Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Ölümcül helikopter kazasının ardından İran’ın geleceği

Yayınlanma

Mohammad Mazhari, İranlı gazeteci

Aralarında Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Dışişleri Bakanı Hüseyin Emirabdullahiyan ve yedi diğer üst düzey İranlı yetkilinin bulunduğu son helikopter kazası, İran’ın siyasi manzarasına önemli bir gölge düşürdü ve ülkenin yakın siyasi geleceği ve uzun vadeli istikrarı hakkında acil sorular ortaya çıkardı.

Yetkililer, Reisi ve arkadaşlarının helikopterin yoğun siste düşmesi sonucu öldüğünü bildirdi. Kazanın nedeni henüz doğrulanmamış olsa da, birçok gözlemci ve sosyal medya kullanıcısı, düşman ülkeler ve iç rakiplerden olumsuz hava koşullarına veya mekanik bir arızaya kadar değişen olası suçlular hakkında spekülasyon yaptı.

İran anayasasına göre, cumhurbaşkanının görev yapamaz hale gelmesi ya da ölmesi durumunda, cumhurbaşkanı birinci yardımcısı Muhammed Mokhber, 50 gün içinde yeni seçimler yapılana kadar geçici olarak cumhurbaşkanlığını üstlenmekle görevlendirilmiştir.

Devrim Muhafızları Ordusu’nun eski bir subayı ve Dini Lider Ali Hamaney’in yakın müttefiki olan  Mokhber’in mevcut siyasi gidişatı sürdürmesi bekleniyor. Zira İran’da gerçek güç, hükümetin yürütme, yargı ve yasama organları üzerinde nihai yetkiye sahip olan Dini Lider’e aittir.

Reisi’nin ölümü, son parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki düşük katılım oranlarının ardından halefi hakkındaki spekülasyonları yoğunlaştırdı. 59.310.307 seçmenin oy kullanma hakkına sahip olduğu 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılım oranı yüzde 48,8 ile İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinde şimdiye kadarki en düşük oran olurken, 1989’daki yüzde 51’lik bir önceki düşük oranın da altında kaldı. Benzer şekilde, her ikisi de 1 Mart’ta gerçekleşen parlamento ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinde seçmenlerin sadece %41’i sandığa gitti; İran’ın 61 milyon seçme hakkı olan seçmeninden yaklaşık 25 milyonu oy kullandı.

Bu trajik olay hiç şüphesiz İran’ı bir belirsizlik dönemine sürüklemiştir ve yaklaşan seçimlerin ülkenin geleceği açısından kritik bir dönüm noktası olması muhtemeldir.

Erken cumhurbaşkanlığı seçimleri İslam Cumhuriyeti’ne ve devletin üst kademelerine gidişatı tersine çevirmek ve hayal kırıklığına uğramış seçmenleri yeniden kazanmak için önemli bir fırsat sunabilir. Ancak bunun için, giderek daralan bir siyasi çemberi genişletmeye yönelik stratejik bir karar alınması gerekiyor. Şimdiye kadar siyaset kurumunun eğilimi muhafazakar yönetimi ikiye katlamak yönünde olmuştur.

Muhafız Konseyi’nin, eski Meclis Başkanı Ali Laricani gibi önde gelen isimlerin cumhurbaşkanlığı yarışında yarışmasını engelleyen toplu diskalifiye kararları, İbrahim Reisi’nin 2021’de cumhurbaşkanlığına yükselmesinin yolunu etkili bir şekilde açtı. Bu diskalifiye politikası, eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Uzmanlar Meclisi’ne girmesinin yasaklandığı 2024 parlamento ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinde de devam etti.

Cumhurbaşkanlığı için aday olabilecek önemli siyasetçiler arasında eski Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Eshagh Jahangiri, her ikisi de reformcu gruptan olan mevcut milletvekili Masoud Pezeshkian, mevcut Meclis Başkanı Mohammad Bagher Ghalibaf ve büyük olasılıkla her ikisi de muhafazakar gruba atfedilen mevcut geçici cumhurbaşkanı Mohammad Mokhber yer almaktadır.

Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) ile yakın bağları olan Ghalibaf ya da Mokhber’in iktidara gelmesi halinde, DMO’nun devlet kurumları üzerindeki etkisinin artacağını öngörebiliriz. DMO ekonominin hayati bölümlerini kontrol etmekte ve askeri ve güvenlik politikaları üzerinde önemli bir etkiye sahip bulunmaktadır. Generaller şüphesiz ki Reisi sonrası dönemi iç kamuoyundaki etkilerini derinleştirmek için kullanmaya çalışacaklardır.

Ancak bu gidişat birçok üst düzey siyasetçiyi marjinalleştirmiş ve seçmen katılımının düşük olmasına yol açmıştır. Bu durum ise ülkede yeni bir protesto dalgasına ve istikrarsızlığa yol açabilir. Mahsa Amini’nin ölümüyle ateşlenen 2022-2023 yıllarındaki ülke çapındaki protestolar, halkın rejime meydan okumaya hazır olduğunu gösterdi. Daha fazla özgürlük talep eden yeni nesil kadınların öncülük ettiği bu protestolar rejim tarafından bastırıldı. Ekonominin darmadağın olduğu ve İranlıların yüzde altmışından fazlasının yoksulluk içinde yaşadığı bir ortamda hükümetin meşruiyeti ciddi şekilde sarsılmış durumda. Reisi’nin ölümü zaten istikrarsız olan bu duruma yeni bir istikrarsızlık katmanı daha ekledi.

Muhafazakar rejim halihazırda ekonomik zorluklar nedeniyle yaygın bir hoşnutsuzlukla boğuşuyor ve Reisi’nin ölümü, özellikle de yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin özgür ya da adil olarak algılanmaması halinde yeni protestoları tetikleyebilir.

Uluslararası alanda ise, Reisi’nin ölümü Tahran ve Washington arasında devam eden müzakereleri veya özellikle İran’ın tartışmalı nükleer programı konusunda Batı ile ilişkileri önemli ölçüde etkilemeyebilir. Sert tutumuyla tanınan Reisi’nin halefi, iç ve dış baskılar karşısında ılımlı politikalar izleyerek bu karmaşık meselelerin üstesinden gelmek için daha fazla alana sahip olabilir.

İran’ın dış politikası, iktidardaki hükümetin siyasi yöneliminden bağımsız olarak Dini Lider’in gözetimi altındadır. Dış politikadaki genel politikalar ve kritik kararlar Ayetullah Hamaney tarafından onaylanmalıdır.

Bununla birlikte İran rejimi kritik bir dönemeçle karşı karşıya. Dini Lideri seçmekten sorumlu olan Uzmanlar Meclisi, gelecekteki liderliği dikkatle değerlendirmelidir. Rejimin başlıca hedefleri seçmen tabanını yeniden inşa etmek, Devrim Muhafızları Ordusu’nun yerel ve bölgesel etkisi aracılığıyla askeri kabiliyetlerini genişletmek ve muhalif güçleri kontrol altına almaktır.

Mohammad Mazhari, Siyaset Bilimi alanında akademik çalışmalar yürütmektedir.

2013-2020 yılları arasında Arapça Mehr Haber Ajansı’nda ve 2020-2021 yıllarında da Tehran Times’ta gazeteci olarak çalışmıştır.

Twitter/X: @epicoria

GÖRÜŞ

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 5

Yayınlanma

Hindistan’da “çeşitliliğin birliğini” anlamlandırmaya dair notlar

Hindistan için “çeşitliliğin birliği” diye basmakalıp bir deyiş var. Ancak bu ne kadar anlaşılır? Ya da Hindistan ulusundan söz ederken basitçe “Hint” olarak ifade ederiz. Ancak bu ne ölçüde anlaşılır?

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4

İkinci sorudan başlamam gerekiyor; yaşadığımız çağdaki dünya politikası sisteminin “ulus-devlet” düzeni üzerine kurgulanmış bir versiyonunu deneyimlediğimiz için her devletin bir ulustan oluştuğu üzerine genelleme bir varsayım dikkate alarak tanımlama yapmak durumundayız. Dolayısıyla bu, Hindistan söz konusu olduğunda “Hint” olarak karşılığını buluyor. (Bunun “Hintli” olarak yanlış kullanımına denk gelmek açıkçası irite edici…) Ancak ulus tanımını dikkate aldığımızda bu üstünkörü açıklama bir anda bulanıklaşıyor Kİ bir ulusta ortak tarih, dil ve kültürel karakter gibi birleştirici elementler yer alır; hatta bazıları daha da ileri gider ve bir soyağacı bekler. Ve böyle bir a priori veya verili düşünmeye koşullandığımız için işler bir anda karmaşıklaşır ve Hindistan ulusuna Hint demek bir anda kulağa yanlış bir çağrışım gibi gelir. Burada durumu kurtaran parametre “ulus” kavramı yerine veya bundan daha çok, yani ulus konseptini dışlamayarak ancak “toplum” nosyonunu odak alarak düşünmektir. Yani, Hindistan toplumu alışılmışın sınırlarını aşan, olağanüstü düzeyde çeşitli, katmanlı, karmaşık ve girift halk ve toplulukların oluşturduğu bir ulustur ve biz böylece bunu Hint ulusu diye ifade ederiz, diyerek durum bir ölçüde kurtarılabilir.

İşte burada -özellikle Hindistan’a atfedilen- “çeşitliliğin birliği” fenomeni devreye giriyor.

Evet, Hindistan, çeşitliliğin birliğidir; diğer deyiş ile Hindistan toplumu ya da diğer deyiş ile Hint ulusu, çeşitliliğin birliğidir VE öyle de olmalıdır, öyle de kalmalıdır.

Ancak burada devasa “çeşitliliği ayrıntılamak” niyetinde değilim, o zaman yukarıdaki gibi yüzeysel genelleme yolu ile bir kalıp çizerek durumu kurtarmak çok zor ki başlı başına böyle bir kalıp inşa etmek zaten çok sağlıklı olmaz. Aksine biz burada bu kalıbı “çeşitliliğin birliği” üzerine yani paradoksal olarak “birliğin” nasıl “ayrımlardan” gelişebildiği üzerine inşa etme yoluna gideceğiz; kulağa ironik geldi, değil mi?

Toplumsal düzlemde ilk söylenmesi gereken sosyal katman veya katmanlı yapı.

Bu, -tarih boyunca göç sirkülasyonunun etkisini de göz ardı etmeden- esas olarak “kast sistemi”nden gelir.

Burada öncelikle bir noktaya açıklık getirmek şart:

“Kast” aslında ve basitçe terminoloji olarak İngilizceden Hindistan toplumuna uyarlanagelmiş bir sözcük ve aslında sağlıksız bir anlaşılmaya neden olur. Başka anlatım ile “kast”, Hindistan bağlamında tarihsel olarak sosyal açıdan önemli iki farklı fikri kapsayan, belirsiz bir İngilizce terim: Bu iki farklı fikir “varna” ve “jati”dir. Hindistan toplumundaki kast fenomeninin, eski Avrupa geleneğindeki “kast” ve/veya “sınıf” olgusundan aslında çok farklı dinamikleri var VE ÜSTELİK Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Ancak yanlış bir kabul de olsa kast sistemi olarak kanıksanmış ve içselleştirilmiş olduğu için böyle de ifade etmeye devam edeceğiz ama en azından anlaşılabilir kılmak adına temel bir ayrımlama yapmalıyız. Hindistan için “kast sistemi” olarak dediğimiz şey çoğunlukla (veya yalnızca) “varna” katmanlaşması yani “varna sistemi” olarak anlaşılır ve böylelikle –çoğu Hint olmayanların düşündüğü şekli ile– Hindistan toplumu en azından dört rütbeye ayrılır:

“Hiyerarşik” sıra ile;

Brahminler (rahipler, entelektüeller)

Kshatriyalar (savaşçılar ve hükümdarlar)

Vaishyalar (tüccarlar, sanatkarlar, bazı çiftçiler)

Shudralar (emekçiler/işçiler)

Ve bunların altında “kasta dahil edilmeyen” veya “kast dışı” kalan Dokunulmazlar veya Dalitler var.

Buraya bir parantez açmak istiyorum, sonra konuya geri döneriz:

(Önceden esasen ismini Güneydoğu Hindistan’daki bir kabileden alan Parya ifadesi kast dışı kalmışlar veya dokunulmazlar için yaygın olarak kullanılıyordu. Parya esasen Tamilce davul(cu) anlamına gelir. Ancak sonrasında toplumda bu ifadenin çok aşağılayıcı olduğuna dair bir anlayış birliği gelişmiş ve yerine zamanla Dalit ifadesi geçmiş. Gerçi Dalit sözcüğü de bazılarınca aşağılayıcı bir ifade olarak kabul edilir. Aslında Hindistan toplumunda kast dışı kalanları niteleyen Harijan vs. gibi daha birçok ifade var. Oysa Harijan Tanrı’nın çocukları anlamına geliyor. Aslında Harijan Gandhi’ye Dalit ise Ambedkar’a atfedilir. Neyse, bu arada, Hint toplumunda birisi onları aşağılamak istediğinde kimse aslında Dalit olduklarını söylemiyor. Bunun yerine daha çok onlara Bhangi, Chamar gibi kast isimleri ile seslenirler veya onlara Achhoot yani dokunulmaz veya Planlanmış Kast/Kabile veya “ayrılmış kategori” derler. Neyse, Dalit ifadesi ise Sanskrit dal kökünden gelir ve ezilmiş, bastırılmış anlamına gelir. 19. yüzyıl sosyal reformcusu Jyotiba Phule tarafından Marathi yazılarında kullanılmış. Ancak sözcük yalnızca bir kast ismi değil, özellikle eski dokunulmaz kastlar olmak üzere bir grup kastı belirten siyasi bir kimliktir. Dalit terimi, “Ambedkarite” -Ambedkar’ın kastsız, sınıfsız ve ırksız toplum yaratma felsefesi, devrimci bir toplumsal değişim yaratmayı amaçlayan hareket Ambedkarizm’in takipçileri- inancına sahip giderek daha fazla Marathi edebiyat yazarının denemelerinde, şiirlerinde, dramalarında, otobiyografilerinde, romanlarında ve kısa öykülerinde kullanmaya başlaması ile 1960’larda geçerlik kazanırken 1972’de Dalit Panterleri’nin -kast ayrımcılığı ile mücadele etmeyi amaçlayan bir sosyal örgüttü, 1980’lerin sonunda dağıldı- kurulması ile daha fazla meşruiyet kazandı. Ve Dalit Panterleri, Dalit sözcüğüne çok daha geniş bir tanım getirdi. Manifestolarına göre, Dalitler Planlanmış Kastların ve Kabilelerin üyeleri, Neo-Budistler, çalışan insanlar, topraksız ve fakir köylüler, kadınlar ve politik, ekonomik olarak ve din adına sömürülen herkes idi. Bu gibi açılardan Dalit sözcüğü olumsuz çağrışımlara sahip ve toplumu damgalıyor olarak algılanır. Tüm bunların yerine yalnızca Planlamış Kast/Kabile gibi yasal isimlendirmenin kullanılması gerektiği görüşü de var ancak anayasal terim olan Planlanmış Kastların da Dalit sözcüğünün politik gücünden yoksun olduğu için iyi bir yedek olmadığı düşüncesi de var; örneğin, Planlanmış Kast statüsünün Dalit Müslümanlar ve Dalit Hristiyanlar için mevcut olmaması bir dayanaktır. Neyse, dil statik bir varlık değil. Her dönemin kendine özgü terminolojileri var. Sakat sözcüğü bir zamanlar kabul edilebilirdi ancak engelli sözcüğü yaygınlaştıkça kullanılmaz hale geldi ve şimdi dahi bu sözcüğün modası geçiyor ve yerini farklı yetenekli ifadesi alıyor. Yani Hint toplumunun da gelecekte bir noktada Dalit sözcüğünü de kullanmayı bırakması mümkün.)

Varna durumunda tabakalaşmanın hem sosyoekonomik hem de ritüel boyutu var: Örneğin, “üst kast” üyeleri, “alt kast” üyeleri tarafından hazırlanmış yiyecekleri kabul edemez veya alt kast üyelerinin kendilerine dokunmalarını dahi kabul edemez çünkü bu “ritüel kirliliğe” neden olur. Öte yandan, en eski Hindu kutsal metinleri Vedalar’da anlatıldığı şekli ile varna sistemi mutlaka “kalıtsal” değildi ve bazı yönlerden Batı’da daha belirgin olan sınıf sistemine benziyordu.

ANCAK kastın yalnızca varna olarak düşünülmesi, onun daha belirgin olan jati yönünü gizler.

Dolayısıyla, Hindistan’ın kast sistemi “jati” katmanlaşması hesaba katılmadan düşünülemez.

Günlük yaşamda çoğu Hint’in “kast” dediği zaman anladığı ve kastettiği şey “jati” konseptidir.

Kastın sosyolojik tanımına benzer:

Ekonomik olarak kendi grubu dışındaki insanlar ile (özelleşmiş ekonomik roller yoluyla) etkileşimde bulunan ancak sosyal olarak endogami / içevlilik ile (kendi dışındaki insanlar ile evlilik yapmayarak) kendini izole eden grup.

Jatinin Hindistan’da yasal olarak bir dayanağı yok artık ama Hintler için tarihsel olarak en önemli sosyal gerçeklik; bu en azından 1,500 yıllık geçmişi ile böyledir.

Binlerce jati grubu veya “kast” var: 4 bin küsürden 40 bine varıncaya kadar!..

Varna sisteminde her birine belirli bir rütbe atanır, geçmişte tüm jati grupları ritüel statülerini yükselterek varna rütbelerini değiştirmişti. Ancak güçlü ve karmaşık endogami kuralları, aynı varna düzeyinde olsalar dahi çoğu jatiden insanların birbirleri ile karışmasını engeller… Her şeyden çok, belirli bir jati ile ilişkili içevlilik ve yeme (vejetaryenlik genellikle brahminler ve vaishyalar, et kshatriyalar ve shudralar, pirinç, sakatat ve sığır etinin olmaması dalitler ile ilişkilendirilir), giyim ve diğer yaşam tarzı gelenekleri, sosyal düzey için en önemli unsurlardı; varna değil (bazı İngiliz nüfus sayımları, tüm jatileri varna sıralamasında düzenlemeyi ve sabitlemeyi denemişti).

AYRICA, Kast ve Hinduizm hayati olarak bağlantılı değil: Her ikisi de birbiri olmadan işleyebilir ve hayatta kalabilir. Kast birçok yönden Güney Asya’nın sosyal düzeni için temel: Müslüman, Hristiyan ve Budist kastlar da var ve ayrıca Pakistan ve Sri Lanka’da da bu fenomen mevcut. Ancak hem varna hem de jati, Manusmriti gibi antik Hindu metinlerinde ayrıntılı olarak ele alınmış Kİ yani Hindistan’da Hinduizm ve kastın çok uzun süredir birlikte evrimleştiği dikkate alınırsa, ikisi arasında bazı düzeylerde iç içe geçme durumunun olması şaşırtıcı değil.

Ancak geleneklerden dolayı hala sıklıkla zemin düzeyinde işliyor olsa dahi kalıtsal kastın artık neredeyse hiçbir yasal ve ideolojik desteği yok. Hindistan’ın modernite ve Batı aydınlanması ile teması, kasttan arındırılmış ancak antik manevi değerleri içeren modern, yeni bir Hinduizm’in ortaya çıkmasını kaçınılmaz kıldı.

Kast sistemi her halükarda son derece karmaşık ve Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Örneğin, kshatriyalar (ve rajputlar) ve vaishyalar Güney Hindistan’da nadir, çünkü bu grupların erkek soyundan gelenlerin çoğu kuzey ve batı Hindistan’da kalmış ve Güney Hindistan’daki küçük brahmin nüfusu, yaklaşık 1.500 yıl önce gerçekleşen bir dizi göçün sonucu ki çünkü o bölgedeki gelişmekte olan devletler, ritüel ve idari amaçlar için brahminlere ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle, teknik olarak, Güney Hindistan’daki çoğu elit, yani yüksek rütbeli yönetici kastların çoğu shudradır, ancak tüm pratik amaçlar açısından, güneyde geleneksel varnalar fikrini anlamsız hale getirecek şekilde kshatriya olarak işlev görür.

Buradan -Güney Hindistan’dan kapıyı açmışken- konuyu kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama noktasına çekmeden önce,

İleri gelen Hint antropolog ve sosyolog Irawati Karve (1905-1970) tarafından, sistemin neden bu şekilde geliştiğine dair bir hipoteze yer vermek istiyorum: Çünkü bu teori, Hindistan’a yayılırken yeni grupları bünyesine katarak ve asimile ederek genişleyen Aryan toplumunun kanıtları ile iyi uyum sağlıyor. Ki antik çağlarda yeni seçkinlerin dahil olması ve ayrıca diğer gruplardan eş alınması gibi konularda orta çağa göre daha fazla açıklık olmuş olmalı ki genetik kanıtlar, modern Hintlerin atalarını oluşturan kastlar ve gruplar arasındaki karışımın 4 bin ile 2 bin yıl önce gerçekleştiğini gösteriyor. Ve Manusmriti gibi metinler muhtemelen 2 bin ile 1.500 yıl önce yazıldı ve uygulandı; muhtemelen siyasi baskıdan çok, toplumsal baskı yolu ile Ki Sonuçta, eğer bu zamana kadar üst kast grupları bu yapıyı benimsemiş ise bu, tüm grupların taklit etmek isteyeceği, sosyal açıdan arzu edilen bir norm haline gelmiş olmalıdır. Gupta Dönemi’nde, “ortodoksluğu” ile bilinen bir dönem, MS 400 civarında, jati sisteminin Hint toplumunun tüm kesimlerine yayıldığı ve bu dönemde karışmanın durduğu varsayılabilir.

Neyse hipotez şu:

“Binlerce yıl önce Hintler, bugün dünyanın diğer yerlerindeki kabile grupları gibi, birbirleri ile karışmayan, iç-eşli kabile grupları halinde yaşıyorlardı. Siyasi seçkinler daha sonra kendilerini toplumsal sistemin tepesine yerleştirdiler (rahipler, krallar ve tüccarlar olarak), kabile gruplarının Shudralar ve Dalitler olarak toplumun en altında kalan emekçi gruplar biçiminde topluma dahil edildiği katmanlı bir sistem yarattılar. Kabile organizasyonu böylece erken jatileri oluşturmak için sosyal tabakalaşma sistemi ile birleştirildi ve sonunda jati yapısı toplumun üst katmanlarına kadar yayıldı, böylece bugün hem yüksek kastlardan hem de alt kastlardan birçok jati var. Bu antik kabile grupları, kast sistemi ve endogami kuralları sayesinde farklılıklarını korumuşlardır.”

Kalıtsal, genetik faktörden dolayı kast kavramı, sosyolojik sınıf ve ırk fikirleri arasında bir yerde yer alır. Sınıf, bir toplumun sosyal ve ekonomik duruma göre bölünmesini ifade ederken ırk, benzer fiziksel özellikleri ve kökenleri paylaşan insan gruplarını ifade eder. Bir anlamda, farklı dilleri veya dinleri olmayan kastlar, aynı “ırk”a ait alt kültürler veya etnik kökenler olarak işlev görüyordu.

(Burada ırk konusuna girmeyeceğim, çok uzun ve karışık bir konu, ancak yapılan pek çok tarihi, genetik ve dilbilimsel çalışmalar bir şeyi ortaya koymuş ki Hindistan’daki her grup, farklı oranlarda da olsa aynı atadan gelen halkın soyundan geliyor).

Ancak burada konuyu kapatmadan önce bir de Ambedkar’ın sözlerine yer vermek istiyorum, “Annihilation of Caste” (Kastın Yok Edilmesi) kitabında şöyle yazıyor:

“Kast sistemi, Hindistan’ın farklı ırkları kan ve kültürde birleştikten çok sonra ortaya çıktı. Kast ayrımlarının aslında ırk ayrımları olduğunu iddia etmek ve farklı kastları sanki çok farklı ırklarmış gibi ele almak gerçekleri büyük ölçüde çarpıtmaktır. Punjablı Brahmin ile Madraslı Brahmin arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Bengalli dokunulmazlar ile Madraslı dokunulmazlar arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Punjablı Brahmin ile Punjablı Chamar [kalıtsal mesleği deri işçiliği, kuzey Hindistan’da yaygın bir kast, dokunulmazlar olarak isimlendirilenler arasında] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Madraslı Brahmin ile Madraslı Pariah[/Parya] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Punjablı Brahmin, ırksal olarak Punjablı Chamar ile aynı soydandır ve Madraslı Brahmin, Madraslı Pariah ile aynı ırktandır.”

Yakın zamana kadar, kast kısıtlamalarına uyma konusundaki titizlik, Hindistan’ın toplum hiyerarşisinin tepesinde oldukça farklı ve dar görüşlü bir rol geliştirmek için muhtemelen varna sisteminin tepesindeki statülerini jati fikri ile birleştiren brahminler ile daha çok ilişkilendiriliyordu; bu sentezlere entelektüel şeklini ve rasyonelleşmesini verenler de muhtemelen brahminlerdi. Modern Hindistan’da kastların giyim ve yemek yeme farklılıklarının çoğu hızla siliniyor; geriye yalnızca farklı evliliklerden kaçınma kalıyor ancak kentsel alanlarda bu da değişebilir ama kuşkusuz zaman ile… Ve aksi şekilde kalıtım durumu kırsal alanlarda daha uzun ve katı gidebilir…

Evet, şimdi gelelim kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama konusuna:

Hindistan’ın kültürel ve tarih coğrafyası genellikle Kuzey Hindistan, Güney Hindistan, Batı Hindistan veya Kuzeydoğu Hindistan gibi coğrafi kategoriler üzerinden yorumlanır. Hintler, tarihsel olarak altkıtalarının bölgelerdeki kültürel ve tarihi bölünmeleri daha iyi yansıtan iki büyük bölgeyi kapsadığını düşünmüşler: Aryavarta ve Deccan. Bunlar Hindistan’da kuzey-güney ayrımı olduğu yönündeki yaygın anlayışı bir şekilde yansıtsa da, Aryavarta ve Deccan tam olarak Kuzey ve Güney Hindistan fikirlerine uymuyor. Bu iki bölge farklı topografyalar ve jeolojiler ile ve sonuç olarak farklı sosyal kalıplar ve tarımsal kalıplar ile tanımlanıyor.

Deccan, genellikle yarımada Hindistan’ın beş Dravid dili konuşan devleti olarak tanımlanan Güney Hindistan’dan farklı; çünkü Goa, Maharashtra, Odisha, Chhattisgarh’ın büyük bir kısmı ve Gujarat, Madhya Pradesh ve Jharkhand’ın bazı kısımlarını içerir. Başka anlatımla Deccan’ın kabaca ters üçgen masa benzeri arazisi, yarımada Hindistan’ın tüm üst bölgesini kaplar. Sınırları batıda Batı Ghatlar, doğuda Doğu Ghatlar, kuzeyde Satpura ve Vindhya Sıradağları ile ve kuzeydoğu sınırı ise Mahanadi ve Godavari Nehirleri arasındaki su havzası tarafından belirlenir. Plato, Hint-Ganga havzasının güney kesiminde yer alır ve Maharashtra, Karnataka, Andhra Pradesh, Telangana, Tamil Nadu ve Kerala olmak üzere sekiz Hindistan devletini kısmen veya tamamen kaplayan —Madhya Pradesh ve Chhattisgarh’ın Gonds ve Bhils ormanlarından Maharashtra, Telangana, Karnataka ve Andhra Pradesh’in kurak kayalık alanlarına, Kerala ve Tamil Nadu’nun yeşil tepelerine kadar Hindistan kara kütlesinin yaklaşık yüzde 43’ünü oluşturan 4.22.000 km2’lik bir alanı kaplar.

Geleneksel olarak, orta Hindistan’daki Vindhya Dağları veya Narmada Nehri, Aryavrata ve Deccan arasında kuzey ve güney Hindistan arasındaki sınırı oluşturmuş. Gerçekten de bugün belirgin olan Aryavarta ve Deccan’ın tarihi Hint bölgeleri arasında önemli farklılıklar var. Aryavarta’ya hakim olan Hint-Ganga Ovası, hem büyük ve oldukça yoğun bir nüfusu hem de topografik engellerin olmaması nedeni ile hem hızla genişleyen hem de düşen imparatorlukları desteklemiş. Adından da anlaşılacağı gibi, Aryavarta esas olarak Hint-Aryan dillerini konuşan kişiler tarafından iskan edilmişti ve Hinduizm ve Hint kültüründe “standart” olarak kabul edilen şeylerin çoğunun anavatanıdır: Sanskrit, ineğe saygı, kutsal bir görev olarak vejetaryenliğe vurgu, iyi tanımlanmış kast bölünmeleri, tanrı Rama’ya tapınma, diğer özellikler arasında. Bu, MÖ 500 ile MS 500 arasında ortaya çıkan ve ünlü Maurya ve Gupta imparatorluklarını kapsayan klasik Hint kültürüdür.

Kültürel ve politik olarak, Deccan yalnızca Aryavarta’nın güneye doğru bir uzantısı değil; Tibet ve Güneydoğu Asya toplumları gibi, klasik Hint uygarlığının yeni bir ortama uyarlanmasıdır. Sözcüğün kendisi, güney; Aryavarta’nın güneyi anlamına gelen Sanskrit “dakshina” sözcüğünden türemiş Prakrit “dakkhin” sözcüğünden İngilizceleştirilmiş. Bu onu Aryavarta’dan daha az Hint yapmaz, ancak kesinlikle onu farklı kılar. Satavahanalar, Vatakatalar, Rashtrakutalar, Chalukyalar, Cholalar, Pallavalar, Tondaiman, Vijayanagara ve Marathalar gibi imparatorlukların egemen olduğu Deccan; yine de tarihi açıdan Ganga merkezli Mauryalar, Guptalar, Delhi Sultanlığı ve Babürlülerin ününe ulaşamamış birçok önemli devlete ev sahipliği yapmıştı.

Deccan’ın büyük bir kısmı kurak ve engebeli, Orta Hindistan’dan güney ucuna doğru yükselen üçgen bir plato ve uzun kıyı şeritleri boyunca Batı ve Doğu Ghatlar olmak üzere iki dağ sırası ile çevrili olduğu için Aryavarta’ya kıyasla onu daha yakından bağlayan kıyılardan, Pers ve Orta Asya’dan, Greko-Romen ve Güneydoğu Asya ticaretinden daha fazla etkilenmiştir. Aryavrata, tarımın yayılması ve Batı ve Orta Asya’dan gelen göçler ile büyük demografik değişimlere uğrarken Deccan, kuzeyden yalnızca az miktarda tüccar ve Brahmin’i özümsedi ve nüfus yoğunluğu Ganga Vadisi’nden önemli ölçüde düşük kaldı. Deccan’ın kuzey uçlarındaki Maharashtra ve Odisha Sanskritleştirilmiş ve kuzey Hindistan’da bulunan Hint-Aryan dillerini konuşurken platonun geri kalanı dilsel olarak Dravid olarak kalmaya devam ediyor. Bunlara, Rajasthan’daki Thar Çölü dışında Hindistan’ın en kurak bölgelerinden bazıları, örneğin kuzeydoğu Karnataka dahil. Bu arada bölgenin diğer kısımları, özellikle Batı ve Doğu Ghatlar ile kıyılar arasında – Kerala, Goa ve Maharashtra’nın Konkan bölgesi ve kıyı Andhra Pradesh, yemyeşil.

Bu faktörlerin hepsi Deccan’ın özelliklerini açıklıyor: Daha uzun süreli siyasi oluşumlara ev sahipliği yaptı ve nadiren birleşti. Her ikisi de Deccan’dan olan Tamil ve Kannada, herhangi bir Hint dilinin en eski sürekli edebi tarihlerine sahip ve bu, sık sık siyasi değişimlere uğrayan kuzey Hindistan’da imkansız olan kültürel sürekliliği ima eder. Sonuç olarak, Deccan Aryavarta’dan daha az tarımsal ve daha çok ticaret odaklı olmuş. Kuzeyde bulunan herhangi bir imparatorluk tarafından nadiren fethedilmiş ve çok daha az yönetim altında tutulmuş, bu da bugün dahi siyasi ve sosyal kalıplarının Hindistan’ın geri kalanından farklı olmasının nedenini açıklar:

Örneğin; 2014 ve özellikle 2019 ve 2024 genel seçimlerinde Hindistan’ın geri kalanını kasıp kavuran Bharatiya Janata Partisi (BJP) dalgası güneyde çok daha sönüktü.

Deccan, paradoksal olarak Aryavarta’dan hem daha modern hem de daha geleneksel; bazı yönlerden Japonya ve Tayland gibi farklı kültürleri aracılığı ile moderniteyi aracılık eden toplumlara benzer. Aryavarta’da gelenek ve modernite arasındaki ikilik daha keskin, çünkü oradaki toplumun doğası daha fazla şoka ve değişime eğilimli ki bu nedenle genellikle ya eski ya da yeni var.

(Yazı dizisinin sonu)

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi

Yayınlanma

Yazar

Prof. Ma Xiaolin, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Başkanı
Prof. Zhang Lupeng, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Slav Araştırmaları Merkezi Başkanı

27 Şubat’ta Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Federal Güvenlik Servisi (FSB) yıllık toplantısında yaptığı konuşmada, Rusya ve ABD’nin işbirliğini yeniden tesis etmeye hazır olduğunu belirtti. Putin, herkesin Rusya-ABD diyaloğunu olumlu karşılamadığını ve bazı kesimlerin bu süreci sabote etmeye çalıştığını vurguladı. Aynı gün, Rusya ve ABD heyetleri Türkiye’nin İstanbul kentinde altı saatten fazla süren kapalı kapılar ardında ilk ikili görüşmelerini gerçekleştirdi. Görüşmelerin ana gündemi, büyükelçiliklerin işleyişi ve vize konularıydı.

Bu gelişme, 12 Şubat’ta Rusya ve ABD liderlerinin gerçekleştirdiği telefon görüşmesi ve 18 Şubat’ta Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde üst düzey diplomatlar arasında düzenlenen önemli bir görüşmenin ardından geldi. Bu gelişmeler, Trump 2.0 döneminin başlamasıyla birlikte iki büyük rakip olan Rusya ve ABD’nin Ukrayna krizinin karanlık sayfasını kapatmaya ve ikili ilişkileri hızla normalleştirmeye çalıştığını gösteriyor. Hatta Bloomberg’e göre, iki ülke, Arktik bölgesinde ekonomik işbirliği yapmayı ve Arktik kaynaklarının ortaklaşa çıkarılması ile yeni ticaret yollarının geliştirilmesini tartışıyor.

ABD-Rusya ilişkilerinin keskin bir şekilde yeniden şekillendiği bu hassas dönemde, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de 24 Şubat’ta, yani Rusya-Ukrayna savaşının üçüncü yıl dönümünde, Putin ile telefon görüşmesi gerçekleştirdi. İki gün sonra, Xinhua Haber Ajansı bir yorum yayınlayarak “Çin ve Rusya liderlerinin görüşmesi dünyaya net bir mesaj gönderdi” dedi ve üç önemli noktayı vurguladı: “Çin-Rusya ilişkileri olgun, istikrarlı ve dayanıklıdır”, “Çeşitli alanlarda işbirliği istikrarlı bir şekilde ilerlemektedir” ve “Önemli konular hakkında zamanında iletişim kurulmaktadır.”

ABD-Rusya ilişkilerinin hızla iyileşmesi, ABD-Avrupa ilişkilerinin gerilmesi ve Rusya-Ukrayna savaşının 2025’te hızla sona erebileceği ihtimali karşısında bazı kritik sorular ortaya çıkıyor: ABD-Rusya ilişkileri gerçekten önemli ölçüde iyileşecek mi? Çin-Rusya ilişkileri bundan etkilenecek mi? Çin, ABD ve Avrupa ile olan ilişkilerini nasıl yönetecek? Çin, bu süreçte nasıl kazançlı çıkıp zarar görmekten kaçınabilir? Çin, tüm bu sorularla karşı karşıya ve büyük bir diplomatik seçim yapmak zorunda.

ABD’nin “U Dönüşü” ve Rusya’nın Stratejik Rahatlaması

Rusya-Ukrayna savaşı üç yıldır devam ediyor. Rusya, Ukrayna’nın doğusundaki dört bölgenin bir kısmını ele geçirdi, Putin’in liderliğini güçlendirdi, Rus ordusunun savaş tecrübesini artırdı ve Kuzey Kore ile stratejik iş birliğini derinleştirdi. Ancak, aynı zamanda büyük bedeller ödedi:

– Uluslararası imajı zarar gördü,

– Diplomaside gerilimler arttı,

– Bölgesel etkisi azaldı,

– NATO’nun genişlemesiyle Rusya, C şeklinde bir kuşatma altına girdi,

– Karadeniz ve Baltık Denizi’ndeki deniz yolları tehdit altına girdi,

– Dış askeri üsleri risk altında kaldı,

– Savaş harcamaları arttı,

– Yaptırımlar nedeniyle ticaret engellendi, enerji ihracatı azaldı, yabancı yatırımlar düştü,

– Toplumsal açıdan, büyük kayıplar yaşandı, iç gerilimler arttı ve nüfus azaldı.

Bu zorluklar, Rusya’yı daha önce hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir duruma soktu. Ancak, Trump’ın Rusya yanlısı politikaları, Moskova’ya stratejik bir çıkış kapısı sundu ve özellikle ABD’den gelen baskıyı önemli ölçüde azalttı.

Birincisi, Rusya’nın “özel askeri operasyonu” stratejik hedeflerine büyük ölçüde ulaşacak. Trump yönetimi, Rusya’nın öne sürdüğü bazı koşulları kabul etmiş görünüyor:

– Ukrayna NATO’ya katılmayacak,

– NATO’nun doğuya genişlemesi duracak,

– Zelensky hükümeti görevden ayrılacak,

– Neo-Nazi unsurların etkisi azaltılacak,

– Rusya, Ukrayna’nın doğusundaki dört bölgenin bir kısmını kontrol edecek,

– Donbas bölgesindeki toprak, doğal kaynaklar ve nüfus Rusya’nın kontrolüne geçecek.

Ayrıca, barış görüşmeleri sayesinde savaşın daha da tırmanması önlenerek Rusya’nın dış askeri tehditleri azaltılacak ve ülkenin stratejik güvenliği sağlanacak.

Rusya, üç yıl süren bu savaşla eski Sovyet coğrafyasındaki etkisini pekiştirmiş, Ukrayna’nın Batı’ya yaklaşmasını engellemiş, ulusal çıkarlarını koruma konusundaki kararlılığını dünyaya göstermiş, uluslararası arenadaki söz hakkını artırmış ve Karadeniz’deki konumunu güçlendirmiştir.

Bunun yanında, Suriye’deki yeni hükümet, Rusya’ya dostane bir tutum sergileyerek Rusya’nın Tartus ve Hmeymim’deki askeri üslerini Doğu Akdeniz’deki stratejik noktalar olarak kullanmasına izin vermiştir.

Mevcut eğilimlere bakıldığında, gelecekte yapılacak barış görüşmeleri, Rusya’nın Ukrayna’daki jeopolitik çıkarlarını, özellikle doğu bölgesindeki kontrolünü garanti altına alabilir. Böylece, Rusya’nın Avrupa’daki jeopolitik etkisi güçlenebilir ve Batı ile olan müzakerelerinde elini güçlendirebilir.

İkinci olarak, Rusya’nın daha önce içinde bulunduğu zor durum tamamen tersine dönebilir.

ABD-Rusya ilişkilerindeki iyileşme ve Rusya-Ukrayna savaşının barış görüşmeleriyle çözülmesi, Rusya’ya Batılı ülkelerle ilişkilerini yeniden inşa etme, uluslararası izolasyonu azaltma, yaptırımları hafifletme, dış baskıyı azaltma, küresel imajını iyileştirme ve diplomatik alanını genişletme fırsatı sunacaktır Bu durum, Rusya’nın ulusal çıkarlarını daha iyi korumasına ve uluslararası arenadaki etkisini artırmasına yardımcı olabilir.

Uzun Süreli Savaşın Rusya Ekonomisine Ağır Etkisi

Eğer Rusya, ABD ile işbirliği yaparak Rusya-Ukrayna barış görüşmelerine ulaşabilirse, yaptırımların kademeli olarak kaldırılması veya hafifletilmesi mümkün olabilir. Bu durum, Rusya’nın diğer ülkelerle normal ekonomik ve ticari ilişkilerini yeniden tesis etmesine, enerji fiyatlarını istikrara kavuşturmasına ve böylece ekonomik baskıyı hafifletmesine yardımcı olacaktır. Bu süreç, ülkenin iç ekonomik kalkınması için elverişli koşullar yaratacaktır.

Trump yönetimi, gelecekte Rusya ile ekonomi, enerji, uzay gibi alanlarda işbirliği yapacağını ve hatta Rusya’nın G7’ye yeniden katılımını destekleyeceğini iddia etti. Bu politikalar, Rusya ekonomisinin toparlanması ve büyümesi için olumlu gelişmeler sunacaktır. Son dönemde Rus rublesinin sürekli güçlenmesi, piyasanın genel olarak Rusya ekonomisine güven duyduğunu göstermektedir.

Savaş durumu sona erdiğinde, Rusya askeri alandaki kaynaklarının ve enerjisinin daha büyük bir kısmını iç ekonomik inşaya, toplumsal gelişime ve halkın refahının iyileştirilmesine yönlendirebilir. Bu da ülke ve toplumun genel kalkınmasını teşvik edecek, yaşam standartlarını yükseltecek, iç istikrarı ve toplumsal dayanışmayı güçlendirecek ve ülkenin genel gücünü yeniden inşa etmesine yardımcı olacaktır.

Çin-Rusya İlişkileri Etkilenebilir, Çin Zamanında ve Dikkatli Bir Şekilde Ayarlama Yapmalı

ABD-Rusya ilişkilerindeki iyileşme, Rusya-Ukrayna krizini ve küresel dengeleri derinden etkileyecektir. Trump yönetimi, ABD-Rusya ilişkilerini güçlendirerek ve Rusya-Ukrayna barış görüşmelerini teşvik ederek, ABD’nin küresel stratejik düzenini yeniden şekillendirebilir. Bu süreçte, diğer önemli bölgelere ve alanlara daha fazla kaynak ve dikkat yönlendirilebilir, bu da Çin’e karşı baskının ve engellemelerin artmasına neden olabilir.

Birincisi, Rusya’nın Çin’e olan stratejik bağımlılığı azalabilir ve Çin’in beklentilerini buna göre ayarlaması gerekebilir.

Rusya ve ABD arasında artan üst düzey temaslar, ikili ilişkilerin normalleşme yönünde ilerlediğini göstermektedir. Rusya’nın, Ukrayna’nın geleceği ve Orta Doğu yönetimi gibi çeşitli ortak çıkar alanlarında ABD ile işbirliğini yeniden başlatması bekleniyor. Ayrıca, ekonomi, enerji ve uzay gibi alanlarda ABD ile ortak çalışmalar yürütmesi olasılığı da bulunuyor.

Trump yönetiminin Rusya üzerindeki kısıtlamaları gevşetmesiyle, Batı dünyasının Rusya’ya uyguladığı yaptırım baskısı kademeli olarak azalacaktır. Bu da Rusya’nın uluslararası arenada daha geniş bir stratejik hareket alanına sahip olmasına olanak tanıyacaktır.

Bu süreç, Rusya’nın Çin’e olan bağımlılığını kademeli olarak azaltacak ve stratejik özerkliğini artıracaktır. Daha önce Rusya’nın “Doğu’ya ve Güney’e Açılım” stratejisinde görülen ivme yavaşlayabilir. Bu durumda, Çin’in Rusya ile yaptığı işbirliklerindeki inisiyatifi azalabilir. Ayrıca, Rusya’nın toparlanmasıyla birlikte, ikili ilişkilerde Moskova’nın daha fazla stratejik bağımsızlığa ve pazarlık gücüne sahip olması beklenmektedir.

İkincisi, ABD-Rusya ilişkilerinin iyileşmesi sorunsuz olmayacak ve Çin’in aşırı kaygılanmasına gerek yok.

Şu anda ABD ve Rusya arasında yaşanan üst düzey temaslar, yalnızca ilişkilerde bir yumuşama eğilimi olduğunu göstermektedir. Ancak, bu temasların tamamen normalleşmeye dönüşmesi için uzun bir süreç gerekecektir. ABD-Rusya ilişkileri hâlâ “buzları kırma” aşamasındadır ve tam anlamıyla normalleşmeleri için kat edilmesi gereken uzun bir yol vardır. Benzer şekilde, Rusya-Ukrayna barış görüşmelerinin başarıya ulaşması için de birçok çalışma yapılması gerekmektedir. Bu yüzden, ABD ve Rusya arasında bir “balayı dönemi” başladığını ya da Rusya-Ukrayna savaşının çok yakında sona ereceğini öngörmek için henüz erken.

Çin, ABD ve Rusya arasındaki etkileşimleri yakından takip etmeli, Rusya, Ukrayna, Avrupa Birliği ve ABD ile sürekli temas halinde olmalıdır. Ayrıca, BRICS gibi çok taraflı mekanizmalar aracılığıyla Küresel Güney ülkeleriyle koordinasyon sağlamalı ve Ukrayna meselesinde yapıcı bir rol oynayarak kendi çıkarlarını korumaya devam etmelidir.

Üçüncüsü, Trump’ın Rusya politikasındaki büyük değişiklikler dirençle karşılaşabilir.

  1. ABD iç politikasındaki muhalefet: Trump’ın politikaları ABD içinde oldukça tartışmalıdır. Demokrat Parti, genellikle Ukrayna’ya desteğin devam etmesini savunmaktadır. Trump’ın Rusya-Ukrayna barış görüşmelerini desteklemesi, ABD’deki partizan bölünmeyi artırabilir ve hükümetin karar alma sürecini ve uygulama kapasitesini zayıflatabilir.
  2. ABD askeri-endüstriyel kompleksinin etkisi: Barış görüşmeleri, askeri sanayi talebinin anında azalmasına yol açabilir. Bu durum, askeri-sanayi sektöründeki büyük şirketlerin Trump’ın politikalarına açık veya gizli şekilde karşı çıkmasına neden olabilir.
  3. Avrupa müttefiklerinin hoşnutsuzluğu: Trump’ın Rusya-Ukrayna barış görüşmelerini destekleme çabaları, Avrupa müttefikleri arasında rahatsızlık yaratmıştır. Avrupa ülkeleri, ABD’nin bu adımının NATO’nun bütünlüğünü zayıflatabileceğinden ve Rusya karşısında Avrupa’yı daha savunmasız bırakabileceğinden endişe etmektedir. Bu durum, ABD-Avrupa ilişkilerinde çatlaklara yol açabilir ve geleneksel transatlantik ittifakına zarar verebilir.

Bu nedenle, Rusya-Ukrayna krizinin geleceği yalnızca ABD ve Rusya’nın kararlarına bağlı olmayacak, aynı zamanda Avrupa Birliği, Ukrayna ve diğer tarafların tepkilerine de bağlı olacaktır.

Trump yönetimi, ABD’de Demokrat Parti’nin geleneksel kesimleri ve askeri-endüstriyel sermayenin baskılarıyla karşı karşıyadır. Ayrıca, Trump’ın öngörülemez liderlik tarzı göz önüne alındığında, ABD-Rusya ilişkilerinin tamamen sorunsuz bir şekilde normalleşmesi garanti edilemez. Bu süreçte ne tür engellerin ortaya çıkacağı, bu engellerin ne kadar büyük olacağı ve süreçte geri dönüşler yaşanıp yaşanmayacağı hâlâ dikkatle izlenmesi gereken konulardır.

Rusya ve ABD ile Karmaşık İlişkileri Yönetmek: İnisiyatif Çin’de

1. Putin, Trump Değildir; Putin Yönetimindeki Rusya-Çin İlişkileri Büyük Dalgalanmalar Yaşamayacaktır

Önümüzdeki dört yıl boyunca Çin, yeni dönemde Çin-Rusya kapsamlı stratejik işbirliği ortaklığını güçlendirmeye ve Ukrayna meselesinde Rusya ile iletişimi ve koordinasyonu artırmaya odaklanmalıdır.

ABD-Rusya ilişkilerinin önemli ölçüde yumuşaması, Rusya’nın diplomatik konumunu iyileştirebilir. Ancak Putin yönetimindeki Rusya, Trump’ın dört yıllık görev süresi içinde ABD’ye olan güvenini Çin gibi uzun vadeli stratejik ortaklarının üzerine çıkacak şekilde artırma olasılığı düşük olan bir ülkedir.

Trump’ın iş dünyası kökeninden farklı olarak, Putin daha istikrarlı ve ileri görüşlü bir liderdir ve Rusya’nın uzun vadeli çıkarlarına yönelik dengeli ve kalıcı planlar yapacaktır.

Dünya genelinde ülkeler, Trump yönetiminin gücü ve etkisi konusunda bekleyip görme yaklaşımı benimsemektedir. Ülkeler, Trump ve ekibinin ABD’yi istikrarlı bir şekilde yönetip yönetemeyeceğini, Demokrat Parti’nin yerleşik düzenini ne ölçüde baskılayabileceğini, küresel rakiplerini zayıflatıp zayıflatamayacağını ve “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapma” hedefini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini gözlemlemektedir. Nihai amaç, dört yıl sonra MAGA (Make America Great Again) hareketinin Trump’ın politikalarını sürdürmesini ve Trump ailesinin çıkarlarını korumasını sağlamaktır.

2. Çin, Trump Yönetiminin Dikkatini Dağıtmasına İzin Vermemeli ve Stratejik Kararlılığını Korumalıdır.

Çin, stratejik netlik, istikrar ve yönünü en üst düzeyde korumalı, rakiplerinin belirlediği stratejik yıpratma taktiklerine düşmekten kaçınmalıdır.

Son yıllarda, Çin-ABD stratejik düşünce kuruluşları arasında yaygın bir görüş hâkim: Önümüzdeki on yıl içinde Çin ile ABD arasındaki güç dengesi değişebilir. Eğer Çin, on yıl içinde ABD’yi belirgin bir şekilde geride bırakırsa, ABD’nin Çin’e yönelik baskı politikalarını terk etme ve işbirliği yolunu seçme ihtimali doğabilir.

Bu senaryo, elbette en iyimser olanıdır. Ancak, bu mantığa göre Çin’in önümüzdeki on yılda hızla gelişmesi ve ABD’yi çeşitli alanlarda geçmesi gerekecektir. Bunun en büyük riski, Çin’in kalkınma potansiyelinin aşırı tüketilmesi ve ülkenin tükenme noktasına gelmesidir.

Soğuk Savaş döneminde ABD, askeri rekabeti kullanarak Sovyetler Birliği’ni çökertti. Reagan yönetiminin “Yıldız Savaşları Programı”, Sovyetler’i sürdürülemez bir askeri yarışa sürükleyerek ekonomik ve stratejik kaynaklarını tüketti.

Bugün, Çin ile ABD arasındaki rekabet, uzun vadeli bir “stratejik enerji biriktirme” ve “kapasite oluşturma” savaşıdır.

– Çin’in kurumsal avantajları, ekonomik ve toplumsal potansiyeli ile kültürel dayanıklılığı, uzun vadeli bir mücadeleyi sürdürmesine olanak tanımaktadır.

– Çin’in ABD ile doğrudan rekabete girmesine veya kendini gereksiz yere yıpratmasına gerek yoktur.

– Bunun yerine, Çin ulusal potansiyelini korumaya, ABD, Rusya ve Avrupa ile ilişkilerini dengede tutmaya ve Tayvan meselesinde stratejik sabır göstermeye odaklanmalıdır.

– Yumuşak ve akıllı güç stratejileriyle rakiplerini ustaca manevralarla alt etmeli, sürdürülebilir ve uzun vadeli kalkınmaya öncelik vermelidir.

– Nihai hedef, Çin’in büyük ulusal canlanmasını gerçekleştirmek, hem sert hem de yumuşak gücünü dengeli bir şekilde geliştirmek ve küresel stratejik konumunu güçlendirmektir.

3. Çin, Avrupa ile İlişkilerini Güçlendirmeli, Özellikle Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleriyle İş Birliğini Yeniden Canlandırmalıdır.

Trump yönetiminin Rusya yanlısı politikaları, Avrupa’da tedirginlik yaratmıştır.

– Avrupa ülkeleri, Ukrayna krizinde büyük ekonomik kayıplar verdikten sonra ABD’den gelebilecek güvenlik tehditlerine karşı savunmasız kalmaktan endişe etmektedir.

– Çin, Avrupa’nın stratejik özerkliğini artırmasına yardımcı olmak için somut adımlar atmalı, ekonomik, teknolojik ve ticari işbirliğini güçlendirmelidir.

– Özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, ABD-Rusya ilişkilerinin yumuşaması ve Rusya’nın avantaj kazanması karşısında güvenlik endişeleri taşımaktadır.

– Bu durum, Çin için “16+1” Çin-Orta ve Doğu Avrupa İş Birliği Mekanizmasını yeniden canlandırma fırsatı sunmaktadır.

Önümüzdeki 3-4 yıl içinde, Çin uluslararası kurallar çerçevesinde Avrupa ile karşılıklı fayda sağlayan ilişkiler kurmalı, ticaret hacmini artırmalı, gümrük vergilerini düşürmeli, yapay zeka ve yenilenebilir enerji gibi alanlarda işbirliğini genişletmeli ve insanlar arası kültürel etkileşimi güçlendirmelidir.

4. Çin, Stratejik Caydırıcılığını, Özellikle Nükleer Caydırıcılığını Güçlendirmelidir.

Çin, stratejik caydırıcılık kapasitesini, özellikle nükleer caydırıcılık gücünü ve ulusal güvenliğini daha da geliştirmelidir.

– Stratejik nükleer gücün modernize edilmesi ve güvenliğinin mutlak şekilde sağlanması, ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğünün korunması açısından kritik bir unsurdur.

– ABD’de hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat politikacılar, Rusya’nın güçlü stratejik nükleer kapasitesinden çekinmektedir.

– Bu nedenle, ABD her zaman Rusya’ya karşı dikkatli davranmaktadır.

– Ukrayna ise stratejik nükleer gücünü kaybettikten sonra, ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü ciddi şekilde ihlal edilmiştir.

Çin’in uzun vadeli ulusal güvenliğini sağlamak için güçlü bir stratejik caydırıcılığa sahip olması ve ulusal savunmasını güçlendirmesi gerekmektedir.

Sonuç

  1. Putin’in Rusya’sı, kısa vadeli kazançlar uğruna Çin gibi uzun vadeli stratejik ortaklarını terk etmeyecektir.
  2. Çin, stratejik sabrını koruyarak ABD ile gereksiz yıpratıcı bir rekabete girmemelidir.
  3. ABD-Rusya yakınlaşmasından doğan fırsatları değerlendirerek, Avrupa ile ilişkilerini güçlendirmelidir.
  4. Stratejik caydırıcılığını, özellikle nükleer caydırıcılığını artırarak ulusal güvenliğini sağlamlaştırmalıdır.

Bu stratejileri takip ederek Çin, değişen küresel jeopolitik ortamda uzun vadeli istikrarını ve gücünü koruyabilir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4

Yayınlanma

Çeşitliliğin Birliğinden Hindu(tva) Birliğine 

Son yıllarda artık Hindistan’da Hindutva etkisi ve Hint toplumunda çeşitliliğin birliğinden Hindu(tva) birliğine dönüşüm hissedilebilir boyutlarda. Bu yalnızca dini olarak değil, etnik ve dilsel olarak da ülkedeki tüm azınlıklar için geçerli olsa da özellikle Hindu-Müslüman ayrışması olarak tezahür ediyor.

(Ki çünkü bugün Hint Müslümanlar Hindistan’daki en büyük azınlık nüfusunu oluşturuyor ve tarihte bölünme deneyimi temelde Hindu-Müslüman ayrışması üzerine gerçekleşmişti.)

2019 yılı Hindistan’da Jammu ve Keşmir’in özel özerkliğinin kaldırılmasından tutun da Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’na kadar cesur kararların peşi sıra alındığı bir yıldı. Bu cesur kararlar Hint toplumunda bir çırpıda değinilip geçilemeyecek kadar yaygın ve derin etki bırakıyor.

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

Örneğin,

Jammu ve Keşmir, işsizlik oranı ülkedeki en yüksek oranlardan biri. Özel-özerk statüsünün kaldırılması öncesinde Jammu ve Keşmir’in aylarca kapatılması (koronavirüs salgınının etkisi de var) ülke ekonomisine büyük darbe vurdu, binlerce kişi işini kaybetti. Ayrıca özel sektörün olmaması nedeni ile hükümet en büyük işveren ve hükümet işine talep yüksek, alım sınırlı ve güven az. Ekonomideki yavaşlama, diğer pek çok etkinin yanısıra Müslüman hacı adaylarının sayısında keskin bir düşüşe neden oldu. Jammu ve Keşmir’den 2017’de 35 bin kişi hacca gitmek için başvuruda bulunurken bu sayı 2023’te 8 bin 2024’te ise yalnızca 4 bin. Bunda ayrıca BJP hükümetinin 2018’de Hac için sağlanan tüm sübvansiyonu kaldırmasının da büyük payı var ki Haccın tüm maliyeti artık hacılar tarafından karşılanıyor.

Örneğin,

2015’te BJP’nin Hindistan Vatandaşlık Yasası’nda, 31 Aralık 2014’ten önce Hindistan’a Afganistan, Pakistan ve Bangladeş’ten gelen kaçak göçmenlerin Müslüman olmadıkları sürece Hint vatandaşı olmalarına olanak tanıyan değişiklikler yapılması için kampanya başlatması ile Vatandaşlık (Değişiklik) Yasası’nın (CAA) 11 Aralık 2019’da kabul edilmesi, Müslümanlara karşı ayrımcı olarak görüldü ve ülke çapında yaygın protestoları tetikledi. CAA kuralları uyarınca başvuranların 31 Aralık 2014’ten önce Hindistan’a geldiklerini kanıtlayan belgeler sunmaları gerekiyor ve bu üç ülkede yaşayan yalnızca altı gayrimüslim topluluk aftan yararlanabiliyor. Ancak üzerinden beş yıl geçmesine karşın yasa Hindular için de faydalı olmadı. Örneğin Bangladeş’ten gelen bazı Hindu göçmenler Bangladeş hükümeti tarafından verilmiş, ülkelerini kanıtlayan resmi belgelerinin olmadığını söylüyor. Bunun sonucunda çoğu göçmen, vatandaşlık kanıtı olmadan pasaport, devlet işi veya Planlanmış Kast sertifikası başvurusunda bulunurken engellerle karşılaşıyor.

Örneğin,

Hindistan’da artık hemen her gün Ram tapınağı benzeri anlaşmazlıkların gündeme getirilmesi söz konusu oluyor. Ayodhya kararından bu yana toplum, azınlık ibadethanelerini değiştirebileceği mesajını aldı. Ülke genelindeki mahkemelerde Varanasi’deki Gyanvapi camisi, Mathura’daki Shahi Idgah camisi ve Rajasthan’daki Ajmer Sharif dergahı gibi 10 cami ve türbe ile ilgili en az 18 dava devam ediyor. Bu davalardaki Hindu davacılar, bu yapıların eski Hindu tapınaklarını yıktıktan sonra inşa edildiğini iddia ediyor. Üstelik, Yüksek Mahkeme’nin İbadet Yerleri Yasası’na itirazda kaçınması, Hindutva’nın camiler hakkındaki yeni iddialarını güçlendiriyor. Kısa süre önce Yüksek Mahkeme, Uttar Pradesh Mathura’daki Shahi Idgah camisinde caminin bir tapınak üzerine inşa edilip edilmediğini incelemek için bir araştırma yapılmasına izin veren Allahabad Yüksek Mahkemesi’nin emrini durdurmayı reddetti. Bu, araştırmanın yapılmasının önünü açıyor. Veya Varanasi’deki Gyanvapi camisinde benzer bir araştırmanın yapılmasına yeşil ışık yakmıştı. Araştırma daha sonra Hindistan Arkeoloji Araştırması tarafından yürütüldü. Her iki durumda da cami yönetim komiteleri tarafından araştırma çalışmalarına yönelik itirazlar, 1991 tarihli İbadet Yerleri (Özel Hükümler) Yasası’na dayanıyordu. Bu yasa, bağımsız Hindistan’da bir ibadet yerinin dini karakterinde herhangi bir değişikliği özel olarak yasaklar. Bu kanunun anayasaya uygunluğu, 2020’den beri beklemede olan dilekçeler aracılığı ile Yüksek Mahkeme’de itiraz edildi. Ancak bu dilekçelerin beklemede olması ve en yüksek mahkemenin kanuna dayalı araştırma emirlerine itirazı ele almayı reddetmesi, Hindu tarafının hem Varanasi hem de Mathura meselelerinde yasayı etkili bir şekilde atlatmasına olanak tanıyor, alt mahkemeleri yasayı atlatmaya cesaretlendiriyor.

Örneğin,

Geçen yıl BJP hükümeti Parlamento’ya İslami hayır amaçlı vakıfları düzenleyen yasada büyük bütçeli değişiklikler öneren bir yasa tasarısı sundu. Yasa tasarısı, din özgürlüğü ve din işlerini yönetme özgürlüğü gibi hakları ihlal ettiği gerekçesi ile muhalefet karşı çıktı. Ülkedeki Müslüman örgütler de yasa tasarısının vakıf kurullarının “özerkliğini azaltmayı” amaçladığını ve toplumla istişare edilmeden hazırlandığını söylüyor. Vakıf (Değişiklik) Yasa Tasarısı, vakıf kurullarının yetkisini sınırlamayı, hükümet tarafından daha fazla kontrol sağlanmasını, gayrimüslimlerin de kurul üyesi olabilmesine olanak sağlamayı, mülk bağışlarını kısıtlamayı ve vakıf mahkemelerinin işleyiş biçimini değiştirmeyi öneriyor. Değişiklik tasarısını destekleyenler arasında, Vakıf komitelerinin yasadışı yetkileri, bürokratların elindeki güç yoğunlaşması, mütevellilerin veya denetçilerin yolsuzluğu gibi sorunları içermediğini ve ya hükümetin bunlardan haberdar olmadığını ya da Müslümanların kendi aralarında kavga etmeye devam etmesini istediğini söyleyenler de var. Ve Muhalefet liderlerinin itirazları üzerine yasa tasarısı daha detaylı görüşülmek üzere ortak parlamento komisyonuna havale edildi.

Örneğin,

birçok isyan veya kargaşa, Müslümanların karışık demografik özelliklere sahip mahallelerden “gettolara” zorla yerleştirilmesine yol açıyor. Bu yerinden etme girişimleri en azından Aralık 1992’de Ayodhya’da Babri camisinin yıkılmasının ardından çıkan ülke çapındaki isyanlardan bu yana açıkça görülüyor. 2002 Gujarat olayları da bu girişimlerin zirve yaptığı bir başka dönemdi. Yakın örneği, geçen yıl haziran ayında Vadodara’daki bir konut kompleksinin 30’dan fazla sakini, Mukhyamantri Awas Yojana (hükümetin kırsal ve yoksul kesime konut projesi) kapsamında 44 yaşındaki bir Müslüman hükümet çalışanına daire tahsis edilmesine karşı protesto düzenledi. Komplekste bir Müslüman kadın ve genç oğlunun bulunmasının “tehdit ve rahatsızlık” oluşturduğunu iddia ettiler. Benzer Müslüman karşıtı bağnazlık örnekleri Hindistan’ın her yerinde görülüyor. Bir önceki yılın haziran ayında Uttarakhand’daki Purola’da Müslüman tüccarlar tehdit edildi ve dükkanları tahrip edildi, bir düzineden fazla aile kaçmak zorunda kaldı. Vadodara’daki kadın hükümet çalışanı gibi savunmasız Hint Müslümanların devam eden deneyimlerine yerinden edilme ve zorunlu göç merceğinden bakmak önemli. Hindistan’daki Müslüman “gettoları” yalnızca önyargının ürünü değil, zorla yerinden edilmenin de bir sonucu. Ki olay, Hindistan’daki Müslümanlara karşı köklü önyargıyı vurgularken özellikle BJP iktidarındaki son on yılda Hindistan Müslümanlarının karşılaştığı daha geniş bir iç yerinden edilme örüntüsünü yansıtıyor.

Örneğin,

tanrı Ram’ın Ayodhya’ya dönüşünün, iyiliğin kötülüğe karşı zaferinin kutlandığı festival Diwali/Deepavali her ne kadar Hindu inancına özgü olsa da Hindistan’da önceden her inançtan ve kimlikten komşuların ve arkadaşların katıldığı, ışıldayan bir ışık ve neşe festivaliydi. Son yıllarda Hindu kızgınlığının odağı haline gelen hızlı dönüşüm ile birlikte artık yalnızca Hindular tarafından meşru bir şekilde kutlanabilen bir festival olarak yayılıyor. Örneğin birçok WhatsApp grubu, “Diwali Mubarak” selamlamalarını eleştiren saldırgan paylaşımlar içeriyor.

(Bu arada, resmi ideolojinin ötesinde, Hindutva’ya yakın komplo teorileri ve propaganda ekosistemi mevcuttur ve bunlar büyük ölçüde sosyal medya, özellikle de yaklaşık 500 milyon Hint’in kullandığı WhatsApp aracılığı ile yayılır.)

Mubarak, Urduca bir sözcük diye uyarıyorlar. Yani bunu bir Diwali kutlaması için kullanmak, Hindu inancını “İbrahimleştirmek” için sinsi bir teklif anlamına geliyor. Yani Hindular, kendilerini Hintçe gibi “Hint” dilleri ile sınırlamak için titiz olmalılar. Ve bunun yerine “Diwali ki shubh kamnayein” gibi bir şey öneriyorlar.

Benzer bir tartışma 2021’de önde gelen Hint giyim zinciri FabIndia’nın Diwali kıyafet koleksiyonunu Urduca’da “geleneğin kutlanması” anlamına gelen Jashn-e-Riwaaz başlığı altında tanıtması ile de gündeme gelmişti. İslamofobik açıklamaları ile ünlü bir BJP milletvekili, geleneksel Hindu kıyafetleri giymemiş modeller ile bu reklamın Hindu festivallerinin kasıtlı olarak İbrahimleştirilmesi anlamına geldiğini ilan etmişti. FabIndia protestolara dayanamamış ve reklamını geri çekmişti.

Veya Delhi’nin önde gelen Lady Shriram Koleji, Diwali festivallerine Noor 2024 adını verdiğinde (Urduca’da Noor ışık anlamına gelir), sosyal medyada küfürlü bir öfkeye yol açtı. Bunu, Hindu festivallerinin “İslamlaştırılması” olarak tanımlayan kitleler, Kolejin Deepawali’yi Hinduizm’e saygısızlık ederek sahiplendiğini ve hatta bunun Pakistan tarafından desteklenen bir etkinlik gibi göründüğünü iddia ettiler. Bunların, geleneksel Hindu dini uygulamalarını hedef alan ve bu nedenle Hindu duygularını incitmeye yönelik gayrımeşru çabalar olduğunu iddia ediyorlardı.

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 2

Gerçek şu ki tüm Hindular Diwali’yi kutlamıyor ve Kuzey ve Güney Hindistan’da farklı. Kuzeyde Diwali, güneyde Deepawali olarak duyduğunuz festivali Kuzey Hintler tanrı Ram’ın 14 yıllık sürgününden dönüşünü kutlar ve inanışa göre Ram aysız bir gecede geri döndüğünden her ev onu karşılamak için lambalar yaktı. Güney Hindistan’da ise Lord Krishna tarafından Narakasura adlı bir iblisin öldürülmesini anmak için şafak vakti kutlanır ki İblisin tövbedeki son dileği, insanların onun ölümünü kötülüğün düşüşü olarak kutlamalarıydı. Ayrıca Bengal’de genellikle Deepavali’den bir gün sonraya denk gelen Kali Puja ana ibadet/kutlama Ve Keralitler çoğunlukla Deepavali’yi kutlamaz ve yerine Lord Vishnu’nun Vamana olarak ortaya çıkışına bağlı Onam’ı tercih ederler, Tamil Nadu ve kuzey ise aynı koruyucunun sonraki enkarnasyonlarını işaret eder. Ve Diwali, kuzeyde Lakshmi Puja olarak da kutlanır çünkü inançlarına göre Dhanteras’ta, kuzeylilerin Diwali kutlamalarından birkaç gün önce, tanrıça Lakshmi ve lord Dhanvantri “Samudra Manthan” (mitolojik “Okyanusun Çalkalanması” olayı ve bunun sonucunda nimetler elde edildi) sırasında okyanustan ortaya çıktılar.

Ve Üstelik, Diwali, Hindistan’da uzun zamandır Hindu olmayanlar tarafından da kutlanır. Tarihi kayıtlar, Delhi tahtında oturan Müslüman hükümdarlardan da Diwali’yi sarayında nezaket ve güzel yemeklerle kutlayanlar olduğunu doğrular. Veya Babür İmparatoru Ekber zamanında, Diwali’ye “Jashn-e-Chiraghan” (ışık festivali) deniyordu ve Ekber bunu Babür sarayında görkemli bir festivale dönüştürdü ve tatlı hediye etme geleneğini başlattı. Ramayana okundu, ardından Ram’ın Ayodhya’ya dönüşünü tasvir eden bir oyun oynandı. Şah Cihan, Hindistan’ın dört bir yanından şefleri davet ederek ve İran’dan malzemeler ithal ederek şenlikleri daha da ileri taşıdı. Ayrıca ilahi ışığı temsil eden 40 metre yüksekliğinde bir direğin üzerinde tutulan dev bir lamba “Akash Diya”yı (gökyüzü lambası) yakma geleneğini başlattı. Hatta Evrengzib dahi Diwali’de soylulara tatlı gönderme geleneğini takip etti. Bahadır Şah Zafer’in zamanında Kızıl Kale’de Lakshmi Puja ile birlikte Diwali temalı oyunlar oynanır ve Delhi’deki Jama Camisi yakınında havai fişekler yakılırdı.

Ancak son yıllarda bu birliktelik festivalini çevreleyen bölünme devam ediyor ve her yıl daha da derinleşiyor. Örneğin geçen yıl Madhya Pradesh’te Diwali’nin yalnızca Hinduların festivali olduğu ve yalnızca Hindu tüccarlardan alışveriş yapılması gerektiği yazılı posterler görüldü. Bu, Diwali sırasında Müslüman tüccarların boykot edilmesi çağrısı anlamına geliyordu.

Benzer boykot olayları Kanwar Yatra (Hinduların popüler Hac yolculuklarından biri) ritüelinde de görüldü. Geçen yıl Uttar Pradesh ve Uttarakhand’daki yerel yönetim ve polis, yıllık Kanwar Yatra hacılarının otoyolu üzerindeki lokanta sahiplerine, dükkanlarına isimlerini belirgin bir şekilde belirten tabelalar koymaları yönünde “tavsiyede bulundu.” Hindistan’ın birçok yerinde isimler dinin ve sıklıkla kastın belirteçleri olduğundan, bu açıkça Müslümanların sahip olduğu işletmeleri tanımlamak için bir araç. Yönetim ayrıca Müslüman dükkan sahiplerine Kanwar Yatra süresince dükkanlarını kapatmalarını ve Hindu dükkan sahiplerine Müslüman çalışanlarını “zorunlu izne” göndermelerini “tavsiye etti”.

Kanwar Yatra, tanrı Shiva’nın müritlerinin yıllık hac ziyaretidir. Bunda, erkekler genellikle safran yelekleri ve şortlar giyer ve genellikle çıplak ayakla, kutsal Ganga’dan su almak için yüzlerce kilometre ötedeki Haridwar’a yürürler. Daha sonra bunu omuzlarına astıkları bir bambu çubuğa asılı toprak kaplarda taşırlar. Bu su, Shiva tapınaklarındaki Shiva lingamının üzerine dökmek için taşıdıkları sudur. 1980’lere kadar bu dini performans genellikle yaşlı erkeklerden oluşan küçük gruplar tarafından gerçekleştirilirken son yıllarda, BJP hükümetleri ve RSS çalışanlarının büyük himayesi ile desteklenen Yatra’ya katılan müritlerin sayısının iki milyona yükseldiği tahmin ediliyor. Yani bu Yatra ölçek olarak artık büyük Kumbh festivalinden sonra ikinci sırada.

Bu devasa dini toplantılar yalnızca Hindutva partileri için oy toplama fırsatı olmaktan çıkarak, ayrıca Kanwar yürüyüşçülerinin 15 gün boyunca akın ettiği otoyolları sıralayan binlerce yiyecek tezgahı, meyve satıcısı ve çay dükkanı için geçim fırsatları oluşturuyor. Geçmişte bazı yiyecek tezgahlarının Müslümanlara, bazılarının Hindulara ait olması veya Müslümanların çok sayıda Hindu çalışanı ve Hinduların Müslüman çalışanı olması hiçbir zaman önemli olmadı. Bu dükkanların sahiplerinin isimlerinin belirgin bir şekilde sergilenmesi yönündeki yeni zorunluluk, Hitler zamanında Almanya genelindeki Yahudi işletmelerini ve profesyonellerini hedef alan boykotu ve Nazi Almanyası’ndaki Yahudi işletmelerinin boykot ve zorla kapatma gibi eylemlere karşı kimliklerinin tespit edilebilmesi için duvarlarına sarı ve siyah renkte Davut Yıldızı’nı belirgin bir şekilde çizme zorunluluğunu hatırlatıyor.

Nazi Almanyası’ndaki Yahudi geçim kaynaklarına karşı yapılan boykotlar ile bugün Hindistan’daki Müslüman geçim kaynaklarına karşı yapılan boykotlar arasındaki en büyük farklardan biri, o dönemde Yahudilerin sayıca az olmalarına karşın (1933’te sayıları yaklaşık 600 bin olan Yahudiler toplam Alman nüfusunun yüzde 1’inden azdı.) Alman kamu yaşamının entelektüel, kültürel ve ekonomik olarak önemli ve etkili bir parçası olmalarıydı. Bunu bugün Hindistan’daki Müslümanlar ile karşılaştırın: Hindistan nüfusunun önemli bir bölümünü, yüzde 15’ini oluşturuyorlar ve sayıları kabaca 200 milyon; ancak Hindistan’daki Müslümanların Hindistan’ın diğer iki en yoksul sosyal grubu olan Dalitler (Dalit, Görece yeni türetilmiş ve anlamsız bir politik ifadedir. Planlanmış Kast içinde yer alır ve Hindistan yerlilerinin torunları olarak anılır ancak bu kanıta değil iddiaya dayanır. Benzer iddiaya dayalı olarak, Güney Hindistan coğrafyasındaki güney yerlileri Dravidler olarak anılır.) ve Adivasiler (Planlamış Kabile içinde yer alır ve Hindistan’ın Dalit/Dravid ve Hint-Aryan öncesi ilk orjinal yerli heterojen kabile sakinleri olarak anılır ancak bu kanıta değil iddiaya dayanır.) ile benzer düzeyde kalkınma eksiklikleri yaşadığı rapor ediliyor. Hindistan hükümetinin 2013 yılında yaptığı bir araştırma ve benzer şekilde 2023’te yapılan Borç ve İşgücü Anketi, Müslümanların Hindistan’daki en fakir dini grup olduğunu ortaya koydu. Ayrıca Hindistan’da Müslümanların yüksek öğrenime kayıtlarda yüzde 8’lik bir düşüş gördüğü gözlemleniyor ki ülkede son yıllarda başka hiçbir sosyal grubun bu kadar mutlak bir düşüş görmediği söyleniyor.

Hindistan’daki Müslümanların boykot edilmesine yönelik tekrarlayan çağrılar, Müslümanların çeşitli suçlarla suçlanması ile rasyonalize ediliyor. Örneğin en tuhaf olanı, koronavirüs salgını sırasında “tükürük cihadı” olarak adlandırılan ve Müslümanların Hindu sakinleri enfekte etmek için sattıkları yiyeceklere tükürdüğü üzerine kurulan komplo teorisi ki bu, Müslüman satıcıların ülke çapında boykot edilmesine yol açmıştı. Bu, Hindistan’da “aşk cihadı” (Hindistan’da Müslüman erkeklerin Hindu kadınları baştan çıkararak onları İslam’a döndürmek ve hatta onları hamile bırakarak Hint Müslüman nüfusunu artırmak için sistematik bir çabayı hayal eden toksik bir Hindutva komplo teorilerinden biri) olarak adlandırılagelen iddianın, Uttarakhand genelindeki sakinlerin Müslümanlara dükkan ve ev kiralamayı ve Müslümanların mallarını satın almayı reddetmeleri çağrısının bahanesi haline gelmesine benziyor. Veya en başat olanı, Hindistan’a karşı kronik sadakatsizlikleri ve Hindu inancına saygısızlıkları iddiası var; bu, ortaçağ Hindistanı’ndaki Hindu tapınaklarının iddia edilen yıkımı ile kanıtlanıyor. Ayrıca Müslüman boykotu kendini Müslüman tüccarların bazı tapınakların yakınında faaliyet göstermesini yasaklayan kararlar ile de gösteriyor.

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Ocak 2024’te Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradesh Ayodhya’da Ram tapınağının açılışını yapması, Hindistan’ın anayasasında öngörülen laik cumhuriyetten Hinduizmin egemenliği ile tanımlanan bir ulusa dönüşümünün en somut işareti olduğu bir gerçektir. Modi’nin açılıştan kısa bir süre sonraki sözlerine kulak verin: “Bu, Ram biçiminde ulusal bilincin bir tapınağıdır. Ram, Hindistan’ın inancıdır; Ram, Hindistan’ın temelidir; Ram, Hindistan’ın fikridir; Ram, Hindistan’ın yasasıdır.” Bu dönüşümün ve Modi’nin BJPsi’nin gündeminin merkezinde yer alan Hindu milliyetçi ideolojinin Hindutva veya Hinduluk olduğu da bir gerçektir. Ayrıca Hint diasporası diğer tüm ülkelerden daha büyük ve daha etkili. O halde Hindistan’ın da politikasını ihraç etmesi şaşırtıcı değil. Örneğin Modi, Amerika, Birleşik Krallık ve Avustralya’da hayran kalabalıklar için mitingler düzenlediğinde oralardaki yerleşik Hindular ile Güney Asya kökenli Müslümanlar arasında bazı isyan olaylarına tanıklık edildi. Yani Hindu milliyetçi duygu yalnızca Hindistan içinde değil, Hint kökenli büyük göçmen gruplarının yaşadığı diğer yerler için de geçerli.

ANCAK Hindistan genelinde her şey çok da kötü gitmiyor.

Örneğin Ram tapınağı benzeri anlaşmazlıkların sürekli gündeme getirilmesine RSS Şefi Mohan Bhagwat tepki vermiş, ülkede nefretin ve bölücülüğün yaygınlaşmaması uyarısında bulunmuştu.

Örneğin Modi de Ambedkar için ulusal bir anıtın açılışını yaptıktan bir gün sonra, 14 Nisan 2018’de, Ambedkar’ın 127. doğum yıldönümü vesilesi ile konuşurken “toplumun geri kalmış bir kesiminden” geldiği için bugün başbakan olmasının tek nedeninin Ambedkar olduğunu ifade etmişti.

Örneğin Kanwar Yatra güzergahında hem Hindu hem de Müslüman lokanta sahipleri ve çalışanları bağlarının ne kadar çözülemez olduğunu ifade etti; Hindu dükkan sahipleri genellikle Müslüman işçilerin çoğunluğunu işe aldı ve aynı şekilde birçok Müslüman dükkan sahibi Hindu işçileri işe aldı. Her biri birbirine değer verdi. İşyerindeki ve dışındaki bağlarında, dini kimliklerindeki farklılıklar pek önemli değildi.

Veya Uttarakhand’ta “aşk cihadı” üzerine yürütülen Müslümanlara yönelik ekonomik boykot kampanyalarının Mahkeme kanıtları ile aldatmaca olduğu ortaya konuldu.

Ve Kanwar Yatra olayında Hindistan Yüksek Mahkemesi; Müslümanları, mülklerini ve işletmelerini hedef alan bölücü boykota karşı müdahale etti.

AYRICA, Brahminizm asla tek akım olmadı ve ona karşı direniş yüzyıllardır devam ediyor; Gandhi ve Ambedkar ve daha pek çoğu bunu kanıtlıyor.

Ayrıca, Kastçılık genetik değil, bu yüzden doğuştan Brahmin olan herkes aynı mentalitede değil

Ve her Hindu da aynı mentalitede değil

Veya her Hint de …

Yani bu bir anlamda dışlayıcı ve kapsayıcı fikirler arasında bir savaş durumu gibi.

Ancak ışık var … Çünkü çeşitlilik var.

(Okuyucu bunu yazı dizisinden bağımsız olarak kaleme alacağım bir sonraki makalede daha net anlayacaktır.)

Ülkenin büyüyen ekonomisi ve dünya işlerindeki artan önemi, aynı zamanda Hint olmayanlar için de daha önemli hale geleceği anlamına geliyor.

BU NEDENLE okumaların doğru yapılması gerekir.

Bu yazı dizisinin odağı çoğunlukla olumsuz prizmadan yansımış olsa da her şeye karşın özünde son derece çeşitli, laik bir demokrasi yatan Hindistan gibi bir ülkede genellemeye dönük veya sıfır-toplamlı veya da siyah-beyaz bir bakış açısı -pek çok şeyde olduğu gibi- sağlıklı bir yaklaşım olmaz.

(4. Bölüm sonu)

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 3

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English