Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 3

Yayınlanma

Bütün bu haberlerin en önemlisi, dahası, bütün bu haberlerin aslında gazetecilik kaygılarının değil (öyle olsa, ve karşımızda Pravda yahut İzvestiya değil de başka, mesela batılı ilerici bir yayın organı olsa, nesnel kaynaklara erişemedikleri için “yerel gazetelerin” yazdıklarını aktarmakla yetindikleri düşünülebilirdi) ama (baştan beri altını çizmeye çalıştığım) bir ideolojik-siyasi anlayışın sonucu olduğunu gösteren önemli bir “perspektif yazısı” var, 30 Ekim tarihli Pravda’nın sayfasını işgal eden. Gene Filippov imzalı bir haberle karşı karşıyayız; darbe idaresiyle ilgili izlenimlerini geçmiş. İlginç bir üslupla yapmış bunu; adeta darbe yönetiminin tezlerini marksist sosa bulayarak ülkedeki duruma dair az çok nesnel bir analizle karıştırmak ister gibi; ne var ki doğal olarak bu şekilsiz lapadan çıka çıka faşist darbenin aklanması çıkmış. Uzun bir alıntı yapmaya değer:

“Askerlerin sahnenin önüne çıkması ülkede meydana gelen belli iç siyasi durumla ilişkili. Türkiye Cumhuriyeti son yedi yıldır uzatmalı bir kriz yaşıyordu. Kiminde Demirel liderliğinde Adalet Partisi kiminde Ecevit liderliğinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından birbiri ardınca kurulan hükümetler muhtelif burjuva-toprak ağası kesimlerin menfaatlerini yansıtıyordu ve kriz durumunu aşma gücüne sahip değildi. Bu partilerin hiçbiri parlamentoda mutlak çoğunluk kazanamıyordu. Sonuçta… en yüksek yasama organı paralize olmuştu. Örneğin partiler arası çekişmeler içindeki parlamenterler beş ay boyunca bir cumhurbaşkanı seçememişlerdi. Başlıca iki burjuva grubunun iktidar mücadelesini sertleştiren siyasi istikrarsızlık, sağ milliyetçi ve maocu aşırı solcu örgütlerin terörüyle iyice derinleşiyordu. … Terörün vurucu gücü küçük tüccarların, kırdaki kulakların ve deklase olmuş şehirli gençliğin menfaatlerini ifade eden neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ydi. … Erbakan liderliğindeki dinci Milli Selamet Partisi devletin laik niteliğine karşıydı, medeni kanunun daha ilk Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından reddedilen şeriat kurallarıyla değiştirilmesini talep ediyordu. … Aşırılıkçı çıkışlar Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ağır iktisadi kriz… ortamında gelişiyordu. … Bu ortamda ordu yönetimin dizginlerini eline aldı, Milli Güvenlik Konseyine göre Türkiye’yi krizden çıkaracak bir tedbirler programı açıkladı. Aynı zamanda askeri yönetim iktidarının geçici nitelik taşıdığı da açıklandı. … Güvenlik kuvvetleri ve askeri birlikler örgütlü terör dalgasını kırdılar. Basın, neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi tarafından kurulan yıkıcı terörist çetelerin geniş ağının tasfiye edildiğini bildiriyor. … Dinci Milli Selamet Partisi’nin ve sol aşırılıkçı grupların faaliyetleri de soruşturuluyor. … Dernek ve sendikaların aktivistlerinden oluşan bir grup da serbest bırakıldı. Askeri yetkililer faaliyetlerini sadece temizlik ve önleyici tedbirlerle sınırlandırmıyor; yasama reformları da ilan ettiler. Yeni anayasa kabul edilecek. … İktisadi alanda yönetimin faaliyetleri esasen bir önceki hükümet tarafından getirilen tedbirlerin devamına dayanıyor. Öncelikle özel sektörün geliştirilmesi siyaseti devam ediyor. İktisadi planlar daha önce olduğu gibi batıdan yabancı sermayenin ve geniş mali-iktisadi yardımın çekilmesi hesaplarıyla yapılıyor. … yeni yönetim, daha önceki hükümet tarafından IMF’nin baskısıyla sosyalist ülkelerle ticari ilişkilere getirilen bir dizi ciddi sınırlamayı da kaldırdı. … Hükümet programında sosyal nitelikli teminatlar da var: halkın hayat seviyesinin yükseltilmesi, 3 milyonu aşan işsizlikle mücadele, tarımsal reformlar gerçekleştirilmesi. Dış siyasete gelince… Türkiye’nin bugünkü yöneticileri komşularıyla ve bu meyanda Sovyetler Birliği’yle de ilişkileri iyileştirmeye özel bir önem vereceklerini açıklıyorlar. … Türk toplumu milli bayramını… kutlarken ülkenin mevcut güçlüklerin üstesinden başarıyla geleceği umudunu ifade ediyor.”

Sovyet basınında 12 Eylül – 2

Alabildiğine tepetaklak, alabildiğine çarpık, sübjektif, yanlış; ama derdini eksiksiz anlatıyor.

İzvestiya 31 Ekim’de Ecevit’in CHP genel başkanlığından istifa ettiğini duyurmuş. 3 Kasım’da ise Konsey genel sekreteri Haydar Saltık’ın açıkladığı “Türkiye’nin demokratik düzene geçiş programını” haberleştirmiş. Ayrıntılarını bildiğimiz şeyler (kurucu meclis, yeni anayasa, yeni siyasi partiler ve seçim kanunu). Ertesi gün Pravda’da Filippov da yazmış aynı şeyleri, ancak bir farkla: tıpkı 30 Ekim’deki benzersiz perspektif yazısında olduğu gibi burada da yeni anayasanın “kabul edileceğini” vurgulamış. Kehanet değilse eğer (olmadığını düşünmek için her türlü sebep var) kabul edilmeme alternatifi olmadığını bildiği için.

İzvestiya ertesi gün SSCB bakanlar konseyi başkanı N. Tihonov’un 29 Ekim bayramı vesilesiyle Başbakan Ulusu’ya gönderdiği tebrik telgrafını ve Ulusu’nun cevabını yazmış; her ikisinde de “SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerin gelecekte de iyi komşuluk ve karşılıklı yarara dayanan işbirliği ruhuyla sürdürüleceği umudu” dile getirilmiş. Aynı haberi bir gün gecikmeyle (sabah baskısı yaptığı için bu gecikme) Pravda da veriyor. Başlıca saiki antikomünizm olan bir faşist cunta yönetiminin dünya komünizminin başı saydığı Sovyetler Birliği yönetimiyle resmi ilişkilerinde sıraladığı saygı ifadelerindeki ikiyüzlülük şaşırtıcı doğrusu. Aynı ikiyüzlülük 11 Kasım’da gene İzvestiya’da yayınlanan Evren’in devlet başkanı sıfatıyla SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanı Leonid Brejnev’e gönderdiği Ekim Devrimi tebrik telgrafında da var. Faşist darbenin lideri şöyle diyor:

“Büyük Ekim Devrimi’nin 63’üncü yıldönümü vesilesiyle Türk halkı ve kendi adıma siz ekselanslarına en samimi tebriklerimi… gönderiyorum. Bu vesileyle… Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki iyi komşuluk ve dostça işbirliği ilişkilerinin bundan sonra da ülkelerimizin esenliği ve bütün dünyada barış için gelişmeye devam edeceği umudumu ifade ediyorum.”

Pravda’da Filippov 14 Kasım’da Hürriyet’e dayanarak TİKP’in (Aydınlıkçılar) Ankara’daki genel merkezinde arama yapıldığını ve “Pekin’le sıkı ilişkiler içinde bulunduklarına” dair çok sayıda belge ve malzeme bulunduğunu yazıyor. Hürriyet’e göre ayrıca MHP genel merkez ve şubelerinde yapılan aramalarda da bu örgütün katliam ve şiddet eylemlerindeki rolünü aydınlatacak ek bilgiler ortaya çıkmış.

Bu Aydınlık meselesi önemli. Filippov (Pravda) 21 Kasım’da tekrar dönmüş ona ve “maocu TKİP’in elebaşı Perinçek ve aktif aşırılıkçı suç ortaklarının tutuklandığını” yazmış. Demek ki izlek şu: cunta neofaşistlerle maocu aşırılıkçıları tutukluyor — böylece Pravda da faşist darbecilerin “aşırı sola da aşırı sağa da” eşit mesafede bulunduğu, hem zaten bir grup sendikacıların serbest bırakıldığı, dolayısıyla solun demokratik faaliyetleri açısından büyük bir engel bulunmadığı yanılgısını hiç şüphesiz bilinçli olarak destekliyor ve bunu yaparken TKP dışındaki bütün solu (TKP’nin faşist darbeyle ilgili henüz bir açıklaması yok zaten veya varsa bile Pravda da İzvestiya da bunu aktarma gereği duymamış) ne varsa TİKP torbasına dolduruyor. Aydınlık meselesinin önemi tam da burada. Oysa Aydınlık bugün olduğu gibi o zaman da kendi meşrebine en yakın olanlar dışında Türkiye solunun her kesimiyle çatışıyordu ve solun büyük bölümü tarafından sol olarak dahi kabul edilmiyordu. Oysa Pravda büyük bir yetenekle bütün bu solu Aydınlık’la eşleştiriyor.

Hem Pravda hem de İzvestiya bütün bu süre boyunca Türk basınında cesaret edip çıkan tek tük anti-Amerikancı seslerin etkisini abartmış. Bir örnek: İzvestiya 19 Kasım’da “Kararlı bir uyarı” başlığı altında “etkili Türk gazetesi” Günaydın’ın “ABD’nin Ortadoğu bölgesinde Türkiye’yi barış davası için tehlikeli olacak askeri hazırlıklara çekme girişimlerine karşı kararlı bir uyarı yayınladığını” yazıyor. Bu muhtemelen Teoman Erel’in bir yazısı (Filippov da biraz gecikmeli olarak, belki o gün başka bir yazı konusu bulamadığından, 30 Kasım’da aynı yazıyı haberleştirmiş). Erel bu yazısında “Türkiye’nin aynı zamanda Kuzey Atlantik paktı üyesi olarak lideri ABD olan bu paktın Ortadoğu’da bir ‘acil müdahale kuvveti’ meydana getirir ve Amerikan basın organları Türkiye’nin, askeri teçhizat ve araçların depolanacağı en iyi üs ve NATO füzeleri için en iyi fırlatma rampası olarak düşünülmesi gerektiği yönünde yayınlar yaparken uyanık olması gerektiğini” söylemiş. Teoman Erel’in yazısı öngörülüymüş gerçekten; İzvestiya şöyle özetlemiş: “Günaydın’a göre bu bahanelerle Türkiye’yi devre dışı bırakma amacı gizleniyor; bunun meyvelerinden de bütün Avrupa yararlanacak. Günaydın, Türkiye’nin NATO müttefiklerinin demokratik bir Türkiye mi görmek istediklerini yoksa Avrupa’nın dışında fakir ve muhtaç bir devlet olarak Sedat tipi bir ileri karakol olarak mı bırakmak istediklerini soruyor.” Ne var ki İzvestiya (ve Pravda) bu dönemde her kim olursa olsun Türkiye’nin ABD oryantasyonuna çıkan hiçbir sesin “askeri yönetim” tarafından ciddiye alınmayacağını ve dahası bu seslerin mümkün olan en kısa sürede susturulacağını düşünmemiş, düşünememiş. Sovyetler Birliği tarihi boyunca Türkiye ile ilgili muazzam hesapsızlıklardan bir diğeri daha.

Belki de hesapsızlıktan daha fazlası. Pravda 25 Kasım’da Milliyet’in başyazısında Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerini geliştirmesi gerektiği ifadelerini aktarıyor. Türkiye’nin “bir önceki hükümetin IMF ve batılı tekellerin baskısıyla aldığı” Sovyetler Birliği ile dış ticaretin sınırlanması kararını iptal etmesi, Sovyet yönetimi tarafından herhalde faşist darbecilerin ülkenin bağımsızlığına sahip çıkma kararlılığı olarak görülüyor ve Milliyet’in Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği çıkışı da bunun delili sayılıyor. Pravda 4 Aralık’ta gene aynı telden çalıyor: bu defa Ankara’da yayınlanan Barış gazetesinin “ünlü yazarı” Ahmet Şükrü Esmer’in yazısını özetlemiş; buna göre Esmer, IMF ve diğer batılı tekelci örgütlerin Türkiye’nin güçlüklerinden yararlanarak kapılarını yabancı sermayeye geniş bir şekilde açmasını dayattığını, keza ABD’nin “yardım” karşılığı askeri üsler istediğini, oysa SSCB’nin herhangi bir dayatmada bulunmadan ve milli bağımsızlığa zarar vermeden teknik-iktisadi yardımda bulunmakta olduğunu yazmış.

“Askeri yönetimin” İsrail ile diplomatik ilişkileri kesme çıkışı da aynı şekilde kavranıyor; Filippov 3 ve 7 Aralık’ta iki defa yazmış bunu. 7 Aralık yazısı, tıpkı Günaydın’da Teoman Erel’in yazısında olduğu gibi, basındaki sesleri iktidarın eğilimlerinin işareti sayma gafletinin bir başka örneği; bu defa da Hürriyet’e dayanarak darbe yönetiminin İsrail ile diplomatik ilişkileri dondurma kararının ABD Kongre’sindeki “siyonist çevrelerin” öfkesini çektiğini ileri sürüyor. Hürriyet’e göre: “Türkiye’nin dış siyasetine karşı çıkan Amerikan siyonistleri aceleyle bir Türkiye karşıtı koalisyon kurmaya giriştiler.” Ancak: “Halkın geniş kesimlerinin duygularını yansıtan Türk basını yönetimin İsrail’le ilişkileri dondurma çizgisini destekliyor.” Pravda yorumsuz aktarıyor bunları; belli ki aynı düşünceleri paylaşıyor.

Bu arada hem İzvestiya’nın hem de Pravda’nın faşist cuntadan reklamlar serisi devam ediyor. İzvestiya 2 Aralık’ta Türkeş’in yargılanmasına tekrar başlandığını bildiriyor. MHP’nin “anarşi ve terörün yayılmasında önemli derecede sorumluluk taşıdığını” vurgulamış; “askeri yönetim” bu eylemleri soruşturma konusu yaptığına göre darbeciler olumlu bir tutum takınıyor olmalı. MHP davası Sovyet yönetiminin darbecilere yaklaşımında kendince bir tür turnusol kâğıdı olmuş belli ki; 9 Aralık’ta Pravda’da Filippov da “İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman istihbaratının casusu olan nefofaşistlerin elebaşı Türkeş’in” mahkeme karşısına çıkarıldığını yazıyor. Darbecilerin “hem aşırı sağa hem aşırı sola karşı” olduğu demagojisini aynen yansıtmaya devam ediyor; siyasi terörün sorumlusu olarak (MHP’yle birlikte) “maocu aşırılıkçıları” da sayıyor. Pravda bundan bir gün önce de başbakan Ulusu’nun askeri yönetimin faaliyetleriyle ilgili basın toplantısını yazmış, en ufak yorum katmadan. Ulusu’ya göre “örgütlü terörün beli büyük ölçüde kırılmış”. Ulusu ekonomideki krizi aşmak için bir takım adımlar atıldığını, ancak enflasyon ve işsizlikle mücadelenin bir numaralı sorun olduğunu da söylemiş. Keza Türkiye’nin dış siyasette geniş uluslararası işbirliğinden yana olduğunu vurgulamış, NATO’ya bağlılığının altını çizmiş ama bununla birlikte SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle işbirliğini geliştirmek istediğini söylemiş.

Başka deyişle faşist darbeye karşı hayırhah tutumda hâlâ hiçbir değişiklik yok.

Pravda’da Filippov 13 Aralık’ta bir başka farsa daha imza atmış. Türkiye’de özel sektörde, özellikle de metalurji, tekstil ve cam işçiliğinde işçilerin temel haklarının sistematik olarak çiğnendiğini yazmış; ama şu ifadeye bakınız: “Bu sektörlerde patronlar MGK’nın… talimatlarını ihlal ederek her türlü bahaneyle işçiler ve memurlarla toplu iş sözleşmeleri imzalamayı reddediyor, mesai ücretlerini ödemiyor ve sanayide istihdam edilen insanların çalışma şartlarını iyileştirmekle ilgilenmiyor.” Öyle ki yaklaşık yarım milyon insanı temsil eden Türk-İş “işletmecilerin yaptığı kanunsuzlukların sona ermesini kararlılıkla talep etmiş”. Düşünebiliyor musunuz, MGK’nın “talimatlarını” çiğneyerek! Eğer bu “talimatlar” çiğnendiyse “askeri yönetim” muhakkak elindeki sopayı kullanacaktır — belli ki beklenti bu yönde. İzvestiya sadece 12 gün sonra DİSK’in “anayasal düzeni yıkmak demek olan proletarya diktatörlüğü tesisine yönelik faaliyetleri” yüzünden yasaklanması davasını haberleştirmiş; ama (hayali sohbetimize devam etmiş olsaydık eğer) herhalde gene Nasır Mısır’ını örnek gösterirlerdi.

Birkaç haber daha var, ama onlar nispeten önemsiz, yazıyı uzatmaktan başka bir anlam da taşımayacak. Ancak bütün bu üç buçuk aylık dönemin en eğlenceli yazısı, Filippov’un 20 Aralık tarihli kısa haberi. Filippov, Washington’un Türkiye’de bulunan Amerikan askerlerine üsleri dışında bulundukları sırada sivil kıyafetler giymeleri talimatı verdiklerini yazıyor. “Amerikan kaynaklarına” göre bu “Türkiye’de anti-Amerikancılığın yükselmekte oluşuyla” ilgiliymiş.

12 Eylül’de anti-Amerikancılığın yükselişini bulmak için ne olmak gerek, bilmiyorum.

SONUÇ

Hiçbir siyasi sistem cennet vaat edemez ve her siyasi sistem kendi meşrebince hatalarla maluldür. Sovyetler Birliği’nin dış siyaseti kurucu ideolojinin bir parçası olarak enternasyonalizmle devlet olarak varlığının ürettiği pragmatizm arasında daha kuruluşundan itibaren (ikincisinin zamanla belirleyici ağırlık kazanmaya başladığı) bir sarkacı andırıyordu. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok; devlet olmakla enternasyonalizm arasında böyle bir açı vardır ve bundan sonra da olacak. Bununla birlikte sarkaç her şeye rağmen düzgün ayarlanabilirdi ve bunun için sadece değerlendirmelerinde objektif olmak, “somut şartların somut analizini yapmak” gerekirdi; oysa pragmatizmin tayin edici olduğu dönemlerde (hiç değilse Türkiye söz konusu olduğunda) bu pragmatizm nesnel analizler üzerine değil sübjektif kanaatler üzerine kurulmakla kalmadı, üstüne üstlük marksizm sosuyla da ıslandı.

Evet, devir değişti artık, bugün başka bir dünyada yaşıyoruz. Sovyet dış siyaseti kâğıt üstünde “ideolojik” bir siyasetti: proletarya enternasyonalizmine dayanıyordu; ama (bu enternasyonalizmden özellikle Afrika ülkelerinde 1990’a kadar hiçbir zaman tamamen vazgeçmemiş olsalar bile) gerçekte Türkiye’de faşist darbede halkçı bir eğilim arama pragmatizmine varmıştı. Muazzam bir siyasi yanılgı!

Rusya Federasyonu’nun dış siyaseti ise resmen pragmatist olarak tanımlanır; bu siyaset Rusya’nın “milli menfaatlerini” esas alır. Bununla birlikte (Ukrayna meselesinde açık seçik görüyoruz ki) bu siyaset aynı zamanda muhatabının hukuki meşruiyeti üzerine kurulur; meşruiyet ise anayasal düzendir. Anayasal düzenin ilga edildiği yerde hukuki meşruiyet kalmaz; dış ilişkiler de (hiç değilse prensip olarak) buna göre yeniden şekillenir.

Sovyet yönetiminin Türkiye’de askeri faşist darbe karşısında düşünmediği şey yani — düşünmedi, çünkü Türkiye’ye yönelik bütün siyasi yaklaşımı baştan ayağa yanlıştı.

Çağdaş Rusya yönetiminin pragmatist dış siyasetinin sonuçları hoşunuza gitmeyebilir; ancak bu “realpolitikin” temelinde yatan sübjektif inançlar değil objektif analizlerdir; bu, onu geç dönem Sovyet yönetiminin Türkiye yaklaşımından ayıran başlıca özelliği.

Sovyetler Birliği’nde ve çağdaş Rusya’da da Türkiye’ye dair tarihçilerin görüşleri pek nadiren yanlışlanmış, siyaset bilimcileri ve yorumcuların görüşleri ise pek nadiren doğrulanmıştır. Sovyetler Birliği’nde bu ikinci grupla Kremlin çoğu zaman aynı şey olduğundan özellikle 1960’lardan itibaren Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri de pek nadiren doğrulanmıştır. Çağdaş Rusya’da ise Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri pek nadiren yanlışlanır.

Ama soru şu: dış siyasette “milli menfaatler” başka ülkelerin (ve halkların) milli menfaatleriyle örtüştüğünde ne olur?

Kemalist dönemin (kabaca 1922 ile 1937 arasına tarihleyelim bunu) dış siyaseti alabildiğine pragmatistti, ancak bu pragmatizm bir dizi düşman karşısında var olma mücadelesinin sonucunda kesinlikle ilericiydi ve birçok başka halkın milli menfaatleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Üstelik bu pragmatizm ister istemez (bu kelimenin en olumlu anlamıyla) ideolojik bir anlam kazanmıştı; çünkü ortak düşmana karşı şu veya bu ölçüde ortak mücadele kaçınılmazdı.

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

GÖRÜŞ

Çin-Afrika Zirvesi ve Kolektif Batı: Eyvah Çin Afrika’yı da kaptı

Yayınlanma

Yazar

Çin’in son bir yıl içerisindeki diplomatik hamleleri Kolektif Batı’da alarm zillerinin çalmasına sebep oluyor. Önce geçen yıl Beijing yönetiminin (Mayıs 2023) Körfez’in iki yakasında bulunan ve onlarca yıldır kavgalı ilişkiler içindeki İran ile Suudi-Arabistan ve diğer Arap ülkeleri arasındaki normalleşmeyi sağlaması büyük bir diplomatik başarıydı, her ne kadar Batı dünyası bu büyük sükseyi hafife almaya çalışmış olsa da… Çünkü ABD’nin yakın dostu Şah zamanında İran Körfez’in bir tarafında ve Suudi Arabistan ile Arap ülkeleri öbür tarafında olmak üzere bu devletlerin neredeyse hepsi birden Amerika’nın müttefikleriyken (Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak hariç) Vaşington yönetimleri bu dostlarını/müttefiklerini uzlaştıramamış hatta bunu doğru dürüst denememişti bile…

ABD stratejileri devletleri uzlaştırarak kaynakları hakkaniyet ilkelerine uygun bir şekilde paylaşmak esaslı olmadığı için bunu Türkiye-Yunanistan arasında da denemediler. Gerek Körfez’de gerekse Ege ve Doğu Akdeniz’de kendi müttefikleri arasındaki çelişkileri kullanmak Amerika’nın jeopolitik mantığına daha uygundu. Türkiye ile Yunanistan arasında bunu hala uygulamakta olduklarını yakından görebiliyoruz.

Çin’in bölgesel diplomasi başarıları bununla sınırlı kalmadı. Bu yılın (2024) mayıs ayında Çin ile Arap Ligi ülkeleri dışişleri bakanları düzeyinde Beijing’de bir araya geldiler. Bu toplantıya başta Mısır olmak üzere bazı Arap devletleri liderler düzeyinde katıldılar. Çin’in Arap ülkelerine ve özellikle Filistinlilere ‘mazlum millet’ olarak hitap etmesi onların kalplerini kazanmaya yetmiş gibiydi. İsrail ve Kolektif Batı’nın Gazze günahlarının Çin tarafınca şiddetli eleştiriye tabi tutulması hem bugüne kadar izlediği politikalarla uyumlu bir çizgiyi temsil ediyordu hem de Arapların tamamının kalbini kazanmaya katkıda bulunmuştu. Ayrıca Çin’in Filistin meselesine Arap tarafının penceresinden bakması, kendisine ait bir gizli gündeminin olmaması bu diplomatik girişimlerini hem mümkün kılabiliyor hem de sonuç almasını/alınmasını sağlıyordu.

Yaklaşık iki ay sonra (23 Temmuz 2024) Çin’in bu defa da başta El Fetih ve Hamas olmak üzere toplamda on dört Filistin direniş örgütünü bir araya getirerek aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakma ve ortak mücadele konusunda uzlaştırdığı haberi geldi. Hatta medya tabiriyle haber gündeme bomba gibi düştü. Bunların hiçbirisini Amerika veya bir Batılı ülke yapamazdı/yapamadı; çünkü Arapların/Filistinlilerin meşru haklarına Amerika hiçbir zaman saygı duymadığı gibi her zaman Arapları/Filistinlileri zorlama veya aldatma düşüncesiyle hareket ettiği düşünüldüğü için Vaşington’un böyle bir başarıya imza atabilmesi hemen hemen imkânsız(dı).

AFRİKA ZİRVESİ KOLEKTİF BATI’NIN HUZURUNU KAÇIRDI

Bütün bu başarılı diplomatik hamlelerin üzerine gelen Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC – Forum on China-Africa Cooperation) başta Amerika olmak üzere eski sömürgeci Batılı ülkelerin huzurunu kaçırmışa benziyor. Aslında söz konusu zirve 2000 yılından bu yana tam sekiz kere toplanmış yani bu defa Beijing’de yapılan (4-5 Eylül 2024) dokuzuncusu. Bu zirveyi medyada bu kadar ön plana çıkaran sebeplerin başında çok kutuplu sistemin oturmaya başlamasının Kolektif Batı üzerinde yarattığı olağanüstü stres ve Amerika liderliğindeki tek kutupluluğun önlenemez bir şekilde sona erdiği gerçeği olduğuna hiç şüphe yok. Bir diğer sebebi de çok kutuplu dünya düzeninde belirleyici bir role sahip olacak olan Çin’in yukarıda bahsettiğimiz sonuç alıcı diplomatik hamleleri olsa gerektir.

Açıkça söylemek gerekirse son otuz yılı aşkın sürede Kolektif Batı’nın hem Çin hem de Afrika analizleri ve varsayımları tamamen yanlış çıktı. Bir Amerikan hükümet programıyla yaklaşık bir aylığına Amerika’ya ilk defa gittiğim 1996 yılında Çin ve Afrika hakkında bizlere söylenenler bugünlerde yaşananları gayet güzel anlatır gibi… Bir hafta Vaşington, bir hafta o zamanlar çok meşhur ve önemli olan Silicon Valley’nin başkenti San Jose, derken beş gün kadar Minnesota ve beş gün New York’tan oluşan gezimizin bütün ayaklarında gerek resmi kurumlarda gerekse düşünce kuruluşlarında ve aynı zamanda lobi şirketlerinde aldığımız brifinglerde Afrika’nın Batı’nın radarında olmadığı ve Çin’in çorap, tekstil, tişört vs. üreten bir ülke olduğu; serbest Pazar ekonomisiyle kalkınmaya devam etmesi halinde çok büyük değişim ve dönüşümler yaşayacağı, mevcut planlamacı ekonomik sistemi sürdüremeyeceği anlatıldı.

Oysa aradan geçen otuz yılda ne Çin onların beklediği gibi ucuz tekstil ve çocuk oyuncakları üreten bir ülke olarak kaldı ne de Afrika dünyanın radarı dışında kendi halinde debelenmeye devam etti. Özellikle Çin’in Afrika’da yaptığı yatırımlar ve Afrika ülkeleriyle başlattığı ekonomik ve ticari ilişkiler bu kıtayı dünyanın radarına soktu. Çünkü kaynaklarına eski sömürgeci ülkeler Fransa ve İngiltere tarafından büyük ölçüde çökülen, bu devletlerin desteklediği bir diktatörden diğerine gidip gelen rejimlerle yönetilen Afrika devletleri Çin’in kendilerine sunduğu yeni imkanlar ve yapmadığı siyasi baskılar dolayısıyla yeni bir uluslararası ticaret ve ekonomi pratiği ile tanışmış oldular.

Bu arada basit tekstil ve hafif sanayi ürünleriyle uğraşması beklenen ve bu arada etnik olarak parçalanabileceği düşünülen Çin dünyanın devasa bir ülkesi haline geldi. Üretim ve ihracata dayalı ekonomik ve planlama esaslı kalkınma programı ülkeyi sadece dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline getirmekle kalmadı; aynı zamanda yüksek teknoloji üretimi ve inovasyonunda Çin’i dünya lideri haline getirdi. Pek çok uzmanın söylediği gibi Çin’in Amerika ve Avrupa ile bir rekabeti artık söz konusu değil; çünkü bu yarışı Çin açık ara göğüslemiş durumda.

Afrika’da Batılı devletlere karşı Çin’i öne çıkaran en önemli unsurlardan birisi Beijing yönetiminin bu devletlere kredi verirken veya onlara alt yapı tesisleri kurarken siyasi taleplerde bulunmaması. Dahası Batılıların her zaman yaptığı gibi devletler arasındaki uzlaşmazlıklar ve çelişkileri onlara karşı kullanmaması ve her devlet içindeki azınlıkları örgütleyerek demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi bahanelerle bunları kendi devletlerine karşı kışkırtmaması. Kolektif Batı içinde yer alan devletler dışında her yerde başvurulan bu kirli yöntemler birçok ülkeye büyük maliyetler getirdi hatta bazılarının parçalanmasına giden kargaşalara sebep oldu.

Çin’in her yerde olduğu gibi bir medeniyet ve kültürün diğerlerinden üstün olduğunu ima eden Batılıların aksine medeniyetler arası işbirliği, halklar arasında yoğun temaslar kurulması ve her medeniyetin diğer(ler)inden bir şeyler öğrenmesi gerektiği tezi Afrikalıların da beğenisini topluyor. Orta Doğu’daki girişimlerinde Çin’in üst üste başarılı sonuçlar almasının arkasında yatan en önemli unsurlardan birisi olan bu Medeniyetler İnisiyatifi Çin Lideri Şi’nin geliştirdiği Küresel Güvenlik İnisiyatifi ve Küresel Kalkınma İnisiyatifi ile birlikte ele alındığında Beijing’in Afrika’da neden Kolektif Batı’ya karşı tam üstünlük sağladığı daha iyi anlaşılıyor.

DOKUZUNCU FORUM

Bu yıl dokuzuncusu yapılan Çin-Afrika İşbirliği forumu (FOCAC) kıtada on binlerce kilometre yol ve binlerce kilometre demiryolu, çok sayıda okul, hastane ve fabrika yapmış bulunan Beijing’in yeni açılımlarına da sahne oldu. Örneğin Çin Afrika’ya elli milyar dolarlık yeni yatırım/finansman ayırdığını açıkladı. Öte yandan Afrika’nın ve dünyanın en fakir ülkelerinin Çin’e sıfır gümrükle ürünlerini satmasına izin vereceklerini açıkladı ki, her ikisi de gerçek ekonomiye ciddi yatırım anlamına geliyor ve Çin-Afrika arasındaki işbirliği alanlarının artarak derinleşeceğine işaret ediyor.

Amerikan Derin Devleti’nin yönlendirdiği ve büyük ölçüde İsrail lobisinin kışkırttığı savaşlarda son otuz yılda demokratikleştirme hikayeleriyle Afganistan’dan Irak’a oradan Libya ve Suriye başta olmak üzere pek çok ülkeye kan kusturan Vaşington kendi kaynaklarını çarçur edip trilyonlarca doları sokaklara saçarken nasıl güçlü, kalkınmış ve bütünlüğünü konsolide etmiş bir Çin ortaya çıktıysa, bu dönemde Çin’in girişimleriyle Afrika devletleri de alternatifleri olduğu gerçeğini keşfettiler. Çin’e ilaveten bir yandan Rusya öte yandan da Türkiye gibi devletlerin nüfuz alanı oluşturmaya çalıştığı Afrika muhtemeldir ki, artık dünyanın radarına oturdu ve çıkmayacaktır.

Fakat bu radara girme meselesi ‘Afrika bizim radarımızda değil’ diyen Kolektif Batı’nın tepeden bakan tavrını dışlayan bir şekilde olacaktır. Zambialı bir analistin gayet veciz bir şekilde anlattığı gibi Amerikalı yetkililer Çin’in inşa ettiği havaalanına uçaklarıyla inip, Çin’in yaptığı yollardan arabalarıyla geçip yine Çin’in yaptığı bir binada toplantı düzenleyerek Afrikalılara neden Çin ile işbirliği yapmamaları gerektiğini anlatıyorlar. Artık dünyanın radarına oturmuş durumdaki Afrikalı halklar demokrasi, özgürlükler vs. propagandasını özellikle de İsrail’in Gazze’de yapmakta olduğu soykırım karşısında üç maymunu oynayan Batılıların ağızlarına tıkıp Çin ile gerçek ekonomi alanlarında işbirliğini artan bir hacim ve hevesle sürdürecekler gibi görünüyorlar.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

“Da Tong” ve “Ubuntu”: Çin ve Afrika için Ortak Bir Gelecek Topluluğu

Yayınlanma

Yi Shaoxuan, Araştırma Görevlisi
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi

4-6 Eylül 2024 tarihleri arasında Pekin’de Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) Pekin Zirvesi düzenlendi. Zirveye Çin’den ve 53 Afrika ülkesinden devlet ve hükümet başkanları katıldı. Zirvenin ardından iki taraf ortaklaşa “Yeni Dönem İçin Ortak Geleceğe Sahip Her Yönüyle Çin-Afrika Topluluğunun Birlikte İnşa Edilmesine İlişkin Pekin Deklarasyonu”, “Çin-Afrika İşbirliği Forumu Pekin Eylem Planı (2025-2027)”, “Küresel Kalkınma Girişimi (GDI) Çerçevesinde İşbirliğinin Derinleştirilmesine İlişkin Çin-Afrika Ortak Bildirisi” ve “Modernizasyon için On Ortaklık Eylemi” gibi bildiri ve girişimler yayınladı. Bu belgeler FOCAC’ı Güney-Güney işbirliği için son derece etkili bir platform ve Afrika ile uluslararası işbirliğine öncülük eden köklü bir marka haline getirmeye çalışmaktadır. Zirvenin sadece Afrika’nın kendi kalkınması için değil, aynı zamanda Küresel Güney’in genel yükselişi ve adil ve hakkaniyetli yeni bir küresel ekonomik ve siyasi düzenin inşası için de büyük önem taşıdığı söylenebilir.

Daha da önemlisi, bu zirvede Çin ve Afrika halklarının kadim felsefi bilgeliği – “Da Tong” ve “Ubuntu” – birbirleriyle yankılanarak Çin ve Afrika’daki 2.8 milyar insanın birlikteliğini bir kez daha dünyaya göstermiştir. “Da Tong”, “Tian Xia Da Tong”un kısaltmasıdır. Bu kelime 2000 yıldan fazla bir geçmişe sahip olan Ayinler Kitabı’ndan gelmektedir. “Da Tong” kavramı, cennetin altındaki tüm insanların tek bir aileden olduğu ve tüm ulusların uyum içinde yaşaması gerektiği anlamına gelir. “Ubuntu” terimi Güney Afrika’daki Zulu halkının konuştuğu dilden gelmektedir, ancak Sahra-altı Afrika’nın tamamının dünya görüşünü veya felsefi düşüncesini temsil etmektedir. Kenyalı filozof John Mbiti bunu “Biz olduğumuz için ben de varım” şeklinde özetlemiştir. Ubuntu felsefesi, bireyin diğerlerinden bağımsız olarak var olamayacağını vurgular ve bu nedenle uyuma büyük önem verir. Bu, geleneksel Çin Konfüçyüsçülüğündeki “Da Tong” kavramıyla örtüşmektedir ve içerdiği derin anlam Batı bireyciliğiyle tam bir tezat oluşturmaktadır.

Zirvenin Çin ve Afrika üzerindeki etkisi nedir?

Çin için Afrika ülkeleriyle işbirliği, salgın sonrası dönemde Kuşak ve Yol Girişimi’nde yeni bir sayfa açıyor.

Uluslararası etki açısından Çin-Afrika işbirliği etkinliği bir “Güney-Güney işbirliği” modeli haline gelmiş ve gelişmekte olan ülkelerin dayanışmasını güçlendirmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasındaki tek gelişmekte olan ülke olarak Çin, Küresel Güney’in sesi olma sorumluluğunu üstlenmiştir. Afrika Birliği üyesi 54 ülkeden 53’ünün zirveye katılmış olması da Çin’in hitap gücünü göstermektedir.

Ekonomik ve ticari açıdan Çin, temiz enerjisi için yeni bir çıkış noktası ve hammadde bulmuştur. Son yıllarda Batılı hükümetler, özellikle de Biden yönetimi, Çin’in elektrikli araçlarına ve güneş enerjisi ürünlerine yüksek gümrük vergileri ve eşikler uyguladı ve Çin’in ilgili endüstrilerini dışarı atmak için “kapasite fazlası/aşırı üretim” gibi kavramlar inşa etti. Örnek olarak güneş panellerini ele alırsak, “CATL” gibi Çin ulusal markaları, iyi kalite ve düşük fiyatla birlikte küresel tedarik zincirinin yaklaşık %80’ini işgal etmektedir. Bu nedenle, Çin’in temiz enerji endüstrisine yönelik bu tür kötü niyetli engeller küçük bir darbe değildir. Dahası, Çinli şirketlerin kobalt, lityum ve diğer hammadde projeleri var ya da birkaç Afrika ülkesindeki madencilik şirketlerinde hisseleri bulunuyor ve Çinli şirketler yalnızca 2023 yılında Afrika madenlerine 7,8 milyar dolar yatırım yaptı. Bu yatırımlar, başta elektrikli araç endüstrisi olmak üzere yeşil endüstrilerini beslemeyi amaçlıyor. “Modernizasyon için On Ortaklık Eylemi”, Çin’in Afrika’yı iklim direncini artırmak, yeni enerji teknolojileri ve ürünleri sağlamak, 30 temiz enerji ve yeşil kalkınma projesi uygulamak ve Çin-Afrika yeşil sanayi zinciri özel fonları kurmak için desteklediğini belirtti. Afrika’da gelişen bu pazar Çin’in yeni enerji endüstrisine yeni bir ivme kazandıracaktır.

Medeniyetlerin karşılıklı anlayışı açısından bu zirve, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında “halktan halka bağ” yolunu teyit ederek Çin ve Afrika arasındaki dostluğu ilerletmiştir. Çin, Afrika üzerinde sömürgeci saldırganlık yüküne sahip değildir, ancak ortak mücadelenin derin yoldaşlığını paylaşmaktadır. Dışişleri Bakanı Wang Yi, zirve sırasında bir muhabirin sorusuna verdiği yanıtta “Çin-Afrika dostluğunun iki tarafın ulusal bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinde kurulduğunu ve ortak kalkınma ve yeniden canlanma davasında güçlendiğini” vurguladı. Çin’in uluslararası arenadaki çıkarlarını kararlılıkla koruyan ve 1971 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 26. oturumunda Genel Kurul’da Çin’in meşru hak ve çıkarlarının iadesi lehinde oy kullanan çok sayıda Afrika ülkesi vardı. Başkan Mao, “Çin’i Birleşmiş Milletler’e taşıyan Afrikalı kardeşler oldu” diyerek durumu özetlemiştir. Günümüzde Çin, yardım ve yatırım için Afrika’yı seçmekte, bu ilişki uzun yıllara dayanan sağlam bir dostluk barındırmaktadır.

Afrika ülkeleri için bu toplantı ve sonuçları aynı zamanda bir memnuniyet kaynağıdır. Uluslararası konum açısından, dünyanın en kalabalık iki kıtasının insanları bir kez daha bir araya gelerek Güney ülkelerinin birliğini ve dostluğunu dünyaya ilan etmiştir. Ulusal olarak özgürleşmiş bir Afrika artık sömürgecilerin insafına kalmamaktadır, siyasi ve ekonomik çıkarları için aktif olarak mücadele etmekte ve dünya sahnesinde sesini duyurmaktadır.

Ticari ilişkiler açısından Çin, Afrika’ya 360 milyar yuan (50 milyar ABD dolarından fazla) yardım sağlamış olup, bu yardımların bir milyon istihdam yaratması beklenmektedir. Çin, iki taraf arasında sanayi, tarım, ticaret ve altyapı alanlarında işbirliğini derinleştirme sözü verdi. Salgın sonrası zayıf küresel ekonomi bağlamında, bu işbirliğinin sonuçlanması Afrika ülkeleri için tam zamanında geldi. Afrika ülkelerinin bir kısmı 2030 yılı civarında borç geri ödeme baskısıyla karşı karşıya kalacak, bu nedenle gelişmekte olan yatırımların teşvik edilmesi yükün bir kısmını hafifletebilir.

Son olarak, Afrika kültürünün Çin kültürüyle kaynaşmasıyla iki halk dostluklarını derinleştirmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Ubuntu ideolojisi ile Çin Konfüçyüsçülüğünün “Da Tong”u arasındaki rezonans, sadece her iki tarafın da benzer kültürel geçmişleri nedeniyle zımni bir anlayışa sahip olmalarını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda kendi kültürel genlerindeki kimlik ve gurur duygusunu da derinleştirir.

Zirve’nin Küresel Güney üzerindeki etkisi nedir?

Birincisi, Zirve Küresel Güney ülkelerinin küresel faaliyetlerinin önemli bir parçasıdır. 2024 yılında İspanya Elcano Kraliyet Enstitüsü tarafından yayımlanan Küresel Varlık Endeksi’nde temel ölçüt ülkelerin ekonomik, askeri, bilimsel, sosyal ve kültürel alanlardaki etkileridir. Veriler, Küresel Güney’in genel küresel varlık düzeyinin artmaya devam ettiğini ve Kuzey ile Güney arasındaki küresel varlık farkının azaldığını göstermektedir. Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) Pekin Zirvesi gibi uluslararası etkinlikler, Güney’in uluslararası arenadaki etkisini ve cazibesini artırmıştır.

İkinci olarak, Zirve küresel Güney için birden fazla Batı modernleşme modeli olduğunu göstermiştir. “Pekin Eylem Planı (2025-2027)” iki tarafın, ülkelerinin kalkınması ve yeniden canlandırılması temelinde barışçıl kalkınma, karşılıklı yarar sağlayan işbirliği ve ortak refah için modernleşmeyi ortaklaşa araştırmasını önermektedir. Ana sosyal sektörü Çin özellikleriyle modernize etme girişimleri arasında yoksullukla mücadele tipik bir örnektir. Çin sadece on yıl içinde yaklaşık 100 milyon insanını yoksulluktan kurtarmıştır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son rakamlarına göre 2023 yılında, önemli bir kısmı Afrika’da olmak üzere, yaklaşık 733 milyon insan hala açlık çekmektedir. Çin, tarımsal kalkınmayı yoksulluğu ortadan kaldırmanın etkili bir yolu olarak kullanma konusunda çok değerli bir deneyime sahiptir. Çin’in tarımsal kalkınma yolunun paylaşılması, küçük çiftçilerin temel dayanak noktası olduğu Afrika için büyük önem taşımaktadır. Zirve belgesinde ayrıca iki tarafın Çin-Afrika tarımsal bilim ve teknoloji inovasyon ittifakı kuracağı, tarımda yoksulluğun azaltılması için 100 gösteri köyü oluşturacağı, Afrika ülkelerine 500 tarım uzmanı göndereceği, 1.000 tarımsal zenginlik liderini eğiteceği ve Çin-Afrika Mikoriza İşbirliği Merkezi ile Çin-Afrika Bambu Merkezi’nin inşası ve geliştirilmesini ilerleteceği belirtildi. BM Genel Sekreteri Guterres de yoksulluğun azaltılması konusunda Çin-Afrika işbirliğini takdir ettiğini ifade etti. Batı’daki sanayileşme ve büyük makine üretimi ile karşılaştırıldığında, belki de tarım öncülüğündeki bu modernleşme modeli Afrika topraklarına daha uygundur.

Zirve bir kez daha Güney ülkelerinin kalkınmaya yönelik güçlü arzusunu ortaya koymuştur. Kalkınma tüm dünya ülkeleri tarafından paylaşılan önemli bir haktır. 2010 yılında dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın Avustralya medyasına verdiği bir mülakatta şunları söylediği duyulmuştu “Eğer bir milyardan fazla Çin vatandaşı şu anda Avustralyalılar ve Amerikalılarla aynı yaşam düzenine sahipse, o zaman hepimiz çok sefil bir dönemden geçiyoruz demektir, gezegen bunu kaldıramaz”. Obama gelişmekte olan ülkelerde enerji tasarrufu ve emisyon azaltımından bahsediyor olsa da, bu bilinçaltı ifade, Batılı olmayan geniş bölgelerdeki insanların Amerikalılar ve Avustralyalıların sahip olduğu türden bir refaha sahip olmaması gerektiğine dair bir kibri ima etmektedir. Zaman değişti ve günümüzde gelişmekte olan ülkeler sadece “aç olmamak” değil, aynı zamanda “iyi beslenmek” istiyorlar. Örneğin, zirve belgesinde “Kalkınma Ortaklığı Girişimi”nden bahsedilmektedir: Çin ve Afrika ortaklaşa küresel bir kalkınma teşvik merkezleri ağı kuracak ve 1.000 “küçük ama güzel” geçim kaynağı projesinin uygulanmasına yardımcı olacak; Çin hükümeti, Afrika ülkelerinin kapsayıcı ve sürdürülebilir kalkınmayı gerçekleştirmelerine destek olmaya odaklanan Çin-Dünya Bankası Grubu Ortaklık Fonu’nun yenilenmesi için 50 milyon dolar bağışta bulunacak. Zirvede üzerinde mutabık kalınan projelerin birçoğu, gelişmekte olan ülke halklarının mutluluk ve kalkınma arayışlarının bir yansıması olarak tabana fayda sağlayan geçim kaynağı projeleridir.

Son olarak, zirvenin ortaya koyduğu güzel atmosfer, dünyanın gelecekteki gelişiminin ana temasının “küçük bahçe, yüksek çit” ve karşılıklı saldırganlık değil, eşitlik ve karşılıklı fayda ile paylaşılan bir gelecek topluluğu olduğunu ortaya koymaktadır. 2000 yılında İngiliz Economist dergisi “Umutsuz Afrika” başlıklı bir kapak makalesi yayınlamış ve Afrika’yı “Umutsuz Kıta” olarak tanımlamıştı. Ancak Çin-Afrika İşbirliği Forumu da o yıl kurulmuştur. Çin ve Afrika arasında olduğu gibi Güney ülkeleri arasında da karşılıklı kazan-kazan ve karşılıklı işbirliği moda bir trend haline geldi. Hindistan ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler de Afrika ile daha geniş bir işbirliği kurmaya çalışmış ve Güney ülkeleri arasındaki işbirliği daha dostane, daha eşitlikçi ve daha az külfetli hale gelmiştir.

“Pekin Eylem Planı (2025-2027)” şöyle diyor: “Çin, Afrika ülkelerinin iç işlerine karışmayacak; Çin, Afrika ülkelerine kendi iradesini dayatmayacak; Çin, Afrika’ya yardıma siyasi bağlar eklemeyecek; ve Çin, Afrika ile yatırım ve finansman işbirliğinde tek taraflı siyasi kazançlar peşinde koşmayacak. İki taraf her zaman Çin-Afrika dostluğu ve işbirliği ruhunu koruyacak ve Çin ile Afrika arasında daha da güçlü bir kapsamlı stratejik ve işbirliğine dayalı ortaklığı teşvik edecektir.” Bu referanslar aslında Barış İçinde Bir Arada Yaşamanın Beş İlkesi ve Bandung Ruhu ile aynı doğrultudadır. Bandung Konferansı, sömürgeci güçlerin katılımı olmaksızın Asya ve Afrika halklarının hayati çıkarlarının tartışıldığı ilk büyük uluslararası konferanstı. Gelecek yıl Bandung Konferansı’nın 70. yıldönümü kutlanacak. Çin-Afrika İşbirliği Forumu sadece Bandung Konferansı ruhunun bir devamı değil, aynı zamanda Bandung Konferansı kadar iyi bilinen yeni bir “Güney-Güney işbirliği” markası haline gelmesi beklenmektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Sovyet basınında 12 Eylül – 2

Yayınlanma

Yazar

Pravda’nın Ankara muhabiri Filippov 19 Eylül’de Evren ve Konsey üyelerinin TBMM’deki yemin törenini haberleştirmiş. Ayrıca 18 Eylül’den itibaren Türk vatandaşlarının yurtdışına çıkış yasağının tutuklu, gözaltında veya arananlar dışında kaldırıldığını da yazıyor. Pravda, radyoya göre durumun sakin olduğunu yazıyor; ancak şu da bildiriliyormuş: “Ordu birlikleri ve güvenlik kuvvetleri kan dökülmesinden kaçınmak için gerekli tedbirleri alarak muhtelif aşırı solcu ve neofaşist aşırılıkçı grupları tecride devam ediyor. Neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ne ait bütün askeri-sportif kulüpler ve kamplar kapatıldı ve yetkililer tarafından kontrol ediliyor. Bunların yöneticileri ve aktivistleri gözlem altına alındı veya tutuklandı.” Demek ki askeri yönetim (darbeciler değil) kan dökmekten kaçınmak için her türlü tedbiri alıyormuş; hedefleri de (Filippov’un daha önce bildirdiği gibi) sol değil sadece “aşırı sol” ve neofaşistlermiş. Gazete ayrıca Konsey’in Maliye Bakanlığına az gelirli insanlardan ve küçük esnaftan vergi alınmamasını sağlayacak bir kanun tasarısı üzerine çalışması talimatı verdiğini de bildiriyor. Bakınız siz şu işe; bildiğiniz halkçı saymak gerek bu “askeri yönetimi”.

Yalnız (herhalde sosyalist olmadıklarından olacak) askeri yönetim kimi onaylanmayacak işler de yapıyor galiba. İzvestiya 20 Eylül’de Türk-İş ile ilişkili 140 sendikal örgütlenme ile 470 başka sendikanın daha MGK rejimi tarafından kapatıldığını ve bu sendikaların bankalardaki mali birikimlerinin de bloke edildiğini, daha önce DİSK ile bağlı sendikaların faaliyetlerinin yasaklandığını yazıyor.

İzvestiya 22 Eylül’de Ulusu başkanlığında yeni hükümetin atandığını yorumsuz duyurmuş.

Pravda 21 Eylül’de durumun normalleştiği haberleri serisine devam etmiş. Filippov imzalı haberde genelkurmayın, NATO’nun batı Avrupa’da 22 Eylül’de başlayacak planlı tatbikatı “Display Determination” manevralarına katılacağını açıkladığını vurguluyor. Bu haberin en ilginç bölümü de şu: “Türkiye’nin BM nezdinde daimî temsilcisinin (bu sırada daimî temsilci Coşkun Kırca’ydı — bn.) geçtiğimiz günlerde yaptığı ve Ankara’da belirtildiğine göre ülkenin yeni yönetiminin tutumunu yansıtmayan açıklaması Türk basınının sert eleştirilerini çekti. Cumhuriyet şöyle yazıyor: ‘Diplomatımızın, SSCB’nin Türkiye’nin iç işlerine karışma tehdidi oluşturduğu ifadesi kesinlikle yersiz. Bu ‘soğuk savaşı’ hatırlatıyor, Sovyetler Birliği ile iyi komşuluk siyasetine (Milli Güvenlik Konseyimiz de bu siyasetin devam edeceğini açıklıyor) zarar veriyor.’” Türkiye’nin resmi daimî temsilcisinin sözlerinin MGK’nın tutumuyla çeliştiği inancı ve bu inancı MGK’nın hedefindeki Cumhuriyet’le teyit etme çabası tek kelimeyle gülünç ama aynı ölçüde trajik.

Pravda ertesi gün yeni hükümetin kurulmakta olduğunu bildiriyor. MGK’nın diğer “normalleşme” tedbirlerinden başka: “Sıkıyönetim kanununda siyasi renklerine bakılmaksızın terör örgütleriyle, keza kaçakçıların ve suç unsurlarının faaliyetleriyle daha etkili bir mücadeleye imkân vereceği ifade edilen değişiklikler kabul edildi.” Eğer Türkiye’de yaşamayıp Türkiye’yi Pravda’dan takip etmeye kalksak “askeri yönetimin” herkese eşit mesafede, tarafsız, hatta (patronlar üzerinde ücretlere zam baskısı ve “aşırı solcular” ile faşistleri tasfiye etmeye, ama sendikacıların serbest bırakılmasına bakılırsa sola zarar vermemeye yönelik eylemlerinden ötürü) halkçı bile sayılabileceğine inanacağız. Ülkede durum normal; asker ve polis “yerleşim yerlerini muhtelif silahlı gruplardan temizleme operasyonlarına devam ediyor”. Pravda ayrıca Adana’da askeri mahkemenin bir idam kararı verdiğini de belirtmiş. Kimin hakkında verilmiş, neden verilmiş — bu ayrıntılar yok, gereksiz olmalı.

Pravda 23 Eylül’de yeni hükümetin açıklandığını bildiriyor. Bu haberin eğlencesi ise başka yerde: “Eski başbakan S. Demirel hükümeti tarafından IMF’nin baskısı altında sosyalist devletlerle ticari-iktisadi temaslara getirilen bir dizi sınırlama kaldırıldı.” Böylece “askeri yönetimin” hikmet ve faziletlerine bir yenisi daha ekleniyor: IMF baskısına boyun eğmeyerek SSCB ile ticari ilişkileri teşvik ediyormuş. Artık bundan iyisi Şam’da kayısı.

Filippov 25 Eylül’de yeni hükümetin programıyla ilgili haberini geçmiş ve bu açıklamaya göre Türkiye’nin “yurtta sulh cihanda sulh” prensibine bağlı olacağını vurgulamış. Bu, faşist darbede kemalizm bulma yanılsamasının (veya arzusunun) bir başka tezahürü; Pravda’nın daha sonraki haberlerinde de Türkiye’nin NATO’ya bağlılığını korusa bile “askeri yönetim” altında siyasi tarafsızlığını koruyacağı beklentisi anlaşılıyor. (Mesela 30 Eylül’de hükümet programı meselesine geri dönmüş ve hükümet açıklamasından NATO ile ilişkileri geliştirmeye devam etmekle birlikte bütün komşu ülkelerle dostça ilişkileri ve sıkı işbirliğini geliştirmek arzusunda oldukları ifadelerini alıntılamış.) Üstelik (Pravda resmî açıklamadan aktarıyor) “mali-iktisadi sıkıntıların aşılması, siyasi durumun istikrarı ve terörizmle mücadele… insan haklarına saygı, kanunun üstünlüğü ve demokratik hürriyetlerin tedricen yeniden tesis edilmesi temelinde” yapılacakmış. Dahası dinin siyasete alet edilmesi de yasakmış. Pravda bütün ne dediyse tersi nesnelliğini yorumsuz veriyor; tek kelimeyle inanılmaz! Pravda, Türkiye’de yayınlanan gazetelere dayanarak darbe yönetiminin “devlet sektörünün ihtiyaçlarına yönelik tahsisatı artırmaya” kararlı olduğunu da belirtmiş; bu sektördeki izinler geçici olarak kaldırılmış, izindekiler de geri çağrılmış. Devlet sektöründe kimi kategorilerde ücret ve maaşların artışı ve çalışma teşvikleri meselesi üzerinde çalışılıyormuş. Ne güzel!

İzvestiya ve Pravda 29 Eylül’de SSCB Dışişleri Bakanı Andrey Gromıko ile darbecilerin dışişleri bakanı İlter Türkmen arasında New York’ta yapılan görüşmeyi resmî açıklamadan aktarmışlar: “A. Gromıko Türkiye dışişleri bakanı İ. Türkmen’i kabul etti. SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerle ilgili meseleler konusunda görüş alışverişi sırasında bakanlar bu ilişkilerin istikrarlı muhtevasından memnuniyetlerini ifade ettiler ve her iki tarafın da bunları siyasi, iktisadi, ticari ve diğer alanlarda iyi komşuluk temelinde, eşit haklar ve karşılıklı yarar ilkelerine uygun olarak bundan sonra da geliştirmek niyetinde olduğunu belirttiler. Kimi uluslararası problemler de görüşüldü. A. Gromıko bu bağlamda Orta ve Yakındoğudaki durumda gerginliğin tehlikeli niteliğine dikkat çekti. Görüşme dostça bir atmosferde gerçekleşti.” Gromıko, darbenin meşruiyetiyle ilgili en ufak bir yorumda bulunmamış!

İzvestiya 1 Ekim’de Ulusu hükümetinin oybirliğiyle (aksi mümkünmüş gibi) onaylandığını duyuruyor. 3 Ekim’de ise bir başka muhteşem haber daha var: “Türkiye Anayasa Mahkemesi Amerikan havacılık şirketi Lockheed’in faaliyetleriyle ilgili soruşturmaya yeniden başlama kararı aldı.” Darbeci generallerle Lockheed arasında hiçbir zaman soruşturulmayan ve herkesin bildiği bir sır olarak kalan akçeli işlerle ilgili daha sonraki bildiklerimiz, bu habere muhteşem niteliğini kazandırıyor — ihtişamı, darbecilerin Lockheed gibi bir şirkete bile meydan okuyor olabilme ihtimali.

İzvestiya 15 Ekim’de “çok sayıda teröristin tutuklandığını, çok miktarda silah, mühimmat, patlayıcı madde ve kaçak mal ele geçtiğini” yazıyor.

Filippov aynı gün Pravda’da Demirel ve Ecevit’in serbest bırakıldıklarını bildiriyor. Ancak Filippov’un yazdığı bütün haberlerde olduğu gibi bunda da eğlenceli bir bölüm var: “Askeri savcılık delil yetersizliğinden DİSK de dahil ilerici dernek ve sendikaların aktivistlerinden büyük bir grubu serbest bıraktı. Türkiye İşçi Partisi genel başkanı B. Boran’ın ev hapsinin kaldırıldığı da bildiriliyor.” Evet, kesinlikle halkçı bir “askeri yönetim” olmalı bu! Birçok açıdan iyi niyetli olduğunu kabul etmek gerek; ancak bir takım baskılar var ki direnemiyor. Nitekim: 18’inde Filippov Ankara’nın “uluslararası tekellerin baskısı altında” Türk lirasını başlıca batı paraları karşısında yüzde 3 devalüe etmek “zorunda kaldığını” yazmış.

Pravda 19 Ekim’de Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin komünist ve işçi partilerinin Brüksel’de yapılan toplantısını yazmış. Haber (bu tür haberlerde genellikle olduğu gibi) “her yerde emperyalist gericilikle keskin bir muharebenin kaynamakta olduğu” klişesiyle başlıyor. Tek başına bu haber ve üslubu bile ayrı bir yazıyla ele alınabilirdi; ancak şimdiki konumuz açısından dikkat çekici olan şu: Yunanistan ve Türkiye Komünist Partilerinin bu ay (ekim) yapılan ortak toplantısı, Avrupa komünist partilerinin Paris buluşmasında, Varşova Paktı üyesi devletlerin toplantısında ve Sofya’daki Barış İçin Halklar Dünya Parlamentosunda ifade edilen barış ve silahsızlanma önerisini onaylıyor ve destekliyormuş. Bu iki parti Amerikan saldırganlığının Ortadoğu’da yarattığı tehdit konusunda hemfikirlermiş. Her iki parti Irak ve Irak arasındaki savaştan ötürü de endişelilermiş. Ama haberde Türkiye’de askeri faşist darbeyle ilgili hiçbir şey yok; dolayısıyla her iki partinin de Türkiye’deki faşist darbeyle şimdilik bir sorununun olmadığı anlaşılıyor.

Pravda, salıverilen sendikacılardan başka Behice Boran’ın durumuyla da ilgili. Filippov 23 Ekim’de Behice Boran’ın seçimlerden önceki radyo ve televizyon konuşmalarında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tekrar Ankara sıkıyönetim mahkemesi karşısına çıkarıldığını yazıyor. Başlık: “İlerici faaliyete kovuşturma”. Olmayacak bir şey! Ama eğer görüşme fırsatı olsaydı Pravda’yla, herhalde bu tür kovuşturmaları Nasır dönemiyle benzeştirirlerdi ve “askeri yönetimin” tutumunu netleştirmek için zamana ihtiyaç olduğunu söylerlerdi. Ve muhtemelen yönetimin bu “kararsız” halinin ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan kaynaklandığını da eklerlerdi. Nitekim bu zorluklar öyle ağır olmalı ki, Filippov 29 Ekim’de Ankara’nın “IMF’nin ve batılı tekellerin baskısı altında” (istemeden, ne yapsın, “baskı”) bir ay içinde ikinci defa yüzde 3 devalüasyon yaptığını bildiriyor. Gazete ayrıca yılın ilk 9 ayındaki enflasyonun bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 69,9 olarak tespit edildiğini de belirtmiş. Ama bunlar bir siyasi tercih sayılmaz; bunlar “baskı altında” alınan kararlar. Pravda 14 Aralık’ta da faşist darbecilerin hükümetinin yeni bir devalüasyon daha yaptığını duyuruyor, elbette gene IMF’nin ve uluslararası tekellerin “baskısı altında”.

Sovyet basınında 12 Eylül – 1  

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English