kalması karşılığında) Rum Ortodoks toplumun kilisesi olarak kalmasına izin veriliyor. Hatta bu konu Lozan Antlaşması’nın metninde yer almıyor; çünkü Türk delegasyonu böyle bir konunun uluslararası bir anlaşmanın metninde yer almasına ısrarla karşı çıkıyor.

Sonradan Atatürk döneminde Patrikhane bir Türk dini kurumu olarak değerlendiriliyor ve faaliyetleri itibariyle İstanbul Fatih Kaymakamlığı’na bağlı bir Türk dini kurumu olarak müktesebatı oluşuyor. Her faaliyeti, yurt içi ve yurt dışı gezileri için Kaymakamlıktan izin alması kayda geçiriliyor ve bazen daha dikkatli bazen daha gevşek uygulamalarla bu sistem yürürlükte kalıyor. Örneğin Atatürk dönemi ve sonrasında 1950’lere kadar sıkı ve dikkatli giden bu uygulama Menderes döneminde bu kurumun komünist dünyada istihbari faaliyetler için kullanılabileceği gerekçesiyle uygulama biraz gevşetiliyor hatta Amerika’dan Türk vatandaşı olmayan bir patrik (Athenağoras, uçakta gelirken bakanlar kurulu kararı ile kendisine TC. vatandaşlığı veriliyor) bile getirtiliyor. Kıbrıs meselesinin patlak vermesiyle Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde yaşanan sarsıntı İstanbul Rumlarını ve patrikhaneyi epeyce zora sokarken Batı Trakya Türk toplumu da Yunanistan’ın şiddetli baskılarına maruz kalıyorlar.

Türkiye’nin iyi kötü özenle yürüttüğü patrikhane politikaları AB süreci başlayıncaya kadar sürdürüldü. Hatta 1990’larda özellikle de ikinci yarısında AB konusu Türkçe yazıp çizen ve konuşan medyada Türkiye’nin bütün dış politika meselelerinin hafife alındığı, politikalarıyla dalga geçildiği yıllarda bile patrikhane politikaları resmi düzeyde aynı çerçevede uygulamada kalabilmişti.

AK PARTİ’NİN GELİŞİYLE HER ŞEY BOZULDU

AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılı sonlarından itibaren bütün dış politika –örneğin Kıbrıs davası, Ege sorunları, Ermeni soykırımı iftiraları vd.- konuları değersizleştirilerek toptan değiştirildi. Mesela Kıbrıs’ta ‘Yes be Annem’ hezeyanlarının kol gezdiği yıllarda yani Yunanistan’ın Ege’de Türkiye’ye ait adalara bizim hiçbir karşı koymamız olmaksızın asker çıkararak el koyduğu dönemde patrik ve patrikhane de kendisine otonom bir alan oluşturdu. Zaten AB’nin Türkiye için hazırladığı ilerleme raporlarında patrikhanenin talepleri de Türkiye’nin yerine getirmesi gereken ev ödevleri arasında sayılmaktaydı. Öte yandan AK Parti önde gelenleri yaptıkları konuşmalar ve açıklamalarla zaten patrikhanenin tezlerine destek verir şekilde konuşuyorlar ve Osmanlı zamanında patrikhanenin hangi ayrıcalıklara sahip olduğundan dem vurarak bunların hiçbir sorun yaratmadığını/yaratmayacağını anlatıp duruyorlardı. İşte bu dönemde Patrik Hazretleri kendisine otonom bir alan oluşturdu, bütün toplantılara ‘ekümenik’ sıfatını kullanarak katıldı, AB’nin talepleri -ki aslında kendi talepleriydi- ile adeta bir Vatikan oluşturmaya çalıştı.

Türkiye’nin AB ile aldatılması olarak adlandırılabilecek bu süreç Allah’tan akamete uğradı. AB Türkiye’yi üye yapma niyetinde olmadığını gösterirken Türkiye’nin de bu aldatmacadan uzaklaşmasıyla yeni bir dönem başladı. Türkiye Kıbrıs’ta ‘Yes be Annem’ lafıyla özdeşleşen Annan Planı ve hatta daha da gerisine düşen bir dizi tavizkar görüşmenin ardından iki devletli çözüme karar kılarken Ege’de Yunanistan’ın oldu-bittilerine izin vermeyecek şekilde Mavi Vatan doktrinini benimsedi ve Libya ile deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması imzaladı. Bu iki temel konudaki politika değişikliğine ilaveten yapılması gereken taktik planlar/hazırlıklar pek ortada yok gibi görünse de en azından o eski politikaların yerinde yeller estiği kesin; ama patrikhane konusunda somut hiçbir şey yapılmadı.

PATRİKHANE POLİTİKASI CUMHURİYETİN İLK YILLARINDAKİ
ESASLARA BAĞLANMALI

Patrikhane konusunda yapılacak ilk düzenleme ‘ekümenik’ iddiasının kabul edilmeyeceğiyle ilgili olmalı. Bizans zamanından gelen bu unvanın alt yapısı kalmamış durumda. Dünya Ortodokslarının ruhani lideri anlamında kullanılan bu unvanın Bizans ya da Osmanlı dönemlerindeki karşılığı veya tabanı yok. Zaten Katoliklik gibi tek merkezden yönetilmeyen ve tarih içinde devletle yönetim konusunda herhangi bir çatışması söz konusu olmayan Ortodoksluğun -ki bu yönüyle Osmanlı sistemindeki padişah ve şeyhülislam ilişkisine benzer- özellikle on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda devletlerin/toplumların milli dinleri haline geldiği dikkate alındığında yaklaşık 300 milyon olduğu söylenen Ortodoks dünyasının ruhani lideri olması düşünülemez.

Özellikle on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar Ortodoks milletlerin ve patrikhanelerinin mücadelelerinin yüzyıllarıdır. Hatta bu mücadele hem milletler hem de patrikhaneler arasında halen devam etmektedir. Dolayısıyla Ortodokslukta gerçek manada ‘ekümeniklik’ zaten yoktur ve İstanbul Fener Rum Patrikhanesinin böyle bir unvanı taşıması doğru değildir. Cumhuriyetin ilk yıllarında kendisine verilen statü de İstanbul ve Adalarda yaşayan ve Türkiye’nin ayrılmaz parçası olan Rumların kilisesidir. Ayrıca ekümeniklik iddiaları siyasi çatışmalar, Patrikhane’nin Rusya’ya karşı kullanılması gibi konularda Türkiye’nin başını da ağrıtabilir.

Aslında 2022 yılı Ağustos ayında ekümeniklik tartışmalarının alevlendiği bir başka ortamda Fatih Kaymakamlığı adına yapılan açıklamada (http://www.fatih.gov.tr/fener-rum-patrikhanesinin-ekumeniklik-iddiasina-iliskin-basin-aciklamamiz) bu konu bütün ayrıntıları ile ortaya konulmuş; ancak bu tavır bir politika ile hayata geçirilmemiştir. Yapılması gereken İçişleri Bakanlığı tarafından çıkarılacak bir yönetmelik ile konunun düzenlenmesi, patrikhanenin bütünüyle Fatih Kaymakamlığına bağlı bir Türk kilisesi olduğunun belirtilmesi ve her faaliyeti için kaymakamlıktan izin almak zorunda olunduğunun açık seçik bir biçimde ifade edilmesi olacaktır. Uygulamada ise katiyen taviz verilmemelidir. Unutmamak gerekir ki, nasıl PKK/PYD’nin Amerika’nın gölgesine saklanması Türkiye’nin bu terör örgütlerine karşı harekat yapmasını engelleyemiyorsa, AB’nin bu konudaki istekleri ve baskılarının da patrikhane politikamızı değiştiremeyeceği ortaya konulmalıdır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Ukrayna zirvesinde ekümenik krizi

Yayınlanma

İsviçre’nin Bürgenstock kasabasında 15-16 Haziran 2024 tarihlerinde gerçekleştirilen Ukrayna Zirvesi, 92 ülke ve çeşitli uluslararası kuruluşların temsilcilerini bir araya getirdi. Askeri, siyasi ve insani meseleler üzerinde yoğun tartışmalar yapılan zirvenin ana amacının Ukrayna’daki devam eden çatışmayı ele almak ve barışa giden yollar aramak olduğu belirtilmişti. 85 ülke ve Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB), NATO ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) olmak üzere dört uluslararası kuruluşun imzaladığı ve Bürgenstock Bildirgesi, Ukrayna’nın egemenliği ve toprak bütünlüğüne olan bağlılığı vurguladı. Ancak zirvenin ardından Türkiye’de Fener-Rum Patriği I. Bartholomeos’un da zirveye katılması ve bildiriyi “Ekümenik Patrikhanesi” adına kurumsal olarak imzaladığı iddiaları Türkiye’de gündemi meşgul ediyor.

Peki Fener-Rum Patriği’nin Ankara’nın diplomasisini “ekümenik” tartışmasıyla gölgelemesi nasıl gerçekleşti?

Fener-Rum Patrikhanesi gözlemci organizasyon

İsviçre Konfederasyonu Başkanı Viola Amherd ve Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’nin organizatör olduğu Ukrayna Zirvesi’nin katılımcıları, gözlemcileri ve imzacıları, İsviçre Dışişleri Bakanlığı tarafından bakanlığın internet sitesinde duyuruldu.[1] Gözlemci katılımcılar listesinde Bartholomeos, “Ekümenik Patrik”, kurumu da “Ekümenik Patrikhanesi” kurum adıyla yer aldı. Bu liste, İsviçre Dışişleri Bakanlığı tarafından 17 Haziran 2024’te yani zirve sona erdikten sonra yayınlandı.

Zirve Bildirgesi ve İmzacılar

Ukrayna Zirvesinin kapanışında ilan edilen bildirgede nükleerin kontrolü ve güvenli kullanımı, küresel gıda güvenliği ve esir takası konularına odaklanan maddeler yer aldı. Bildirgeye göre;

  • Nükleer enerjinin ve nükleer tesislerin her türlü kullanımı güvenli, emniyetli, korunaklı ve çevreye duyarlı olmalıdır. Zaporijya Nükleer Santrali de dahil olmak üzere Ukrayna nükleer enerji santralleri ve tesisleri, Ukrayna’nın tam egemenlik kontrolü altında, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ilkelerine uygun ve onun denetimi altında emniyetli ve emniyetli bir şekilde çalışmalıdır. Ukrayna’ya karşı devam eden savaş bağlamında herhangi bir nükleer silah tehdidi veya kullanımı kabul edilemez.
  • Küresel gıda güvenliği, gıda ürünlerinin kesintisiz üretimine ve tedarikine bağlıdır. Bu bağlamda, serbest, tam ve güvenli ticari seyrüseferin yanı sıra Karadeniz ve Azak Denizi’ndeki deniz limanlarına erişim kritik öneme sahiptir. Limanlardaki ve tüm rota boyunca ticari gemilere, sivil limanlara ve sivil liman altyapısına yönelik saldırılar kabul edilemez. Gıda güvenliği hiçbir şekilde silah haline getirilmemelidir. Ukrayna tarım ürünleri ilgili üçüncü ülkelere güvenli ve serbestçe sağlanmalıdır.
  • Tüm savaş esirleri tam takas yoluyla serbest bırakılmalıdır. Sınır dışı edilen ve hukuka aykırı olarak yerlerinden edilen tüm Ukraynalı çocuklar ve hukuka aykırı olarak gözaltına alınan diğer tüm Ukraynalı siviller Ukrayna’ya iade edilmelidir.

Ancak bu bildirge Suudi Arabistan, Hindistan, Güney Afrika, Tayland, Endonezya, Meksika, Brezilya ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından onaylanmadı ve imzalanmadı. İddialara göre Rusya-Ukrayna arasında barışın yollarını bulmayı hedefleyen bu zirve için Rusya’ya davet gönderilmedi. Çin zirveye katılmadı ve Brezilya ise gözlemci statüsünde bulunmayı tercih etti.

Dışişleri Bakanı Fidan’ın “Rusya da zirvede olmalıydı” açıklaması

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, zirvede yaptığı konuşmada tam da bu tezat duruma dikkat çekerek “21. yüzyılda bu trajedinin her gün daha da kötüleşebildiğini görüyoruz. Savaş devam ettikçe bir yandan da iki riskin artarak ortaya çıktığını görüyoruz. Coğrafi olarak bu savaş Ukrayna’nın da ötesine geçebilir. Önümüzde Ukrayna barış planı var. Rusya da kısa bir süre önce kendi şartlarını, kendi koşullarını paylaştı. İçeriği ve öne sürülen koşullardan bağımsız bir şekilde bunların önemli adımlar olduğunu ve umut ışığı olduğunu düşünüyoruz. Ancak her iki taraf da diğer tarafın attığı adımların daha geniş kapsamlı savaş çabalarının bir uzantısı olduğunu düşünüyor. Bu konferans, köprüden önceki son çıkış olabilir. Çatışmanın diğer tarafı olan Rusya da salonda bulunsaydı, bu zirve daha sonuç odaklı olabilirdi.” diye konuştu.

“Ekümenik” krizi nasıl ortaya çıktı?

Zirve sonunda yayınlanan bildirge aralarında Türkiye’nin de olduğu yaklaşık 80 ülkenin imzasıyla yayınlandı. Zirve sona erdikten sonra sosyal medyadan yer alan iddialarda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, İsviçre’nin yayınladığı listede “Ekümenik Patrik” adıyla yer alan Bartholomeos ile ikili görüşme gerçekleştirdiği öne sürüldü. Bu iddianın yanı sıra Bartholomeos’ın “Ekümenik Patrik” sıfatıyla devlet adına Ukrayna Zirvesi’nin Ortak Bildirgesini imzaladığı ve bu durumun da “Dışişleri Bakanlığının gözünden kaçan bir skandal olduğu” iddia edildi. Ancak her iki iddia da Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli tarafından yalanlandı.

Yayınlanan fotoğraflara göre Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve Fener-Rum Patriği Bartholomeos’un sadece zirvede çekilen aile fotoğrafı sırasında ortak bir karede olduğu görülüyor (yazının görseli).

Kaldı ki Fidan’ın Bartholomeos ile görüşmesi veya temas kurmasında devlet politikası açısından herhangi bir beis yok. Nitekim Antalya Diplomasi Forumu’nda diğer dini liderlerle beraber Fener – Rum Patriği Bartholomeos da foruma davet edilmişti.

Tartışmaya konu olan asıl iddia Dışişleri Bakanı Fidan’ın Bartholomeos’un Ekümenik Patrik sıfatıyla aynı bildirgeye imza atarak teknik olarak “Ekümenik Patrikhane”yi tanıyor konumuna düşmesi. Ancak İsviçre Dışişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan güncellemelere bakıldığında durumun böyle olmadığı çok açık.

Bakanlığın yayınladığı ve 84 ülke ve kuruluşun yer aldığı ilk listeye göre Türkiye, 16 Haziran 2024 tarihinde saat 13.30’da bildirgeyi imzalayan taraflar arasında yer alıyor. Bu imzacılar arasında ise Bartholomeos yok.

İsviçre Dışişleri Bakanlığı, “Ortak Bildirgeye imza atmak isteyen heyetlerin İsviçre’yi bilgilendirmek için zirveden bir önceki akşama kadar süreleri vardı. Ortak Tebliğ ‘yaşayan bir belgedir’, yani diğer devletler Tebliğ’e istedikleri zaman katılabilir. Bu seçenek zirveye katılmayan devletler için de geçerlidir. Aynı şekilde devletler de bu karardan vazgeçebilir.” açıklamasıyla yapmış olduğu güncellemede bildirgeden çekilen ve bildirgeye yeni imza atan devlet ve kurum/kuruluşlar olduğunu belirterek 19 Haziran 2024 tarihinde yeni bir liste yayınladı. Bu listede “Ekümenik Patrikhane” kurum olarak imzacılar arasında yer aldı. Yani Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’dan 3 gün sonra Bartholomeos’un bildirgeye imzacı olduğu açıklandı.

Durum “Ekümenik komplo” mu?

İlk günden itibaren Ukrayna Zirvesinde bulunmasına ve “Ekümenik Patrikhane” adına katılımcı listesinde yer almasına rağmen Bartholomeos’ın imzasını üç gün sonraya bırakması akıllarda soru işareti yaratıyor. Avrupa Birliği, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu dahil kurumlar 16 Haziran’da bildirgeyi imzalamışken Fener-Rum Patriği neden imzasını erteledi? Üstelik Ukrayna-Rusya arasındaki en büyük kopuş olan iki patrikhaneyi birbirinden ayıran kararın, yani birleştiriciliğin değil ayrıştırıcılığın imzasını atan Bartholomeos’un Ukrayna’ya destek vermekte kararsız kalmış olması ihtimali olanaksızken… Hatırlayalım, Fener-Rum Patriği, 2019’da Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin Moskova’daki Rus Ortodoks Kilisesi’nden ayrılmasını kabul ederek Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne bağımsızlığını kazandıran kararnameyi imzalamıştı.

Konu Batı’nın Türkiye’ye pek tabi “ekümenik” komplosu da olabilir. Dışişleri Bakanlığı Sözcülüğü “Zirve sonunda kabul edilen ve kamuoyuyla paylaşılan Ortak Bildirge’ye bilahare Fener Rum Patrikhanesi’nin isminin de imzacı olarak eklendiğine dair iddialarla ilgili olarak Zirve’nin organizatörleri İsviçre ve Ukrayna’dan izahat istenmiştir.” açıklaması yaptı.[2] İsviçre Dışişleri Bakanlığı, 19 Haziran’da Dışişleri’nden yapılan bu açıklamadan sonra internet sitesinde yeni imzacıları duyurdu.

Batı’nın Ekümenik baskısı

ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonunun Mayıs 2009 yıllık raporun Türkiye bölümünde Rum Ortodoks Kilisesi Ekümenik Patrikhanesi, Ermeni Ortodoks Kilisesi ve diğerleri gibi bazı dinî grupları tüzel kişilik olarak tanımaması hususu eleştirel olarak yer almıştı. Raporun Türkiye bölümünden bir kesit şu şekildeydi:

“Rum Ortodoks cemaatinin Ekümenik Patrikliğinin 1453 yılından itibaren Osmanlı Türklerinin yetki alanına girmiş olmasına karşın Türk Devleti Rum Ekümenik Patrikhanesini bugün hâlâ tüzel kişilik olarak tanımamaktadır. Dahası Türk Devleti sadece Türkiye’deki Rum Ortodoks cemaatinin başı olarak kabul ederek Patrik’in, Ekümenik statüsünü tanımamaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Ocak 2008’de parlamentoda Patrik Bartolemeos’un “ekümenik” sıfatının Patrikhanenin “iç” meselesi olduğu ve devletin müdahale etmemesi gerektiğini söylediği ifade edilmişse de Türk Devleti hâlihazırda Patrikin Ekümenik statüsünü resmen tanımamaktadır. Türk Devleti ayrıca Ekümenik Patriklik makamına ve patrikhane kilise meclisine sadece Türk vatandaşlarının aday olabileceğini savunmaktadır.”

Bu analiz sonrasında raporda ABD Dışişleri Bakanlığı’na bu konuyla ilgili Türkiye’ye karşı hangi politikaları uygulaması gerektiği söylenmiş ve politika önerileri arasında şu hususlar yer almıştı:[3]

  • Başbakan Erdoğan’a Ocak 2008’de Rum Ortodoks Patrikhanesinin Ekümenik statüsünün kilisenin iç meselesi olduğuna dair beyanatını, Patrikhanenin Ekümenik statüsünü tanımak suretiyle devam ettirmesi çağrısında bulunulmalıdır.
  • Türkiye Devleti’ne Lozan Antlaşması’nda yer almayanlar da dâhil olmak üzere tüm dinî azınlıkların, din adamlarını eğitmelerine izin verme çağrısında bulunulmalıdır.
  • Halki Ruhban Okulunun Ekümenik Patrikhanenin kontrolünde ve Türk Devleti’nin gözetiminde olmaksızın yeniden açılması ve dinî eğitime izin verilmesi…

Türkiye’nin Fener-Rum Patrikhanesi’ne ilişkin tutumu

Türkiye, yakın geçmişten hatırlanan sosyal medya danışmanlarının azizliğine uğramış birkaç üst düzey siyasetçi gafı dışında “Ekümenik Patrik” ifadesini kullanmıyor ve Ortodoksların evrensel patriği sıfatını tanımıyor ancak Fener-Rum Patrikhanesini Gökçeada, Bozcaada ve İstanbul’da yaşayan azınlıkların dini temsilciliği olarak görüyor ve Bartholomeos’u da her saygın etkinliğe de diğer dini liderlerle beraber davet ediyor.

Fener-Rum Patrikhanesi, Fatih Kaymakamlığı’na bağlı olarak faaliyetlerini yürütüyor. Patrik Bartholomeos, geçmişte de pek çok kez “ekümenik” ifadesini kullanmış veya katıldığı etkinliklerde “ekümenik patrikhane” unvanıyla kriz oluşturmuştu. Fatih Kaymakamlığının konuyla ilgili 2022’de yaptığı bir açıklamada 30 Ocak 1923’te Yunanistan ile Türkiye arasında imzalanan “Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine Dair Mukavelename” ve 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’na atıfta bulunularak anlaşmalarda Patrikhanenin durumu ve statüsü ile ilgili bir hükme yer verilmediği ve Patrikhanenin İstanbul’da kalması karşılığında mübadele dışı tutulan Rum cemaatinin dini bir kurumu olarak kalacağına, siyasi bir faaliyetinin bulunmayacağına ilişkin katılımcı ülke delegasyonlarının sözlerinin senet olarak kabul edildiği belirtilerek, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ile ruhanî meclisinin yetki alanı İstanbul başpiskoposluğu ile Bozcada ve Gökçeada bölgesi Rum cemaatinin dini ihtiyaçlarını karşılamakla sınırlı tutulduğu hatırlatılmıştı. Açıklamada “Lozan Antlaşmasının müzakereleri sırasında durumu uzun süren tartışmalar sonunda belirginleşen Patrikhane, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile yeni bir statüye dönüştürülmüş bulunmaktadır. Bu durum çerçevesinde Patrikhane, Türkiye’deki Rum azınlığın bir kilisesi olarak sadece dini yetkileri haiz bir kilise niteliğinde Antlaşmanın “Azınlıkların Korunması” başlıklı çerçevesinde mütalaa edilmesi gereken dini bir kurumdur. Yunanistan’ın uygulamasının tersine, Türkiye’de din görevlilerini kendilerinin seçme özgürlüğü bulunmakla birlikte Patrikhane’nin siyasi-yönetsel açıdan “ekümenik” vasfı bulunmamaktadır.” denilmişti.

Egemen bir devletin tüm hukuksal dayanaklarına rağmen Bartholomeos’un “Ekümenik Patrik” olarak Ukrayna Zirvesinin Bildirgesine, Türkiye’nin imzasından günler sonra imzacı olduğunun açıklanması; ABD’nin politika önerileri, barış isterken konunun tarafını zirveye davet etmeyen Zelenski’nin Bartholomeos’a Ukrayna Ortodoks Patrikhanesini özgürleştirdiği için büyük bir jesti ve İsviçre’nin de konunun aparatı olduğu düşünüldüğünde Türk devletini ve diplomasisini tezyif etmeyi amaçlayan bu krizin düpedüz bir tuzak olarak kurgulandığını değerlendirmek mümkün.

Nitekim, Ukrayna’nın resmen görev süresi sona ermiş olan lideri Volodimir Zelenski, 18 Haziran’da yaptığı paylaşımda “Küresel Barış Zirvesi bildirisine katıldığı için Ekümenik Patrikhane’ye teşekkür ediyorum. Ukrayna ve tüm Ukraynalılar, duaları ve ülkemize ve halkımıza gösterdiği sürekli ilgiden dolayı Kutsal Bartholomeo’ya minnettarız.” açıklaması yaptı.

Dünyadaki Ortodoks nüfusun toplamda binde 2’sini bile temsil etmeyen[4] Fener-Rum Patriğine “ekümenik patrik” demek, Türkiye’nin egemenliğini, uluslararası hukuku ve geçmişten gelen hassasiyetleri kaşımaktan başka bir anlam taşımıyor.

[1] İsviçre Dışişleri Bakanlığı Ukrayna Zirvesi Belgeleri https://www.fdfa.admin.ch/content/dam/eda/en/documents/aktuell/dossiers/summit-on-peace-in-ukraine/list-of-states-and-organizations.pdf

[2] Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli’nin konuyla ilgili açıklaması

https://x.com/SpoxTR_MFA/status/1803532529280094573

[3] 2009-05-14 Haftalık AB – Türkiye Haberleri Bülteni

https://www.ab.gov.tr/_43219.html

[4] Fener – Rum Patrikhanesi’nin Hukuki Statüsü, Avrasya İncelemeleri Merkezi

https://avim.org.tr/tr/Analiz/FENER-RUM-PATRIKHANESI-NIN-HUKUKI-STATUSU

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English