Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Siyonizmin bilinmeyen yüzü: Filistinlileri mülksüzleştirmenin bir yolu olarak enerji

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Filistin toprakları yabancıların yönetimi altındadır. Kaynaklarını başkaları sömürmektedir. Halkı anavatanından sürgün edilmiştir. Arap mukimlerden geriye kalanlar, en az Asya ya da Afrika’daki herhangi bir ırkçı rejim kadar sert bir ırkçı ayrımcılık ve baskı rejimi altında çürümektedir. Tüm bunlar emperyalizmin iş birliği ile ve terör ve şiddet yoluyla gerçekleştirilmiştir.” Böyle yazıyordu Suriyeli-Filistinli akademisyen Fayez Sayegh 1965 tarihli Filistin monografisinde.

Bu sözlerin üzerinden geçen 60 yılda her gün biraz daha fazla Filistin toprağı İsrail işgal rejiminin kontrolü altına girdi, Filistin’in doğal kaynakları, ekonomisi ve kültürü üzerindeki İsrail hakimiyeti günden güne pekişti. İsrail’in Filistin topraklarına dönük işgalinin önemli bir boyutunu ise sınırları enerji üretim kaynaklarını içerecek şekilde çizilmesine rağmen genellikle üstünden atlanan “enerji/elektrifikasyon ve Siyonist devlet inşası” arasındaki ilişki oluşturuyor. Öyle ki işgal rejimi bir yandan “kabloları döşerken” bir yandan da bu kablolar aracılığıyla Filistin’i topraksızlaştırmakta, Filistinlileri ise mülksüzleştirmektedir. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Filistin toprakları üzerindeki yerleşimci sömürgeciliğin inşasında enerji sektörünün ve buradaki emperyalist ilişki ağlarının rolüne dikkat çekiyor.


Kablolarını döşerlerken

Laleh Khalili
Granta
25 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Golda Meir Temmuz 1965’te İsrail Dışişleri Bakanı olarak İran’ı ziyaret etti. Üzerinde ülkesini temsil eden herhangi bir emare olmayan uçağı ile henüz gün ağarmadan Mehrabad Havaalanı’na indi ve buradan Tahran’ın kuzeyindeki özel bir konuk evine götürüldü. Meir’in danışmanları ziyaretini kamuoyuna duyurmak istiyorlardı fakat İranlılar gizli tutmakta ısrarcılardı. Bu gizlilik, petrol dünyasının çalkantılı bir dönemden geçtiği bir sırada Şah’a önemli bir kılıf sağlıyordu: İran, böylece küresel üretimin büyük bölümünü kontrol eden “Yedi Kız Kardeş” ile müzakerelerinde Arap devletleriyle birleşik bir cephe oluşturabilecekti.

O dönemde Yedi Kız Kardeş(1), her geçen gün daha da iddialı hale gelen Arap devletlerini kızdırmamak için İsrail’e açıkça petrol satmak konusunda isteksizdi. Petrolde spot piyasanın ancak on yıldan uzun bir süre sonra ortaya çıktığı düşünüldüğünde, İsrail güvenilir bir ham petrol tedarikçisi bulmakta kararlıydı. Meir bunun için doğrudan Şah’la konuştu. İsrail’in enerji ihtiyacını karşılamak için İran ve İsrail arasında, İran petrolünün gemilerle [Kızıldeniz’in kuzeyindeki] Akabe Körfezi’nde sakin bir liman kenti olan Eilat’a sevk edildiği bir ortak girişim önerdi. Böylece Eilat, İsrail’i Kızıldeniz’den Akdeniz’deki Aşkelon’a kadar kat edecek olan gizlice inşa edilmiş geniş çaplı boru hattının bir ucu olacaktı. Ardından kamyonlar, daha küçük tank gemileri ve daha dar boru hatları, bu petrolü içeriden Hayfa’daki rafineriye taşıyacaktı.(2) Şah’ın ilgisini çekecek olan, İsrail tankerleriyle Avrupa pazarlarına sevk edilen fazladan petroldü. Meir Romanya’yı ziyaret etmiş ve Bükreş’ten bu fazla İran petrolünü satın alması için garanti almıştı.

Şah başta bu boru hattı önerisine pek sıcak bakmadı ancak 1967 Arap İsrail Savaşı’nda Süveyş Kanalı’nın kapatılmasıyla işler değişti. Kriz, İran’a İsrail’e petrol sağlamak ve İsrail aracılığıyla Avrupalı alıcılara petrol satmak için ihtiyaç duyduğu ivmeyi kazandırdı. Petrolün Ümit Burnu çevresinden taşınmasına gerek kalmamasının getirdiği düşük taşıma maliyeti sayesinde Arap rakiplerinin karşısında önemli bir avantaj elde edilecekti. İran konuya ilişkin bir fizibilite çalışması yaptırdı. Sorumlu olarak ise Ulusal Petrol Şirketi’nden Fethullah Nafizi ve Köln’deki İsrail Tazminat Delegasyonu Başkanlığı görevini henüz tamamlamış olan Felix Shnar belirlendi. 1968 yılında iki ülke İsviçre’de “Trans-Asiatic” adında bir ortak girişim şirketi kurdu ve Eilat ile Be’er Sheva arasında zaten mevcut olan daha küçük bir boru hattının altyapısını Rothschild Grubu’ndan satın aldı. Trans-Asiatic bu sırada petrolü deniz yoluyla taşımak için yeni tankerler sipariş etti. Batı Alman hükümetinin açık piyasalardan alınan kredilerden daha cömert bir faiz oranını garanti etmesiyle Deutsche Bank’tan Hermann Abs, Shinar ve Naficy ile İsviçre’de bir araya gelerek daha büyük bir boru hattının finansmanını görüştü. Bu arada Abs, Üçüncü Reich’ın en güçlü bankacılarından biriydi ve Deutsche Bank’ın dış ilişkiler departmanının başı olarak, Avrupa’daki Yahudi varlıklarının müsadere edilmesinden ve işgal altındaki bölgelerdeki Avrupa bankalarının yağmalanmasından sorumluydu. Savaştan sonra, daha önceden yürüttüğü işlerin kefaretini ödemek için yeniden gönderilmişti: Almanya’nın İsrail’e iade ettiği malların sorumluluğunu üstlenecek ve bu sıfatla Shinar ile samimi bir çalışma ilişkisi geliştirecekti.

İran petrolünü taşıyacak gizemli bir hat: Eliat-Aşkelon petrol boru hattı

Eilat-Aşkelon boru hattı 1969 yılında, petrolün millileştirilmesinin hemen arifesinde faaliyete geçti. Yedi Kız Kardeş kontrolünün gevşemesi ve 1973’te yaklaşan Arap-İsrail Savaşı, bağımsız tüccarlara petrol alıcıları ve üreticilerle anlaşma yapabilecekleri bir alan açmış oldu. Fakat asıl sorun, Süveyş Kanalı kapalıyken petrolün Körfez’den Avrupa ve Amerika’daki petrol alıcılarına nasıl ulaştırılacağıydı. İran doğrudan İsrail ile ticaret yapıyor gibi görünmek istemediğinden ya da petrolünü Avrupalı müşterilere İsrail üzerinden taşımak istemediğinden aracılara ihtiyaç duyuyordu.

Petrol piyasasındaki sismik dönüşümü önden gören ve bundan faydalanmayı kafasına koyan Belçikalı-Amerikalı emtia tüccarı Marc Rich artık devreye girmişti. Rich’in İran ile büyük metal sözleşmeleri imzalamış olan (ve Farsça bilen Amerikalı) iş ortağı Pincus Green, Rich’i İranlı petrolcülerle tanıştırdı. Rich, petrol teknokratlarıyla ve Şah’ın kendisiyle ilişki kurmaya başladı böylece. Bunu kolaylaştıran etmenlerden biri de Şah’ın kayak tatillerini geçirdiği St Moritz’de onun da bir dağ evinin olmasıydı. Rich, sonunda İran ile uzun vadeli bir petrol anlaşması imzaladı. Öyle ki tam da petrolün varil fiyatı 3 dolardan 11,50 dolara fırlamak üzereyken, şirketinin İran ham petrolünü anlaşma süresi boyunca varil başına 5 dolardan satın almasını güvence altına aldı. Sonrasında ise büyük şirketlerin rehini olmayan petrol alıcıları aradı.

Süveyş Kanalı hâlâ kapalı olduğu için Rich ayrı olarak İsrail hükümetiyle görüşmelere başladı. Fransız bankası Paribas, Rich’in İran’dan yaptığı büyük petrol sevkiyatını finanse ediyordu. Tankerler yüklerini Eilat’ta boşaltıyor, petrolün bir kısmı Hayfa’ya, sonrasında ise Aşdod rafinerilerine gidiyor; Rich’in gemileri ise Aşkelon’da fazlalığı toplayıp kargoyu doğrudan ABD’li ve Avrupalı petrol alıcılarına aktarıyordu. Rafineriler, petrokimya endüstrileri, enerji santralleri ve hükümetler Marc Rich + Co’nun petrol ticareti için fevkalade müşteriler olmuştu. Hatta Rich, ABD Savunma Yakıt İkmal Merkezi için önemli miktarda İran petrolü satın aldı ve bu petrolü Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden sevk etti. Öyle ki bazı yıllar, kimi üretici ülkelerden çok daha fazla petrol sattı. Yıllar sonra biyografisini yazan Daniel Ammann’a bu boru hattının kendisine “büyük bir fiyat avantajı” sağladığını söyleyecekti. “İran ham petrolünün bu boru hattı aracılığıyla taşınması, Afrika’yı boydan boya dolaşmaktan çok daha ucuzdu”. Marc Rich, Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden yapılan gizli petrol ticareti sayesinde şaşılacak ölçüde bir zenginlik elde etti. Bu anlaşma, daha düşük navlun maliyeti sayesinde petrolü Avrupalılar için çok daha cazip hale gelen İran’a da yaradı elbette. İsrail ise hem enerji ihtiyacını karşıladı hem de dış rezervlerini güçlendirmiş oldu.

Rich, Şah’ı deviren İslami devrimden sonra bile İran’a kur yapmaya devam etti. İran Ulusal Petrol Şirketi ile büyük şirketler arasındaki anlaşmalar 1979’da bozulmasına rağmen, şirket yaptığı anlaşmalara sadık kalarak ona yılda yaklaşık 70 milyon varil petrol sattı. Bu petrolün büyük bir kısmı Eilat’taki petrol terminaline ulaştı. Rich, şirketi yönettiği yirmi yıl boyunca, İsrail’e yıllık petrol ihtiyacının yaklaşık yüzde 20’sini sattı. İran’daki devrim liderleri ise “küçük şeytan”a karşı sembolik düşmanlık jestleriyle yetindiler fakat İsrail ile petrol ticaretini asla silah haline getirmediler..

Rich’in devrimci İran ile ilişkilerindeki “duyarsızlığı” ABD’deki şovenistleri tahrik etmeye başlamıştı. O vakitler New York’ta adını duyurmak isteyen yeni yetme bir federal savcı olan Rudy Giuliani, 1983 yılında Rich ve Green’e “düşmanla ticaret yapma” suçlamasıyla dava açtı. Bundan sonraki on yedi yıl boyunca ikilinin yüzleri FBI’ın “En Çok Arananlar” ilanında yer alacaktı.

ABD’ye iade edilmemek için köşe bucak kaçarken, Lucerne’deki malikanesine yerleşirken ya da iş seyahatlerinde, Rich hep eski Mossad ajanları tarafından korundu. Ocak 2001’de ise Bill Clinton, başkanlığının son gününde bu iki sabık suçluyu aniden affetmeye karar verdi. Rich’in eski karısı Denis, Demokrat Parti’ye ve Clinton Başkanlık Kütüphanesi’ne yüz binlerce dolar bağışta bulunmuştu; ama belki daha da önemlisi, İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Mossad’ın eski başkanı Shabtai Shavit’in Rich adına Clinton yönetiminde lobi faaliyetlerinde bulunmalarıydı. Ammann’ın da satırlara döktüğü gibi, Rich “Mossad’ın hiç bağlantılarının olmadığı yerlerde onun adına bağlantılar kurdu. İsrail’in resmi olarak yapamadığı durumlarda ortaya parasını koydu.” Böylece Rich istihbarat teşkilatının yardımcısı olarak addedildi. Fakat istihbarat çalışmalarından daha önemli olanı Rich’in petrol sevkiyatındaki rolüydü.

Enerji santralleri ve yerleşimci kolonyalizm

İsrail devleti kurulmadan önce dahi enerji politikaları, Yişuv yerleşimcileri ile yerli Filistinliler arasındaki ilişkiyi etkilemişti.(3) İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilayetlerini aralarında paylaştıkları 1920 yılı ile İsrail’in kurulduğu 1948 yılı arasında geçen zamanda Dünya Siyonist Örgütü Filistin’deki Yahudi yerleşimci topluluğu için bir dizi proto-hükümet kurumu oluşturdu. Bunların içinde en eski ve en önemlilerinden biri, Fredrik Meiton’un enerji ve Siyonist devlet inşası üzerine yazdığı tarih kitabının da ana konusu olan Filistin Elektrik Şirketi’ydi.

Filistin’deki İngiliz manda güçleri, Filistin Elektrik Şirketi’nden Pinhas Rutenberg’e elektrik santralleri ve kapsamlı bir elektrik şebekesi inşası için çeşitli imtiyazlar verdi. İsrail ordusunun öncüsü olan Haganah’tan Filistin Havayolları’na (daha sonra El Al) kadar pek çok örgütün kuruluşunda parmağı olacak olan 1905 ve 1917 Rus devrimleri emektarı Rutenberg(4), Ürdün Nehri’nin Yarmûk Nehri ile birleştiği yerden ve (Eriha’nın kuzeyinden Akdeniz’e kadar doğu-batı yönünde uzanan) Auja Nehri’nden hidroelektrik enerji üretmeyi planlıyordu. Nitekim, kuzeye doğru genişleme ve Lübnan toprakları içindeki Litani Nehri’ni de aynı amaçla kullanma planı, İsrail’in Lübnan’a yönelik politikasını yirminci yüzyılın sonuna kadar şekillendirmeye devam edecekti.

Şirket, hidroelektrik enerji üretmek için nehir havzalarında, Filistin’in en verimli tarım arazilerinin yanı sıra Ürdün Nehri’nin karşısındaki Trans-Ürdün’de bulunan toprak parçalarını da içeren geniş arazileri kontrol etmesi gerektiğini öne sürmekteydi. Planlanan elektrik şebekesinin Filistin haritasını boydan boya kat ettiği düşünüldüğünde, bu, yüksek gerilim hatları için belirlenen güzergahlar boyunca toprak sahibi olmak anlamına geliyordu. Elektrik santrallerinin ve şebeke altyapısının inşası için alınan topraklar aynı zamanda Yahudi yerleşimlerinin inşası için de kullanılacaktı.

Tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi, enerji üretimi, jeolojik özellikler –nehirler, denizler, kıyı şeritleri ve petrol rezervlerinin olası varlığına işaret eden toprak hareketleri üzerindeki bölgesel kontrol– ile el ele ilerledi. İngiliz yetkililer, nehirden denize kadar uzanan bir altyapının eşitsiz gelişimi ve kullanımının, bir İngiliz sömürge yetkilisinin sözleriyle, Yahudi yerleşimcilere “Filistin’in tüm ekonomik yaşamı üzerinde bir hakimiyet” verdiğini kabul etseler dahi, Rutenberg’in planı İngiliz onayı ve desteğini almıştı. Filistinliler ise bu elektrifikasyon planlarının teritoryal, ekonomik ve siyasi anlamının ve kendilerini yerinden edecek olan sömürgeci projenin temelini oluşturduğunun farkındalardı. 1923’te Yafa’da başlayan ve yıllar içinde tüm Filistin’e yayılan bir dizi protesto ve ayaklanmayla, topraklarının istimlak edilmesine, yaşadıkları çevredeki dönüşümlere ve Filistin Elektrik Şirketi’nin topraklarında yarattığı düşmanca yerleşimlere direndiler. Öyle ki bazı yerlerde dizelle çalışan küçük jeneratörler kurarak şirketin tekeline meydan okumaya çalıştılar. Diğerleri sabotajla tehdit ettiler.

Rutenberg, Filistinlilerin direnişini kırabilmek için Auja’daki büyük ölçekli hidroelektrik projesinin, Tel Aviv/Yafa’da dizel yakıtlı bir elektrik santrali ve Hayfa’daki bir buhar türbini lehine ertelenmesini önerdi. Ürdün ve Yermuk nehirlerinin birleştiği yerde kurulan devasa elektrik santrali ise 1932 yılında faaliyete geçti. Elektrik eşit olmayan bir şekilde dağıtılmış, aslan payını ise Yahudi konutlar ve ticari tüketiciler almıştı. Tel Aviv geceleri ışıl ışıldı; Yafa ise tam tersi. Altyapıların inşasında kullanılan işgücü de ırksallaştırılmıştı: Filistinli işçiler Yahudi işçilerden çok daha az ücret alıyordu. 1948 yılına gelindiğinde, Filistin’deki Yahudi yerleşimciler bölge nüfusunun yüzde 40’ından azını oluşturmasına ve toprağın sadece yüzde 7’sine sahip olmasına rağmen, Filistin Elektrik Şirketi tarafından satılan “çeyrek milyon kilovat saatin yüzde 90’ını” tüketiyorlardı.

Enerji altyapısı iktisadi ve siyasi uçurumları büyüttü

Bu enerji altyapısının yarattığı ve her geçen gün daha da büyüyen iktisadi ve siyasi uçurumlar, İsrail’in Filistinlilerle olan ilişkisini şekillendirmeye de devam etti. Yeni yeni kurulmakta olan İsrail devletinin sınırları içinde, Yahudi yerleşimleri kapsamlı altyapılara sahipken, komşu köylerde yaşamaya devam eden Filistin vatandaşlarının büyük çoğunluğu bu hizmetlere erişimden mahrum bırakılmıştı. Nasıra’daki bir Filistinli meclis üyesinin yakındığı gibi, “Hükümet her yeni Yahudi kolonisine, henüz kimse taşınmadan yol, elektrik ve su sağlıyor. Peki, Arap köylerinden geçerken neden onları karanlık ve susuz bırakıyor?”(5) İsrail içindeki enerji kaynaklarının eşitsiz dağılımı bugün hâlâ devam etmektedir. Filistinlilerin yoğun olarak yaşadığı Nakab ve Celile’deki resmi hükümetin Yahudileştirme politikaları, Filistinli toplulukların yeni inşaatlarını ya da bu toplulukların genişlemesini kısıtlayan Kafkaesk konut politikalarına dönüşmüştür. Bu politikalar hem yerleşik hem de göçebe Filistinli toplulukların elektrik ve su gibi hayati altyapılara erişiminin kasıtlı olarak engellenmesiyle pekiştirilmiştir.

Ne var ki, İsrail elektrik şebekesine bağlı olmanın da kendine has dezavantajları var. İsrail Savunma Bakanı Moshe Dayan, 1967’de Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’nin işgalinden sadece birkaç gün sonra, “El Halil’in elektrik şebekesi bizim [İsrail] merkezi şebekemizden geliyorsa ve fişi çekip kesebiliyorsak, bu kesinlikle binlerce sokağa çıkma yasağı uygulaması ve isyan dağıtma çabasından çok daha iyidir,” diyecekti. Kasım 1967’de 159. İsrail Askeri Emri, işgal altındaki topraklardaki tüm elektrik altyapısını İsrail askeri yönetiminin kontrolüne aldı. Bugün Batı Şeria’daki Filistinliler kendi elektriklerinin sadece yüzde 14’ünü üretebiliyor, geri kalanını ise İsrail’de temin etmek durumundalar. Yine 1967 öncesinde İsrail, sınırları içindeki Filistinlilerin elektriğe erişimini düzenli olarak engelleyebilecek durumdaydı, fakat 1967’den sonra işgal altındaki topraklar, sadece bir düğmeye basılarak kapatılabilecek denli İsrail altyapısına bağımlı hale getirildi. Batı Şeria ve Gazze’deki bağımsız elektrik santralleri birer birer kapatıldı ve Filistinli topluluklar zorla İsrail elektrik şebekesine bağlanmış oldu.

İsrail’den İran’a kalkan sır uçaklar

Golda Meir, İran’a gizlice uçan ne ilk ne de son İsrail başbakanıydı. 1979’da İran monarşisi devrilmeden önce, biri hariç tüm İsrail başbakanları Tahran’ı ziyaret etmişti. David Ben-Gurion, Arap dünyasını çevreleyen Arap olmayan devletlerle- İran, Etiyopya, Türkiye gibi- ittifaklar kurmaya yönelik “çevre planlarının” bir parçası olarak 1961 yılında bu tür ziyaretleri başlattı. Onun ardından Levi Eshkol, Golda Meir, Yigal Allon, Yitzhak Rabin ve Menachem Begin ve aslında neredeyse tüm İsrail Dışişleri ve Savunma Bakanları gizlice İran’a gittiler. Şah’a saygılarını sunmayan tek başbakan, Moshe Sharett’ti ve o da zaten (1950’lerin ortasında) bir yıldan az bir süre görevde kalmıştı. Bu ziyaretlerin büyük çoğunluğu İsrail’in enerji kaynaklarını ve enerji tedarik yollarını güvence altına almak için duyduğu umutsuz ihtiyaçlarıyla ilgiliydi.

İsrail’in yarım asırdır devam eden hidrokarbon arayışında Sina’nın adı geçiyordu.

Güneye doğru uzanan Sina kaması, Afrika ve Asya kıtalarını birbirinden ayırıyor – ya da birleştiriyor. Şarm el-Şeyh, Sina Yarımadası’nın güney ucunda, Süveyş ve Akabe körfezlerinin Kızıldeniz’i oluşturmak için birleştiği yerde bulunuyor. Erken yirminci yüzyılda İngiliz jeologlar, kontrol ettikleri Akdeniz ve Ortadoğu kıyılarının karmaşık araştırma haritalarını çıkararak önce su, zamanla da petrol rezervi aradılar. 1940’ta Geological Magazine’de yazan iki jeolog, bölgenin coğrafyasını Suriye, Filistin ve Sina’dan Irak, İran ve Arabistan’a, oradan da Umman’a kadar uzanan bir petrol arama yayı olarak tasvir etmişlerdi.

Ne var ki önce Filistin’de, sonrasında ise İsrail’de yapılan keşifler büyük ölçüde sonuçsuz kalmıştır. Suudi Arabistan, Irak ve hatta İngiliz şirketlerinin 1940’ların sonunda petrol rezervleri keşfettiği Sina’nın görece yakınlığı düşünüldüğünde, 1949 ateşkes hattı içinde petrol bulunmaması İsrailli liderlerin epey canını sıkmış olmalı. Körfez’deki Arap hükümdarlar, yeni kurulan İsrail’e petrol satmaya yanaşmadılar. İsrail ekonomisi ilk yıllarında tarıma bağlıydı ve petrolle çalışan tuz arındırma tesisleri, ihracat için üretilen yoğun sulama gerektiren tarım ürünlerini sulamak için kullanılıyordu. Anglo-İran Petrol Şirketi’nin Kuveyt ve Katar’da bulunan iştirakleri, petrol yüklü gizli tankerleri Hayfa’daki rafinerilerine gönderiyordu, bu petrol nihayet 1958 yılında İsrail’e satıldı.

Süveyş Kanalı’na dönük emperyal plan nasıl İsrail toprakları lehine gelişti?

İsrail’in enerji ihtiyacı ve gizli ve güvenilmez kaynaklara bağımlılığı bir ulusal güvenlik sorunu olarak görülüyordu – hatta Ben-Gurion’a göre bu bir “ölüm kalım meselesiydi”. Bunun kamuoyuna açıklanması ise İsrail’in önemli bir zafiyetini ortaya çıkarabilirdi. Nitekim Sina sadece Süveyş Kanalı, Akabe Körfezi ve Tiran Boğazı üzerindeki stratejik hakimiyetiyle değil, aynı zamanda petrol potansiyeliyle de cezbediyordu.

1956 yılında Cemal Abdül Nasır’ın Süveyş Kanalı Şirketi’ni millileştirmesinin ardından İsrail, İngiltere ve Fransa’dan üst düzey yetkililer Mısır’ın işgalini planlamak üzere Fransa’nın Sevr kentinde gizlice bir araya geldiler. Hem Fransa hem de İngiltere kanalın kontrolünü yeniden ele geçirmek istiyordu. Ben-Gurion, Süveyş Kanalı üzerindeki emperyal kaygıda, İsrail topraklarını 1949 ateşkes hattının ötesine genişletmek için bir fırsat gördü. Ben-Gurion’un derdi sadece Nasır’ı devirmek değil, aynı zamanda Trans-Ürdün’ün Irak krallığı ve İsrail arasında paylaştırılması, Filistinli mültecilerin Filistin sınırları dışına yerleştirilmesi, İsrail’in Lübnan topraklarının kuzeyine, Litani Nehri’ne kadar genişlemesi ve Sina’nın kontrolü de dahil olmak üzere bölgenin jeopolitik haritasının toptan değiştirilmesiydi. Bunlar, arkasında güçlü bir Avrupalı hami olmadan mümkün olamazdı elbette. Ben-Gurion, Fransa Başbakanı Guy Mollet ile Sevr’de yaptığı bir görüşmeyi günlüğüne şöyle yazacaktı:

Ona güneybatı Sina’da büyük miktarda petrol keşfedildiğini, buranın Mısır’dan koparılmasının faydalı olacağını, çünkü zaten Mısır’a ait olmadığını, İngilizlerin orayı Türklerden çaldıklarını söyledim. Sina’dan Hayfa’daki rafinerilere bir petrol boru hattı döşenmesini önerdim. Mollet bu öneriyle ilgilendiğini ifade etti.

İsrail’in Sina’yı işgal ettiği Ekim 1956 ile Mart 1957 arasındaki yaklaşık dört ay boyunca, İsrail Jeoloji Araştırmaları yarımadanın haritasını çıkardı ve bölgeyi gelecekte kontrol edeceği öngörüsüyle petrol aradı. Eisenhower yönetiminin İsrail’in Sina’dan çekilmesinde ısrarcı olacağı ortaya çıktığındaysa, İsrail ordusu Mısır’ın petrol üretimini engellemek için orada buldukları boruları, pompaları ve diğer ekipmanları yağmaladı; bunların bir kısmı Eilat’tan geçen daha önceki petrol boru hattına ulaştırıldı.

İsrail ordusu Haziran 1967’de Batı Şeria, Gazze, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri ile birlikte Sina’yı da yeniden işgal etti. İsrail, Sina’da Süveyş Körfezi’ndeki Ebu Rudeys yakınlarında 117 açık deniz ve kara petrol kuyusu ele geçirdi.(6) Bu kuyular 1954’ten beri İtalyan ENI ve Mısır Genel Petrol Şirketi’nin (EGPC) ortak konsorsiyumu tarafından işletiliyordu. Güçlü hami arayışını gerileyen Avrupa imparatorluklarından ABD’ye doğru yönlendiren İsrail, Amerikan Petrol Şirketi’nin petrol sahalarına dokunmadı. Eğer ülke topraklarını genişletmeye devam etmek ve istikrarlı bir enerji arzı sağlamak istiyorsa, bunu muhakkak ABD’nin kanatları altında yapmalıydı.

Nitekim, 2011 yılında gizliliği kaldırılan 1972 tarihli bir CIA raporu, Sina’dan çalınan petrolün İsrail’in yabancı ülkelerden petrol ithalatını savaş öncesi seviyenin altında tutmasını sağladığını doğrulamaktadır:

Bu durum, İsrail’e yılda yaklaşık 25 milyon dolarlık bir döviz tasarrufu sağlamıştı. 1969 yılında Sina’dan yapılan ham petrol ithalatı yaklaşık 2 milyon ton, İran’dan ise biraz daha fazla, 3 milyon ton civarındaydı.

Nasır’ın ölümüyle kurulan dostluk

Golda Meir 1972 yılında İran’ı tekrar ziyaret etti. Şah’ın sırdaşı ve Kraliyet Sarayı Bakanı Esadullah Alem bu olayı gizli günlüklerine şöyle kaydetmişti:

18 Mayıs Perşembe – Görüşme. Golda Meir bu sabah 7’de uçakla geldi ve kısa bir süre dinlendiğini bildirdim. ‘Bu yaşlı kadın çok dayanıklı’ dedi majesteleri [Şah]. Daha sonra saat 15.00 olarak planlanan görüşmenin saatini sordu. [Golda Meir] Yaklaşık iki buçuk saat görüştükten sonra İsrail’e dönüş için havaalanına gitti.

1972 yılındaki bu ziyaret hem yarattığı askeri tehdit hem de Üçüncü Dünya’daki eşsiz şanı nedeniyle Şah ve İsrailli liderlerin ölümüne nefret ettiği Mısırlı Nasır’ın ölümünden iki yıl sonra gerçekleşmişti. Nasır’ın ölümüyle Şah, onun halefi yeni Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile kişisel bir dostluk kurdu. Görüşme esnasında Şah, Meir’e Sedat’tan İsrail’in 1967’den beri işgal ettiği Sina’dan çekilmesini isteyen bir mesaj iletti.

İsrail, bu toprak kazanımlarını elde ettiğinden beri Sina’da yasadışı olarak çıkardığı Mısır petrolüne bağımlı hale gelmişti. Bu yüzden Meir, Sedat’ın tekliflerini reddetmeyi tercih etti. Birkaç ay sonra Batı Alman Şansölyesi Willy Brandt için verilen bir resepsiyonda yaptığı şaka, bunun nedenini ima etmekteydi: “Musa bizi Ortadoğu’da petrolü olmayan tek noktaya getirmek için çölde kırk yıl dolaştırdı.” Mısır ve İsrail arasındaki yakınlaşma İsrail’in Sina’yı Mısır’a geri vermesini, Süveyş Kanalı’nın yeniden açılmasına izin verilmesini ve Eilat-Aşkelon boru hattının bir enerji güzergahı ve dolar kaynağı olarak öneminin azaltılmasını gerektiriyordu. Meir, İran ziyaretini takip eden aylarda Ürdün Kralı Hüseyin ve İran Şahı’nın Mısır’ın yapabileceği olası bir misillemeye ilişkin bir dizi gizli uyarıyı görmezden gelecekti.

İsrail’i ve özellikle de Meir’i gafil avlayan bir hamleyle Ekim 1973’te Mısır ordusu Süveyş Kanalı’nı geçti ve “yenilmez” addedilen Bar-Lev Hattı’nı aştı. İsrail güçlerinin ilk kovuluşunun yankıları epey büyük oldu. Golda Meir birkaç ay sonra istifa etmek zorunda kaldı. Yerine geçen Yitzhak Rabin, Mayıs 1974’te Mısır ile bir Kuvvetlerin Ayrılması Anlaşması imzaladı. İsrail’in Sina’dan tahliyesi ve petrol yataklarının kaybı artık kapıdayken Rabin, İsrail’in apartheid Güney Afrika’ya karşı muhalefetinden aniden caydı ve kömürle çalışan yeni elektrik santralleri için KwaZulu-Natal’dan kömür sevkiyatı müzakerelerine başladı.

Bu arada hem enerji hem de döviz kaynağı olarak İran petrolüne olan bağımlılık daha da artmıştı. Öyle ki İsrailli yetkililer, Mısır’ın Süveyş Körfezi ile Akdeniz’i birbirine bağlayacak rakip planı, kara yolu üzerindeki hakimiyetlerine ve Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden ticareti yapılan petro-dolar akışına doğrudan bir tehdit olarak görmekteydiler. Financial Times, Tel Aviv’in Eylül 1969’da Süveyş-İskenderiye boru hattı üzerinde çalışan inşaat mühendisleriyle dolu bir oteli hedef aldığında “askeri bir tesisi” bombaladığını iddia ederken “daha başka bir memnuniyet” duymuş olması gerektiğini yazacaktı.

Öte yandan İsrail ABD ile, Washington’u “İsrail’in askeri teçhizat ve diğer savunma ihtiyaçlarına, enerji gereksinimlerine ve ekonomik ihtiyaçlarına sürekli ve uzun vadeli olarak” yanıt vermeyi taahhüt ettiren gizli bir memorandum imzaladı. 1978 yılında Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nden gönderilen bir diplomatik telgrafta bunun nedeni açıkça belirtilmekteydi: “Bu ülke petrolle çalışıyor ve kısa vadede başka bir alternatifi yok. Sina II Anlaşması’nda ABD’nin tedarik taahhüdünde ısrar etmesinin nedeni budur.” Böylece ABD’nin İsrail’e yaptığı abartılı yıllık yardım ve silah transferleri kurumsallaşmış oluyordu.

Camp David Anlaşması’nı takip eden on yıllarda İsrail, bir yandan kömürle çalışan elektrik santrallerini genişletirken, bir yandan da spot piyasadan gizli olarak petrol sevkiyatları almaya devam etti. Yine Nakab’ın yanı sıra işgal altındaki Batı Şeria ve Golan Tepeleri’nde de bir dolu petrol şirketine petrol aramaları için lisans verdi – sonunda hepsi başarısız oldu. Filistin yönetiminin kurulmasına ve Gazze ile Batı Şeria üzerinde –göstermelik ve düzensiz de olsa– kontrol sahibi olmasına yol açan 1993 Oslo Anlaşmaları’ndan sonra dahi İsrail, işgal altındaki topraklarda enerji aramaya devam etti.

Gaz rezervlerinin keşfi Filistinlilerin denize erişimini sınırlandırıyor

1999 yılında British Gas, Gazze kıyılarında şimdi “Gazze Marine” olarak bilinen sahada geniş doğalgaz rezervleri buldu. Bu saha, Oslo Anlaşmaları’nın Filistin deniz ekonomik bölgesi olarak belirlediği Gazze’nin yirmi deniz mili içindeydi. Gaz rezervlerinin keşfiyle birlikte İsrail, Filistinlilerin denize erişimini önce 2002’de on iki deniz miline, ardından 2006’da Hamas’ın Gazze’de seçilmesi sonrası altı deniz miline ve son olarak da 2008-9’daki Dökme Kurşun Operasyonu’nu takiben üç deniz miline indirmeye çalıştı. Resmi olarak Filistinli balıkçıların bu üç millik alan içinde çalışmalarına izin verilirken, İsrail Donanması Gazzeli balıkçılara keyfi olarak ateş açarak ise bu erişim alanını fiiliyatta bir deniz miline kadar indirdi. Ekim ayından önce 2023 yılının neredeyse her ayında İsrail Donanması Filistinli balıkçılara plastik ya da gerçek mermilerle ateş etti, teknelerine çarptı ya da yüksek hızda su püskürterek onları kıyıya sürdü. Nitekim İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısında, İsrail Donanması’nın bombardımanının ilk hedeflerinden biri Gazze’deki Filistinli balıkçı tekneleri filosuydu. Nihayetinde İsrail’in Filistin denizleri üzerindeki tam kontrolü ve Filistin yönetimi ya da Hamas’ın British Gas ile kendi şartlarına uygun bir anlaşma yapmasına izin vermemesi, şirketin Gazze Marine’i geliştirme planlarından vazgeçmesine neden oldu.

2009’da yani Gazze Marine’in keşfinden on yıl sonra, İsrail, denizin açıklarında Tamar ve Leviathan sahalarında gaz rezervleri buldu. İsrail ulusal petrol şirketi Delek, bu iki sahayı işletmek için Oklahoma’dan Noble Energy ile ortaklık kurdu (Noble daha sonra Chevron tarafından satın alındı). 2017 yılında Ürdün, Lut Gölü’ndeki sanayi tesisleri için İsrail’den doğalgaz satın almayı kabul etti ve böylece Tamar ve Leviathan’ın geliştirilmesini dolaylı olarak finanse etmiş oldu. Geçiş yakıtı olarak doğalgaza olan yönelme ve Rusya’nın Almanya’ya kadar uzanan Kuzey Akım boru hatlarına yapılan sabotaj, Avrupa’nın çeperlerindeki –İsrail, Mısır, Cezayir, Yunanistan, Kıbrıs ve Norveç– gaz rezervlerini daha da önemli hale getirdi. Tamar bugün İsrail’in enerji ihtiyacının yüzde 70’ini karşılıyor (geri kalanı ise –bugün daha çok Rusya ve Kolombiya’dan ithal edilen– kömürle karşılanıyor). Leviathan’ın gazıysa neredeyse tamamen ihraç ediliyor – sıvılaştırma ve nihayetinde hidrojen üretimi için Mısır’a gönderildikten sonra. İsrail’in Arap komşularına gelince, onlar bir yandan Filistinlilere yönelik yağma ve saldırıları onaylamadıklarını gösterirken, bir yandan da vatandaşlarının kınayıcı bakışlarından uzakta, kapalı kapılar ardında enerji anlaşmaları yapmaktan oldukça memnun gibiler.

Haziran 2023’te Netanyahu hükümeti Filistin yönetimi ile Gazze Marine’e lisans verilmesi konusunda anlaştığını duyurdu. Resmi anlaşma Hamas’ı dışladığı için bu politikanın Mahmud Abbas’ın Ramallah’taki rejimini desteklemeye yönelik olduğu gayet açıktı. Anlaşmanın mali getirilerinin bir kısmının Gazze’ye akması, bu vesileyle de Hamas’a rüşvet verilerek Gazze’de uysallaştırılması amaçlanıyordu. Ve sonra 7 Ekim 2023’te Hamas militanları “demir duvar”ı ya da Filistinli analist Muin Rabba’nin deyimiyle Gazze’yi çevreleyen “milyar dolarlık fiziksel, elektronik ve dijital bariyeri” aşarak yaklaşık üçte biri asker olmak üzere 1.200 İsrailli ve yabancıyı öldürdü ve yüzlercesini ise rehin aldı.(7) İsrail’in tepkisi acımasızdı.

Çatışmaların sıcağında bile, Kasım 2023’te İsrail, BP ve ENI’ye Gazze Marine olmasa da Leviathan yakınlarındaki diğer sahaları geliştirmeleri için on iki yeni ruhsat verdi. Tarihlerinin en kârlı yıllarını geçiren Avrupalı hidrokarbon şirketleri bugün hâlâ Avrupa’ya yakın yeni gaz kaynakları aramaya devam ediyor. Avrupa’nın, İsrail’in en az 30 bin Filistinliyi katlederken verdiği tavizler, İsrail’in Avrupa’ya kışın yaklaştığını başarılı şekilde hatırlattığının bir kanıtıydı. Enerji arzını çeşitlendirmede kendini sıkışmış hisseden Avrupa, kaynakları arasına İsrail doğalgazını da dahil etme baskısı hissedecektir. İsrail’in Gazze denizini de istimlak edip etmeyeceğini ise zaman gösterecek.

1989 yılında Ulusal İran Petrol Şirketi, devrimden az zaman önce Eylül-Aralık 1978 arasında teslim edilen petrol kargolarının bedelini ödemesi için İsrail’i İsviçre’deki bir mahkemede dava etti. 2016’da ise, yani davanın açılmasından 27 yıl sonra, İranlılar İsrail’den 1 milyar dolardan fazla para kazandı. Fakat İsrail, kararın geçerliliğini kabul etmeyi ya da İran’a herhangi bir ödeme yapmayı reddetti. Ocak 2023’te İsrail [Parlamentosu] Knesset 1960’lardan beri “sır” olan Eilat-Aşkelon boru hattına ilişkin gizlilik kararını yeniledi. Netanyahu’nun İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında Abraham Anlaşmaları’nı imzalamasının hemen ardından, İsrail topraklarında İran’ın parasıyla inşa edilen boru hattından BAE petrolü akmaya başladı. BAE aynı zamanda İsrail’in Akdeniz’deki gaz sahalarındaki en büyük yatırımcılardan biri ve olmayı da sürdürüyor.

Filistin halkının yabancı hakimiyeti, sömürgecilik ve mülksüzleştirmeyle örülü ‘kaderi’

İsrail’in Babülmendep’den geçen ticareti, yirminci yüzyıl boyunca birbirini izleyen savaşlarda Mısır tarafından ablukaya alındı. Yirmi birinci yüzyılın üçüncü on yılında ise Yemen’deki Husiler İsrail’e giden gemilerin boğazdan geçişine etkin bir abluka uyguluyor. Husiler, 1960’larda imamları Mısırlı Nasır’a karşı savaşmaları için Suudi Arabistan ve İsrail tarafından gizlice desteklenen Yemen’in Zeydi cemaatine mensuplar. Bir zamanlar İsrail’in en büyük düşmanı olan Mısır, şimdilerde Sina ve Gazze’nin güvenliğine ilişkin İsrail’e istihbarat sağlayan ve İsrail ile koordinasyon içinde olan Sisi hükümeti tarafından yönetiliyor. Bir vakitler İsrail’in bölgedeki en yakın müttefiki olan İran, şimdi İsrail’in can düşmanı. Yine bir zamanlar İsrail’in Afrika kıtasındaki en yakın dostu, başlıca kömür ve uranyum kaynağı ve nükleer silah geliştirme ve test etmede işbirlikçisi olan Güney Afrika, ırk ayrımcılığını ortadan kaldırdı ve İsrail’i Gazze’deki soykırım şiddetinden sorumlu tutarak Uluslararası Adalet Divanı’nda dava etti.

Filistinli akademisyen Fayez Sayegh, 1965 yılında kaleme aldığı yerleşimci sömürgecilik analizinde yabancı hakimiyetine, sömürüye ve mülksüzleştirmeye maruz kalan Filistinlilerin kaderine mercek tutuyor:

Filistin toprakları yabancıların yönetimi altındadır. Kaynaklarını başkaları sömürmektedir. Halkı anavatanından sürgün edilmiştir. Arap sakinlerden geriye kalanlar, en az Asya ya da Afrika’daki herhangi bir ırkçı rejim kadar sert bir ırkçı ayrımcılık ve baskı rejimi altında çürümektedir. Tüm bunlar emperyalizmin iş birliği ile ve terör ve şiddet yoluyla gerçekleştirilmiştir.(8)

Bu sözlerin yazılmasından bu yana geçen 60 yılda, her gün biraz daha fazla Filistin toprağı İsrail kontrolü altına girdi. Kasıtlı kalkınmasızlaştırma [de-development] politikaları, Filistin’in doğal kaynakları ve ekonomisi üzerindeki İsrail hakimiyetini günden güne pekiştirdi. Filistin halkının, işletmelerin veya yaşamsal altyapıların yerle bir edilmediği sınırlı yerlerde de hayatta kalabilmek için İsrail’e bağımlı hale getirildiler. İsrail, eski ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig’in deyimiyle “dünyanın batmayan en büyük Amerikan uçak gemisi” haline gelerek kendisini uluslararası kınamalardan izole etmiş oldu. Ne var ki, bir zamanların bu kesin doğrusu, artık geçerli olmayabilir. Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın İsrail’in Filistinliler üzerindeki tahakkümüne verdiği koşulsuz destek ve İsrail’den ve İsrail aracılığıyla elde edilen hidrokarbon ticareti, İsrail’i Avrupa enerji ağlarına sıkı sıkıya bağlıyor. Bugün İsrail’in geleceği, kendi kendini patlatmak ile Batılı güçler tarafından şımartılmaya devam etmek arasında belirsiz bir noktada duruyor. İsrail’e verilen açık çek göz önüne alındığında, ABD’nin bölgedeki jandarması olarak kalması, Avrupa’ya ve uyuşuk Arap müttefiklerine yönelik doğalgaz simsarlığını pekiştirmesi ve genişletmesi ise hiç de mantıksız görünmüyor.


Notlar:

(1) 1960’ların ikinci yarısından itibaren Exxon, Gulf Oil, Mobil, Texaco, Socal, British Petroleum ve Royal Dutch Shell’den oluşan dönemin Avrupalı ve Amerikalı en güçlü petrol şirketlerini ifade etmek için kullanılan gönderme. (ç.n)
(2) Uri Bialer, 2007, ‘Fuel Bridge across the Middle East—Israel, Iran, and the Eilat–Ashkelon Oil Pipeline’, Israel Studies 12(3): 29–67.
(3) Fredrik Meiton, Electrical Palestine: Capital and Technology from Empire to Nation (University of California Press, 2019).
(4) Pinhas Rutenberg: Rusya’da Sosyalist Devrimciler (SR) mensubu. 1905 Devriminden sonra sürgündeyken siyonizme bağlanmış ve I. Dünya Savaşında ABD’ye giderek Filistin’de bir siyonist silahlı birlik kurulması için Yahudiler arasında faaliyet yürütmüştü. (ç.n.)
(5) Shira Robinson, Citizen Strangers: Palestinians and the Birth of Israel’s Liberal Settler State (Stanford University Press, 2013), 181.
(6) Elias Shoufani, 1972, ‘The Sinai Wedge’, Journal of Palestine Studies 1(3): 85–94.
(7) Mouin Rabbani, ‘Gaza Apocalypse’, SecurityInContext.com (6 January 2024) 6 Fayez Sayegh, Zionist Colonialism in Palestine (PLO Research Centre, 1965), 50.
(8) Fayez Sayegh, Zionist Colonialism in Palestine (PLO Research Centre, 1965), 50.

DÜNYA BASINI

Tanıdık bir hikâye: Mısır’ın mülteci krizi

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale Sudan’daki savaşın etkisiyle Mısır’da artan mülteci nüfusunun bu ülkede yol açtığı ekonomik ve sosyal sorunlara odaklanıyor:

***

Mısır savaştan kaçanlar için sığınak oldu… ama ne pahasına?

Afrika’nın üçüncü büyük nüfusundaki mülteci krizi hem ekonomik hem de sosyal sorunlara yol açıyor; kira fiyatları artıyor ve iş olanakları azalıyor. Kontrol çağrıları gibi kızgınlık da artıyor.

MARCELLE NASR

Mısır’ın Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki çatışmalardan kaçan yüz binlerce mülteciye ev sahipliği yapmasının ekonomik ve sosyal etkileri hissedilmeye başlandı.

Arap dünyasının ‘ablası’ Mısır’ın, Sudan’daki iç savaş, mülteci krizi yaratmadan önce de pek çok sorunu vardı. Ekonomisi zor durumda ve çatışmaların ilk üç ayında Sudan’dan gelen tahmini 300.000 kişi gerginliğe yol açtı.

Mısırlıların yardım etme kapasitesi, kısmen kiralık konutlardaki muazzam fiyat artışları nedeniyle düştüğü için sabır artık tükeniyor.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) Mısır’ın yaklaşık 670.000 mülteciye ev sahipliği yaptığını, en çoğu Sudan’dan olmak üzere Suriye, Güney Sudan, Eritre, Etiyopya, Yemen, Somali ve Irak’tan da mülteciler olduğunu belirtiyor. Bugün Mısır’da yaklaşık 385.000 Sudanlı ve 155.000 Suriyeli mülteci bulunuyor ve bunlar en büyük iki grubu oluşturuyor.

Sudan’daki sorunların kısa süreceği umulurken, bir yıldan uzun bir süre sonra çatışma hâlâ devam ediyor. Başlangıçtaki akın o kadar büyüktü ki Mısır sınıra yığınak yapmak zorunda kaldı. Bu da günde 4.000 olan mülteci göçünü 400’e kadar düşürdü.

Yükselen kiraların ülkesi

Mültecilerin çoğu, nüfusun artışının etkisinin en belirgin olduğu kuzeydeki büyük şehirler olan Kahire, İskenderiye ve Dimyat’a yerleşti. Bu durum, Mısırlıların yaşam koşullarını, iş fırsatlarını ve hatta güvenliğini etkiliyor.

Bazı kiralar şu anda %600’e varan oranlarda artmış durumda. Kahire’deki mahalleleri gezen Majalla bunun etkilerini gördü.

Ev sahipleri kira artışlarına gerekçe olarak yüksek enflasyonu ve yaşam maliyetlerini gösteriyorlar. Kiracıların iki seçeneği var: ya çok daha yüksek kira bedellerini ödeyecekler ya da evi boşaltacaklar.

El Zeytun banliyösünde yaşayan 55 yaşındaki Mona şu anda kiralayacak bir yer arıyor. Yaşadığı bölgede fiyatlar, 2-3 milyon Mısır lirası (40.000-60.000 dolar) arasında değiştiği için satın almaya gücü yetmiyor. Ev sahibi kirasını dört kat artırarak 4.500 Mısır lirasından 18.000’e çıkarmış.

Sudan’dan Mısır’a kaçan 30 yaşındaki Awal, üç kardeşiyle birlikte popüler Ayn Şems banliyösünde bir daire kiralıyor, ancak kiranın geçen ay iki kat artarak 2.500 Mısır lirasından 5.000’e çıktığını söylüyor.

Mülteciler aşırı kalabalıkla, kötü hizmetlerle ve Mısırlılardan daha öncelikli oldukları izlenimiyle büyüyen bir düşmanlıkla karşı karşıya. Birçoğu Avrupa’ya geçmeden önce geçici olarak buradalar.

Mültecilerin sosyal etkisi

Savaştan kaçanlar başlangıçta misafir olarak karşılandı ve herhangi bir kızgınlık yaşanmadı. Suriyelilerin iş piyasasına hızla entegre olmaları ve ülke içinde eşit bir şekilde dağılmaları, mülteci yoğunluklarını önlediği için buna yardımcı oldu.

Ancak geçen yıl Sudan’dan çok daha fazla sayıda gelenler dağılmadı, kümelendi. Özellikle Kahire’de hem kira piyasası hem de hayat pahalılığı üzerindeki etkiler başkentte ürperti yaratıyor. Mısır pek çok açıdan hazırlıksızdı.

UNHCR tarafından kısa süre önce yapılan açıklamada, “Son yıllarda ülkedeki ekonomik koşullar hem mültecilerin hem de ev sahibi toplumların kırılganlığını önemli ölçüde artırdı” denildi.

“Birçok mülteci istikrarlı bir gelir kaynağından yoksunken artan enflasyonla birlikte temel ihtiyaçlar zar zor karşılanıyor. Diğer zorluklar arasında sınırlı iş imkanları ve Arapça bilmeyen mültecilerin karşılaştığı dil engeli bulunuyor.”

“Bazıları, gelişimlerini destekleyebilecek sürdürülebilir örgün eğitime erişimden de yoksun. Ayrıca önemli sayıda mülteci ve sığınmacı, temel ihtiyaçlarını karşılamak ve tıbbi veya psikososyal destek almak için insani yardıma ihtiyaç duyuyor.”

Sorunlara yenileri ekleniyor

Mısır’ın ekonomisi tam gaz ilerliyor olsaydı hikâye farklı olabilirdi. Bu haliyle ülke son aylarda birkaç büyük kurtarma paketine ihtiyaç duydu. Gazze’deki savaşın ekonomik etkisi de sarsıcı oldu.

Süveyş Kanalı, Mısır için önemli bir dolar gelir kaynağı, ancak geçen yılın sonlarından bu yana Filistinlilere destek amacıyla Husilerin ticaret gemilerine düzenlediği saldırılar, büyük nakliye şirketlerinin Afrika’nın etrafından çok daha uzun rotayı tercih etmesine neden oldu. Süveyş Kanalı’nın transit geçiş ücretlerine ihtiyaç duyan Mısırlılar için bu kötü bir haber oldu.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Gazze savaşının Mısır ekonomisine maliyetinin, özellikle transit geçiş ücretlerinin ve turizmin azalması yoluyla, bu mali yıl ve gelecek mali yıl boyunca 10 milyar dolara kadar çıkabileceğini ve savaşın şiddetlenmesi halinde 13 milyar dolara yükselebileceğini tahmin ediyor.

Buna karşılık, özellikle yüksek enflasyon ve Mısır lirası değer kaybettiği bir dönemde, Mısır hükümetinin kira piyasasını kontrol altına alması yönündeki çağrılar arttı. Ancak, bunun gerçekleşme ihtimali son derece düşük.

Konut talebi artarken, konut arzı hâlâ kısıtlı. Bu durum savaş vurgunculuğuna yol açtı. Bazı ev sahipleri oturmakta olan kiracıları (genellikle Mısırlılar) tahliye ederek mülklerini çok daha yüksek fiyatlar ödeyebilen mültecilere kiraladılar. Bu şekilde, Mısırlı aileler daha düşük kaliteli konutlara itilirken, öfke birikiyor.

Hem Uluslararası Para Fonu (IMF) hem de Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası Mısır için büyüme tahminlerini düşürdü. Sadece barınma değil, sağlık, eğitim ve diğer hizmetlere de ihtiyaç duyan mültecileri barındırmanın maliyeti de bir faktör olacak.

Tepkiler başladı

Çarşamba günü Uluslararası Af Örgütü, Mısır güvenlik personelinin yüzlerce belgesiz Sudanlı mülteciyi zorla alıkoyduğunu ve daha sonra Sudan’a geri gönderdiğini iddia eden bir rapor yayınladı.

Mısırlılar ekonomik ve sosyal sorunları nedeniyle mültecileri suçlamaya başlarken bazıları hükümete tam göçmen sayımı yapılması veya oturma iznine vergi getirilmesi de dahil harekete geçme çağrısında bulunuyor.

Bakanlar, mültecilerin statülerini düzenlememek veya sayılarını sınırlamamakla eleştiriliyor. Bazıları da uluslararası toplumu, Mısır’ın bu kadar çok mülteciyi barındırmasına yardımcı olmak için mali destek sağlamamakla eleştiriyor.

Mart ayında Avrupa Birliği, Avrupa’ya göç ve terörle mücadele gibi alanlarda işbirliği için kısa ve uzun vadeli krediler, yatırımlar ve finansman içeren bir makro-finansal yardım paketi üzerinde anlaştı.

Bazıları, diğer Arap ülkelerinde zaten mevcut olan önlemlere benzer şekilde, sığınma talebinde bulunanların kaydedilmesi için devleti harekete geçmeye çağırıyor. Böylece mültecilerin giriş tarihleri, kalış süreleri ve statüleri belli olacak.

Analistler daha sıkı bir hükümet kontrolü olmazsa sorunların artmasından korkuyor. Finans uzmanı Dr. Tarık Mursi “Mısır her zaman dünyanın dört bir yanından gelen devrimciler, özellikle de Afrikalılar için bir sığınak olmuştur” diyor.

“Mülteci sorununa yardımcı olmak için AB’den destek almasına rağmen kiralar düşmedi, bu da sorunun sadece ekonomik değil sosyal olduğunu ve piyasayı düzenlemek için sıkı yasalar gerektirdiğini gösteriyor.”

Bununla birlikte, önemli bir görüş de ekledi: “Mısır’ı çevreleyen savaşların ekonomik etkisi, genel ekonomiye mülteci sorunundan daha fazla zarar veriyor ve Mısır ekonomisi için daha fazla uluslararası destek gerektiriyor.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Economist: Rusya ve Çin, Batı’nın korkularına rağmen Arktik İpek Yolu’nu açmak istiyor

Yayınlanma

Editörün notu: Çin, uzun zamandır Kuzey Kutbu’na odaklanarak bu bölgenin sunabileceği fırsatlar arıyor. İklim değişikliği karşısında Rusya ile işbirliği içinde bir ‘Arktik İpek Yolu’ oluşturma fikri ortaya çıktı.

The Economist dergisi Batı’nın Çin’in Kuzey’deki varlığına şüpheyle yaklaşmasına ve bu şüphenin ASEAN’ın faaliyete geçmesiyle daha da artmasına rağmen, Moskova ve Pekin’in planlarından geri adım atmaya niyetli olmadığını yazıyor.


Küresel ısınma nedeniyle Çin’den Avrupa’ya yüksek hızlı bir deniz yolu oluşturmak artık mümkün. Elbette Ukrayna’daki savaş göz önünde bulundurulursa böyle bir proje epey iddialı görünebilir. Buna ek olarak Pekin’in Rusya’ya verdiği destek, Batı’nın Çin’in ‘kutup ipek yolu’ oluşturma planlarına olan güvensizliğini artırdı. Ancak bu Asya gücü, pes etmiyor ve Kuzey Kutbu’ndan vazgeçmek istemiyor.

Çin hala kuzey bölgesinin zengin doğal kaynaklarından faydalanmak istiyor. İklim değişikliği yavaş yavaş yeni ulaşım fırsatları yaratırken, jeopolitik de işleri daha da hızlı değiştiriyor.

Kuzey Kutbu İpek Yolu projesi, ilk olarak 2017 yılında duyuruldu. Fikir harika görünüyordu zira hayata geçirildiğinde, Süveyş Kanalı’ndan geçen rota için gereken 35 güne kıyasla, Şanghay’dan Hamburg’a mal teslim etmek sadece 18 gün sürecekti. Ve eğer Husilerin saldırılarından kaçınmak ve Ümit Burnu üzerinden sevkiyat yapmak gerekirse, güvenli güzergah karşılığında buna on gün eklenecekti.

Norveç’in Kirkenes limanının, Çin’den gelen gemilerin Rusya sularından geçtikten sonra uğrayabileceği ilk buzsuz liman olması umuluyordu. Gazete, konteyner gemilerinin burada boşaltılabileceğini ve hatta bazı yüklerin trenle Avrupa’ya gönderilebileceğini belirtiyor.

2015-2021 yılları arasında Kirkenes Belediye Başkanlığı yapan Rune Rafaelsen’e göre Çinli iş insanları bu fikri çok beğenmiş. Gerçekleşmesi halinde Kuzey Avrupa, Çin malları için bir tür geçit ve Kuşak ve Yol Girişimi için ‘yeni bir platform’ haline gelecekti.

Fakat Kirkenes’in Avrupa’daki hiçbir ülkeyle demiryolu bağlantısının olmaması bir engeldi. Sınıra sadece 50 kilometre uzaklıkta olan komşu Finlandiya’ya bile henüz bir demiryolu inşa edilmedi. Finlandiya hükümeti, 2019 yılında böyle bir hattın kârlı olabileceğine dair şüphelerini dile getiren bir rapor yayımlamıştı.

Barents Observer‘dan Thomas Nielsen, bugün Avrupa’nın Rusya ile gergin ilişkileri nedeniyle Finlandiya makamlarının ‘Rusya sınırına bu kadar yakın bir demiryolu hattını sübvanse etmek ve inşa etmek istemediğini’ söylüyor.

Buna ek olarak Batı, Çin’in Kuzey Kutbu’ndaki faaliyetlerine giderek daha fazla şüpheyle yaklaşıyor. Ne de olsa Rusya’nın varlığı bugün buradaki temel sorun ve Batılı hükümetler Çin’in bölgede genişleyen iktisadi nüfuzunun kendisine de güvenlik kapıları açmasından korkuyor.

Örneğin Danimarka ve ABD, Çin’in Grönland’da madencilik yatırımı yapma teşebbüslerini ortaklaşa engellemişti. Burada, ABD’nin füze uyarı ve uzay gözetleme sistemlerine sahip bir hava üssü bulunuyor. Sonuç olarak, Çin’in Grönland’a yönelik ‘diplomatik faaliyetleri’ 2018’den bu yana yokuş aşağı gitti.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından Batı’nın şüpheleri daha da arttı. Çin kendisini tarafsız olarak tanımlasa da gerçekte Rusya ile ‘sınırsız’ bir dostluğa sahip ve Moskova’ya büyük destek sağlıyor.

Savaş aynı zamanda Kuzey Kutbu’nda toprakları olan sekiz ülkeyi kapsayan bir müzakere organı olan Arktik Konseyi’nin askıya alınmasıyla sonuçlandı. Bu arada Çin, bu konseye 2013 yılında gözlemci olarak katılmıştı.

Bugün Arktik Konsey’in sekiz üyesinden yedisi (Rusya hariç) NATO üyesi. Dolayısıyla Çin, kendini Arktik meselelerinde bir yabancı gibi hissetmekten alıkoyamıyor ve bu da giderek artan bir hayal kırıklığı kaynağı.

İki Çinli akademisyen Yue Peng ve Gou Zhengsheng, şubat ayında Çin’ndeki Rusya Çalışmaları adlı akademik dergide “Arktik’teki orijinal denge bozuldu ve Arktik bölgesindeki terazi Batılı ülkelerin lehine dönüyor,” diye yazmıştı. Bu nedenle Çin’in imajının ‘önemli bir bozulma riski’ ile karşı karşıya olduğu ve bunun da Çin’in bölgedeki varlığını olumsuz etkileyebileceği iddia edilmişti.

Bununla birlikte Çinli şirketler, giderek daha fazla Asya’ya yönelen Rusya ile işbirliğinde süregelen bir avantaj görüyor. Rusya, Kuzey Kutbu’nun kıyı şeridinin yaklaşık yarısını ve petrol ve doğalgaz rezervlerinin büyük bir kısmını kontrol ediyor.

Rusya yeni limanlar ve petrol ve doğalgaz projeleri inşa etmekle ilgileniyor. Çin, Rusya’nın enerji kaynaklarının önemli bir alıcısı ve Moskova’nın mallarını doğuya taşımak için yeni gemilere ihtiyacı var.

Rusya daha önce Çin’i Kuzey Kutbu kıyılarının geliştirilmesine dahil etme konusunda temkinli davranmış olabilir ancak Pekin’in yardımı artık memnuniyetle karşılanıyor. Kirkenes’teki Uzak Kuzey Lojistik Merkezi’nden Kjell Stokvik, Economist‘e yaptığı açıklamada “Rusya epey gönüllü, dolayısıyla Çin’in oldukça avantajlı bir konumda olduğunu söyleyebiliriz,” diye konuştu.

Bu arada, aynı Yue Peng ve Gu Zhengsheng, Pekin’i Batı’nın yaptırım riski nedeniyle Kuzey Kutbu’nda Rusya ile işbirliğine yaklaşırken ‘temkinli ve ölçülü’ olmaya çağırdı. Ancak Vladimir Putin’in kısa süre önce Çin’e yaptığı ziyaret sırasında iki ülke ‘Arktik rotasını önemli bir uluslararası taşımacılık koridoru olarak teşvik etme’ konusunda anlaşmış ve şirketlerini ‘Arktik rotası boyunca taşımacılık hacimlerini artırma ve Arktik rotasının lojistik altyapısını inşa etme konusunda işbirliğini güçlendirmeye’ çağırmıştı.

Batı, Arktik’te Rusya ve Çin’in artan etkisinden endişeli

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: Hamas’ın davası 7 Ekim öncesine göre daha cazip

Yayınlanma

Yazar

Hamas

Aşağıda çevirisini okuyacağınız Foreign Affairs makalesinde Hamas’ın tüm kayıplarına rağmen neden daha da güçlendiğine odaklanılıyor. Makalede Hamas için “terör örgütü” ifadesi kullanılıyor ve PKK-IŞİD gibi diğer terör örgütleriyle benzetme yapılıyor. Ayrıntılardaki hataların ötesinde makale toplam olarak ele alındığında Hamas’a verilen destekteki artışı, verilerle açıklıyor ve bunun nedenlerini ele alıyor. Sonuç olarak “Dokuz ay süren yorucu savaşın ardından artık şu gerçeği kabul etmenin zamanı geldi: Hamas’ı yenmek için tek başına askeri bir çözüm yok” diyor. Makalenin tamamını dikkatinize sunuyoruz:

***

Hamas Kazanıyor

İsrail’in başarısız stratejisi neden düşmanını güçlendiriyor?

Robert A. Pape

İsrail’in Gazze’de dokuz aydır sürdürdüğü hava ve kara operasyonları ne Hamas’ı yenilgiye uğrattı ne de İsrail terör örgütünü yok etmeye yaklaştı. Aksine, önemli ölçütlere göre Hamas bugün 7 Ekim’de olduğundan daha güçlü.

Hamas’ın geçen Ekim ayındaki korkunç saldırısından bu yana İsrail yaklaşık 40.000 muharip askerle kuzey ve güney Gazze’yi işgal etti, nüfusun yüzde 80’ini zorla yerinden etti, 37.000’den fazla insanı öldürdü, bölgeye en az 70.000 ton bomba attı (İkinci Dünya Savaşı’nda Londra, Dresden ve Hamburg’a atılan bombaların toplam ağırlığından daha fazla), Gazze’deki tüm binaların yarısından fazlasını yıktı ya da hasar verdi ve bölgenin su, gıda ve elektriğe erişimini kısıtlayarak tüm nüfusu kıtlığın eşiğine getirdi.

Her ne kadar pek çok gözlemci İsrail’in tutumundaki ahlaksızlığa dikkat çekse de İsrailli liderler sürekli olarak Hamas’ı yenilgiye uğratma ve İsrailli sivillere karşı yeni saldırılar düzenleme kabiliyetini zayıflatma hedefinin Filistinlilerin yaşamlarıyla ilgili her türlü kaygıdan daha önce gelmesi olması gerektiğini iddia etti. Gazze halkının cezalandırılması, Hamas’ın gücünü yok etmek için gerekli olarak kabul edilmeli.

Ancak İsrail’in saldırıları sayesinde Hamas’ın gücü aslında artıyor. Tıpkı 1966 ve 1967’de ABD’nin savaşı kendi lehine çevirmek için nafile bir çabayla ülkeye asker yığdığı dönemde Güney Vietnam’ın büyük bölümünü kasıp kavuran devasa “bul ve imha et” operasyonları sırasında Vietkong’un güçlenmesi gibi Hamas da varlığını sürdürüyor ve Gazze’de inatçı ve ölümcül bir gerilla gücüne dönüştü; İsrail’in sadece birkaç ay önce temizlediğini iddia ettiği kuzey bölgelerinde ölümcül operasyonlar yeniden başladı.

İsrail’in stratejisindeki temel kusur taktiklerin başarısızlığı ya da askeri güce getirilen kısıtlamalar değil -tıpkı ABD’nin Vietnam’daki askeri stratejisinin başarısızlığının askerlerinin teknik yeterliliği ya da askeri güç kullanımına getirilen siyasi ve ahlaki sınırlamalarla pek ilgisi olmaması gibi. Aksine, genel başarısızlık, Hamas’ın gücünün kaynaklarını yanlış anlamaktan kaynaklandı. İsrail, Gazze’de yol açtığı katliam ve yıkımın düşmanını daha da güçlendirdiğini fark edemedi.

Zayiat yanılgısı

Hükümetler ve analistler aylardır İsrail Savunma Güçleri (IDF) tarafından öldürülen Hamas savaşçılarının sayısına, sanki bu istatistik İsrail’in örgüte karşı yürüttüğü harekatın başarısının en önemli ölçütüymüş gibi odaklandılar. Elbette çok sayıda Hamas savaşçısı öldürüldü. İsrail, Hamas’ın savaştan önce sahip olduğu tahmin edilen 30.000 ila 40.000 savaşçıdan 14.000’inin öldüğünü söylerken, Hamas sadece 6.000 ila 8.000 savaşçısını kaybettiğinde ısrar ediyor. ABD istihbarat kaynakları Hamas’ın gerçek ölü sayısının 10.000 civarında olduğunu belirtiyor.

Ancak bu sayılara odaklanmak Hamas’ın gücünü tam olarak değerlendirmeyi zorlaştırıyor. Kayıplarına rağmen Hamas, sivillerin yoğun olarak yaşadığı bölgeler de dahil Gazze’nin büyük bir bölümünü fiilen kontrol etmeye devam ediyor. Grup hâlâ Gazzelilerden muazzam bir destek alıyor; bu da militanların insani yardım malzemelerini neredeyse istedikleri gibi ele geçirmelerine ve daha önce İsrail güçleri tarafından “temizlenmiş” bölgelere kolayca dönmelerine olanak tanıyor. İsrail’in yakın zamanda yaptığı bir değerlendirmeye göre Hamas’ın, IDF’nin sonbaharda yüzlerce asker pahasına ele geçirdiği Gazze’nin kuzey bölgelerinde, güneydeki Refah’ta olduğundan daha fazla savaşçısı var.

Hamas şimdi pusu ve el yapımı bombalarla (genellikle patlamamış mühimmattan veya ele geçirilen IDF silahlarından yapılan) bir gerilla savaşı yürütüyor. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ulusal güvenlik danışmanı yakın zamanda bu operasyonların en azından 2024 sonuna kadar sürebileceğini söyledi. Hamas hâlâ İsrail’i vurabilir; Hamas’ın muhtemelen 15.000 kadar mobilize savaşçısı var ve bu sayı 7 Ekim saldırılarını gerçekleştiren savaşçı sayısının yaklaşık on katı. Ayrıca örgütün yeraltı tünel ağının yüzde 80’i planlama yapmak, silah depolamak ve İsrail’in gözetiminden ve saldırılarından kaçmak için kullanılabilir durumda. Hamas’ın Gazze’deki üst düzey lider kadrosunun büyük bir kısmı hâlâ hayatta. Özetle, İsrail’in sonbaharda başlattığı hızlı taarruz yerini, IDF Gazze’nin güneyindeki harekâta devam etse bile Hamas’a İsrailli sivillere saldırma imkânı veren bir yıpratma savaşına bıraktı.

Geçmişteki başarısız karşı ayaklanmalar genellikle düşman zayiatına odaklanırdı. IDF şu anda Afganistan’daki ABD birliklerini yıllarca çıkmaza sokan bildik Köstebek oyununa girişmiş durumda. Ölü sayılarına gösterilen aşırı dikkat, taktik ve stratejik başarıyı birbirine karıştırma eğilimini doğuruyor ve grubun anlık kayıpları artarken stratejik gücünün büyüyüp büyümediğini gösterecek temel ölçütlerin göz ardı edilmesine yol açıyor. Bir terörist veya isyancı grup için, ana güç kaynağı mevcut savaşçı neslinin büyüklüğü değil, gelecekte yerel topluluktan destekçi kazanma potansiyelidir.

Güç kaynakları

Hamas gibi militan bir grubun gücü, analistlerin devletlerin gücünü değerlendirmek için kullandığı ekonomik büyüklük, askeri teknolojik gelişmişlik, aldıkları dış destek ve eğitim sistemlerinin gücü gibi tipik maddi faktörlerden gelmez. Hamas’ın ve genellikle “terörist” ya da “isyancı” gruplar olarak adlandırılan diğer militan devlet dışı aktörlerin en önemli güç kaynağı, özellikle de grubun ölümcül mücadeleleri yürüten ve bu uğurda ölmesi muhtemel yeni nesil savaşçıları ve eylemcileri cezbetme kabiliyetidir. Ve bu adam devşirme kabiliyeti nihayetinde tek bir faktöre dayanır: bir grubun kendi toplumundan aldığı desteğin ölçeği ve yoğunluğu.

Bir toplumun desteği terörist grubun saflarını yenilemesine, kaynak kazanmasına, tespit edilmekten kaçınmasına ve genel olarak ölümcül şiddet içeren mücadelesine başlamak ve sürdürmek için gerekli insan ve maddi kaynaklara daha fazla erişmesine olanak tanır. Orta Doğu’daki İslamcı gruplar da dahil teröristlerin çoğu, genellikle ya aile üyelerini ya da arkadaşlarını kaybettikleri için öfkeli olan ya da daha genel olarak güçlü bir devletin ağır askeri güç kullanmasına öfkelenen gönüllülerdir. Bu insanlar genellikle, topluluk üyelerinin onları koruma isteği olmasa kimlikleri güvenlik güçlerince ifşa edilebilecek gönüllüleri ararlar. Terörist gruplar, genellikle yerel toplum üyeleri tarafından sağlanan istihbarat ve yardımla, ya sivil malzemelerin yeniden modifiye edilmesiyle üretilen ya da devlet güvenlik güçlerinden ele geçirilen silahlarla savaşma eğilimindedir.

En önemlisi, şehitlik kültünü teşvik etmek için bir topluluğun desteği gereklidir. Fedakarlıklarının fark edilmemesi halinde insanların yüksek riskli görevler için gönüllü olma olasılığı azalır. Terörist bir grubun şehit düşen savaşçılarını onurlandıran bir topluluk, grubun ayakta kalmasına yardımcı olur; şehitlik terörist eylemleri meşrulaştırır ve yeni katılımları teşvik eder. Teröristler uygun gördükleri şekilde hareket edeceklerdir, ancak bir bireyin fedakarlığının yüksek bir statüye sahip olup olmadığına ya da genel olarak mantıksız, suçlu ve aşağılanmaya değer olarak görülüp görülmediğine nihai olarak toplum karar verecektir.

Terörist grupların genellikle yerel toplulukların gözüne girmek için büyük çaba sarf etmeleri şaşırtıcı değildir. Terörist gruplar okullar, üniversiteler, hayır kurumları ve dini cemaatler gibi sosyal kurumlara yerleşerek toplumların dokusunun bir parçası haline gelir, militan ve savaşçı olmayanların desteğini daha çok kazanabilir.

Pek çok vaka bu dinamikleri gözler önüne seriyor. Hizbullah, İsrail’in 1982’den 1999’a kadar güney Lübnan’ı işgali sırasında Şiiler arasında artan halk desteğiyle gelişti ve küçük bir gizli terörist gruptan bugün yaklaşık 40.000 savaşçıdan oluşan silahlı kanadı olan ana akım bir siyasi partiye dönüştü. Güçlü toplum desteği Sri Lanka’da Tamil Kaplanları, Peru’da Aydınlık Yol, Türkiye’de Kürdistan İşçi Partisi, Afganistan’da Taliban ve birçok ülkede sözde İslam Devleti ve El Kaide’nin uzun süreli terör kampanyalarına güç verdi.

Bir toplumun desteğini kaybetmek terörist gruplar için yıkıcı olabilir. ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesinin ardından, ABD tahminlerine göre Sünni isyanın savaşçı sayısı 2004 ilkbaharında 5.000’den 2004 sonbaharında 20.000’e, Şubat 2007’de ise 30.000’e çıktı. ABD ne kadar çok insan öldürürse isyan da o kadar hızlı büyüdü. Gerçekten de ABD, Sünni aşiretleri teröristlerle mücadeleye teşvik etmek için siyasi ve ekonomik teşvikler sunan yeni bir yaklaşıma geçene kadar isyan devam etti. Bu değişim nihayetinde isyanı sönümlendirdi, çünkü yerel toplum desteğinin kaybı kitlesel firarlara, işlevsel istihbarata ve Anbar Uyanışı olarak adlandırılan Sünni muhalif güçlerin yükselişine yol açtı. 2009’a gelindiğinde, isyan neredeyse tamamen sönümlenmişti ve bunun en önemli nedeni, topluluk desteğinin kaybedilmesiydi ki bu, teröristlerin saflarını yenilemelerini imkânsız hale getirdi.

Sevgi ve güven

Bu dinamikler Hamas’ın İsrail’le olan savaşında gücünü korumasına yardımcı oluyor. Grubun gerçek gücünü değerlendirmek için analistler Filistinliler arasındaki desteğinin çeşitli boyutlarını göz önünde bulundurmalıdır. Bunlar arasında Hamas’ın siyasi rakiplerine kıyasla popülaritesi, Filistinlilerin Hamas’ın İsrailli sivillere yönelik şiddetini ne ölçüde kabul edilebilir bulduğu ve İsrail’in Gazze’ye yönelik devam eden işgalinde kaç Filistinlinin aile üyelerini kaybettiği yer alıyor. Bu faktörler, maddi faktörlerden daha çok, Hamas’ın ileriye dönük uzun süreli bir terör kampanyası yürütme gücünün en iyi ölçütüdür.

Filistin kamuoyuna yönelik anketler, toplumun Hamas’a verdiği desteğin boyutunu değerlendirmeye yardımcı olabilir. Oslo Anlaşmaları’ndan sonra 1993 yılında kurulan ve İsrail kurumlarıyla işbirliği yapan bir anket kuruluşu olan Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi (PSR), 7 Ekim’den bu yana Gazze’deki nüfusu araştırmanın zorluklarını hesaba katarak, geçici barınaklardaki yerinden edilmiş insanlarla görüşmeleri dahil etti ve bölgedeki belirsiz ve değişen nüfus dağılımları göz önüne alındığında görüşülen katılımcıların normal sayısını yaklaşık iki katına çıkardı.

Haziran 2023’ten Haziran 2024’e kadar yapılan beş PSR anketi çarpıcı bir bulgu sunuyor: Neredeyse her ölçütte, Hamas bugün 7 Ekim öncesine göre Filistinliler arasında daha fazla desteğe sahip.

Hamas’a verilen siyasi destek özellikle rakiplerine kıyasla arttı. Örneğin, Hamas ve başlıca rakibi El Fetih Haziran 2023’te kabaca eşit düzeyde destek görürken, Haziran 2024’te Filistinlilerin iki katı Hamas’ı destekliyor. (El Fetih yüzde 20, Hamas yüzde 40)

İsrail’in Gazze’yi bombalaması ve karadan işgali, ne Filistinlilerin İsrail içinde İsrailli sivillere yönelik saldırılara verdiği desteği azalttı ne de 7 Ekim saldırısına verilen destekte belirgin bir düşüşe yol açtı. Mart 2024’te Filistinlilerin %73’ü Hamas’ın 7 Ekim saldırısını başlatmakta haklı olduğuna inanıyordu. İsrail’in acımasız saldırılarını teşvik etmesinden sonra ortaya çıkan bu oranlar, Eylül 2023’te Filistinlilerin daha düşük bir kısmının %53’ünün İsrailli sivillere yönelik silahlı saldırıları desteklediği gerçeği göz önüne alındığında oldukça yüksek.

Hamas’ın “bayrak etrafında toplanma” anının tadını çıkarıyor ve Gazzelilerin Hamas liderlerinin ve İsrailli rehinelerin nerede olduğu konusunda İsrail güçlerine neden daha fazla istihbarat sağlamadığını açıklamaya yardımcı oluyor. İsrailli sivillere yönelik silahlı saldırılara verilen desteğin özellikle Batı Şeria’daki Filistinliler arasında arttığı ve Gazze’de bu saldırılara verilen sürekli yüksek destekle aynı seviyeye geldiği görülüyor ki bu da Hamas’ın 7 Ekim’den bu yana Filistin toplumu genelinde büyük kazanımlar elde ettiğini gösteriyor.

Anket verileri İsrail’in askeri harekatının Filistinlileri nasıl etkilediğini de gösteriyor. Mart 2024 itibariyle, savaşın Filistin halkı üzerindeki bedelinin ağırlığı oldukça yüksekti. Gazze’deki Filistinlilerin %60’ı, mevcut savaşta bir aile üyesinin öldüğünü bildiriyor; dörtte üçünden fazlası ise bir aile üyesinin öldüğünü veya yaralandığını bildiriyor, her iki oran da Aralık 2023’e göre önemli ölçüde daha yüksek. Bu cezalandırma, Filistinliler arasında caydırıcı bir etki yaratmıyor, İsrailli sivillere yönelik silahlı saldırılara ve Hamas’a olan desteği azaltmıyor.

7 Ekim’den önce Hamas siyasi bir güç olarak durağanlaşmıştı ve hatta düşüşe geçmişti. Grup, davasının -ve daha geniş anlamda Filistinlilerin içinde bulunduğu kötü durumun- İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkileri normalleştirmeyi amaçlayan İbrahim Anlaşmaları nedeniyle göz ardı edilmesinden korkuyordu. Hamas, 7 Ekim’de İsrail’e yönelik küstah saldırısından önce, Filistinlilerin grubu desteklemek için giderek daha az nedene sahip olduğu, ilgisiz bir geleceği hesaba katıyordu.

7 Ekim’den sonra Filistinlilerin Hamas’a desteği İsrail’in güvenliğine zarar verecek şekilde arttı. Evet, İsrail Gazze’de binlerce Hamas savaşçısını öldürdü. Ancak mevcut savaşçı neslindeki bu kayıplar, Hamas’a verilen desteğin artması ve bunun sonucunda grubun bir sonraki nesli daha çok saflarına katma becerisiyle telafi ediliyor. Bu arada, tüm işaretler yeni savaşçılar gelene kadar Hamas’ın mevcut savaşçılarının vurabilecekleri İsrail hedeflerine karşı uzun süreli gerilla savaşı yürütmeye her zamankinden daha hevesli olduğunu gösteriyor.

Mesajın gücü

İsrail’in Gazze’ye uyguladığı muazzam ceza, pek çok Filistinlinin Yahudi devletine karşı daha fazla düşmanlık beslemesine yol açıyor. Peki Hamas bu tepkiden neden faydalanıyor? Ne de olsa Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir eden ve çok sayıda insanın ölümüne yol açan savaşın ilk nedeni Hamas’ın saldırısıydı.

Bu sorunun yanıtı büyük ölçüde Hamas’ın, olayları olumlu bir şekilde yorumlayan ve grubun daha fazla destekçi kazanmasına yardımcı olan anlatılar ören sofistike propaganda kampanyasında yatıyor. Amerikalı psikanalist Edward Bernays’in ifadesiyle, propaganda korku ve öfke yaratarak değil, bu duyguları somut hedeflere yönlendirerek işe yarar. Hamas’ın çabaları bu taktiğin en iyi örneği. Savaşın başlamasından bu yana grup, Filistin halkını kendi liderliği ve İsrail’e karşı zafer arayışı etrafında toplamak amacıyla çoğu internet üzerinden olmak üzere çok sayıda materyal yaydı.

Chicago Üniversitesi Güvenlik ve Tehditler Projesi’ndeki Arapça militan propagandayı toplama ve analiz etme konusunda uzmanlaşmış Arap dilbilimcilerden oluşan özel bir grup olan Arapça Propaganda Analiz Ekibi, Hamas ve onun askeri kanadı El Kassam Tugayları tarafından üretilen ve 7 Ekim sonrasında Tugayların resmi Telegram kanalında yayılan Arapça propagandaları inceledi. 500.000’den fazla abonesi olan bu Telegram kanalı 7 Ekim saldırılarından bu yana neredeyse her gün mesajlar, resimler, videolar ve diğer propagandaları yayınladı. Bu araştırma ekibinin lideri Mohamed Elgohari tarafından hazırlanan raporda, 7 Ekim 2023’ten 27 Mayıs 2024’e kadar 500’den fazla propaganda analiz edildi. Kaç Filistinlinin bu materyallere çevrimiçi olarak ulaştığı bilinmiyor ancak Gazze ve Batı Şeria’da kesintili de olsa günlük internet erişimi var. Hamas’ın dijital içeriği, yerel topluluk ağlarındaki analog propaganda çabalarını yansıtıyor.

Materyaller üç tema üzerinde yoğunlaşıyor: Filistin halkının savaşmaktan başka seçeneği yok çünkü İsrail askeri operasyonlara katılmasalar bile tüm Filistinlilere karşı tarifsiz zulümler yapmaya kararlı; Hamas’ın liderliğinde Filistinliler İsrail’i savaş alanında yenebilir; ve savaşta ölen savaşçılar onur ve şerefle ödüllendirilecek. Hamas, 7 Ekim’de İsrail’e yaptığı saldırının, İsrail güvenlik güçleri ile İsrailli aktivist ve yerleşimcilerin Kudüs’teki kutsal Mescid-i Aksa’ya sık sık yaptıkları saldırılar da dahil, İsrail’in Filistin halkına yönelik işgal, zulüm ve saldırganlığına gerekli ve haklı bir yanıt olduğunu savunmak için çok sayıda video, açıklama ve diğer materyaller yayınladı.

Hamas’ın ilk olarak 22 Ocak’ta yayınladığı ve İsrail medyasında bile geniş yankı bulan açıklamasını ele alalım. Bu kapsamlı bildiri, grubun İsrail’e saldırmak için gerekçelerini derinlemesine açıklıyor ve İsrail hükümetinin ve yerleşimcilerin eylemleriyle ilgili uzun süredir devam eden şikayetlerine odaklanıyor: İsrail’in Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya müdahaleleri ve orada ibadet eden Filistinlilere getirilen kısıtlamalar; Batı Şeria’daki yerleşimlerin genişlemesi; İsrail’de Filistinli tutuklulara uygulandığı iddia edilen korkunç muamele ve İsrail’in Gazze’ye yönelik işlevsel kuşatması ve ablukası ve Batı Şeria’da apartheid benzeri politikalar uygulaması. Bu açıklama, benzer noktalara değinen onlarca paylaşımdan sadece biri.

Birçok video, resim ve posterde Hamas’ın askeri gücü vurgulanmakta ve İsrail hedeflerine, özellikle de zırhlı araç ve tanklara yönelik başarılı saldırılar sergileniyor. Bu paylaşımlar grubun gücünü ve etkinliğini yansıtmayı amaçlıyor ve Hamas’ın teknolojik olarak üstün düşmanına önemli zararlar verebileceğini öne sürüyor. Bu propagandada savaşçılar tam savaş teçhizatı ve taktik üniformalar içinde, kasklar, gözlükler ve gelişmiş silahlarla donatılmış olarak görünüyor ve operasyonel hazırlıklarını vurguluyor. Hamas’ın mücadelesini manevi bir mücadele olarak gösteren Kur’an ayetleri gibi dini sembolizm de yoğun bir şekilde yer alıyor. Propaganda, şehit düşen savaşçıları, asil ve ilahi olarak onaylanmış bir davanın hizmetinde İsrail’le savaşırken ölen şehitler statüsüne yükseltmeye yardımcı oluyor. Şehitliklerinin yüceltilmesi potansiyel yeni askerlere ilham veriyor.

Hamas’ın 7 Ekim’den bu yana yürüttüğü propaganda, PSR’nin Filistinlilerin tutumlarına ilişkin anketlerinde ortaya çıkan sonuçlarla birebir örtüşüyor. Hamas’ın propagandasının içeriği ile PSR anketlerinde özelde Hamas’a genelde ise İsrail’e karşı silahlı mücadeleye verilen desteğin artması arasındaki sıkı uyum, ya Hamas’ın bu desteği teşvik ettiğini ya da propagandasının bu desteğin temel nedenlerini yansıttığını gösteriyor. Her iki durumda da Hamas, toplum ile militan grup arasındaki bağların sıkılaşması ve genişlemesi yoluyla güçlenmek için savaştan faydalanıyor.

Acı gerçek

Dokuz ay süren yorucu savaşın ardından artık şu gerçeği kabul etmenin zamanı geldi: Hamas’ı yenmek için tek başına askeri bir çözüm yok. Grup, mevcut savaşçı sayısının toplamından daha fazla. Aynı zamanda çağrışım yapan bir fikirden de fazla. Hamas özünde şiddet olan siyasi ve toplumsal bir hareket ve yakın zamanda ortadan kalkmayacak.

İsrail’in mevcut ağır askeri operasyon stratejisi bazı Hamas savaşçılarını öldürebilir ama bu strateji Hamas ile yerel toplum arasındaki bağları güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. İsrail dokuz ay boyunca Gazze’de neredeyse sınırsız askeri operasyonlar yürüttü ve hedeflerinden herhangi birine yönelik çok az ilerleme kaydetti. Hamas ne yenildi ne de yenilginin eşiğinde ve davası 7 Ekim öncesine göre daha popüler ve daha cazip. Gazze’nin ve Filistin halkının geleceği için Filistinlilerin kabul edebileceği bir planın yokluğunda, teröristler geri gelmeye devam edecek ve sayıları artacak.

Ancak İsrailli liderler böyle uygulanabilir bir siyasi planı düşünmeye 7 Ekim öncesinden daha istekli görünmüyorlar. Gazze’de yaşanmaya devam eden trajedinin görünürde pek bir sonu yok. Savaş devam edecek, daha fazla Filistinli ölecek ve İsrail’e yönelik tehdit daha da büyüyecek.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English