GÖRÜŞ
Sovyet basınında 12 Eylül – 3
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınBütün bu haberlerin en önemlisi, dahası, bütün bu haberlerin aslında gazetecilik kaygılarının değil (öyle olsa, ve karşımızda Pravda yahut İzvestiya değil de başka, mesela batılı ilerici bir yayın organı olsa, nesnel kaynaklara erişemedikleri için “yerel gazetelerin” yazdıklarını aktarmakla yetindikleri düşünülebilirdi) ama (baştan beri altını çizmeye çalıştığım) bir ideolojik-siyasi anlayışın sonucu olduğunu gösteren önemli bir “perspektif yazısı” var, 30 Ekim tarihli Pravda’nın sayfasını işgal eden. Gene Filippov imzalı bir haberle karşı karşıyayız; darbe idaresiyle ilgili izlenimlerini geçmiş. İlginç bir üslupla yapmış bunu; adeta darbe yönetiminin tezlerini marksist sosa bulayarak ülkedeki duruma dair az çok nesnel bir analizle karıştırmak ister gibi; ne var ki doğal olarak bu şekilsiz lapadan çıka çıka faşist darbenin aklanması çıkmış. Uzun bir alıntı yapmaya değer:
“Askerlerin sahnenin önüne çıkması ülkede meydana gelen belli iç siyasi durumla ilişkili. Türkiye Cumhuriyeti son yedi yıldır uzatmalı bir kriz yaşıyordu. Kiminde Demirel liderliğinde Adalet Partisi kiminde Ecevit liderliğinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından birbiri ardınca kurulan hükümetler muhtelif burjuva-toprak ağası kesimlerin menfaatlerini yansıtıyordu ve kriz durumunu aşma gücüne sahip değildi. Bu partilerin hiçbiri parlamentoda mutlak çoğunluk kazanamıyordu. Sonuçta… en yüksek yasama organı paralize olmuştu. Örneğin partiler arası çekişmeler içindeki parlamenterler beş ay boyunca bir cumhurbaşkanı seçememişlerdi. Başlıca iki burjuva grubunun iktidar mücadelesini sertleştiren siyasi istikrarsızlık, sağ milliyetçi ve maocu aşırı solcu örgütlerin terörüyle iyice derinleşiyordu. … Terörün vurucu gücü küçük tüccarların, kırdaki kulakların ve deklase olmuş şehirli gençliğin menfaatlerini ifade eden neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi’ydi. … Erbakan liderliğindeki dinci Milli Selamet Partisi devletin laik niteliğine karşıydı, medeni kanunun daha ilk Cumhurbaşkanı Atatürk tarafından reddedilen şeriat kurallarıyla değiştirilmesini talep ediyordu. … Aşırılıkçı çıkışlar Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı ağır iktisadi kriz… ortamında gelişiyordu. … Bu ortamda ordu yönetimin dizginlerini eline aldı, Milli Güvenlik Konseyine göre Türkiye’yi krizden çıkaracak bir tedbirler programı açıkladı. Aynı zamanda askeri yönetim iktidarının geçici nitelik taşıdığı da açıklandı. … Güvenlik kuvvetleri ve askeri birlikler örgütlü terör dalgasını kırdılar. Basın, neofaşist Milliyetçi Hareket Partisi tarafından kurulan yıkıcı terörist çetelerin geniş ağının tasfiye edildiğini bildiriyor. … Dinci Milli Selamet Partisi’nin ve sol aşırılıkçı grupların faaliyetleri de soruşturuluyor. … Dernek ve sendikaların aktivistlerinden oluşan bir grup da serbest bırakıldı. Askeri yetkililer faaliyetlerini sadece temizlik ve önleyici tedbirlerle sınırlandırmıyor; yasama reformları da ilan ettiler. Yeni anayasa kabul edilecek. … İktisadi alanda yönetimin faaliyetleri esasen bir önceki hükümet tarafından getirilen tedbirlerin devamına dayanıyor. Öncelikle özel sektörün geliştirilmesi siyaseti devam ediyor. İktisadi planlar daha önce olduğu gibi batıdan yabancı sermayenin ve geniş mali-iktisadi yardımın çekilmesi hesaplarıyla yapılıyor. … yeni yönetim, daha önceki hükümet tarafından IMF’nin baskısıyla sosyalist ülkelerle ticari ilişkilere getirilen bir dizi ciddi sınırlamayı da kaldırdı. … Hükümet programında sosyal nitelikli teminatlar da var: halkın hayat seviyesinin yükseltilmesi, 3 milyonu aşan işsizlikle mücadele, tarımsal reformlar gerçekleştirilmesi. Dış siyasete gelince… Türkiye’nin bugünkü yöneticileri komşularıyla ve bu meyanda Sovyetler Birliği’yle de ilişkileri iyileştirmeye özel bir önem vereceklerini açıklıyorlar. … Türk toplumu milli bayramını… kutlarken ülkenin mevcut güçlüklerin üstesinden başarıyla geleceği umudunu ifade ediyor.”
Alabildiğine tepetaklak, alabildiğine çarpık, sübjektif, yanlış; ama derdini eksiksiz anlatıyor.
İzvestiya 31 Ekim’de Ecevit’in CHP genel başkanlığından istifa ettiğini duyurmuş. 3 Kasım’da ise Konsey genel sekreteri Haydar Saltık’ın açıkladığı “Türkiye’nin demokratik düzene geçiş programını” haberleştirmiş. Ayrıntılarını bildiğimiz şeyler (kurucu meclis, yeni anayasa, yeni siyasi partiler ve seçim kanunu). Ertesi gün Pravda’da Filippov da yazmış aynı şeyleri, ancak bir farkla: tıpkı 30 Ekim’deki benzersiz perspektif yazısında olduğu gibi burada da yeni anayasanın “kabul edileceğini” vurgulamış. Kehanet değilse eğer (olmadığını düşünmek için her türlü sebep var) kabul edilmeme alternatifi olmadığını bildiği için.
İzvestiya ertesi gün SSCB bakanlar konseyi başkanı N. Tihonov’un 29 Ekim bayramı vesilesiyle Başbakan Ulusu’ya gönderdiği tebrik telgrafını ve Ulusu’nun cevabını yazmış; her ikisinde de “SSCB ve Türkiye arasındaki ilişkilerin gelecekte de iyi komşuluk ve karşılıklı yarara dayanan işbirliği ruhuyla sürdürüleceği umudu” dile getirilmiş. Aynı haberi bir gün gecikmeyle (sabah baskısı yaptığı için bu gecikme) Pravda da veriyor. Başlıca saiki antikomünizm olan bir faşist cunta yönetiminin dünya komünizminin başı saydığı Sovyetler Birliği yönetimiyle resmi ilişkilerinde sıraladığı saygı ifadelerindeki ikiyüzlülük şaşırtıcı doğrusu. Aynı ikiyüzlülük 11 Kasım’da gene İzvestiya’da yayınlanan Evren’in devlet başkanı sıfatıyla SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu başkanı Leonid Brejnev’e gönderdiği Ekim Devrimi tebrik telgrafında da var. Faşist darbenin lideri şöyle diyor:
“Büyük Ekim Devrimi’nin 63’üncü yıldönümü vesilesiyle Türk halkı ve kendi adıma siz ekselanslarına en samimi tebriklerimi… gönderiyorum. Bu vesileyle… Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki iyi komşuluk ve dostça işbirliği ilişkilerinin bundan sonra da ülkelerimizin esenliği ve bütün dünyada barış için gelişmeye devam edeceği umudumu ifade ediyorum.”
Pravda’da Filippov 14 Kasım’da Hürriyet’e dayanarak TİKP’in (Aydınlıkçılar) Ankara’daki genel merkezinde arama yapıldığını ve “Pekin’le sıkı ilişkiler içinde bulunduklarına” dair çok sayıda belge ve malzeme bulunduğunu yazıyor. Hürriyet’e göre ayrıca MHP genel merkez ve şubelerinde yapılan aramalarda da bu örgütün katliam ve şiddet eylemlerindeki rolünü aydınlatacak ek bilgiler ortaya çıkmış.
Bu Aydınlık meselesi önemli. Filippov (Pravda) 21 Kasım’da tekrar dönmüş ona ve “maocu TKİP’in elebaşı Perinçek ve aktif aşırılıkçı suç ortaklarının tutuklandığını” yazmış. Demek ki izlek şu: cunta neofaşistlerle maocu aşırılıkçıları tutukluyor — böylece Pravda da faşist darbecilerin “aşırı sola da aşırı sağa da” eşit mesafede bulunduğu, hem zaten bir grup sendikacıların serbest bırakıldığı, dolayısıyla solun demokratik faaliyetleri açısından büyük bir engel bulunmadığı yanılgısını hiç şüphesiz bilinçli olarak destekliyor ve bunu yaparken TKP dışındaki bütün solu (TKP’nin faşist darbeyle ilgili henüz bir açıklaması yok zaten veya varsa bile Pravda da İzvestiya da bunu aktarma gereği duymamış) ne varsa TİKP torbasına dolduruyor. Aydınlık meselesinin önemi tam da burada. Oysa Aydınlık bugün olduğu gibi o zaman da kendi meşrebine en yakın olanlar dışında Türkiye solunun her kesimiyle çatışıyordu ve solun büyük bölümü tarafından sol olarak dahi kabul edilmiyordu. Oysa Pravda büyük bir yetenekle bütün bu solu Aydınlık’la eşleştiriyor.
Hem Pravda hem de İzvestiya bütün bu süre boyunca Türk basınında cesaret edip çıkan tek tük anti-Amerikancı seslerin etkisini abartmış. Bir örnek: İzvestiya 19 Kasım’da “Kararlı bir uyarı” başlığı altında “etkili Türk gazetesi” Günaydın’ın “ABD’nin Ortadoğu bölgesinde Türkiye’yi barış davası için tehlikeli olacak askeri hazırlıklara çekme girişimlerine karşı kararlı bir uyarı yayınladığını” yazıyor. Bu muhtemelen Teoman Erel’in bir yazısı (Filippov da biraz gecikmeli olarak, belki o gün başka bir yazı konusu bulamadığından, 30 Kasım’da aynı yazıyı haberleştirmiş). Erel bu yazısında “Türkiye’nin aynı zamanda Kuzey Atlantik paktı üyesi olarak lideri ABD olan bu paktın Ortadoğu’da bir ‘acil müdahale kuvveti’ meydana getirir ve Amerikan basın organları Türkiye’nin, askeri teçhizat ve araçların depolanacağı en iyi üs ve NATO füzeleri için en iyi fırlatma rampası olarak düşünülmesi gerektiği yönünde yayınlar yaparken uyanık olması gerektiğini” söylemiş. Teoman Erel’in yazısı öngörülüymüş gerçekten; İzvestiya şöyle özetlemiş: “Günaydın’a göre bu bahanelerle Türkiye’yi devre dışı bırakma amacı gizleniyor; bunun meyvelerinden de bütün Avrupa yararlanacak. Günaydın, Türkiye’nin NATO müttefiklerinin demokratik bir Türkiye mi görmek istediklerini yoksa Avrupa’nın dışında fakir ve muhtaç bir devlet olarak Sedat tipi bir ileri karakol olarak mı bırakmak istediklerini soruyor.” Ne var ki İzvestiya (ve Pravda) bu dönemde her kim olursa olsun Türkiye’nin ABD oryantasyonuna çıkan hiçbir sesin “askeri yönetim” tarafından ciddiye alınmayacağını ve dahası bu seslerin mümkün olan en kısa sürede susturulacağını düşünmemiş, düşünememiş. Sovyetler Birliği tarihi boyunca Türkiye ile ilgili muazzam hesapsızlıklardan bir diğeri daha.
Belki de hesapsızlıktan daha fazlası. Pravda 25 Kasım’da Milliyet’in başyazısında Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerini geliştirmesi gerektiği ifadelerini aktarıyor. Türkiye’nin “bir önceki hükümetin IMF ve batılı tekellerin baskısıyla aldığı” Sovyetler Birliği ile dış ticaretin sınırlanması kararını iptal etmesi, Sovyet yönetimi tarafından herhalde faşist darbecilerin ülkenin bağımsızlığına sahip çıkma kararlılığı olarak görülüyor ve Milliyet’in Sovyetler Birliği ile iyi ilişkilerin geliştirilmesi gerektiği çıkışı da bunun delili sayılıyor. Pravda 4 Aralık’ta gene aynı telden çalıyor: bu defa Ankara’da yayınlanan Barış gazetesinin “ünlü yazarı” Ahmet Şükrü Esmer’in yazısını özetlemiş; buna göre Esmer, IMF ve diğer batılı tekelci örgütlerin Türkiye’nin güçlüklerinden yararlanarak kapılarını yabancı sermayeye geniş bir şekilde açmasını dayattığını, keza ABD’nin “yardım” karşılığı askeri üsler istediğini, oysa SSCB’nin herhangi bir dayatmada bulunmadan ve milli bağımsızlığa zarar vermeden teknik-iktisadi yardımda bulunmakta olduğunu yazmış.
“Askeri yönetimin” İsrail ile diplomatik ilişkileri kesme çıkışı da aynı şekilde kavranıyor; Filippov 3 ve 7 Aralık’ta iki defa yazmış bunu. 7 Aralık yazısı, tıpkı Günaydın’da Teoman Erel’in yazısında olduğu gibi, basındaki sesleri iktidarın eğilimlerinin işareti sayma gafletinin bir başka örneği; bu defa da Hürriyet’e dayanarak darbe yönetiminin İsrail ile diplomatik ilişkileri dondurma kararının ABD Kongre’sindeki “siyonist çevrelerin” öfkesini çektiğini ileri sürüyor. Hürriyet’e göre: “Türkiye’nin dış siyasetine karşı çıkan Amerikan siyonistleri aceleyle bir Türkiye karşıtı koalisyon kurmaya giriştiler.” Ancak: “Halkın geniş kesimlerinin duygularını yansıtan Türk basını yönetimin İsrail’le ilişkileri dondurma çizgisini destekliyor.” Pravda yorumsuz aktarıyor bunları; belli ki aynı düşünceleri paylaşıyor.
Bu arada hem İzvestiya’nın hem de Pravda’nın faşist cuntadan reklamlar serisi devam ediyor. İzvestiya 2 Aralık’ta Türkeş’in yargılanmasına tekrar başlandığını bildiriyor. MHP’nin “anarşi ve terörün yayılmasında önemli derecede sorumluluk taşıdığını” vurgulamış; “askeri yönetim” bu eylemleri soruşturma konusu yaptığına göre darbeciler olumlu bir tutum takınıyor olmalı. MHP davası Sovyet yönetiminin darbecilere yaklaşımında kendince bir tür turnusol kâğıdı olmuş belli ki; 9 Aralık’ta Pravda’da Filippov da “İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman istihbaratının casusu olan nefofaşistlerin elebaşı Türkeş’in” mahkeme karşısına çıkarıldığını yazıyor. Darbecilerin “hem aşırı sağa hem aşırı sola karşı” olduğu demagojisini aynen yansıtmaya devam ediyor; siyasi terörün sorumlusu olarak (MHP’yle birlikte) “maocu aşırılıkçıları” da sayıyor. Pravda bundan bir gün önce de başbakan Ulusu’nun askeri yönetimin faaliyetleriyle ilgili basın toplantısını yazmış, en ufak yorum katmadan. Ulusu’ya göre “örgütlü terörün beli büyük ölçüde kırılmış”. Ulusu ekonomideki krizi aşmak için bir takım adımlar atıldığını, ancak enflasyon ve işsizlikle mücadelenin bir numaralı sorun olduğunu da söylemiş. Keza Türkiye’nin dış siyasette geniş uluslararası işbirliğinden yana olduğunu vurgulamış, NATO’ya bağlılığının altını çizmiş ama bununla birlikte SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle işbirliğini geliştirmek istediğini söylemiş.
Başka deyişle faşist darbeye karşı hayırhah tutumda hâlâ hiçbir değişiklik yok.
Pravda’da Filippov 13 Aralık’ta bir başka farsa daha imza atmış. Türkiye’de özel sektörde, özellikle de metalurji, tekstil ve cam işçiliğinde işçilerin temel haklarının sistematik olarak çiğnendiğini yazmış; ama şu ifadeye bakınız: “Bu sektörlerde patronlar MGK’nın… talimatlarını ihlal ederek her türlü bahaneyle işçiler ve memurlarla toplu iş sözleşmeleri imzalamayı reddediyor, mesai ücretlerini ödemiyor ve sanayide istihdam edilen insanların çalışma şartlarını iyileştirmekle ilgilenmiyor.” Öyle ki yaklaşık yarım milyon insanı temsil eden Türk-İş “işletmecilerin yaptığı kanunsuzlukların sona ermesini kararlılıkla talep etmiş”. Düşünebiliyor musunuz, MGK’nın “talimatlarını” çiğneyerek! Eğer bu “talimatlar” çiğnendiyse “askeri yönetim” muhakkak elindeki sopayı kullanacaktır — belli ki beklenti bu yönde. İzvestiya sadece 12 gün sonra DİSK’in “anayasal düzeni yıkmak demek olan proletarya diktatörlüğü tesisine yönelik faaliyetleri” yüzünden yasaklanması davasını haberleştirmiş; ama (hayali sohbetimize devam etmiş olsaydık eğer) herhalde gene Nasır Mısır’ını örnek gösterirlerdi.
Birkaç haber daha var, ama onlar nispeten önemsiz, yazıyı uzatmaktan başka bir anlam da taşımayacak. Ancak bütün bu üç buçuk aylık dönemin en eğlenceli yazısı, Filippov’un 20 Aralık tarihli kısa haberi. Filippov, Washington’un Türkiye’de bulunan Amerikan askerlerine üsleri dışında bulundukları sırada sivil kıyafetler giymeleri talimatı verdiklerini yazıyor. “Amerikan kaynaklarına” göre bu “Türkiye’de anti-Amerikancılığın yükselmekte oluşuyla” ilgiliymiş.
12 Eylül’de anti-Amerikancılığın yükselişini bulmak için ne olmak gerek, bilmiyorum.
SONUÇ
Hiçbir siyasi sistem cennet vaat edemez ve her siyasi sistem kendi meşrebince hatalarla maluldür. Sovyetler Birliği’nin dış siyaseti kurucu ideolojinin bir parçası olarak enternasyonalizmle devlet olarak varlığının ürettiği pragmatizm arasında daha kuruluşundan itibaren (ikincisinin zamanla belirleyici ağırlık kazanmaya başladığı) bir sarkacı andırıyordu. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok; devlet olmakla enternasyonalizm arasında böyle bir açı vardır ve bundan sonra da olacak. Bununla birlikte sarkaç her şeye rağmen düzgün ayarlanabilirdi ve bunun için sadece değerlendirmelerinde objektif olmak, “somut şartların somut analizini yapmak” gerekirdi; oysa pragmatizmin tayin edici olduğu dönemlerde (hiç değilse Türkiye söz konusu olduğunda) bu pragmatizm nesnel analizler üzerine değil sübjektif kanaatler üzerine kurulmakla kalmadı, üstüne üstlük marksizm sosuyla da ıslandı.
Evet, devir değişti artık, bugün başka bir dünyada yaşıyoruz. Sovyet dış siyaseti kâğıt üstünde “ideolojik” bir siyasetti: proletarya enternasyonalizmine dayanıyordu; ama (bu enternasyonalizmden özellikle Afrika ülkelerinde 1990’a kadar hiçbir zaman tamamen vazgeçmemiş olsalar bile) gerçekte Türkiye’de faşist darbede halkçı bir eğilim arama pragmatizmine varmıştı. Muazzam bir siyasi yanılgı!
Rusya Federasyonu’nun dış siyaseti ise resmen pragmatist olarak tanımlanır; bu siyaset Rusya’nın “milli menfaatlerini” esas alır. Bununla birlikte (Ukrayna meselesinde açık seçik görüyoruz ki) bu siyaset aynı zamanda muhatabının hukuki meşruiyeti üzerine kurulur; meşruiyet ise anayasal düzendir. Anayasal düzenin ilga edildiği yerde hukuki meşruiyet kalmaz; dış ilişkiler de (hiç değilse prensip olarak) buna göre yeniden şekillenir.
Sovyet yönetiminin Türkiye’de askeri faşist darbe karşısında düşünmediği şey yani — düşünmedi, çünkü Türkiye’ye yönelik bütün siyasi yaklaşımı baştan ayağa yanlıştı.
Çağdaş Rusya yönetiminin pragmatist dış siyasetinin sonuçları hoşunuza gitmeyebilir; ancak bu “realpolitikin” temelinde yatan sübjektif inançlar değil objektif analizlerdir; bu, onu geç dönem Sovyet yönetiminin Türkiye yaklaşımından ayıran başlıca özelliği.
Sovyetler Birliği’nde ve çağdaş Rusya’da da Türkiye’ye dair tarihçilerin görüşleri pek nadiren yanlışlanmış, siyaset bilimcileri ve yorumcuların görüşleri ise pek nadiren doğrulanmıştır. Sovyetler Birliği’nde bu ikinci grupla Kremlin çoğu zaman aynı şey olduğundan özellikle 1960’lardan itibaren Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri de pek nadiren doğrulanmıştır. Çağdaş Rusya’da ise Kremlin’in Türkiye’ye dair görüşleri pek nadiren yanlışlanır.
Ama soru şu: dış siyasette “milli menfaatler” başka ülkelerin (ve halkların) milli menfaatleriyle örtüştüğünde ne olur?
Kemalist dönemin (kabaca 1922 ile 1937 arasına tarihleyelim bunu) dış siyaseti alabildiğine pragmatistti, ancak bu pragmatizm bir dizi düşman karşısında var olma mücadelesinin sonucunda kesinlikle ilericiydi ve birçok başka halkın milli menfaatleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Üstelik bu pragmatizm ister istemez (bu kelimenin en olumlu anlamıyla) ideolojik bir anlam kazanmıştı; çünkü ortak düşmana karşı şu veya bu ölçüde ortak mücadele kaçınılmazdı.
İlginizi Çekebilir
-
“Şin Bet şefi Türkiye’ye geldi” iddiası
-
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesmesinin Ortadoğu’ya etkisi sınırlıdır
-
“Avrupa, ABD’nin eklentisi olarak kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek”
-
“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”
-
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
GÖRÜŞ
Kim Jong-un’un ‘savaşa hazırlık’ çağrısı ne anlama geliyor?
Yayınlanma
23 saat önce18/11/2024
Yazar
Erkin ÖncanMedyada, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) lideri Kim Jong-un’un savaşa hazırlık çağrısında bulunduğuna ilişkin haberler gündemde.
Medyada doğal olarak yalnızca Kim’in savaş hazırlığı çağrısı gündeme gelse de, Kore’de aslında önemli bir askeri toplantı düzenlendi.
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde, 15-16 Kasım tarihlerinde ‘Kore Halk Ordusu Tabur Komutanları ve Siyasi Eğitmenler Toplantısı’ düzenlendi. Yarımadada gerilimin had safhaya ulaştığı bir dönemde, bu yıl dördüncüsü düzenlenen bu toplantıların üçüncüsü 10 yıl önce gerçekleştirilmişti.
Toplantı konusu olan ‘taburlar’, Kore ordusunda yalnızca askeri bir birimi değil, siyasi bir zemini de ifade ediyor.
Sayıları genellikle yaklaşık 300 ila bin personel arasında değişen bu taburlar, Kore İşçi Partisi’nin doğrudan bağlantılı olduğu, ideolojik rehberliğini doğrudan uyguladığı bir askeri birim. Bu taburlara yönelik ideolojik eğitim, partinin askeri doktrininin merkezinde yer alıyor.
Partinin bir nevi ‘askeri tabanı’ olan bu birimler, parti ve devlet için ‘sadakatle savaşacak elit güçler’ olarak tanımlanıyor.
Toplantıda neler yaşandı?
Toplantıya KDHC’nin silahlı kuvvetlerinin tabur komutanları ve siyasi eğitmenleri ile farklı askeri ve siyasi organların komuta subayları katıldı.
Savunma Bakanı No Kwang-chol, Kore Halk Ordusu Genelkurmay Başkanı Ri Yong-gil, Kore Halk Ordusu Genel Siyasi Bürosu Müdürü Jong Kyong-thaek de toplantıda hazır bulundu.
Toplantıda, Kore İşçi Partisi Merkez Askeri Komisyonu tarafından gönderilen ‘Güçlü Ordu İnşa Etme Davasını, Taburların Güçlendirilmesinde Elde Edilen İlerleme ile Garanti Altına Alalım’ başlıklı bir mektup okundu.
Katılımcılara okunan mektupta, sadece askeri meydan okumalara değil, aynı zamanda halkın yaşamını tehlikeye atan ani krizlere de proaktif olarak karşı koyan tabur komutanları ve siyasi eğitmenlerin öncülük rolüne vurgu yapıldı.
Toplantıda ayrıca, Savunma Bakanı No Kwang-chol da bir rapor sundu.
Kore ordusunu ‘demir yumruk ve mutlak güçten oluşan bir yapı’ olarak tanımayan bakan, raporunda genel olarak Kim Jong-un’un orduyu güçlendirme konusundaki fikirlerini övdü.
Toplantıda Kim Jong-un da uzun bir konuşma yaptı ve konuşması üzerine bu sefer 16-17 Ekim tarihlerinde ayrı bir çalıştay daha düzenlendi.
Kim’in uzun konuşmasından öne çıkan ifadeler ise şu şekilde:
“Şu anda devrimci güçlerimizin sorumlu olduğu pek çok cephe bulunuyor ve bunların her biri ülkenin ve halkın kaderini, devrimin ilerleyişini veya geri çekilmesini belirleyen önemli cepheler.
‘En önemli görev’
Ancak bunlar arasında en önemli cephe anti-emperyalist sınıf cephesidir ve en önemli görev savaşa hazırlıktır.
Savaş hazırlığı ne kadar eksiksiz olursa, bu topraklarda barış o kadar güçlü olacak ve güçlü, refah içinde bir devlet inşa etme hedefimize o kadar yaklaşacağız.
Silahlı kuvvetlerimizin savaş hazırlığının tamamlandığı an, devletimizin egemenliğinin ve huzurunun kalıcı hale geldiği andır.
Bu, devrimci silahlı kuvvetlerin asıl görevi ve misyonudur.
ABD-Güney Kore-Japonya ittifakı
ABD, Kore ile arasındaki ittifakı tam anlamıyla bir nükleer ittifaka dönüştürmekte ve ABD-Japonya-Güney Kore üçlü askeri işbirliğini güçlendirerek ‘Asya tipi NATO’yu hızla kurmakta, Kore ve çevresine her gün stratejik askeri teçhizat unsurları göndererek NATO üyesi ülkeler de dahil olmak üzere müttefik ülkelerin silahlı kuvvetlerini bölgeye çekerek istilacı savaşlarda eğitmeyi amaçlayan çeşitli tatbikatlar gerçekleştirmekte.
Nükleer güçler merkezli, halkın öz savunma yeteneklerini sınırsız bir şekilde güçlendirmeye devam edeceğiz.
Ukrayna savaşının amacı
ABD ve Batı’nın Ukrayna ile birlikte Rusya’ya karşı savaşı, pratik savaş deneyimini artırmayı ve dünya çapında askeri müdahalenin kapsamını genişletmeyi amaçlayan bir savaş olarak görmeliyiz.
Silahlı kuvvetlerimizin her kademesi, tüm faaliyetlerini kesinlikle savaş hazırlıklarına yönlendirmeli ve bunların hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi için her türlü çabayı göstermelidir.
Bugün her gün, savaşa karşı hazırlıkların hızlandırılması açısından çok değerli bir zaman.
Silahlı Kuvvetler bu değerli zamanı mümkün olduğu kadar verimli kullanmalı ve proaktifliğini kaybetmeden herhangi bir askeri durumda proaktif rol üstlenmek için her türlü hazırlıkları yapmalı.
İdeolojik üstünlüğe vurgu
Modern harbin yönleri nasıl gelişirse gelişsin ve ileri askeri teknolojinin harekât ve muharebeler üzerindeki etkisi ne olursa olsun, ideolojik ve psikolojik zaferi öncelemek, dün, bugün ve yarın, değişmeyen savaş yöntemimiz ve zafer felsefemizdir.
Düşman anti-komünizm
Bize karşı çıkan ABD ve Kore, en vahşi anti-komünist ideoloji ve anti-komünist ruha sahip.
Anti-komünizm sadece ABD ile Kore arasında ulusal bir politika olarak algılanmamalı.
Karşımızdaki düşman, kökten komünizm karşıtı olan ve anti-komünizm yolunda ilerleyen bir düşmandır.”
Kim’in konuşmasından ne anlıyoruz?
Kim Jong-un’un orduya “Savaşa hazır olun” demesi aslında sürpriz değil. Sürpriz olmadığı gibi, Kore halihazırda silahlı kuvvetlerini sürekli savaşa hazır halde tutan bir ülke. Çünkü yarımadada 1950-53 yıllarında yaşanan savaşın ardından henüz bir barış anlaşması imzalanmadı.
Peki, Kim’in konuşması ve savaş vurgusu ne anlama geliyor?
Kore Yarımadası’nda bir süredir köprüler tam anlamıyla atılmış durumda. Ekim ayının başından bu yana, Güney’in gönderdiği insansız hava aracı, karşılıklı sert açıklamalar ve Güney’e giden yolların patlatılması gibi adımları, Rusya ile Kore arasında imzalanan savunma anlaşması, balistik füze denemeleri ve ABD-Kore-Japonya arasındaki askeri anlaşmalar takip etti.
Kim ayrıca, geçtiğimiz günlerde yeni geliştirilen saldırı tipi insansız hava araçlarını yerinde inceledi. İnceleme sırasında yaptığı konuşmada Kim, insansız hava araçlarının savaşlardaki önemine dikkat çekti ve ‘savunma bilimi ve eğitim sektörünün acilen harekete geçmesi ve çabalarını iki katına çıkarması gerektiğini’ söyledi ve bunun partinin ‘merkez planlarından biri’ olduğunu vurguladı.
Bu konuşmanın hemen ardından, Ticari-Ekonomik ve Bilimsel-Teknolojik İşbirliği Komitesinin 11. toplantısına katılmak üzere yeni bir Rus heyet daha Pyongyang’a gitti.
Bu süreçte, Kim, üst düzey devlet yetkilileri ve devlet medyasının, dünyada devam eden bütün çatışmaların birbiriyle bağlantılı olduğunu, ancak ‘en sıcak noktanın’ Kore olduğu yönündeki vurguları dikkat çekici.
Yani Kim liderliğinde Güney’le köprüleri atan Kore, artık açık bir şekilde ‘gelecekteki savaş’ diye bahsettikleri savaşın önce kendi topraklarında çıkacağını düşünüyor, bunun için yeni askeri önlemler alıyor ve teknolojik gelişmeleri yakalamaya uğraşıyor.
Bütün bunları yaparken de, ‘ideolojik hazırlığın’ en önemli faktör olduğu görüşünü dile getiriyor. İdeolojik hazırlığa yapılan bu vurgunun alıcısının yalnızca askeri personel olmayacağı açık. Dolayısıyla, ‘taburlarla’ başlayan bu toplantıların, sivil gönüllüleri kapsayacak şekilde devam etmesi öngörülebilir. Çünkü Kore, askeri gücü merkeze alsa da, nihayetinde ‘halk savaşını’ politikasının merkezinde tutan, seferberlik odaklı bir yönetim biçimine sahip.
GÖRÜŞ
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesmesinin Ortadoğu’ya etkisi sınırlıdır
Yayınlanma
24 saat önce18/11/2024
Yazar
Ma XiaolinCumhurbaşkanı Erdoğan 13 Kasım’da Türkiye’nin İsrail ile ticari ve diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı. Anadolu Ajansı, Erdoğan’ın Suudi Arabistan ve Azerbaycan ziyaretleri dönüşünde yaptığı açıklamayı aktardı. “Şu anda bu ülkeyle hiçbir ilişkimiz yok” diyen Erdoğan, Türkiye’nin tüm ticari alışverişi durdurmak da dahil olmak üzere somut önlemler alarak ‘İsrail’in zulmüne’ en güçlü şekilde yanıt verdiğini vurguladı. Ayrıca iktidardaki Cumhur İttifakı’nın da bu tutumu kuvvetle desteklediğini belirtti.
Gözlemciler Erdoğan’ın Riyad Arap-İslam Zirvesi’nin hemen ardından yaptığı bu açıklamaların Türkiye’nin söylem gücünü artırmayı, Filistin halkının çektiği acılara daha fazla sempati duyduğunu ifade etmeyi, İsrail’in saldırganlığına yönelik öfkesini sürdürmeyi ve Beyaz Saray’a dönmek üzere olan İsrail yanlısı Trump üzerinde baskı kurmayı amaçladığını düşünüyor. Bu hamle aynı zamanda ülke içindeki güçlü İsrail karşıtı kamuoyunu yatıştırmaya da hizmet edebilir. Ancak bu duruşun jeopolitik manzarayı değiştirmek bir yana, Ortadoğu’daki mevcut savaş durumunun gelişimini etkilemeyeceği, aksine Türkiye’ye ABD ve Avrupa Birliği’nden baskı getirebileceği düşünülebilir.
Erdoğan’ın açıklamaları ayrıca Türkiye’nin geçtiğimiz yıl İsrail’e karşı sert tutumunu ve yaptırımlarını vurgulayarak, Türkiye’nin Ortadoğu’da önemli bir ülke, özellikle de İslami bir güç olarak siyasi sorumluluğunu, insani kaygılarını ve dini yükümlülüklerini göstermeye çalışıyor. Nesnel olarak bu, İsrail’le siyasi ilişkilerini sürdüren altı Arap ülkesini mahcup edecek ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki anlaşmazlıklarda, özellikle de bu tür çatışmaların azaltılması sürecini teşvik etmede söylem gücünü artıracaktır.
Türkiye sadece Ortadoğu ve İslam dünyasının önemli bir ülkesi değil, aynı zamanda bir NATO üyesi ve AB aday ülkesi ve Türk Devletleri Teşkilatı’nın başlatıcısı ve lideridir. Türkiye, 2011’de ‘Arap Baharı’nın patlak vermesinden 2022’deki Rusya-Ukrayna savaşına kadar çok aktif bir jeopolitik aktör olmuş ve bölgesel manzaranın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ancak mevcut İsrail-Filistin çatışmasının tetiklediği İsrail’in “sekiz cepheli savaşının” büyük satranç tahtasında Türkiye’nin manevra alanı çok sınırlı.
Erdoğan’ın kamuoyuna açıkladığı İsrail ile ilişkilerin kesilmesi bir tür “selamı kesme”, hatta acısız bir “yumuşak kesme” gibi görünüyor ve bu nedenle önemli şok dalgalarına neden olmayacak. Türkiye geçen yıl kasım ayında İsrail’deki büyükelçisini geri çağırmış ve bu yılın mayıs ayında da Filistin halkının yaşadığı insani trajediyi daha da kötüleştirdiği için İsrail’i cezalandırmak amacıyla bu ülkeyle tüm ithalat ve ihracatı askıya aldığını duyurmuştu. Ağustos ayında Türkiye, İsrail’in sözde “soykırımına” karşı Güney Afrika tarafından başlatılan davaya katılmak üzere Uluslararası Adalet Divanı’na resmen başvuruda bulunarak İsrail’e karşı uluslararası hukuk yollarını kullanan az sayıdaki Üçüncü Dünya ülkesinden biri haline geldi.
Ancak Türkiye ne İsrail’deki diplomatik temsilciliklerini kapattığını açıkladı ne de İsrail’i Mayıs 2018’de olduğu kadar sert ve hatta kaba bir şekilde cezalandırdı. Altı yıl önce Trump, ABD’nin İsrail’deki Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıyacağını ve böylece Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağını açıkladığında, Erdoğan hükümeti ABD ve İsrail’deki büyükelçilerini derhal geri çağırmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in Türkiye Büyükelçisini de sınır dışı etti. Büyükelçinin havaalanında üst araması ve ayakkabılarının çıkarılması da dahil olmak üzere bir dizi aşağılayıcı güvenlik kontrolüne tabi tutulması, ikili ilişkilerin tarihi bir dibe vurmasına neden oldu, ancak iki yıl önce ilişkiler yavaş yavaş düzelmeye başladı.
İsrail, Türkiye’nin “diplomatik ilişkileri kesme” yönündeki son açıklamasına herhangi bir yanıt vermedi ve düşük bir profil sergilemeye ya da itidalli davranmaya devam edebilir. Belki de İsrail Türkiye’nin yaklaşık yirmi yıldır sürdürdüğü “öfkeli diplomasiye” uyum sağlamıştır ya da şu anda Ankara’yı kışkırtacak ve böylece kendisine yeni düşmanlar yaratacak enerji ve istekten yoksundur. Zaten İran liderliğindeki “Direniş Ekseni” ve Birleşmiş Milletler ile uğraşmaktan bunalmış durumda, üst düzey yetkilileri arasındaki iç sürtüşmeler ve güç mücadelelerinden bahsetmeye bile gerek yok.
Türkiye’nin İsrail’e karşı sert tutumu aslında çok benzer tarihsel senaryolarla karşı karşıyadır ve Filistin kartını oynarken güçsüz ve hatta verimsiz görünmesine neden olmaktadır. Çünkü Arap dünyası, eski Osmanlı İmparatorluğu’nun halefinin uzun süredir devam eden Batı odaklı “Kemalizm’i” “doğuya ve güneye doğru” bir yaklaşımla değiştirmesini hoş karşılamıyor. Özellikle Türkiye’nin Arap meselelerine derinlemesine müdahil olmasına şiddetle karşı çıkıyorlar, tıpkı İran’ın Arap dünyasında bir “Şii Hilali” inşa etmesine duydukları güçlü nefret gibi. Bu perspektiften bakıldığında, Ortadoğu ülkeleri, özellikle de Arap dünyası, Filistin meselesini adil bir şekilde çözmekten aciz olsalar da, her türlü dış müdahaleye karşı çıkarak bir “Arap Monroe Doktrini” sergilemektedir.
Erdoğan liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002’deki genel seçimleri kazanmasından bu yana, AB üyeliği yolunda tekrarlanan başarısızlıklardan kaynaklanan hayal kırıklığı ve memnuniyetsizliğin yanı sıra Yeni Osmanlıcılık ve İslamcılığa ikili bir dönüşe dayanan Türkiye, dış politika çerçevesinde Doğu’da, özellikle de geleneksel etki alanı olan Ortadoğu’da stratejik konumunu önemli ölçüde yükseltmiştir. Ankara buna, İran nükleer krizinde aktif bir şekilde arabuluculuk yapmaya çalışarak başladı, Filistin meselesine aniden yüksek profilli bir ilgi gösterdi ve 2008’de Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda dönemin Başbakanı Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Peres arasında kamuoyu önünde bir tartışma patlak verdi.
Mayıs 2010’da Türkiye, İsrail’in uyarılarını dikkate almayarak insani yardım gemisi “Mavi Marmara”yı gönderdi ve İsrail’in deniz ablukasını zorla geçerek Gazze Şeridi’ne yanaşmaya çalıştı. Bunun üzerine İsrail özel kuvvetleri gemiye hava saldırısı düzenleyerek kanlı bir çatışmaya yol açtı. Türkiye, İsrail ile diplomatik ilişkilerini kestiğini açıkladı ve İsrail’in özür dilemesinin ardından ikili ilişkiler yeniden tesis edildi. Ancak Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve hatta FKÖ’nün İsrail’e karşı tek başına savaşan Filistin İslami Direniş Hareketi’ne (Hamas) karşı kayıtsız ve hatta eleştirel tutumu nedeniyle Türkiye’nin proaktif “dış yardım” eylemleri coşkulu tepkiler almadı.
2011’in başlarında “Arap Baharı”nın patlak vermesinin ardından Arap dünyasının kalkınma modeli geniş çapta sorgulandı ve hatta gelecekteki yönünü kaybetti. “Türk modeli” yaygın bir uluslararası ilgi gördü ve hatta Arap ülkeleri için bir referans veya seçenek olarak kabul edildi. Başarısızlık ve kaosa saplanmış bir Arap dünyası karşısında Erdoğan hükümeti oldukça proaktif davrandı, hatta “İslam dünyasının lideri gibi davranmaya çalışıyor” şeklinde tanımlandı. Bu tür arzulu düşünceler ve stratejik dürtülerle hareket eden Türkiye, Mısır’ın “Meydan Devrimi”ni yüksek profilli bir şekilde desteklemekle kalmadı, iktidar mücadelelerine karışan Müslüman Kardeşler’i güçlü bir şekilde destekledi, Suriye ve Libya’ya asker gönderdi, Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz anlaşmazlıklarına müdahil oldu ve Suudi Arabistan ile rekabetinde Katar’ı açıkça destekledi. Sonuçta, Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkileri idealize edilen “sıfır sorun diplomasisi”nden kabus gibi bir “tüm sorunlar diplomasisi”ne dönüştü.
“Arap Baharı”nın “Arap Kışı”na dönüştüğü yaklaşık on yıllık dönemin, Türkiye’nin realist saldırı diplomasisinin ve ‘doğuya ve güneye doğru’ stratejisinin büyük yenilgiler aldığı bir dönem olduğu söylenebilir. Türkiye sadece geleneksel müttefiki İsrail’i kaybetmekle ve Arap dünyasının yarısından fazlasını küstürmekle kalmadı, aynı zamanda Rusya ve ABD ile ilişkileri de benzeri görülmemiş zorluklarla karşılaştı.
Bugün Ortadoğu bir kez daha savaş ve kargaşaya sürüklenmiş durumda ancak bunun nedenleri, doğası, çatışmaları “Arap Baharı” ya da Soğuk Savaş dönemindeki Arap-İsrail çatışmalarından çok farklı. Arap ülkelerinden birçok devlet dışı aktör, bazılarının “Altıncı Ortadoğu Savaşı” olarak adlandırdığı bu savaşa dahil olmuş durumda. Ancak İsrail ile ilişkilerini normalleştiren Mısır, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan, Fas ve hatta Filistin Kurtuluş Örgütü gibi ülkelerin Arap-İsrail çatışmasının tarihsel akışına yeniden girmeye niyetleri yok. Aksine, İran ve “Şii Hilali” liderliği, bu yeni Ortadoğu savaşında İsrail’in karşısındaki ana güçler haline gelmiştir. Arap ülkelerindeki bazı devlet dışı aktörler Şii Hilali ile ittifak halinde yeni bir “Direniş Ekseni” oluşturmuştur. Jeopolitik ilişkilerdeki bu değişim, Arap ülkelerinin tutumlarını daha nüanslı hale getirmektedir. Yine de “çıkarlar ve doğrular” arasında denge kurarken, zor kazanılan Arap-İsrail barışına ve önemli Arap-Amerikan ilişkilerine hala değer veriyorlar. Her ne kadar Arap ülkeleri İsrail’in ateşkesi reddetmesinden dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramış ve durumu değiştirmek için kendilerini güçsüz hissetmiş olsalar da, İran ve Türkiye’nin Arap meselelerinde liderlik etmesini kesinlikle kabul etmek istemiyorlar.
Bu nedenle Türkiye’nin yeni Orta Doğu diplomasisi, “Arap Baharı” sonrasındakine benzer garip bir pozisyona düşecektir. Arap dünyasında yaygın ve olumlu tepkiler alması ya da mevcut “sekiz cepheli savaş” üzerinde önemli bir etki yaratması pek olası değil. Bununla birlikte, Ankara’nın Filistin halkının haklarını desteklemeye yönelik diplomatik çabaları övgüye değer, makul ve hatta ana akım uluslararası kamuoyunda yankı uyandırıyor.
Açıkça İsrail yanlısı olan Trump ekibinin Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’u kontrol etmesi ve İsrail’e her zaman daha sıcak bakan Cumhuriyetçi Parti’nin ABD yasama, yürütme ve yargı organlarını tamamen kontrol etmesiyle Washington’un Ortadoğu politikası daha da İsrail’e doğru kayacaktır. Yeni ABD hükümeti İsrail’i mevcut çatışmaları ve savaşları tırmandırmaya ve genişletmeye teşvik etmese bile, İsrail’in muhaliflerini uzlaşmaya zorlamak için tüm kaynaklarını seferber edecek ve onlara azami baskı uygulamak için her türlü aracı kullanacaktır. O zaman, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri İsrail’e karşı sert tutumu nedeniyle yeni sürtüşmeler ve belirsizlikler yaşayacaktır.
Yeni ABD hükümetinin Ortadoğu politikası Türkiye’nin İsrail’e yönelik sert yaklaşımını ödüllendirmeyeceği gibi, aynı zamanda genel olarak İsrail’in güvenliğini destekleyen ve İran ile onun liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne karşı olumsuz görüşlere sahip olan büyük Avrupalı güçler de Türkiye’nin İsrail üzerindeki yoğun baskısından memnun olmayacaklardır. Bu da Türkiye-Avrupa ilişkilerinin sorunsuz bir şekilde gelişmesini etkileyebilir.
Bu nedenle, Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumu sert olsa da, uygulayabileceği baskı neredeyse tükenmiştir ve İsrail, özellikle Türkiye’nin “ilişkileri yumuşak bir şekilde kesmesinden” kaynaklanan bu tür baskılara dayanma kapasitesine sahiptir. Arap ülkelerinin Türkiye’nin derin müdahalesini hoş karşılamadığı ve ABD ile Avrupa’nın Türkiye’nin İsrail karşıtı kampa katılmasına karşı çıktığı düşünüldüğünde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ve manevra alanı çok sınırlıdır ve önemli atılımlar yapması pek olası değildir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
HASAN BÖGÜN
Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.
1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…
ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…
2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.
Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.
Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…
HERKESİN MAGASI KENDİNE
3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…
Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.
Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.
Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.
Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.
ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.
Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.
ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.
Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.
PARA VE DÜDÜK
4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.
Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.
Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.
Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!
Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.
ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.
Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!
Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!
TRUMP NE YAPACAK?
5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.
Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.
Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?
Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…
Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.
Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.
Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.
Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.
Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.
Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…
Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.
Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.
Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.
Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.
Trump, “belgesiz” göçmenlerin toplu sınır dışı edilmesi için orduyu kullanacak
WSJ: İsrail, Hizbullah’ın elinde büyük miktarda Rus silahı buldu
Pentagon, Kursk’ta Kuzey Kore askerlerinin olduğunu teyit edemedi
Gürcistan’da ‘seçim hilesi’ iddiaları Anayasa Mahkemesi’ne taşındı
G20’den Gazze’ye daha fazla yardım, iki devletli çözüm ve Ukrayna’da barış çağrısı
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
RUSYA7 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi