Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Siyonizmin bilinmeyen yüzü: Filistinlileri mülksüzleştirmenin bir yolu olarak enerji

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Filistin toprakları yabancıların yönetimi altındadır. Kaynaklarını başkaları sömürmektedir. Halkı anavatanından sürgün edilmiştir. Arap mukimlerden geriye kalanlar, en az Asya ya da Afrika’daki herhangi bir ırkçı rejim kadar sert bir ırkçı ayrımcılık ve baskı rejimi altında çürümektedir. Tüm bunlar emperyalizmin iş birliği ile ve terör ve şiddet yoluyla gerçekleştirilmiştir.” Böyle yazıyordu Suriyeli-Filistinli akademisyen Fayez Sayegh 1965 tarihli Filistin monografisinde.

Bu sözlerin üzerinden geçen 60 yılda her gün biraz daha fazla Filistin toprağı İsrail işgal rejiminin kontrolü altına girdi, Filistin’in doğal kaynakları, ekonomisi ve kültürü üzerindeki İsrail hakimiyeti günden güne pekişti. İsrail’in Filistin topraklarına dönük işgalinin önemli bir boyutunu ise sınırları enerji üretim kaynaklarını içerecek şekilde çizilmesine rağmen genellikle üstünden atlanan “enerji/elektrifikasyon ve Siyonist devlet inşası” arasındaki ilişki oluşturuyor. Öyle ki işgal rejimi bir yandan “kabloları döşerken” bir yandan da bu kablolar aracılığıyla Filistin’i topraksızlaştırmakta, Filistinlileri ise mülksüzleştirmektedir. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Filistin toprakları üzerindeki yerleşimci sömürgeciliğin inşasında enerji sektörünün ve buradaki emperyalist ilişki ağlarının rolüne dikkat çekiyor.


Kablolarını döşerlerken

Laleh Khalili
Granta
25 Nisan 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Golda Meir Temmuz 1965’te İsrail Dışişleri Bakanı olarak İran’ı ziyaret etti. Üzerinde ülkesini temsil eden herhangi bir emare olmayan uçağı ile henüz gün ağarmadan Mehrabad Havaalanı’na indi ve buradan Tahran’ın kuzeyindeki özel bir konuk evine götürüldü. Meir’in danışmanları ziyaretini kamuoyuna duyurmak istiyorlardı fakat İranlılar gizli tutmakta ısrarcılardı. Bu gizlilik, petrol dünyasının çalkantılı bir dönemden geçtiği bir sırada Şah’a önemli bir kılıf sağlıyordu: İran, böylece küresel üretimin büyük bölümünü kontrol eden “Yedi Kız Kardeş” ile müzakerelerinde Arap devletleriyle birleşik bir cephe oluşturabilecekti.

O dönemde Yedi Kız Kardeş(1), her geçen gün daha da iddialı hale gelen Arap devletlerini kızdırmamak için İsrail’e açıkça petrol satmak konusunda isteksizdi. Petrolde spot piyasanın ancak on yıldan uzun bir süre sonra ortaya çıktığı düşünüldüğünde, İsrail güvenilir bir ham petrol tedarikçisi bulmakta kararlıydı. Meir bunun için doğrudan Şah’la konuştu. İsrail’in enerji ihtiyacını karşılamak için İran ve İsrail arasında, İran petrolünün gemilerle [Kızıldeniz’in kuzeyindeki] Akabe Körfezi’nde sakin bir liman kenti olan Eilat’a sevk edildiği bir ortak girişim önerdi. Böylece Eilat, İsrail’i Kızıldeniz’den Akdeniz’deki Aşkelon’a kadar kat edecek olan gizlice inşa edilmiş geniş çaplı boru hattının bir ucu olacaktı. Ardından kamyonlar, daha küçük tank gemileri ve daha dar boru hatları, bu petrolü içeriden Hayfa’daki rafineriye taşıyacaktı.(2) Şah’ın ilgisini çekecek olan, İsrail tankerleriyle Avrupa pazarlarına sevk edilen fazladan petroldü. Meir Romanya’yı ziyaret etmiş ve Bükreş’ten bu fazla İran petrolünü satın alması için garanti almıştı.

Şah başta bu boru hattı önerisine pek sıcak bakmadı ancak 1967 Arap İsrail Savaşı’nda Süveyş Kanalı’nın kapatılmasıyla işler değişti. Kriz, İran’a İsrail’e petrol sağlamak ve İsrail aracılığıyla Avrupalı alıcılara petrol satmak için ihtiyaç duyduğu ivmeyi kazandırdı. Petrolün Ümit Burnu çevresinden taşınmasına gerek kalmamasının getirdiği düşük taşıma maliyeti sayesinde Arap rakiplerinin karşısında önemli bir avantaj elde edilecekti. İran konuya ilişkin bir fizibilite çalışması yaptırdı. Sorumlu olarak ise Ulusal Petrol Şirketi’nden Fethullah Nafizi ve Köln’deki İsrail Tazminat Delegasyonu Başkanlığı görevini henüz tamamlamış olan Felix Shnar belirlendi. 1968 yılında iki ülke İsviçre’de “Trans-Asiatic” adında bir ortak girişim şirketi kurdu ve Eilat ile Be’er Sheva arasında zaten mevcut olan daha küçük bir boru hattının altyapısını Rothschild Grubu’ndan satın aldı. Trans-Asiatic bu sırada petrolü deniz yoluyla taşımak için yeni tankerler sipariş etti. Batı Alman hükümetinin açık piyasalardan alınan kredilerden daha cömert bir faiz oranını garanti etmesiyle Deutsche Bank’tan Hermann Abs, Shinar ve Naficy ile İsviçre’de bir araya gelerek daha büyük bir boru hattının finansmanını görüştü. Bu arada Abs, Üçüncü Reich’ın en güçlü bankacılarından biriydi ve Deutsche Bank’ın dış ilişkiler departmanının başı olarak, Avrupa’daki Yahudi varlıklarının müsadere edilmesinden ve işgal altındaki bölgelerdeki Avrupa bankalarının yağmalanmasından sorumluydu. Savaştan sonra, daha önceden yürüttüğü işlerin kefaretini ödemek için yeniden gönderilmişti: Almanya’nın İsrail’e iade ettiği malların sorumluluğunu üstlenecek ve bu sıfatla Shinar ile samimi bir çalışma ilişkisi geliştirecekti.

İran petrolünü taşıyacak gizemli bir hat: Eliat-Aşkelon petrol boru hattı

Eilat-Aşkelon boru hattı 1969 yılında, petrolün millileştirilmesinin hemen arifesinde faaliyete geçti. Yedi Kız Kardeş kontrolünün gevşemesi ve 1973’te yaklaşan Arap-İsrail Savaşı, bağımsız tüccarlara petrol alıcıları ve üreticilerle anlaşma yapabilecekleri bir alan açmış oldu. Fakat asıl sorun, Süveyş Kanalı kapalıyken petrolün Körfez’den Avrupa ve Amerika’daki petrol alıcılarına nasıl ulaştırılacağıydı. İran doğrudan İsrail ile ticaret yapıyor gibi görünmek istemediğinden ya da petrolünü Avrupalı müşterilere İsrail üzerinden taşımak istemediğinden aracılara ihtiyaç duyuyordu.

Petrol piyasasındaki sismik dönüşümü önden gören ve bundan faydalanmayı kafasına koyan Belçikalı-Amerikalı emtia tüccarı Marc Rich artık devreye girmişti. Rich’in İran ile büyük metal sözleşmeleri imzalamış olan (ve Farsça bilen Amerikalı) iş ortağı Pincus Green, Rich’i İranlı petrolcülerle tanıştırdı. Rich, petrol teknokratlarıyla ve Şah’ın kendisiyle ilişki kurmaya başladı böylece. Bunu kolaylaştıran etmenlerden biri de Şah’ın kayak tatillerini geçirdiği St Moritz’de onun da bir dağ evinin olmasıydı. Rich, sonunda İran ile uzun vadeli bir petrol anlaşması imzaladı. Öyle ki tam da petrolün varil fiyatı 3 dolardan 11,50 dolara fırlamak üzereyken, şirketinin İran ham petrolünü anlaşma süresi boyunca varil başına 5 dolardan satın almasını güvence altına aldı. Sonrasında ise büyük şirketlerin rehini olmayan petrol alıcıları aradı.

Süveyş Kanalı hâlâ kapalı olduğu için Rich ayrı olarak İsrail hükümetiyle görüşmelere başladı. Fransız bankası Paribas, Rich’in İran’dan yaptığı büyük petrol sevkiyatını finanse ediyordu. Tankerler yüklerini Eilat’ta boşaltıyor, petrolün bir kısmı Hayfa’ya, sonrasında ise Aşdod rafinerilerine gidiyor; Rich’in gemileri ise Aşkelon’da fazlalığı toplayıp kargoyu doğrudan ABD’li ve Avrupalı petrol alıcılarına aktarıyordu. Rafineriler, petrokimya endüstrileri, enerji santralleri ve hükümetler Marc Rich + Co’nun petrol ticareti için fevkalade müşteriler olmuştu. Hatta Rich, ABD Savunma Yakıt İkmal Merkezi için önemli miktarda İran petrolü satın aldı ve bu petrolü Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden sevk etti. Öyle ki bazı yıllar, kimi üretici ülkelerden çok daha fazla petrol sattı. Yıllar sonra biyografisini yazan Daniel Ammann’a bu boru hattının kendisine “büyük bir fiyat avantajı” sağladığını söyleyecekti. “İran ham petrolünün bu boru hattı aracılığıyla taşınması, Afrika’yı boydan boya dolaşmaktan çok daha ucuzdu”. Marc Rich, Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden yapılan gizli petrol ticareti sayesinde şaşılacak ölçüde bir zenginlik elde etti. Bu anlaşma, daha düşük navlun maliyeti sayesinde petrolü Avrupalılar için çok daha cazip hale gelen İran’a da yaradı elbette. İsrail ise hem enerji ihtiyacını karşıladı hem de dış rezervlerini güçlendirmiş oldu.

Rich, Şah’ı deviren İslami devrimden sonra bile İran’a kur yapmaya devam etti. İran Ulusal Petrol Şirketi ile büyük şirketler arasındaki anlaşmalar 1979’da bozulmasına rağmen, şirket yaptığı anlaşmalara sadık kalarak ona yılda yaklaşık 70 milyon varil petrol sattı. Bu petrolün büyük bir kısmı Eilat’taki petrol terminaline ulaştı. Rich, şirketi yönettiği yirmi yıl boyunca, İsrail’e yıllık petrol ihtiyacının yaklaşık yüzde 20’sini sattı. İran’daki devrim liderleri ise “küçük şeytan”a karşı sembolik düşmanlık jestleriyle yetindiler fakat İsrail ile petrol ticaretini asla silah haline getirmediler..

Rich’in devrimci İran ile ilişkilerindeki “duyarsızlığı” ABD’deki şovenistleri tahrik etmeye başlamıştı. O vakitler New York’ta adını duyurmak isteyen yeni yetme bir federal savcı olan Rudy Giuliani, 1983 yılında Rich ve Green’e “düşmanla ticaret yapma” suçlamasıyla dava açtı. Bundan sonraki on yedi yıl boyunca ikilinin yüzleri FBI’ın “En Çok Arananlar” ilanında yer alacaktı.

ABD’ye iade edilmemek için köşe bucak kaçarken, Lucerne’deki malikanesine yerleşirken ya da iş seyahatlerinde, Rich hep eski Mossad ajanları tarafından korundu. Ocak 2001’de ise Bill Clinton, başkanlığının son gününde bu iki sabık suçluyu aniden affetmeye karar verdi. Rich’in eski karısı Denis, Demokrat Parti’ye ve Clinton Başkanlık Kütüphanesi’ne yüz binlerce dolar bağışta bulunmuştu; ama belki daha da önemlisi, İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Mossad’ın eski başkanı Shabtai Shavit’in Rich adına Clinton yönetiminde lobi faaliyetlerinde bulunmalarıydı. Ammann’ın da satırlara döktüğü gibi, Rich “Mossad’ın hiç bağlantılarının olmadığı yerlerde onun adına bağlantılar kurdu. İsrail’in resmi olarak yapamadığı durumlarda ortaya parasını koydu.” Böylece Rich istihbarat teşkilatının yardımcısı olarak addedildi. Fakat istihbarat çalışmalarından daha önemli olanı Rich’in petrol sevkiyatındaki rolüydü.

Enerji santralleri ve yerleşimci kolonyalizm

İsrail devleti kurulmadan önce dahi enerji politikaları, Yişuv yerleşimcileri ile yerli Filistinliler arasındaki ilişkiyi etkilemişti.(3) İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilayetlerini aralarında paylaştıkları 1920 yılı ile İsrail’in kurulduğu 1948 yılı arasında geçen zamanda Dünya Siyonist Örgütü Filistin’deki Yahudi yerleşimci topluluğu için bir dizi proto-hükümet kurumu oluşturdu. Bunların içinde en eski ve en önemlilerinden biri, Fredrik Meiton’un enerji ve Siyonist devlet inşası üzerine yazdığı tarih kitabının da ana konusu olan Filistin Elektrik Şirketi’ydi.

Filistin’deki İngiliz manda güçleri, Filistin Elektrik Şirketi’nden Pinhas Rutenberg’e elektrik santralleri ve kapsamlı bir elektrik şebekesi inşası için çeşitli imtiyazlar verdi. İsrail ordusunun öncüsü olan Haganah’tan Filistin Havayolları’na (daha sonra El Al) kadar pek çok örgütün kuruluşunda parmağı olacak olan 1905 ve 1917 Rus devrimleri emektarı Rutenberg(4), Ürdün Nehri’nin Yarmûk Nehri ile birleştiği yerden ve (Eriha’nın kuzeyinden Akdeniz’e kadar doğu-batı yönünde uzanan) Auja Nehri’nden hidroelektrik enerji üretmeyi planlıyordu. Nitekim, kuzeye doğru genişleme ve Lübnan toprakları içindeki Litani Nehri’ni de aynı amaçla kullanma planı, İsrail’in Lübnan’a yönelik politikasını yirminci yüzyılın sonuna kadar şekillendirmeye devam edecekti.

Şirket, hidroelektrik enerji üretmek için nehir havzalarında, Filistin’in en verimli tarım arazilerinin yanı sıra Ürdün Nehri’nin karşısındaki Trans-Ürdün’de bulunan toprak parçalarını da içeren geniş arazileri kontrol etmesi gerektiğini öne sürmekteydi. Planlanan elektrik şebekesinin Filistin haritasını boydan boya kat ettiği düşünüldüğünde, bu, yüksek gerilim hatları için belirlenen güzergahlar boyunca toprak sahibi olmak anlamına geliyordu. Elektrik santrallerinin ve şebeke altyapısının inşası için alınan topraklar aynı zamanda Yahudi yerleşimlerinin inşası için de kullanılacaktı.

Tıpkı diğer ülkelerde olduğu gibi, enerji üretimi, jeolojik özellikler –nehirler, denizler, kıyı şeritleri ve petrol rezervlerinin olası varlığına işaret eden toprak hareketleri üzerindeki bölgesel kontrol– ile el ele ilerledi. İngiliz yetkililer, nehirden denize kadar uzanan bir altyapının eşitsiz gelişimi ve kullanımının, bir İngiliz sömürge yetkilisinin sözleriyle, Yahudi yerleşimcilere “Filistin’in tüm ekonomik yaşamı üzerinde bir hakimiyet” verdiğini kabul etseler dahi, Rutenberg’in planı İngiliz onayı ve desteğini almıştı. Filistinliler ise bu elektrifikasyon planlarının teritoryal, ekonomik ve siyasi anlamının ve kendilerini yerinden edecek olan sömürgeci projenin temelini oluşturduğunun farkındalardı. 1923’te Yafa’da başlayan ve yıllar içinde tüm Filistin’e yayılan bir dizi protesto ve ayaklanmayla, topraklarının istimlak edilmesine, yaşadıkları çevredeki dönüşümlere ve Filistin Elektrik Şirketi’nin topraklarında yarattığı düşmanca yerleşimlere direndiler. Öyle ki bazı yerlerde dizelle çalışan küçük jeneratörler kurarak şirketin tekeline meydan okumaya çalıştılar. Diğerleri sabotajla tehdit ettiler.

Rutenberg, Filistinlilerin direnişini kırabilmek için Auja’daki büyük ölçekli hidroelektrik projesinin, Tel Aviv/Yafa’da dizel yakıtlı bir elektrik santrali ve Hayfa’daki bir buhar türbini lehine ertelenmesini önerdi. Ürdün ve Yermuk nehirlerinin birleştiği yerde kurulan devasa elektrik santrali ise 1932 yılında faaliyete geçti. Elektrik eşit olmayan bir şekilde dağıtılmış, aslan payını ise Yahudi konutlar ve ticari tüketiciler almıştı. Tel Aviv geceleri ışıl ışıldı; Yafa ise tam tersi. Altyapıların inşasında kullanılan işgücü de ırksallaştırılmıştı: Filistinli işçiler Yahudi işçilerden çok daha az ücret alıyordu. 1948 yılına gelindiğinde, Filistin’deki Yahudi yerleşimciler bölge nüfusunun yüzde 40’ından azını oluşturmasına ve toprağın sadece yüzde 7’sine sahip olmasına rağmen, Filistin Elektrik Şirketi tarafından satılan “çeyrek milyon kilovat saatin yüzde 90’ını” tüketiyorlardı.

Enerji altyapısı iktisadi ve siyasi uçurumları büyüttü

Bu enerji altyapısının yarattığı ve her geçen gün daha da büyüyen iktisadi ve siyasi uçurumlar, İsrail’in Filistinlilerle olan ilişkisini şekillendirmeye de devam etti. Yeni yeni kurulmakta olan İsrail devletinin sınırları içinde, Yahudi yerleşimleri kapsamlı altyapılara sahipken, komşu köylerde yaşamaya devam eden Filistin vatandaşlarının büyük çoğunluğu bu hizmetlere erişimden mahrum bırakılmıştı. Nasıra’daki bir Filistinli meclis üyesinin yakındığı gibi, “Hükümet her yeni Yahudi kolonisine, henüz kimse taşınmadan yol, elektrik ve su sağlıyor. Peki, Arap köylerinden geçerken neden onları karanlık ve susuz bırakıyor?”(5) İsrail içindeki enerji kaynaklarının eşitsiz dağılımı bugün hâlâ devam etmektedir. Filistinlilerin yoğun olarak yaşadığı Nakab ve Celile’deki resmi hükümetin Yahudileştirme politikaları, Filistinli toplulukların yeni inşaatlarını ya da bu toplulukların genişlemesini kısıtlayan Kafkaesk konut politikalarına dönüşmüştür. Bu politikalar hem yerleşik hem de göçebe Filistinli toplulukların elektrik ve su gibi hayati altyapılara erişiminin kasıtlı olarak engellenmesiyle pekiştirilmiştir.

Ne var ki, İsrail elektrik şebekesine bağlı olmanın da kendine has dezavantajları var. İsrail Savunma Bakanı Moshe Dayan, 1967’de Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’nin işgalinden sadece birkaç gün sonra, “El Halil’in elektrik şebekesi bizim [İsrail] merkezi şebekemizden geliyorsa ve fişi çekip kesebiliyorsak, bu kesinlikle binlerce sokağa çıkma yasağı uygulaması ve isyan dağıtma çabasından çok daha iyidir,” diyecekti. Kasım 1967’de 159. İsrail Askeri Emri, işgal altındaki topraklardaki tüm elektrik altyapısını İsrail askeri yönetiminin kontrolüne aldı. Bugün Batı Şeria’daki Filistinliler kendi elektriklerinin sadece yüzde 14’ünü üretebiliyor, geri kalanını ise İsrail’de temin etmek durumundalar. Yine 1967 öncesinde İsrail, sınırları içindeki Filistinlilerin elektriğe erişimini düzenli olarak engelleyebilecek durumdaydı, fakat 1967’den sonra işgal altındaki topraklar, sadece bir düğmeye basılarak kapatılabilecek denli İsrail altyapısına bağımlı hale getirildi. Batı Şeria ve Gazze’deki bağımsız elektrik santralleri birer birer kapatıldı ve Filistinli topluluklar zorla İsrail elektrik şebekesine bağlanmış oldu.

İsrail’den İran’a kalkan sır uçaklar

Golda Meir, İran’a gizlice uçan ne ilk ne de son İsrail başbakanıydı. 1979’da İran monarşisi devrilmeden önce, biri hariç tüm İsrail başbakanları Tahran’ı ziyaret etmişti. David Ben-Gurion, Arap dünyasını çevreleyen Arap olmayan devletlerle- İran, Etiyopya, Türkiye gibi- ittifaklar kurmaya yönelik “çevre planlarının” bir parçası olarak 1961 yılında bu tür ziyaretleri başlattı. Onun ardından Levi Eshkol, Golda Meir, Yigal Allon, Yitzhak Rabin ve Menachem Begin ve aslında neredeyse tüm İsrail Dışişleri ve Savunma Bakanları gizlice İran’a gittiler. Şah’a saygılarını sunmayan tek başbakan, Moshe Sharett’ti ve o da zaten (1950’lerin ortasında) bir yıldan az bir süre görevde kalmıştı. Bu ziyaretlerin büyük çoğunluğu İsrail’in enerji kaynaklarını ve enerji tedarik yollarını güvence altına almak için duyduğu umutsuz ihtiyaçlarıyla ilgiliydi.

İsrail’in yarım asırdır devam eden hidrokarbon arayışında Sina’nın adı geçiyordu.

Güneye doğru uzanan Sina kaması, Afrika ve Asya kıtalarını birbirinden ayırıyor – ya da birleştiriyor. Şarm el-Şeyh, Sina Yarımadası’nın güney ucunda, Süveyş ve Akabe körfezlerinin Kızıldeniz’i oluşturmak için birleştiği yerde bulunuyor. Erken yirminci yüzyılda İngiliz jeologlar, kontrol ettikleri Akdeniz ve Ortadoğu kıyılarının karmaşık araştırma haritalarını çıkararak önce su, zamanla da petrol rezervi aradılar. 1940’ta Geological Magazine’de yazan iki jeolog, bölgenin coğrafyasını Suriye, Filistin ve Sina’dan Irak, İran ve Arabistan’a, oradan da Umman’a kadar uzanan bir petrol arama yayı olarak tasvir etmişlerdi.

Ne var ki önce Filistin’de, sonrasında ise İsrail’de yapılan keşifler büyük ölçüde sonuçsuz kalmıştır. Suudi Arabistan, Irak ve hatta İngiliz şirketlerinin 1940’ların sonunda petrol rezervleri keşfettiği Sina’nın görece yakınlığı düşünüldüğünde, 1949 ateşkes hattı içinde petrol bulunmaması İsrailli liderlerin epey canını sıkmış olmalı. Körfez’deki Arap hükümdarlar, yeni kurulan İsrail’e petrol satmaya yanaşmadılar. İsrail ekonomisi ilk yıllarında tarıma bağlıydı ve petrolle çalışan tuz arındırma tesisleri, ihracat için üretilen yoğun sulama gerektiren tarım ürünlerini sulamak için kullanılıyordu. Anglo-İran Petrol Şirketi’nin Kuveyt ve Katar’da bulunan iştirakleri, petrol yüklü gizli tankerleri Hayfa’daki rafinerilerine gönderiyordu, bu petrol nihayet 1958 yılında İsrail’e satıldı.

Süveyş Kanalı’na dönük emperyal plan nasıl İsrail toprakları lehine gelişti?

İsrail’in enerji ihtiyacı ve gizli ve güvenilmez kaynaklara bağımlılığı bir ulusal güvenlik sorunu olarak görülüyordu – hatta Ben-Gurion’a göre bu bir “ölüm kalım meselesiydi”. Bunun kamuoyuna açıklanması ise İsrail’in önemli bir zafiyetini ortaya çıkarabilirdi. Nitekim Sina sadece Süveyş Kanalı, Akabe Körfezi ve Tiran Boğazı üzerindeki stratejik hakimiyetiyle değil, aynı zamanda petrol potansiyeliyle de cezbediyordu.

1956 yılında Cemal Abdül Nasır’ın Süveyş Kanalı Şirketi’ni millileştirmesinin ardından İsrail, İngiltere ve Fransa’dan üst düzey yetkililer Mısır’ın işgalini planlamak üzere Fransa’nın Sevr kentinde gizlice bir araya geldiler. Hem Fransa hem de İngiltere kanalın kontrolünü yeniden ele geçirmek istiyordu. Ben-Gurion, Süveyş Kanalı üzerindeki emperyal kaygıda, İsrail topraklarını 1949 ateşkes hattının ötesine genişletmek için bir fırsat gördü. Ben-Gurion’un derdi sadece Nasır’ı devirmek değil, aynı zamanda Trans-Ürdün’ün Irak krallığı ve İsrail arasında paylaştırılması, Filistinli mültecilerin Filistin sınırları dışına yerleştirilmesi, İsrail’in Lübnan topraklarının kuzeyine, Litani Nehri’ne kadar genişlemesi ve Sina’nın kontrolü de dahil olmak üzere bölgenin jeopolitik haritasının toptan değiştirilmesiydi. Bunlar, arkasında güçlü bir Avrupalı hami olmadan mümkün olamazdı elbette. Ben-Gurion, Fransa Başbakanı Guy Mollet ile Sevr’de yaptığı bir görüşmeyi günlüğüne şöyle yazacaktı:

Ona güneybatı Sina’da büyük miktarda petrol keşfedildiğini, buranın Mısır’dan koparılmasının faydalı olacağını, çünkü zaten Mısır’a ait olmadığını, İngilizlerin orayı Türklerden çaldıklarını söyledim. Sina’dan Hayfa’daki rafinerilere bir petrol boru hattı döşenmesini önerdim. Mollet bu öneriyle ilgilendiğini ifade etti.

İsrail’in Sina’yı işgal ettiği Ekim 1956 ile Mart 1957 arasındaki yaklaşık dört ay boyunca, İsrail Jeoloji Araştırmaları yarımadanın haritasını çıkardı ve bölgeyi gelecekte kontrol edeceği öngörüsüyle petrol aradı. Eisenhower yönetiminin İsrail’in Sina’dan çekilmesinde ısrarcı olacağı ortaya çıktığındaysa, İsrail ordusu Mısır’ın petrol üretimini engellemek için orada buldukları boruları, pompaları ve diğer ekipmanları yağmaladı; bunların bir kısmı Eilat’tan geçen daha önceki petrol boru hattına ulaştırıldı.

İsrail ordusu Haziran 1967’de Batı Şeria, Gazze, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri ile birlikte Sina’yı da yeniden işgal etti. İsrail, Sina’da Süveyş Körfezi’ndeki Ebu Rudeys yakınlarında 117 açık deniz ve kara petrol kuyusu ele geçirdi.(6) Bu kuyular 1954’ten beri İtalyan ENI ve Mısır Genel Petrol Şirketi’nin (EGPC) ortak konsorsiyumu tarafından işletiliyordu. Güçlü hami arayışını gerileyen Avrupa imparatorluklarından ABD’ye doğru yönlendiren İsrail, Amerikan Petrol Şirketi’nin petrol sahalarına dokunmadı. Eğer ülke topraklarını genişletmeye devam etmek ve istikrarlı bir enerji arzı sağlamak istiyorsa, bunu muhakkak ABD’nin kanatları altında yapmalıydı.

Nitekim, 2011 yılında gizliliği kaldırılan 1972 tarihli bir CIA raporu, Sina’dan çalınan petrolün İsrail’in yabancı ülkelerden petrol ithalatını savaş öncesi seviyenin altında tutmasını sağladığını doğrulamaktadır:

Bu durum, İsrail’e yılda yaklaşık 25 milyon dolarlık bir döviz tasarrufu sağlamıştı. 1969 yılında Sina’dan yapılan ham petrol ithalatı yaklaşık 2 milyon ton, İran’dan ise biraz daha fazla, 3 milyon ton civarındaydı.

Nasır’ın ölümüyle kurulan dostluk

Golda Meir 1972 yılında İran’ı tekrar ziyaret etti. Şah’ın sırdaşı ve Kraliyet Sarayı Bakanı Esadullah Alem bu olayı gizli günlüklerine şöyle kaydetmişti:

18 Mayıs Perşembe – Görüşme. Golda Meir bu sabah 7’de uçakla geldi ve kısa bir süre dinlendiğini bildirdim. ‘Bu yaşlı kadın çok dayanıklı’ dedi majesteleri [Şah]. Daha sonra saat 15.00 olarak planlanan görüşmenin saatini sordu. [Golda Meir] Yaklaşık iki buçuk saat görüştükten sonra İsrail’e dönüş için havaalanına gitti.

1972 yılındaki bu ziyaret hem yarattığı askeri tehdit hem de Üçüncü Dünya’daki eşsiz şanı nedeniyle Şah ve İsrailli liderlerin ölümüne nefret ettiği Mısırlı Nasır’ın ölümünden iki yıl sonra gerçekleşmişti. Nasır’ın ölümüyle Şah, onun halefi yeni Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile kişisel bir dostluk kurdu. Görüşme esnasında Şah, Meir’e Sedat’tan İsrail’in 1967’den beri işgal ettiği Sina’dan çekilmesini isteyen bir mesaj iletti.

İsrail, bu toprak kazanımlarını elde ettiğinden beri Sina’da yasadışı olarak çıkardığı Mısır petrolüne bağımlı hale gelmişti. Bu yüzden Meir, Sedat’ın tekliflerini reddetmeyi tercih etti. Birkaç ay sonra Batı Alman Şansölyesi Willy Brandt için verilen bir resepsiyonda yaptığı şaka, bunun nedenini ima etmekteydi: “Musa bizi Ortadoğu’da petrolü olmayan tek noktaya getirmek için çölde kırk yıl dolaştırdı.” Mısır ve İsrail arasındaki yakınlaşma İsrail’in Sina’yı Mısır’a geri vermesini, Süveyş Kanalı’nın yeniden açılmasına izin verilmesini ve Eilat-Aşkelon boru hattının bir enerji güzergahı ve dolar kaynağı olarak öneminin azaltılmasını gerektiriyordu. Meir, İran ziyaretini takip eden aylarda Ürdün Kralı Hüseyin ve İran Şahı’nın Mısır’ın yapabileceği olası bir misillemeye ilişkin bir dizi gizli uyarıyı görmezden gelecekti.

İsrail’i ve özellikle de Meir’i gafil avlayan bir hamleyle Ekim 1973’te Mısır ordusu Süveyş Kanalı’nı geçti ve “yenilmez” addedilen Bar-Lev Hattı’nı aştı. İsrail güçlerinin ilk kovuluşunun yankıları epey büyük oldu. Golda Meir birkaç ay sonra istifa etmek zorunda kaldı. Yerine geçen Yitzhak Rabin, Mayıs 1974’te Mısır ile bir Kuvvetlerin Ayrılması Anlaşması imzaladı. İsrail’in Sina’dan tahliyesi ve petrol yataklarının kaybı artık kapıdayken Rabin, İsrail’in apartheid Güney Afrika’ya karşı muhalefetinden aniden caydı ve kömürle çalışan yeni elektrik santralleri için KwaZulu-Natal’dan kömür sevkiyatı müzakerelerine başladı.

Bu arada hem enerji hem de döviz kaynağı olarak İran petrolüne olan bağımlılık daha da artmıştı. Öyle ki İsrailli yetkililer, Mısır’ın Süveyş Körfezi ile Akdeniz’i birbirine bağlayacak rakip planı, kara yolu üzerindeki hakimiyetlerine ve Eilat-Aşkelon boru hattı üzerinden ticareti yapılan petro-dolar akışına doğrudan bir tehdit olarak görmekteydiler. Financial Times, Tel Aviv’in Eylül 1969’da Süveyş-İskenderiye boru hattı üzerinde çalışan inşaat mühendisleriyle dolu bir oteli hedef aldığında “askeri bir tesisi” bombaladığını iddia ederken “daha başka bir memnuniyet” duymuş olması gerektiğini yazacaktı.

Öte yandan İsrail ABD ile, Washington’u “İsrail’in askeri teçhizat ve diğer savunma ihtiyaçlarına, enerji gereksinimlerine ve ekonomik ihtiyaçlarına sürekli ve uzun vadeli olarak” yanıt vermeyi taahhüt ettiren gizli bir memorandum imzaladı. 1978 yılında Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’nden gönderilen bir diplomatik telgrafta bunun nedeni açıkça belirtilmekteydi: “Bu ülke petrolle çalışıyor ve kısa vadede başka bir alternatifi yok. Sina II Anlaşması’nda ABD’nin tedarik taahhüdünde ısrar etmesinin nedeni budur.” Böylece ABD’nin İsrail’e yaptığı abartılı yıllık yardım ve silah transferleri kurumsallaşmış oluyordu.

Camp David Anlaşması’nı takip eden on yıllarda İsrail, bir yandan kömürle çalışan elektrik santrallerini genişletirken, bir yandan da spot piyasadan gizli olarak petrol sevkiyatları almaya devam etti. Yine Nakab’ın yanı sıra işgal altındaki Batı Şeria ve Golan Tepeleri’nde de bir dolu petrol şirketine petrol aramaları için lisans verdi – sonunda hepsi başarısız oldu. Filistin yönetiminin kurulmasına ve Gazze ile Batı Şeria üzerinde –göstermelik ve düzensiz de olsa– kontrol sahibi olmasına yol açan 1993 Oslo Anlaşmaları’ndan sonra dahi İsrail, işgal altındaki topraklarda enerji aramaya devam etti.

Gaz rezervlerinin keşfi Filistinlilerin denize erişimini sınırlandırıyor

1999 yılında British Gas, Gazze kıyılarında şimdi “Gazze Marine” olarak bilinen sahada geniş doğalgaz rezervleri buldu. Bu saha, Oslo Anlaşmaları’nın Filistin deniz ekonomik bölgesi olarak belirlediği Gazze’nin yirmi deniz mili içindeydi. Gaz rezervlerinin keşfiyle birlikte İsrail, Filistinlilerin denize erişimini önce 2002’de on iki deniz miline, ardından 2006’da Hamas’ın Gazze’de seçilmesi sonrası altı deniz miline ve son olarak da 2008-9’daki Dökme Kurşun Operasyonu’nu takiben üç deniz miline indirmeye çalıştı. Resmi olarak Filistinli balıkçıların bu üç millik alan içinde çalışmalarına izin verilirken, İsrail Donanması Gazzeli balıkçılara keyfi olarak ateş açarak ise bu erişim alanını fiiliyatta bir deniz miline kadar indirdi. Ekim ayından önce 2023 yılının neredeyse her ayında İsrail Donanması Filistinli balıkçılara plastik ya da gerçek mermilerle ateş etti, teknelerine çarptı ya da yüksek hızda su püskürterek onları kıyıya sürdü. Nitekim İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısında, İsrail Donanması’nın bombardımanının ilk hedeflerinden biri Gazze’deki Filistinli balıkçı tekneleri filosuydu. Nihayetinde İsrail’in Filistin denizleri üzerindeki tam kontrolü ve Filistin yönetimi ya da Hamas’ın British Gas ile kendi şartlarına uygun bir anlaşma yapmasına izin vermemesi, şirketin Gazze Marine’i geliştirme planlarından vazgeçmesine neden oldu.

2009’da yani Gazze Marine’in keşfinden on yıl sonra, İsrail, denizin açıklarında Tamar ve Leviathan sahalarında gaz rezervleri buldu. İsrail ulusal petrol şirketi Delek, bu iki sahayı işletmek için Oklahoma’dan Noble Energy ile ortaklık kurdu (Noble daha sonra Chevron tarafından satın alındı). 2017 yılında Ürdün, Lut Gölü’ndeki sanayi tesisleri için İsrail’den doğalgaz satın almayı kabul etti ve böylece Tamar ve Leviathan’ın geliştirilmesini dolaylı olarak finanse etmiş oldu. Geçiş yakıtı olarak doğalgaza olan yönelme ve Rusya’nın Almanya’ya kadar uzanan Kuzey Akım boru hatlarına yapılan sabotaj, Avrupa’nın çeperlerindeki –İsrail, Mısır, Cezayir, Yunanistan, Kıbrıs ve Norveç– gaz rezervlerini daha da önemli hale getirdi. Tamar bugün İsrail’in enerji ihtiyacının yüzde 70’ini karşılıyor (geri kalanı ise –bugün daha çok Rusya ve Kolombiya’dan ithal edilen– kömürle karşılanıyor). Leviathan’ın gazıysa neredeyse tamamen ihraç ediliyor – sıvılaştırma ve nihayetinde hidrojen üretimi için Mısır’a gönderildikten sonra. İsrail’in Arap komşularına gelince, onlar bir yandan Filistinlilere yönelik yağma ve saldırıları onaylamadıklarını gösterirken, bir yandan da vatandaşlarının kınayıcı bakışlarından uzakta, kapalı kapılar ardında enerji anlaşmaları yapmaktan oldukça memnun gibiler.

Haziran 2023’te Netanyahu hükümeti Filistin yönetimi ile Gazze Marine’e lisans verilmesi konusunda anlaştığını duyurdu. Resmi anlaşma Hamas’ı dışladığı için bu politikanın Mahmud Abbas’ın Ramallah’taki rejimini desteklemeye yönelik olduğu gayet açıktı. Anlaşmanın mali getirilerinin bir kısmının Gazze’ye akması, bu vesileyle de Hamas’a rüşvet verilerek Gazze’de uysallaştırılması amaçlanıyordu. Ve sonra 7 Ekim 2023’te Hamas militanları “demir duvar”ı ya da Filistinli analist Muin Rabba’nin deyimiyle Gazze’yi çevreleyen “milyar dolarlık fiziksel, elektronik ve dijital bariyeri” aşarak yaklaşık üçte biri asker olmak üzere 1.200 İsrailli ve yabancıyı öldürdü ve yüzlercesini ise rehin aldı.(7) İsrail’in tepkisi acımasızdı.

Çatışmaların sıcağında bile, Kasım 2023’te İsrail, BP ve ENI’ye Gazze Marine olmasa da Leviathan yakınlarındaki diğer sahaları geliştirmeleri için on iki yeni ruhsat verdi. Tarihlerinin en kârlı yıllarını geçiren Avrupalı hidrokarbon şirketleri bugün hâlâ Avrupa’ya yakın yeni gaz kaynakları aramaya devam ediyor. Avrupa’nın, İsrail’in en az 30 bin Filistinliyi katlederken verdiği tavizler, İsrail’in Avrupa’ya kışın yaklaştığını başarılı şekilde hatırlattığının bir kanıtıydı. Enerji arzını çeşitlendirmede kendini sıkışmış hisseden Avrupa, kaynakları arasına İsrail doğalgazını da dahil etme baskısı hissedecektir. İsrail’in Gazze denizini de istimlak edip etmeyeceğini ise zaman gösterecek.

1989 yılında Ulusal İran Petrol Şirketi, devrimden az zaman önce Eylül-Aralık 1978 arasında teslim edilen petrol kargolarının bedelini ödemesi için İsrail’i İsviçre’deki bir mahkemede dava etti. 2016’da ise, yani davanın açılmasından 27 yıl sonra, İranlılar İsrail’den 1 milyar dolardan fazla para kazandı. Fakat İsrail, kararın geçerliliğini kabul etmeyi ya da İran’a herhangi bir ödeme yapmayı reddetti. Ocak 2023’te İsrail [Parlamentosu] Knesset 1960’lardan beri “sır” olan Eilat-Aşkelon boru hattına ilişkin gizlilik kararını yeniledi. Netanyahu’nun İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında Abraham Anlaşmaları’nı imzalamasının hemen ardından, İsrail topraklarında İran’ın parasıyla inşa edilen boru hattından BAE petrolü akmaya başladı. BAE aynı zamanda İsrail’in Akdeniz’deki gaz sahalarındaki en büyük yatırımcılardan biri ve olmayı da sürdürüyor.

Filistin halkının yabancı hakimiyeti, sömürgecilik ve mülksüzleştirmeyle örülü ‘kaderi’

İsrail’in Babülmendep’den geçen ticareti, yirminci yüzyıl boyunca birbirini izleyen savaşlarda Mısır tarafından ablukaya alındı. Yirmi birinci yüzyılın üçüncü on yılında ise Yemen’deki Husiler İsrail’e giden gemilerin boğazdan geçişine etkin bir abluka uyguluyor. Husiler, 1960’larda imamları Mısırlı Nasır’a karşı savaşmaları için Suudi Arabistan ve İsrail tarafından gizlice desteklenen Yemen’in Zeydi cemaatine mensuplar. Bir zamanlar İsrail’in en büyük düşmanı olan Mısır, şimdilerde Sina ve Gazze’nin güvenliğine ilişkin İsrail’e istihbarat sağlayan ve İsrail ile koordinasyon içinde olan Sisi hükümeti tarafından yönetiliyor. Bir vakitler İsrail’in bölgedeki en yakın müttefiki olan İran, şimdi İsrail’in can düşmanı. Yine bir zamanlar İsrail’in Afrika kıtasındaki en yakın dostu, başlıca kömür ve uranyum kaynağı ve nükleer silah geliştirme ve test etmede işbirlikçisi olan Güney Afrika, ırk ayrımcılığını ortadan kaldırdı ve İsrail’i Gazze’deki soykırım şiddetinden sorumlu tutarak Uluslararası Adalet Divanı’nda dava etti.

Filistinli akademisyen Fayez Sayegh, 1965 yılında kaleme aldığı yerleşimci sömürgecilik analizinde yabancı hakimiyetine, sömürüye ve mülksüzleştirmeye maruz kalan Filistinlilerin kaderine mercek tutuyor:

Filistin toprakları yabancıların yönetimi altındadır. Kaynaklarını başkaları sömürmektedir. Halkı anavatanından sürgün edilmiştir. Arap sakinlerden geriye kalanlar, en az Asya ya da Afrika’daki herhangi bir ırkçı rejim kadar sert bir ırkçı ayrımcılık ve baskı rejimi altında çürümektedir. Tüm bunlar emperyalizmin iş birliği ile ve terör ve şiddet yoluyla gerçekleştirilmiştir.(8)

Bu sözlerin yazılmasından bu yana geçen 60 yılda, her gün biraz daha fazla Filistin toprağı İsrail kontrolü altına girdi. Kasıtlı kalkınmasızlaştırma [de-development] politikaları, Filistin’in doğal kaynakları ve ekonomisi üzerindeki İsrail hakimiyetini günden güne pekiştirdi. Filistin halkının, işletmelerin veya yaşamsal altyapıların yerle bir edilmediği sınırlı yerlerde de hayatta kalabilmek için İsrail’e bağımlı hale getirildiler. İsrail, eski ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig’in deyimiyle “dünyanın batmayan en büyük Amerikan uçak gemisi” haline gelerek kendisini uluslararası kınamalardan izole etmiş oldu. Ne var ki, bir zamanların bu kesin doğrusu, artık geçerli olmayabilir. Avrupa’nın, özellikle de Almanya’nın İsrail’in Filistinliler üzerindeki tahakkümüne verdiği koşulsuz destek ve İsrail’den ve İsrail aracılığıyla elde edilen hidrokarbon ticareti, İsrail’i Avrupa enerji ağlarına sıkı sıkıya bağlıyor. Bugün İsrail’in geleceği, kendi kendini patlatmak ile Batılı güçler tarafından şımartılmaya devam etmek arasında belirsiz bir noktada duruyor. İsrail’e verilen açık çek göz önüne alındığında, ABD’nin bölgedeki jandarması olarak kalması, Avrupa’ya ve uyuşuk Arap müttefiklerine yönelik doğalgaz simsarlığını pekiştirmesi ve genişletmesi ise hiç de mantıksız görünmüyor.


Notlar:

(1) 1960’ların ikinci yarısından itibaren Exxon, Gulf Oil, Mobil, Texaco, Socal, British Petroleum ve Royal Dutch Shell’den oluşan dönemin Avrupalı ve Amerikalı en güçlü petrol şirketlerini ifade etmek için kullanılan gönderme. (ç.n)
(2) Uri Bialer, 2007, ‘Fuel Bridge across the Middle East—Israel, Iran, and the Eilat–Ashkelon Oil Pipeline’, Israel Studies 12(3): 29–67.
(3) Fredrik Meiton, Electrical Palestine: Capital and Technology from Empire to Nation (University of California Press, 2019).
(4) Pinhas Rutenberg: Rusya’da Sosyalist Devrimciler (SR) mensubu. 1905 Devriminden sonra sürgündeyken siyonizme bağlanmış ve I. Dünya Savaşında ABD’ye giderek Filistin’de bir siyonist silahlı birlik kurulması için Yahudiler arasında faaliyet yürütmüştü. (ç.n.)
(5) Shira Robinson, Citizen Strangers: Palestinians and the Birth of Israel’s Liberal Settler State (Stanford University Press, 2013), 181.
(6) Elias Shoufani, 1972, ‘The Sinai Wedge’, Journal of Palestine Studies 1(3): 85–94.
(7) Mouin Rabbani, ‘Gaza Apocalypse’, SecurityInContext.com (6 January 2024) 6 Fayez Sayegh, Zionist Colonialism in Palestine (PLO Research Centre, 1965), 50.
(8) Fayez Sayegh, Zionist Colonialism in Palestine (PLO Research Centre, 1965), 50.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English