Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 1 : “Varolma hakkını her tür vasıtayla savunacağız”

Yayınlanma

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi (“Rusya Federasyonu Dış Siyaset Konsepti”), 31 Mart günü Putin’in kararnamesiyle onaylanarak yayınlandı.

Bu, geçen yıl 24 Şubat’tan beri yayınlanan başlıca tarihi belgeler arasına katılması gereken son derece önemli bir metin.

Belge çok uzun; tam metin çevrilse 100 sayfaya yakın bir broşür hacminde olacaktır. Bu nedenle belli başlı noktalarını çevirmekle ve yorumlamakla yetinmek daha doğru olacak; ama bu durumda bile tek bir yazıya sıkıştırmak mümkün değil; dolayısıyla okurun sabrı gerekecek.

Daha ilk maddede bunun bir “stratejik planlama belgesi” olduğuna dikkat çekiliyor; belge, “Rusya Federasyonu’nun dış siyaset alanında milli menfaatlerine, Rusya Federasyonu’nun dış siyasetinin temel ilkelerine, stratejik hedeflerine, temel görevlerine ve öncelikli istikametlerine sistematik bir bakış sunuyor”. Belgenin başlıca hukuki temeli, anayasa ve “uluslararası hukukun genel kabul görmüş ilke ve normları”, Rusya’nın uluslararası anlaşmaları, “dış siyaset alanında federal organların faaliyetlerini düzenleyen” federal kanunlar ve diğer iç müktesebat olarak tanımlanıyor.

4’üncü madde, Rusya Federasyonu’nun kendini nasıl tanımladığını gösteriyor; bu aynı zamanda devletin (siyasi, sosyal) davranışlarını biçimlendiren ideolojik çerçeveyi de çiziyor. Önemli bu, zira çerçeve anlaşılmadan davranışlar hakkında öngörüde bulunmak çok güç, dahası hemen hepsi gevezelikten başka bir şey olmayan kendinden menkul klişe benzetmeler ve karşılaştırmalar da (Rusya’nın verili bir ülkeye, Putin’in verili bir lidere vb. benzetilmesi ve karşılaştırılması) sıkça yapılıyor. Oysa bu tür karşılaştırmalara itibar etmeden tayin edilmiş ilkelere bakmak gerek.

Bu madde şöyle diyor:

“Bin yılı aşkın bir bağımsız devletlilik tecrübesi, önceki çağların kültürel mirası, geleneksel Avrupa kültürü ve Avrasya’nın diğer kültürleriyle derin tarihi bağlar, uzun yüzyıllar boyunca gelişmiş olan ortak topraklarda muhtelif halkların, etnik, dini ve dilsel grupların ahenkle bir arada yaşamasını sağlama yetisi, orijinal bir devlet-uygarlık, Rus halkıyla Rus dünyasının kültür ve uygarlık topluluğunun bileşenleri olan diğer halkları kaynaştıran, geniş bir alana yayılmış bir Avrasya ve Avrupa-Pasifik gücü olarak Rusya’nın özgül durumunu tayin ediyor.”

İyi çalışılmış bir ideolojik çerçeve. Her biri farklı bir yazının konusu olabilecek (ve olan) şu noktaların altı kalınca çiziliyor:

1) Rusya’nın devletliliği (devlet değil) tarihi bir devamlılık olarak kabul ediliyor;

2) Bu devamlılık özgül bir uygarlık taşıyıcısı kabul ediliyor;

3) Çokulusluluk, çokdinlilik ve çokdillilik uygarlığın ve devletin temel nitelikleri olarak kabul ediliyor;

4) Rusya bir Avrupa-Avrasya devleti kabul ediliyor;

5) Rus dünyası etnik değil kültürel bir ortam olarak kabul ediliyor.

5’inci maddede Rusya’nın çağdaş dünyadaki yeri, “bütün hayati faaliyet alanlarındaki büyük kaynakları”, başta “BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi olarak statüsü” olmak üzere başlıca uluslararası örgüt ve birliklere üyeliği, “en büyük iki nükleer güçten biri” oluşu, ve (en önemlisi) “SSCB’nin hukuki varisi (hukuki devamcısı) bir devlet” oluşuyla açıklanıyor. Buna kimsenin kuşkusu yok zaten, Rusya tarihinin gelmiş geçmiş en azılı antikomünist yöneticisi Yeltsin bile bu tarihi devamlılığın üzerini çizmeyi başaramadı (hem batının bu devamlılığı dayatıyor olması, hem de içeride bundan vazgeçmenin imkânsızlığı yüzünden); ama devamlılığın bu kadar açık ve (deyim yerindeyse) doğrudanlık şeklinde ifade edilmesini, belgenin en önemli noktalarından biri saymak gerek. Bu maddede Rusya’nın sadece İkinci Dünya Savaşı’ndaki zaferde “tayin edici katkısı” değil, “çağdaş uluslararası ilişkilerin kurulmasında ve dünya sömürgecilik sisteminin tasfiyesinde” oynadığı rolün de altı çiziliyor. Rusya, bunlara dayanarak “küresel gelişmenin egemen merkezlerinden biri olarak” öne çıkıyor ve “küresel güçler dengesinin desteklenmesinde ve çokkutuplu uluslararası sistemin kurulmasında tarihi olarak hasıl olmuş özgün bir misyon” yerine getiriyor.

Belgeye göre Rusya, “milli menfaatleri ve hem küresel hem bölgesel seviyelerde barış ve güvenliğin korunmasına yönelik hususi sorumluluklarının bilinciyle tayin olunan bağımsız ve çok vektörlü bir dış siyaset” güdüyor. Dış siyaset “barışsever, açık, öngörülebilir, tutarlı, pragmatik” olarak tanımlanıyor: “Rusya’nın başka devletlere ve devletlerarası birliklere yaklaşımı, bunların Rusya Federasyonu’na yönelik siyasetinin yapıcı, tarafsız veya dostça olmayan niteliğiyle belirlenir.”

Önemli bu; çünkü 1) Primakov’un formüle ettiği pragmatizm korunuyor; 2) Rusya’nın dış siyasetini başkalarının ona karşı tutumu belirliyor.

Zaten yeterince uzun olan bu yazıda üzerinde etraflıca durmak mümkün değil, ama şunu not etmek gerek. Dış siyasette pragmatizm Primakov tarafından formüle edilmişti ve Rusya’nın bir NATO manivelası haline geldiği Yeltsin döneminde kesinlikle ilerici bir muhtevaya sahipti. Buna göre Rusya, batının değil kendi menfaatlerinin gereğine göre hareket etmelidir. Ama artık bunun sınırına geliniyor, zira menfaatin çerçevesi değişme eğilimi gösteriyor. “Kendi” menfaati, iki şekilde tanımlanabilir: ya dışarının baskısına karşı kendisini korumak olarak, ya da aynı nedenle düşmanlarının menfaatlerini baltalamak olarak. Birinci durumda saf bir pragmatizm güder, ikinci durumda ise pragmatizmin dışına taşar.

7’inci madde şu cümleyle başlıyor: “İnsanlık devrimci değişiklikler çağından geçiyor.” Kastettiği “adil, çok kutuplu” dünya; ama kavram seçimi dikkat çekici. Adeta 1950’li yılların sonunda, özellikle de “Afrika yılını” izleyen dönemde hakim olan diskurs tekrar dile geliyor: “Sömürgeci güçlerin Asya’daki, Afrika’daki ve batı yarı küresindeki bağımlı toprakların ve devletlerin kaynaklarını yüzyıllardır ihtilas etme pahasına diğerlerini geride bırakan iktisadi büyümesini temin eden eski eşitsiz küresel gelişme modeli geri dönmemecesine yok oluyor.” Belge, “egemenliğin güçlendiğini ve batılı olmayan güçlerin ve bölgesel lider devletlerin rekabet imkânlarının büyüdüğünü” ileri sürüyor. Aynı yerde “dünya ekonomisinin yapısal yeniden yapılanmasından”, “milli bilincin artmasından”, “kültür ve uygarlık çeşitliliğinden” ve “diğer objektif faktörlerden” söz ediliyor ve bunların “yeni iktisadi büyüme merkezleri lehine gelişme potansiyelinin ve jeopolitik etkinin yeniden dağılımı süreçlerini hızlandırdığı” belirtiliyor. Belgeye göre bu süreçler aynı zamanda “uluslararası ilişkilerin demokratikleşmesine katkıda bulunuyor”.

Bütün bu gelişmeler “küresel hâkimiyet ve yeni-sömürgecilik mantığına uygun düşünmeye alışkın devletler” için tatsız şeyler. Bunlar yeni gerçekliği kabul etmeyi reddediyorlar, “tarihin doğal gidişatını engelleme, askeri-siyasi ve iktisadi alanlarda rakiplerini bertaraf etme, farklı düşüncelerde olanları ezme girişimlerine başvuruyorlar”. “BM Güvenlik Konseyi’nin etrafından dolanan cebri tedbirler (yaptırımlar), devlet darbelerinin, silahlı çatışmaların kışkırtılması, tehditler, şantaj, muhtelif sosyal grup ve hatta halkların bilinçlerinin manipüle edilmesi, enformasyon alanında saldırgan ve yıkıcı operasyonlar”, kullandıkları yöntemler arasında. “Geleneksel manevi-ahlaki değerlerle çelişen parçalayıcı neoliberal ideolojik kurumların dayatılması, egemen devletlerin içişlerine karışmanın en yaygın biçimi haline geldi.”

Belge, ulusötesi meydan okuyuş ve tehditlere verilecek kolektif cevapların geliştirilmesinin zorlaştığını vurguluyor; bunlar yasadışı silah ticaretini, kitle imha silahlarının yayılmasını, tehlikeli patojen ve enfeksiyonları, uluslararası terörizmi, uyuşturucu ticaretini, ulusötesi örgütlü suç ve rüşveti, yasadışı göçü, çevre kirliliğini, vb. kapsıyor. Diyalog kültürü zayıflıyor, diplomasinin etkisi zayıflıyor. “Uluslararası işlerde güven ve öngörülebilirlik eksikliği keskin şekilde hissediliyor.”

10’uncu madde şu cümleyle başlıyor: “İktisadi küreselleşmenin krizi şiddetleniyor.” Dikkat çekici bu, zira stratejik ortaklıktan ekonomiyi de kapsayan bir ittifaka yöneldikleri Çin, devasa büyüyüşünü tam da bu küreselleşmeye borçlu ve her fırsatta tekrarladığı gibi, hiç değilse şimdilik, küreselleşmenin devamından yana. Rusya, küreselleşmeye karşı kapitalist sistemiçi bir eleştiride bulunuyor, ne var ki IMF’yi veya Dünya Bankası’nı değil küreselleşme ve finanslaşmaya genellikle muhalif olmuş UNCSTAD’ı hatırlatan türden: “Enerji kaynakları pazarındaki ve mali sektördeki problemler de dahil olmak üzere mevcut problemler pek çok eski kalkınma model ve enstrümanlarının sorumsuz makroekonomik kararlarla (kontrolsüz emisyon ve teminatsız borçların birikmesi dahil), hukuksuz, tek taraflı sınırlayıcı tedbirler ve haksız rekabetle yozlaşmasıyla tetiklendi.” Belge, kimi devletlerin bazı alanlardaki dominant durumlarını kötüye kullandıklarını ve bunun dünya ekonomisinde parçalanmaya, “devletlerin kalkınmasında eşitsizliğe” yol açtığını belirtiyor. Yeni milli ve sınırötesi ödeme sistemlerinin yaygınlaşması, yeni uluslararası rezerv paralara gösterilen ilgi bunun sonucu. Bu nedenle: “Uluslararası iktisadi işbirliği mekanizmalarının çeşitlendirilmesi için ön şartlar şekilleniyor.”

Belge bir sonraki maddede “uluslararası ilişkilerde güç faktörünün rolünün arttığına ve stratejik olarak önem taşıyan bir dizi bölgede çatışma coğrafyasının genişlediğine” dikkat çekiyor. Silah kontrol anlaşmaları sisteminin ihlal edilmesi ve taarruz potansiyelinin artırılması ve modernizasyonu, istikrarsızlaştırıcı bir etki doğuruyor. “Uluslararası hukukun ihlalinde askeri güç kullanılması, uzay ve enformasyon alanının yeni askeri eylemler alanı olarak benimsenmesi, devletlerarası karşı karşıya gelişlerde askeri ve askeri olmayan vasıtalar arasındaki sınırın silinmesi, bir dizi bölgede eskiden kalma silahlı çatışmaların şiddetlenmesi, genel güvenliğe tehdidi artırıyor, büyük devletler arasında nükleer güçlerin de katılacağı çarpışma riskini güçlendiriyor, bu tür çatışmaların tırmanma ve lokal, bölgesel veya küresel savaşa evrilme ihtimalini yükseltiyor.”

Belgeye göre dünya düzenindeki krize verilecek cevap, “dış baskıya maruz kalan devletler arasındaki işbirliğini güçlendirmek” haline geliyor. Bu, bölgesel veya bölgelerarası iktisadi entegrasyon mekanizmalarının oluşmasını da kapsıyor. Mevcut problemleri ancak “bütün uluslararası toplumun kuvvet dengesi ve menfaatler temelinde potansiyellerini ve iyi niyetli çabalarının birleştirilmesi” temin edebilir.

13’üncü maddeyi eksiksiz çevirmek gerek:

“Rusya’nın çağdaş dünyanın önde gelen merkezlerinden biri olarak güçlenmesini mülahaza eden ve Rusya’nın bağımsız dış siyasetini batı hegemonyasına tehdit sayan ABD ve uyduları, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna istikametinde kendi hayati önem taşıyan menfaatlerini savunmak için aldığı tedbirleri uzun yıllara dayanan Rusya karşıtı siyaseti tırmandırmak için bir bahane olarak kullandılar ve yeni tip hibrit bir savaş açtılar. Bu savaş, Rusya’nın her alanda zayıflamasına yönelik; onun uygarlık yaratıcı rolünün, askeri, iktisadi ve teknolojik imkânlarının tahrip edilmesini, dış ve iç siyasette egemenliğinin sınırlanmasını, toprak bütünlüğünün yıkılmasını da kapsıyor. Batının bu siyaseti kapsamlı bir nitelik aldı ve doktrin seviyesinde de tespit edildi. Bu, Rusya Federasyonu’nun tercihi değildi. Rusya kendisini batının düşmanı saymıyor, kendisini ondan tecrit etmiyor, ona karşı düşmanca niyetler gütmüyor; batı topluluğuna ait olan devletlerin ileride bu cepheleşme siyasetlerinin verimsizliğini kavrayacaklarını, çok kutuplu dünyanın karmaşık gerçekliğini dikkate alacaklarını ve egemen eşitlik ve karşılıklı menfaatlere saygı ilkelerine bağlı olarak Rusya ile pragmatik işbirliğine döneceklerini düşünüyor. Rusya Federasyonu, diyalog ve işbirliğine böyle bir temelde hazırdır.”

Demek ki, şunların altı çiziliyor:

1) Rusya batıya karşı ideolojik bir cepheleşme içinde değil.

Bu çerçeve Sovyetler Birliği’ni düşünerek mi çizildi, doğrusu emin değilim; aslında Sovyetler Birliği de batıyla ideolojik bir cepheleşme içinde değildi, zira marksizm evrensel bir doktrindi. İki ayrı sosyal, siyasi, iktisadi sistemin meydana getirdiği bir cepheleşmeydi bu; ideolojik öncüller söz konusu değildi. Çatışmanın yakıcı ve yıkıcı oluşu, bu iki sistemin bir arada yaşayamaz olmasından kaynaklanıyordu. Eğer kapitalist sistem içinde tutulan farklı yollar taraflar için aynı yıkıcı etkiyi taşırsa, benzer bir cepheleşme ortaya çıkar. Batı, Rusya’yı mevcut biçimiyle yok etmeyi doktrin seviyesinde bir hedef olarak tespit ediyorsa, bu artık sadece kültürel bir karşı koyuş değildir. Belge bunun farkında, zira iktisadi bir yeni düzen de öngörüyor.

2) Bunun pratik sonucu, Rusya’nın da kendi mevcut tutumunu doktrin seviyesinde tespit etmesi; bu durumda çatışma ister istemez iki sistem çatışması haline gelir.

3) Alıntıdaki son cümle, “Rusya Federasyonu, diyalog ve işbirliğine böyle bir temelde hazırdır”, dikkat çekici. “Sadece böyle bir temelde” değil — demek ki başka bir temel de söz konusu olabilir, ama bu başka temel, ancak Rusya’nın eşit kabul edilmesiyle mümkün olur.

Belge 14’üncü maddede Rusya’nın, “batının dostça olmayan eylemlerine cevap olarak varolma hakkını ve serbest gelişmesini elindeki her türlü vasıtayla savunmaya niyetli olduğunu” vurguluyor. “Her türlü” denildiğinde bunun anlamı gayet açık. Bu durumda iki şeye tekrar göz atmalıyız. İlki, Rusya’nın nükleer doktrini. İkincisi, bu doktrin çerçevesinde yürütülen bir askeri-siyasi tartışmanın ayrıntıları.

İlki, “Rusya Federasyonu’nun nükleer silah kullanması ihtimalini belirleyen şartları” şöyle sıralar:

“a) Rusya Federasyonu ve (veya) müttefiklerinin topraklarına saldıran balistik füzelerin ateşlendiğiyle ilgili güvenilir istihbarat alınması;

“b) düşman tarafından nükleer silahların veya diğer kitle imha silahlarının Rusya Federasyonu ve (veya) müttefiklerinin topraklarında kullanılması;

“c) düşmanın, Rusya Federasyonu’na ait, devreden çıkması halinden nükleer kuvvetlerin cevabi eyleminde başarısızlığa yol açacak kritik önemdeki devlet ve askeri tesisleri üzerinde etkide bulunması;

“d) Rusya Federasyonu’na karşı konvansiyonel silahlarla yapılan saldırganlık, bizatihi devletin varlığı tehdit altına girdiğinde.”

İkincisi, olası bir Amerikan saldırısı halinde püskürtme, düşmanın kademeli hava savunma ve enformasyon-yönetim sistemlerinin kırılması, Rusya’nın ani düşman saldırısında yok edilmemiş “stratejik nükleer kuvvetlerinin korunan vasıtalarıyla saldırgana cevabi nükleer ‘misillemede’ bulunulmasının” ilkelerini belirler.

Yeni dış siyaset belgesinin “her türlü vasıta” vurgusu, böylece somutlanmış oluyor.

GÖRÜŞ

Savaşın gölgesinde İranlılar ne düşünüyor?

Yayınlanma

Yazar

Gazze’de İsrail’in soykırımının birinci yılında, İran ile İsrail arasında doğrudan bir çatışma ihtimali artık dünyanın gündeminde. İsrail’in Lübnan’a saldırısı, Netanyahu’nun insanlık dışı faaliyetlerinin artması ve İsrail’in Lübnan’daki yıkıcı eylemleri, son bir yıl içinde Ortadoğu’daki olayların yeni bir sayfası oldu ve hala bu savaş alanında İsrail’in savaş makinesinin ilerlemeye devam ettiğini görüyoruz. Ancak İran meselesi, yeni bir çatışma türü doğurabilir ve bu savaşın bölgesel ve küresel etkileri oldukça derin olacaktır.

İsrail’in Gazze’ye saldırmasının ve tarihi soykırımın üzerinden bir yıl geçmişken ve savaş Lübnan’a sıçramışken – İran’ın Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden biri olan Lübnan Hizbullahı’nın yok edilmesi hedeflenmişken – İran’daki analitik durum nasıl şekilleniyor ve sıradan vatandaşlar ve kamuoyu bu durumu nasıl değerlendiriyor?

Sıradan vatandaşlar endişeli ama dış düşmana karşı birleşmiş durumda

İran, son yıllarda sosyal, ekonomik ve politik açıdan zorlu bir dönemden geçiyor. Benzin fiyatlarındaki artış nedeniyle meydana gelen olaylar, bazı şehirlerde şiddetli gösterilere yol açtı ve ardından Mahsa Amini’nin ölümüyle yaşanan olaylar, İran’ın son yıllardaki sosyal tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul ediliyor. Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ani ve şüpheli ölümü ve iktidardaki kanadın ani değişimi de geçen yıl boyunca İran toplumunu meşgul eden konulardan biri oldu. Bu olaylara ek olarak, kronik enflasyon ve ekonomik durgunluk, ulusal para biriminin sürekli değer kaybı, fiyatların artışı ve gelirlerin düşmesi gibi sorunlar, İran’ın sosyal ortamındaki derin krizler arasında yer alıyor. Gelir adaletsizliğinin artması, işsizlik oranlarının büyümesi ve gelecekte yaşam kalitesinin iyileşeceğine dair umutların azalması, İran toplumuna önemli bir psikolojik yük getirmiş durumda. Böyle bir ortamda savaşın ülkeye yaklaşması, ilk bakışta endişe verici görünüyor. Zira savaş tehdidi, önceki ekonomik ve sosyal krizlere eklendiğinde, bu krizlerin derinleşmesi veya ülkede sosyal çatışmaların ortaya çıkması beklenebilir. Bu analize dayanarak, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, geçen haftalarda bir video mesajında İran halkına hitap etmiş ve İran’daki mevcut sorunlara dikkat çekerek toplum ve hükümet üzerinde psikolojik baskı oluşturmaya çalışmıştı.

Ancak bu ilk bakışın aksine, İran toplumunun genelinde ve halkın sosyal medyada verdiği tepkilerde görülen şey, savaşın yaklaşmasıyla ülke genelinde milli mutabakat ve birlik duygusunun artmış olmasıdır. İran’ın Yüksek Lideri Ayetullah Hamaney’in dört yıl aradan sonra hutbe okuduğu Cuma namazında Tahran halkının milyonlarca kişilik katılımı, bu milli birlik duygusunun açık bir göstergesidir. İran askeri güçlerinin İsrail’e yönelik füze saldırıları ve bunun dünya çapındaki yankıları da bir yandan İran halkının ulusal gurur ve onur duygusunu artırmış, diğer yandan İsrail’den gelecek olası bir saldırıya karşı devletlerinin nasıl tepki vereceğine dair endişelerini azaltmıştır.

İsrail’in Gazze ve Lübnan’daki insanlık dışı davranışları da İran halkının savaşa bakışını büyük ölçüde değiştirmiştir. İsrail, bir yıl öncesine kıyasla, bugün İran halkı arasında hiçbir itibara sahip değildir ve halk, İsrail güçlerinin Gazze ve Lübnan’da işlediği vahşet karşısında bir tiksinti duygusu geliştirmiştir. Bu tiksinti duygusu, İran devletini İsrail’e karşı her türlü eylemde destekleme şeklinde kendini göstermektedir. İran halkı, bu tiksinti ve hükümete verilen desteği en son 2014 ve 2015 yıllarında yaşamıştı. O yıllarda IŞİD, Suriye ve Irak’ta en vahşi insanlık suçlarını işlemişti ve bu da İran halkının Irak ve Suriye’deki sınır ötesi operasyonlarda askeri güçleri desteklemesine yol açmış, Kasım Süleymani’yi İran için tarihi bir milli kahraman haline getirmişti. Bugün, İran halkı için İsrail, 2014’teki IŞİD’den pek farklı değil.

İsrail ve İran arasındaki gerilimin önemli etkilerinden biri, İran halkı nezdinde yurtdışındaki muhalefetin itibarının azalması ve hatta itibarsızlaşmasıdır. Son bir yıl içinde, yurtdışındaki İranlı muhalefet grubu, Gazze’deki İsrail suçlarını destekleyen bir grup haline gelmiş ve İran ile İsrail arasındaki gerilimin artmasıyla birlikte İsrail’in İran’a askeri saldırısının destekçisi olmuştur. Bu sayıca az ama sesli grup, İsrail’in İran’a saldırısının aslında İran İslam Cumhuriyeti’ne yönelik olduğunu iddia ediyor ve bu saldırının İran halkı için hiçbir tehlike yaratmayacağını savunuyor. Bu grup, bu söylemiyle İran halkının insani duygularını ve diğer yandan onların milliyetçi hislerini küçümsüyor ve alay ediyor. Bu nedenle, Gazze’de bir yıldır süren savaşın İran için sonuçlarından biri, yurtdışındaki İranlı muhalefete olan iç desteklerin erozyona uğraması olarak değerlendirilebilir.

Seçkinler topluluğu ikiye ayrılıyor: Savunma ya da saldırı

İran’da siyasi seçkinler topluluğu ve özellikle stratejik analiz uzmanları, özellikle son bir yılda ve İsmail Heniyye’nin İran’daki suikastının ardından çalkantılı günler geçiriyor. İranlı analistler arasındaki mevcut söylem, bölgedeki savaş durumuna taktiksel bir bakış açısıyla yaklaşanlar ile mevcut durumu bazı stratejik eylemlerin sonucu olarak görenler olmak üzere iki gruba ayrılabilir. Her iki grup da olaylara yaklaşımlarına göre geleceğe yönelik farklı yol haritaları çizmektedir.

Minimum müdahale yanlısı gruba göre, İran, İsrail’in gerilim artırma tuzağına düşmemeli ve verdiği tepkiler, caydırıcılık sağlarken İsrail ile doğrudan bir savaşa ve ciddi bir çatışmaya neden olmayacak şekilde ayarlanmalıdır. Çünkü İran ile İsrail arasındaki doğrudan bir çatışma, İran ile Amerika Birleşik Devletleri arasında bir savaşı tetikleyecek ve bu da bölge ve ülke için belirsiz bir gelecek yaratabilir. Bu gruba göre, İran, Hamas ve Hizbullah’ın İsrail ile kendi başlarına mücadele etmesine izin vermeli ve nihayetinde çatışmayı ateşkesle sonuçlandıracak şekilde durumu yönetmelidir. Hizbullah’ın yenilgisini önlemek amacıyla İran’ın destek vermesi mümkün olsa da, bu desteğin fazlası İran için gereksiz maliyetler yaratacaktır. Ayrıca, bu grup, İsrail’in İran’ın petrol altyapısına zarar verme olasılığını ve İran’ın yaptırımlar nedeniyle bu altyapıları kısa sürede onaramamasını, minimum müdahale yaklaşımının en önemli nedenlerinden biri olarak görmektedir.

Buna karşılık, bazı İranlı analistler, bölgedeki büyük ve stratejik sonuçlar doğurabilecek bir savaşı görmezden gelmenin ve mevcut duruma minimal bir yaklaşım sergilemenin stratejik bir körlük olduğunu düşünmektedir. Bu gruba göre, İran büyük bir savaşın içindedir ve İran’ın savaş sahasındaki pozisyonunu güçlendirmesi ya da güçlendirmemesi, savaşın yoğunluğunu değiştirmeyecek; sadece İran’ın çıkarlarını etkileyecektir.

Bu grup, İran’ın derhal İsrail’in askeri eylemlerine karşı reaksiyon gösteren bir konumdan çıkıp, daha aktif ve girişimci bir tutum sergilemesi gerektiğini savunmaktadır. İsrail’e sürekli tepki gösterildiği sürece, gerilimi kontrol etme gücü Tel Aviv’in elinde olacaktır ve İsrailliler çeşitli şoklarla sahayı yönetmeye devam edebilecektir. Bu gruba göre Hizbullah, İran’ın stratejik bir varlığıdır ve İran bu varlıktan vazgeçemez ve vazgeçmemelidir. Stratejik varlıklarından vazgeçmek, kendi elini ve kolunu kesmek anlamına gelir ve karşı cephe, ancak İran’ın tüm varoluşsal yönlerini yok ederek duracaktır.

Bu analistlere göre, İsrail, Amerika’yı, Rusya ve Çin’in stratejik gücünü azaltmanın en iyi yolunun Orta Doğu’da bir kaos yaratmak, İran’ın stratejik gücünü zayıflatmak ve Orta Doğu ülkelerini korkutmak olduğuna ikna etmiştir. Bu nedenle Amerika, İsrail’i bu savaşı sürdürmesi için uzun süre desteklemeye hazırdır. İran’ın İsrail’in eylemlerini beklememesi ve İsrail’in güvenlik ve ekonomik altyapısına saldırarak İsrail’in sonraki hamlelerini önceden engellemesi gerektiğini savunmaktadırlar. Bu nedenle, bazı analistler, İran’ın bölgedeki Amerikan güçlerine ve İsrail’in askeri güvenlik sistemine zarar vermek amacıyla Ürdün’e saldırmayı seçenekler arasında değerlendirdiğini belirtmektedir.

Bu analist grubu, savaşın İran’a taşınmasının İran için bir fırsat ve avantaj haline gelebileceğine inanmaktadır. Çünkü son yirmi yıldır İsrail, İran’a karşı bir güvenlik savaşı yürütmekte ve İran’ın stratejik varlıklarına yönelik çok sayıda suikast ve sabotaj gerçekleştirmektedir. İran, Mossad’ın sahip olduğu istihbarat desteğine sahip olmaması ve kaynak ve teknoloji eksiklikleri nedeniyle bu güvenlik savaşında hep zayıf kalmıştır. Ancak şimdi, çatışmaların güvenlik savaşından askeri savaşa kaymasıyla birlikte İran, önemli bir güç ve inisiyatif elde etmiştir ve bu fırsatı İsrail’i gelecekte pasifleştirmek için kullanmalıdır. Aksi takdirde, İsrail askeri alandaki zayıflığını, savaş sonrası dönemde güvenlik sabotajlarıyla telafi edecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Rusya-KDHC “kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması” onay için Duma’da  

Yayınlanma

Yazar

Putin 19 Haziran’da Pyongyang’da imzalanan Rusya ve KDHC arasında stratejik ortaklık anlaşmasını onaylanması için Duma’ya gönderdi.

Anlaşma metni daha önce KDHC resmi ajansı tarafından yayınlanmış, ama bu metin Rusya’da resmi olarak teyit edilmemişti. Anlaşmanın onay için Duma’ya gönderilmesindeki dört aylık gecikme de bazı batılı ve batı yanlısı kaynaklarda Rusya’nın anlaşmaya dair çekinceleri olduğuna yorulmuştu.

“Rusya Federasyonu ile Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti arasında kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması” başlığını taşıyan anlaşma metni onay öncesi incelemeler için Duma resmi sitesinde yayınlandı.

Bölümler

Giriş bölümünde karşılıklı tarihi dostluk bağlarından söz edildikten sonra anlaşmanın “barışın, bölgesel ve küresel güvenlik ve istikrarın sağlanmasına katkıda bulunduğu” belirtiliyor. Taraflar BM şartına, genel kabul görmüş ilkelere ve uluslararası hukuk normlarına bağlılıklarını teyit ediyorlar. “Uluslararası adaleti hegemonik özlemlere ve tekkutuplu dünya düzeninin dayatılması girişimlerine karşı savunma, devletlerin iyi komşuluğa dayanan işbirliği, karşılıklı menfaatlere saygı, uluslararası problemlerin kolektif çözümü, kültürel ve uygarlıksal çeşitlilik, uluslararası ilişkilerde uluslararası hukukun üstünlüğü üzerine kurulu çokkutuplu uluslararası bir sistem kurma, insanlığın varlığını tehdit eden her tür meydan okuyuşa ortak çabalarla karşı koyma” gayesini vurguluyorlar.

Birinci madde karşılıklı egemenlik vurgusu yapıyor. İkinci madde tarafların ikili ilişkilerde ve uluslararası gündemde en yüksek seviye de dahil diyalog ve görüşmeler yürüteceğini belirtiyor ve şöyle diyor: “Taraflar birbirleriyle sıkı bir temas sürdürür ve taktik ve stratejik işbirliğini güçlendirir.”

Üçüncü madde bölgesel ve küresel barış ve güvenlik meselelerinde işbirliğini teyit ediyor. En önemli ifade şu:

“Taraflardan birine karşı yakın bir silahlı saldırı tehdidi durumunda taraflar derhal, tutumlarını koordine etmek hedefiyle görüş alışverişi yürütmek ve ortaya çıkan tehdidin bertaraf edilmesine katkıda bulunmak üzere birbirlerine yardımda bulunmaya yönelik olası pratik tedbirler üzerinde mutabakata varmak için ikili kanalları işletirler.”

Dördüncü madde

En çok tartışılan ve bugün açısından en büyük önem taşıyan, dördüncü madde:

“Taraflardan birinin herhangi bir devlet veya bir grup devlet tarafından silahlı saldırıya maruz kalması ve bu suretle kendisini savaş halinde bulması durumunda diğer taraf derhal, BM şartı 51’inci maddeye uygun olarak ve Rusya Federasyonu ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti müktesebatına göre kendi tasarrufunda bulunan vasıtalarla askeri ve diğer yardımı gösterir.”

BM şartı 51’inci madde saldırıya uğrayan ülkenin meşru müdafaa hakkını güvence altına alır, ancak tarafların bu hakkı kullanırken aldıkları tedbirleri BM Güvenlik Konseyi’ne bildirmesini şart koşar.

Bu madde sadece, Rusya eğer Ukrayna çatışmasında kendisini askeri saldırıya uğramış olarak tanımlarsa (veya tanımladıysa) KDHC’nin askeri yardımda bulunmayı taahhüt etmesi anlamına gelmiyor. Dolayısıyla KDHC’nin Rusya’ya cephane ve mühimmattan başka muharip de göndereceği iddiaları önemsiz ve dayanaksız değil; nitekim özellikle son bir aydır KDHC’nden gönüllü beklendiği anlaşılıyor. Bunun meşruiyeti tartışılamaz bile; eğer siyasi meşruiyetini çoktan, hukuki meşruiyetini de en azından bu yılın mayıs ayından beri kaybetmiş olan Kiev rejimi “müttefiklerinden ve ortaklarından” cephane, silah, mühimmat, danışman, eğitmen, muharip ve gönüllü topluyorsa, herhangi bir meşruiyet sorunu olmayan Rusya ve KDHC de aynı eylemlerde bulunabilir.

Bununla birlikte dördüncü maddenin karşılıklılık yükümlülüğü bana kalırsa daha büyük önem taşıyor: KDHC eğer Güney Kore ve/veya ABD (ve başat Japonya olmak üzere müttefikleri) tarafından saldırıya uğrarsa Rusya da tasarrufundaki her tür vasıtayla yardımda bulunmayı taahhüt ediyor. Dikkat: karşılıklı taahhütte bulunanlar iki nükleer güç. Neden özellikle önem taşıyor bu karşılıklılık taahhüdü? Şundan: Putin anlaşmayı onaylanması için Duma’ya 19 Haziran’dan sonra herhangi bir tarihte değil, 13 Ekim’den sonra gönderdi — yani Güney Kore’nin kuzeyin hava sahasını dronlarla ihlal etmesinden ve KDHC’nin bu durumun tekrarının savaş ilanı sayılacağını açıklamasından sonra. Kore resmi haber ajansı 13 Ekim’de KDHC Savunma Bakanlığı’nın açıklamasını yayınlamıştı: “Bir kez daha uyarıyoruz, eğer bir İHA daha ortaya çıkacak olursa bunun Kore Cumhuriyeti’nden geldiğini kabul edecek ve cumhuriyetimize karşı savaş ilanı olarak kabul edecek, kendi mülahazamıza göre davranacağız.”

Kuzeyin askeri ve siyasi girişimlerinde blöf yapmadığını yeterince açıklıkla biliniyor. Dahası, anlaşmanın onaylanması için Duma’ya gönderilmesinin ertesi günü, bugün, KDHC, güneyle ateşkes çizgisi boyunca güneye bağlayan kara ve demiryollarını havaya uçurdu.

İktisat

Beşinci madde taraflara birbirlerinin “egemenlik, güvenlik, toprak bütünlüğü, kendi siyasi, sosyal, iktisadi ve kültürel sistemini özgürce seçme hakkına karşı” üçüncü bir devletle mutabakata varmama, bu tür faaliyetlere katılmama ve topraklarını bu amaçla üçüncü ülkelere açmama yükümlülüğü getiriyor. Bunun özellikle KDHC’yle ilgili olduğu belli.

Altıncı madde girişin tekrarı niteliğinde. Yedinci madde tarafların uluslararası hukuk ve güvenliğin korunmasında birbirleriyle BM ve diğer uluslararası örgütler bünyesinde de işbirliği yapacağını açıklıyor. Sekizinci madde tarafların ortak girişimleri yürütmek için mekanizmalar oluşturacağını belirtiyor. Dokuzuncu madde “gıda ve enerji güvenliği, enformasyon-komünikasyon teknolojileri alanında güvenlik gibi stratejik önem taşıyan alanlarda” artan tehditlere ortak karşı koyulması üzerine.

Onuncu madde özel bir önem taşıyor. “Tarafların ticari-iktisadi, yatırım ve bilimsel-teknolojik alanlarda işbirliğini geliştirme ve ilerletmesi”, bu kapsamda ticaret hacminin artırılması taahhüt ediliyor. Buna göre gümrük, maliye ve diğer alanlarda işbirliğine elverişli şartlar tesis edilecek ve karşılıklı yatırım teşvik edilecek, “özel ve serbest ekonomik alanlar” kurulacak, “uzay, biyoloji, barışçıl atom enerjisi, yapay zeka, enformasyon teknolojisi ve diğer” bilim ve teknoloji alanlarında ortak araştırmalar yapılacak. Bu madde 28 Kasım 1996 tarihli “karşılıklı sermaye yatırımının korunmasını teşvik” anlaşmasına dayandırılıyor. Bunun devamı olarak on birinci madde Rusya ve KDHC’nin bölgeleri arasında da “iktisadi ve yatırım potansiyelleri” oluşturulmasına yardım edecek doğrudan ilişkiler (karşılıklı ticari misyonlar, konferanslar, sergi ve fuarlar vb.) kurulmasını öngörüyor.

On ikinci madde iktisadi ve sosyal işbirliğinin kapsamını tarım, eğitim, sağlık, spor, kültür, turizm, çevre ve doğal felaketlere karşı ortak mücadele vb. alanlara genişletiyor. On üçüncü madde ortak standartlar ve uzmanlık bilgilerinin paylaşımıyla ilgili.

On dördüncü madde tarafların kendi ülkelerinde bulunan diğer ülke özel ve tüzel kişiliklerinin hak ve menfaatlerini korumayı, suçluların iadesini ve kanunsuz yoldan ele geçirilmiş varlıkların karşı tarafa verilmesini taahhüt ediyor. On beşinci madde karşılıklı yasama, yürütme ve kolluk organları arasında temasların “derinleştirileceğini” vurguluyor.

On altıncı madde üçüncü ülkelere karşı askeri ve siyasi işbirliğini güçlendirmeyi hedefliyor; buna göre taraflar BM şartına ve uluslararası hukuka aykırı tek taraflı tedbirlere ortak karşı koyacaklar, bu tür uygulamalara karşı çok taraflı inisiyatifleri koordine edecekler. Dahası, taraflardan birine, onun uyruğundaki kişi veya ona ait tüzel kişiliklere, onun emtia, hizmet, enformasyon, fikri mülkiyet haklarına karşı getirilmiş tek taraflı tedbirleri uygulamama garantisi de veriyorlar. Bu, iki ülkenin üçüncü bir devlet tarafından onlardan birine getirilmiş doğrudan veya dolaylı hiçbir yaptırımı kabul etmeme garantisi demek. BM şartı burada ancak dolaylı bir önem taşıyor; başka deyişle anlaşma, Rusya’nın KDHC’ne BM Güvenlik Konseyi tarafından getirilmiş olan yaptırımları uygulamama güvencesi olarak da yorumlanabilir. On altıncı madde aynı zamanda üçüncü bir tarafın dayattığı tedbirler durumunda anlaşmanın taraflarının riskleri azaltmak, bunların karşılıklı iktisadi ilişkilere doğrudan ve dolaylı etkisini bertaraf veya minimalize etmek için her tür pratik çabayı göstereceğini de vurguluyor. Ayrıca: “Taraflar, üçüncü bir tarafın bu tür tedbirleri almak veya tırmandırmak için kullanabileceği enformasyonun yayılmasını kısıtlamak için de adımlar atarlar.”

On yedinci madde uluslararası terörizm, aşırılıkçılık, sınıraşırı örgütlü suç, insan ticareti, rehin alma, kanunsuz göç, kanunsuz mali akış, kanunsuz para aklama, terörizmin ve kitle imha silahlarının finansmanı, kanunsuz sermaye dolaşımı, uyuşturucu, kaçakçılık vb. suçlara karşı mücadelede işbirliğini taahhüt ediyor.

On sekizinci madde enformasyon güvenliği üzerine ve bakanlıklar arası işbirliğini ve internetin suç amacıyla kullanılması halinde ortak çalışmayı da öngörüyor. Benzer bir taahhüt basım-yayın alanıyla ilgili on dokuzuncu ve medya alanıyla ilgili yirminci maddede de var. Bu maddeler karşılıklı yayınlar, dezenformasyona karşı mücadele ve karşılıklı dil öğrenimiyle ilgili teşvikleri vurguluyor.

Yirmi birinci madde anlaşmanın kapsamını sayılı alanların da ötesine taşıyor: “Taraflar işbu anlaşmanın hayata geçirilmesine yönelik sektörel mutabakatların, keza işbu anlaşmayla öngörülmemiş diğer alanlarda da mutabakatların imzalanması ve devamla gerçekleştirilmesi amacıyla aktif işbirliği yürütürler.”

Yirmi ikinci madde parlamento onayını şart koşuyor; yirmi üçüncü (ve son) madde ise anlaşmanın süresiz olduğunu vurguluyor.

Sonuçlar

1) Askeri ittifak. Daha 12 Haziran 2022’de KDHC lideri Kim Çen In, Rusya günü vesilesiyle yayınladığı mesajda şöyle demişti:

“Rusya halkı, ülkesinin haysiyetini ve güvenliğini savunma yolundaki haklı davasını gerçekleştirmekte bütün güçlüklerin ve problemlerin üstesinden gelerek büyük başarılar elde etti. Kore halkı, Rusya vatandaşlarına tam desteğini ve onayını ifade eder.”

Bu Ukrayna çatışmasında o zamana kadar ve daha sonrasında da Rusya’ya sunulmuş ilk ve (eğer Suriye kısmen dışında tutulursa) tek kayıtsız şartsız destek mesajıydı. Belki de Putin’in dün onaylanması için Duma’ya gönderdiği anlaşmanın hazırlığını bu milada dayandırmak gerekir.

Anlaşma adının koyduğu çerçeveyi de aşıyor.

NATO anlaşmasının ünlü beşinci maddesini en klasik askeri ittifak formülasyonu olarak kabul edelim. Bu maddeyle Rusya-KDHC arasındaki kapsamlı stratejik anlaşmasının dördüncü maddesini karşılıklı okumak gerek:

NATO anlaşması beşinci madde Rusya-KDHC kapsamlı stratejik ortaklık anlaşması dördüncü madde
“Taraflar, Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldın olursa BM şartının 51. maddesinde tanınan… hakkını kullanarak… bireysel olarak ve diğerleri ile birlikte, silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmışlardır. …” “Taraflardan birinin herhangi bir devlet veya bir grup devlet tarafından silahlı saldırıya maruz kalması ve bu suretle kendisini savaş halinde bulması durumunda diğer taraf derhal, BM şartı 51’inci maddeye uygun olarak ve Rusya Federasyonu ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti müktesebatına göre kendi tasarrufunda bulunan vasıtalarla askeri ve diğer yardımı gösterir.”

İki anlaşma arasında fark şu: ilki üyelerden birine yönelik saldırının bütün üyelere yapılmış sayılacağını taahhüt ediyor, ancak gerçekte buna karşı silahlı kuvvet kullanma ve diğer eylemleri garanti etmiyor; ikincisi, taraflardan birine yapılmış saldırıyı diğerine de yapılmış kabul etmiyor, ancak buna karşı silahlı yardımda bulunmayı taahhüt ediyor.

Belki de bu nedenle, adı “kapsamlı stratejik ortaklık” olmasına rağmen giriş metni, maddeleri ve ruhuyla bunun ötesinde; aslında ittifak anlaşması olarak nitelemek çok daha doğru olur, zira anlaşma ABD, Güney Kore ve Japonya’ya karşı (tarafların diğeri için silah kullanımını şimdilik dışlayan) askeri blok anlamına geliyor.

2) Kalkınma vasıtası. Anlaşma KDHC için askeri ve siyasi güvencelerden başka yaptırımlar yüzünden sadece Çin kaynaklarına bağımlı bir kalkınma stratejisi zaruretinden kurtulmak anlamına geliyor. Anlaşmanın ekonomi, enformasyon, bilim, teknoloji vb. her alanda ucu açık güvenceleri ve garantileri KDHC’nin yakın tarihinde ilk defa bitişik komşusunun bütün imkânlarından yararlanabileceğini gösteriyor. Kuşkusuz bu durum Rusya’daki özel şirketler açısından da bir perspektif tayin ediyor. Bu muhtemelen KDHC’nde Rusya şirketlerine imtiyazlar şeklinde yansıyacaktır; ama anlaşmanın esas itibariyle siyasi-güvenlik niteliği, imtiyaz verilecek şirketlerin belki pek azının özel, ama çoğunun devlet şirketi olacağını kabul etmek için yeterli.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Rusya-Ukrayna Savaşı ‘Afganlaştırma’dan ‘Filistinleştirme’ye doğru gidiyor

Yayınlanma

Yazar

9 Ekim’de Hırvatistan’da düzenlenen Ukrayna-Güneydoğu Avrupa Zirvesi’nde konuşan Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy, Ukrayna’nın önümüzdeki üç ay içerisinde “barış ve kalıcı istikrarı teşvik etme” fırsatına sahip olduğunu ve savaş alanındaki durumun Rusya ile olan çatışmayı en geç 2025 yılına kadar sona erdirmek üzere kararlı adımlar atılması için bir fırsat yarattığını söyledi. Ardından, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi NATO ve AB’nin dört ana üyesinden yardım ve destek talep etmek için lobi yapma çabalarını başlattı.

Bu, Zelenski’nin Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesinden bu yana verdiği en iyimser ve en belirgin zaman çerçevesine sahip barış mesajıydı. Açıkça, sadece planlanan ikinci Ukrayna sorunu “barış zirvesi”ne umut bağlamakla kalmayıp, aynı zamanda Kiev yönetiminin büyük tavizler verme yolunda kamuoyunu hazırlamaya çalıştığını da gösteriyor. Son dönemdeki birçok belirti, iki yıl sekiz ay süren, Rusya-Ukrayna doğrudan çatışmasının ve NATO’nun 32 üyesinin dolaylı olarak dahil olduğu bu savaşın, büyük güçlerin temel çıkarları ve ABD politikalarının belirsizliğiyle ilgili olarak barış yoluyla çözülme perspektifine girmeye başladığını gösteriyor. Bu durum, “Afganlaştırma”dan “Filistinleştirme”ye hızla dönüşme eğiliminde görünüyor, böylece savaşın tamamen kontrolden çıkıp gerçek bir “Üçüncü Dünya Savaşı”na dönüşmesi engellenmiş olur.

Askeri düzeyde, savaştaki zafer dengesi daha da net bir şekilde Rusya lehine dönmüş görünüyor. 3 Ekim’de, Rus ordusu, Ukrayna’nın yaklaşık 10 yıldır işlettiği ve savunduğu Donbas’taki büyük askeri üssü olan Ugledar’ı kontrol altına aldı. Bu bölge, Ukrayna’nın önemli lojistik destek ve ikmal merkezi, Ukrayna ordusunun güney ve doğu cephelerinde birleşim noktasıydı ve iki ordu arasında iki yıl süren bir ‘kıyma makinesi’ mücadelesine dönüşmüştü. Ugledar’ın kaybı, stratejik anlamda Mariupol ve Bakhmut gibi önemli savaş noktalarının el değiştirmesiyle eşdeğerdi.

Rusya, Ugledar’ı aldıktan sonra sadece Donbas bölgesinde ilerlemeyi kolaylaştırmakla kalmadı, aynı zamanda güneydeki kara bağlantılarını ve Kerç Boğazı’na giden demiryolu güvenliğini güçlendirebildi. Ukrayna ise doğu ve güneydeki önemli manevra alanlarını ve sağlam köprübaşlarını kaybetti, Kiev yönetimi ve halkı ise psikolojik, kamuoyu ve diplomatik açıdan bir dizi yenilgiyi daha fazla hissetmek zorunda kaldı.

Diplomatik düzeyde, ABD seçimleri, Ukrayna için olumsuz sinyaller vermeye başlıyor. Biden yönetimi, Ukrayna’ya sağlanan askeri yardımları giderek azaltıyor; ilk başlarda “Ukrayna’nın ihtiyacı neyse onu yapın” yaklaşımından, “ABD’nin yapabileceği kadarını yapın” yaklaşımına doğru kaymış durumda. Seçimi kazanma şansı yarı yarıya olan Cumhuriyetçiler, Ukrayna’ya destek vermekten sıkıldıklarını açıkça dile getiriyorlar ve Trump’ın seçilmesi durumunda, Biden’ın politikalarını tersine çevirip Ukrayna’yı terk edebileceği belirtiliyor. Hatta Harris yönetimi altında Demokratlar, Amerika’daki iç bölünmeleri ve halkın görüşlerini toparlama zorunluluğuyla Rusya-Ukrayna savaşını hızlandırmaya mecbur olabilirler. NATO-Avrupa kampında, savaşın uzamasıyla ilgili rahatsızlıklar artıyor; askeri teçhizat ve mühimmat stoklarının tükenmesi, ekonomik durumu zorlaştırıyor ve iki arada bir derede kalınan bir seçeneğe dönüşüyor: Savaş zamanına mı geçiş yapmalı, yoksa normal zaman ekonomisine mi devam edilmeli?

Bu durumun etkisi altında, Kiev’deki yetkililer giderek daha karamsar bir tabloya doğru ilerliyor. Bir yandan savaş alanında tutunmaya çalışırken, son bir çabayla Rusya’nın ana karasına karşı saldırmak için nafile bir girişimle stratejik rezervleri harekete geçirdiler ve hatta Rusya tarafından “sis bombası olarak gizlenmiş kimyasal silahların gizli kullanımı” ile suçlanıyorlar. Öte yandan, Ukrayna hükümeti Rusya ile müzakere etmeye istekli barış sinyalleri vermeye başladı.

Financial Times gazetesi 7 Ekim’de Kiev’in, Ukrayna’nın NATO’ya katılması ya da başka güvenlik garantileri elde etmesi karşılığında topraklarının bir kısmını Rusya’ya bırakma konusunda gizli görüşmeler yürüttüğünü bildirdi. Haberde şu ifadeler yer alıyordu: “Görüşmeler kapalı kapılar ardında yapılıyor. Söz konusu anlaşma uyarınca Moskova, işgal ettiği Ukrayna topraklarının yaklaşık beşte biri üzerinde fiili kontrolünü sürdürecek, geri kalanının ise NATO’ya katılmasına ya da benzer güvenlik garantileri almasına izin verilecek.”

Bu yılın mart sonunda, her zaman sert bir tutum sergileyen Zelenski, tutumunu açıkça zayıflattı, geri adım atarak, 1991 sınırlarını yeniden tesis edemeseler bile barış için müzakereleri kabul edebileceğini ifade etti. Aslında, Financial Times’ın son haberi yeni bir bilgi değil; bu, belki de savaşın başında iki tarafın genel olarak kararlaştırdığı bir anlaşma taslağı ya da ABD’nin çekilme planının özüdür.

Ağustos 2023’te Danimarka medyası, ABD CIA Direktörü Burns’ün savaşın sona ermesi karşılığında Ukrayna’nın topraklarının yüzde 16’sından vazgeçmesini sağlama olasılığını test etmek için Kiev’e gizli bir ziyaret gerçekleştirdiğini ortaya çıkardı ve 15 Ağustos’ta NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in genelkurmay başkanı, NATO’ya katılma lisansı karşılığında Ukrayna’nın topraklarının bir kısmını Rusya’ya bırakmasını açıkça önerdi.

Bu ve diğer gelişmeler, büyük güçlerin oyunlarının karmaşıklaştığını ve Rusya-Ukrayna savaşının sona erdirilmesi için düşünülen yeni stratejilerin, “Afganlaştırma”dan “Filistinleşme”ye geçişi hızlandırdığını gösteriyor. “Afganlaştırma” ve “Filistinleşme” terimleri, savaşın patlak vermesinin ardından benimsemiş olduğum akademik kavramsal yaklaşımlardır ve bu yaklaşımlar savaş alanındaki gelişmelerle de doğrulanmış durumda.

Öncelikle ABD, Ukrayna’yı “Afganistan’ın Avrupa versiyonu” olmaya zorluyor, Rusya’ya on yıl boyunca Afganistan’a gömülen ve çöküşünü hızlandıran Sovyetler Birliği’nin tarihi trajedisini yeniden yaşatmaya çalışıyor; Rusya ise Ukrayna üzerindeki ezici kapsamlı gücünü ve coğrafi avantajını Ukrayna’yı “Afganistan’ın Avrupa versiyonu” yapmak için kullanıyor, böylece rakiplerine stratejik kabusu yeniden yaşatmaya çalışıyor.  Afganistan’da 20 yıl boyunca Taliban’ı fethedemediler ve nihayetinde birliklerini sıkıntı içinde geri çekmek zorunda kaldılar. Her iki taraf da “Afganistan’ın Avrupa versiyonu”nu kurgularken, eğer Rusya-Ukrayna savaşı “Afganlaştırma” yoluna girerse, bu, acımasız bir tüketim ve duraklama savaşı olur. Kısa vadede üç ila beş yıl, uzun vadede ise sekiz ila on yıl sürebilir. Bu senaryo, Sovyetler Birliği’nin ve ABD ile NATO’nun peş peşe iki Afgan savaşında yaşadıklarına benzer.

Diğer taraftan, Amerika Birleşik Devletleri ve NATO’nun Rusya ile Birinci ve İkinci Dünya Savaşı tarzı konvansiyonel bir dünya savaşı yapma niyetinde olmadığı açıktır, çünkü nükleer silahlar ve uzun menzilli atış araçları her iki tarafın da birbirini yok etmesine ve dünyayı yok etmesine izin vermek için yeterlidir. Çarlık Rusya’sından Sovyetler Birliği’ne kadar Ruslar, uzun bir savaş geçmişine sahip olup, sadece yenilgiyle toprak bırakmayı kabul etmişlerdir. Avrupa’daki küçük ülkeler, her zaman büyük güçlerin masasında müttefik veya kurban olarak kalmışlardır. Bu genel yargıya dayanarak, Rusya’nın büyük bir maliyetle kazanacağı ancak Ukrayna’nın tamamen kaybedeceği bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Rusya, Batı’yı kaybetmiş olsa da, Kırım’ı ve Ukrayna’nın güneydoğusundaki bazı bölgeleri kalıcı olarak ilhak edecek, geriye kalan Batı Ukrayna belki de NATO’ya katılacaktır. Sonrasında Rusya, ilhak ettiği toprakları “Ruslaştırmak” için her şeyi yapacaktır, Ukrayna milliyetçi direnişçileri ise uzun süre Rusya’yı taciz edecek ve kaybedilen toprakları yeniden alma çabasında olacaktır. Bu tablo nihayetinde Ukrayna’yı “Avrupa versiyonu Filistin” haline getirebilir: Önce büyük güç çıkarları yüzünden bölünecek, sonra durmaksızın bölünme, karşı bölünme, işgal ve karşı işgal, ilhak ve karşı ilhak gibi sürekli bir çatışma ortamına sürüklenebilir. Tıpkı 70 yılı aşkın süredir devam eden Filistin-İsrail çatışmasında olduğu gibi.

Başlangıçta ittifak stratejisini savunan ve Trump yönetimi tarafından ciddi şekilde zedelenen transatlantik ilişkiyi yeniden inşa etmeye çalışan Biden yönetimi, Rusya’nın 2021 sonunda NATO’nun doğuya doğru genişlemesini durdurma ve savunma hattını 1999 pozisyonuna çekme talebini reddetti ve Rusya’nın birlikleriyle askeri yollarla başa çıkmayacağını açıkça ilan ederek çaresiz Moskova yetkililerini ABD’nin alt akımlarına nüfuz etmeye ve kategorik olarak “özel bir askeri operasyon” başlatmaya teşvik etti. Sonrasında, Biden yönetimi, İngiltere aracılığıyla Ukrayna’ya baskı yaparak, Rusya-Ukrayna arasında varılmak üzere olan ateşkesi bozmuş ve NATO üyeleri üzerinden Ukrayna’ya destek sağlama sözünü vermişti. Bu destek, “ne kadar sürerse desteklemeye devam etme” sözüyle pekiştirilmişti.

Batı Avrupa ülkeleri, binlerce yıldır süregelen “Rusofobi” ile gerçekliğin “ürpertici etkisi” temelinde, birbirlerine yardım etme ihtiyacından hareketle, Rusya’nın Ukrayna’yı ilhak etme girişimini engellemek için Ukrayna’yı kararlı bir şekilde destekledi. Rusya’nın ilhak girişimlerini engellemek için Ukrayna’yı destekleyerek, toplam gücü kıyaslanabilir olan bu savaşı giderek kalıcı hale getirdi ve bir vekalet savaşına dönüştürdü. Biden yönetiminin ikili stratejik hedefi, uzun süredir stratejik bir rakip olan Rusya’yı tüketmek ve ‘pax Americana’yı, yani ABD tarzı dünya hegemonyasını sürdürmek için uzun vadeli ABD kontrolünden kurtulmaya ve stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve hatta askeri özerklik gerçekleştirmeye çalışan Avrupa Birliği’ni kontrol altına almaktır.

Ancak, politikacılar genellikle hızlı ve unutkandır, savaş başladı ve bir çıkmaza girdi, ister ABD ister Avrupalı ortaklar, geniş toprak alanı, nüfusu, güçlü ve kapsamlı ulusal karakteri olan Rusya’yı savaş alanında yenme olasılığının olmadığının derinden farkındadır. Ayrıca, hem ABD hem de Avrupa’nın bu savaştan ağır bir şekilde zarar görmesi ve nihayetinde Çin’in “güzel manzarası”yla yeni bir büyük güç oyununa zemin hazırlaması, Avrupa ve ABD için arzu edilmeyen bir durumdur. Büyük güç oyununun yeni modeli, eğer Rusya-Ukrayna savaşının ‘Afganlaştırılması’ndan kaçınırsa, o zaman bu çatışma ‘Filistinleştirme’ ile sonuçlanacaktır.

Özellikle Rusya, ilk yarım yıl süren başarısızlık ve zorlanma döneminden sonra savaşın derslerini alarak, zafer için stratejik kontrolü hızla ele geçirmeye başlamıştır. 2025 yılı itibariyle savunma harcamalarını %25 artırmayı, 133 bin kişilik bir askeri seferberlik planı başlatmayı, aktif askeri personel sayısını 1,5 milyona çıkarmayı ve askeri üretim kapasitesini ciddi şekilde artırmayı planlamaktadır. Ayrıca, günlük yaklaşık 10.000 top mermisi atışı yapabilme kapasitesine ulaşmış, insansız hava aracı üretimi altı kat artırılmış ve hipersonik füzelerin envanteri büyük ölçüde genişletilmiştir.

Kısacası, Rusya-Ukrayna savaşının üzerinden üç buçuk yıl geçmesine rağmen NATO, Ukrayna’ya saldırı silahları sağlamak için Rusya’nın “kırmızı çizgisini” çiğnemeye devam ediyor ve hatta Ukrayna’nın Rusya’nın anakarasına yönelik karşı saldırılarına göz yumuyor; Rusya rakiplerini caydırmak için giderek daha fazla askeri ve hatta nükleer silah kullanıyor ve savaş durumu sarmal bir yükseliş eğilimi gösteriyor. Savaş devam ederse, kontrolden çıkıp ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nı tetiklemese bile, bu durum ABD ve NATO için Vietnam Savaşı, Afganistan’daki savaş ve nihayetinde kan parası gibi benzer yaraların yeniden açılmasına neden olacaktır.

Savaş barışın ölümcül düşmanıdır, ancak savaştan geçmeyen barışın kıymetini bilemez, ölüm ve yıkım ne kadar yakınsa barışa ulaşmak o kadar kolay olur, ki bu, Çin’de sıkça söylenen “ölümle yüzleşene kadar yenilgiyi reddetmek” deyiminin bir yansımasıdır.

“Afganlaştırma” çatışmanın tüm tarafları için kesinlikle bir trajedidir, ancak ‘Filistinleştirme’ Avrupa’ya ve dünyaya barış getirebilir mi? Bu krizlere ve çatışmalara yol açanların, tarihsel sorumluluklarını ve kamuoyunun eleştirilerini üstlenmesi gerekmez mi?

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English