Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist akımın  günümüzdeki öne çıkan isimlerinden biri olan, Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Stephen M. Walt’un Foreign Policy’de yayımlanan makalesini sizler için çevirdik.

***

Stephen M. Walt, Foreign Policy
2 Ekim 2024

İsrail’in Orta Doğu’daki ‘Görev Tamamlandı’ Anı

Netanyahu, George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor olabilir.

1 Mayıs 2003’te ABD Başkanı George W. Bush havalı görünümlü bir uçuş kıyafeti giydi, bir S-3 Viking uçağına tırmandı ve uçak gemisi Abraham Lincoln’e indi. “Görev Tamamlandı” yazılı bir pankartın altında durarak Irak’taki büyük muharebe operasyonlarının sona erdiğini duyurdu. “Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerimiz galip geldi,” diye gururla ilan etti, oy oranları tavan yaptı ve savaşı tasarlayan yeni muhafazakarlar cesaretleri ve bilgelikleri için kendilerini kutladılar. Ancak Irak’taki koşullar kısa sürede kötüleşti ve işgal kararı artık evrensel olarak büyük bir stratejik gaf olarak görülüyor.

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve destekçilerinin, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve militan grubun birçok üst düzey liderinin öldürülmesiyle sonuçlanan (ama bitmeyen) İsrail’in Lübnan’a yönelik son saldırısını kutlamalarını izlerken bu olayı hatırladım. Geçtiğimiz yıl boyunca Netanyahu, Hamas’ın yaklaşık bir yıl önce İsrail’e saldırmasıyla başlayan savaşı durmaksızın uzatırken ve genişletirken kendi savunma bakanına, ülke içindeki muhaliflerine, Hamas’ın elindeki İsrailli rehinelerin ailelerine ve Biden yönetimine meydan okudu. Bir zamanlar “startup ülkesi” olarak lanse edilen ülke, “her şeyi havaya uçuran ülke” haline geldi ve Netanyahu, İsrail’in muhaliflerine hiçbirinin onun ulaşamayacağı yerde olmadığını hatırlatmak konusunda gecikmedi. İsrail’in silahlı kuvvetlerinin ve istihbarat servislerinin çeşitli düşmanlarına verdiği zarar göz önüne alındığında (bu süreçte on binlerce sivil öldürüldü), Netanyahu’nun zafer turu atması şaşırtıcı değil. Tıpkı Bush’un yaptığı gibi.

İsrail’in son birkaç hafta içinde gerçekleştirdiği eylemlerin çarpıcı bir taktiksel başarı olduğuna şüphe yok. İsrail istihbaratı üstün sinyal istihbaratından ve Hizbullah’ın örgütsel yapısındaki çatlaklardan, ayrıca üst düzey liderlerinin bazı şaşırtıcı hatalarından faydalanarak Hizbullah’ın iletişim için kullandığı çağrı cihazlarına ve telsizlere bubi tuzağı kurmak için karmaşık ve cüretkar bir planı başarıyla gerçekleştirdi. Gazze’de olduğu gibi İsrail Savunma Kuvvetleri de Nasrallah’ı öldürmek, Lübnan’da büyük hasara yol açmak ve Hizbullah’ın roket ve füze kapasitesini kısmen azaltmak için Sam Amca’nın sağladığı gelişmiş silahları kullandı. İsrail Hava Kuvvetleri bunu Yemen’deki Husileri vurarak takip etti, İsrail kara kuvvetleri şu anda güney Lübnan’a giriyor ve İran şüphesiz son füze saldırıları nedeniyle İsrail’in misillemesiyle karşı karşıya kalacak. Netanyahu ve aşırı sağcı bakanları da savaşı (ve Amerika’nın buna verdiği tepkiyi), “Büyük İsrail” yaratmaya yönelik uzun vadeli kampanyalarının bir parçası olarak işgal altındaki Batı Şeria’da şiddeti ve toprak gasplarını artırmak için kullandılar.

Netanyahu’yu masaya oturmaktan ve bölgesel güç dengesini kalıcı olarak İsrail lehine değiştirmekten alıkoyacak ne var? Taktiksel başarılar stratejik başarıyı garanti etmez, ancak bunlardan yeterince başarabilirseniz stratejik ortamı önemli ve kalıcı şekillerde değiştirebileceğiniz iddia edilebilir. Netanyahu’nun hedeflediği de bu, ancak başarılı olacağından şüphe duymak için iyi nedenler var.

Öncelikle, İsrail’in sözde Direniş Ekseni’ne verdiği zarar, bu ekseni iş yapamaz hale getirmeyecek ya da beyaz bayrak çekmesine neden olmayacak. Hizbullah, Hamas, Husiler ve İran geçmişte güçlü darbeler atlattı ve intikam alma arzuları geçtiğimiz yıl yaşananların ardından daha da artacak. Komik bir şey ama insanların üzerine tonlarca patlayıcı atmak onları kazanmış gibi görünmüyor; intikam almak ya da en azından kendilerine eziyet edenleri durdurmak için can atmalarına neden oluyor. Hizbullah hala İsrail’e roket ve füze atıyor, kuzeydeki evlerinden kaçan yaklaşık 60,000 İsraillinin geri dönmesini imkansız kılıyor ve zaman içinde kendini yeniden yapılandıracak. Suikaste kurban giden liderlerin yerleri şimdiden dolduruluyor, kadrolar yeniden inşa edilip silahlandırılacak ve öğrendiklerine dayanarak yeni taktikler geliştirilecek. İsrail şimdi bunu engellemek için güney Lübnan’a yeniden asker gönderiyor ama daha önce güneye yaptığı saldırılar iyi sonuçlanmamıştı.

İsrail’in kötü muamelesi sorunun temelini oluşturan Filistinlilere gelince, İsrail’in kendilerine yaptıklarına direnmeye devam etmekten başka seçenekleri yok. Eğer İsrail onlara kendi devletleri ya da Büyük İsrail içinde eşit haklar gibi cazip bir alternatif sunsaydı durum farklı olabilirdi ama Netanyahu bu ihtimalleri ortadan kaldırdı. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat İsrail ile barış yaptı ve Mısır Sina’yı geri aldı; FKÖ İsrail ile barış yaptı ve daha fazla yasadışı İsrail yerleşimine sahip oldu. İsrail’in bugün Filistinlilere sunduğu tek seçenek sürgün, imha ya da kalıcı apartheid ve hiçbir halk bu kaderleri savaşmadan kabul etmez. Bu nedenle, İsrail’in varlığını kabul eden, yaşayabilir bir devlet elde etme umuduyla onunla işbirliği yapan ve karşılığında hiçbir şey alamayan Filistin Yönetimi’nin Filistin halkı arasında daha az popüler hale gelmesi ve Hamas’a olan desteğin artması şaşırtıcı değildir.

Benzer şekilde, İran’ın Cumhurbaşkanları Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Hasan Ruhani dönemlerinde zaman zaman ABD (ve dolayısıyla İsrail) ile ilişkileri iyileştirme çabaları, İsrail ve ABD’deki destekçileri tarafından kararlılıkla engellendi; en önemlisi de saf bir Donald Trump’ı 2018’de İran’ın nükleer programını ciddi şekilde sınırlayan dönüm noktası niteliğindeki Ortak Kapsamlı Eylem Planı’ndan vazgeçmeye ikna ettiklerinde. Bu tepkiler İran’ın sertlik yanlılarının elini güçlendirdi ve İran’ın yeni cumhurbaşkanı tansiyonu düşürme arzusunu defalarca dile getirmiş olsa da bölgedeki mevcut kriz de aynı etkiyi yaratacak. İran, İsrail’in bölgedeki müttefiklerini zayıflatma ya da ortadan kaldırma çabalarına (Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin temmuz ayında Tahran’da öldürülmesi de dahil olmak üzere) İsrail’e kendi füzelerini ateşleyerek karşılık verdi ki bu İsrail’in misilleme yapmasına yol açacak riskli bir adımdı ancak Tahran hiç şüphesiz kenarda kalıp güvenilirliğini koruyamayacağını hissetti.

Ne yazık ki bu olaylar, İran liderlerinin gizli bir nükleer silah devleti olmanın ötesine geçip İran’ın nükleer cephaneliğini inşa etmeye karar verme ihtimalini artırıyor. Böyle bir karar topyekün bir bölgesel savaşı daha olası hale getirecektir, ancak İsrail onlara nihai caydırıcılığı istemeleri için ek teşvikler vermeye devam ediyor. Eğer bu gerçekleşirse İsrail’in son dönemdeki başarıları son derece basiretsiz görünecektir.

İsrail’in son eylemleri jeopolitik izolasyonunu da artırdı ve sonunda ABD ile olan özel ilişkisini tehlikeye atabilir. İsrail’in 7 Ekim saldırısından sonra haklı olarak sahip olduğu sempati, dünya Gazze ve Lübnan’daki sivil halka uygulanan katliamı izledikçe buharlaştı. Uluslararası Adalet Divanı İsrail’in Batı Şeria’yı işgalini uluslararası hukukun ihlali olarak ilan etti ve Netanyahu ile Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama emriyle karşı karşıya kalabilir. Suudi Arabistan ve diğer Arap devletleri tarafından tanınması şu anda askıda, küresel güneyin büyük bir kısmı buna karşı çıktı ve Avrupa hükümetleri giderek daha fazla rahatsız oluyor. Netanyahu’nun geçen hafta BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmayı selamlayan yürüyüş sembolik bir jestti, ancak yine de kendisinin ve İsrail’in birçok kişi tarafından nasıl görüldüğünün bir yansımasıydı.

Netanyahu ve destekçileri, Biden yönetiminden aldıkları açık çek, Netanyahu’nun Kongre’deki konuşmasında ayakta alkışlanması, ABD ordusundan aldıkları aktif destek ve İsrail lobisinin üniversite kampüslerinde ve başka yerlerdeki eleştirileri bastırmadaki başarısı ile rahatlayabilirler. Bunlar da kısa vadeli taktiksel başarılardır ve kolayca tehlikeli bir tepkiyi tetikleyebilirler. Çoğu insan zorbalığa maruz kalmaktan hoşlanmaz ve İsrail’in eylemlerine yönelik meşru eleştirileri susturmayı amaçlayan konuşma kuralları ve diğer kısıtlamaların dayatılması, özellikle de soykırımcı bir şiddet ve etnik temizlik kampanyası yürüten bir ülkeyi korumak için açıkça ve alenen yapıldığında, çok fazla kızgınlık yaratacaktır.

Dahası, İsrail’in eylemleri daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa yol açarsa ve ABD bu savaşa sürüklenirse, Amerikalılar “özel ilişkinin” değerini ciddi şekilde sorgulayabilir. Irak’ta Saddam Hüseyin’i devirmeye yönelik yeni muhafazakar kampanya kısmen İsrail’i daha güvenli hale getirme arzusundan esinlenmişti (bu nedenle Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi ve Netanyahu gibi İsrailli liderler Bush yönetiminin savaşı satmasına yardımcı oldu), ancak savaşın tek nedeni bu değildi ve ne İsrail ne de lobi bundan sorumlu tutuldu. Ancak ABD başka bir Orta Doğu savaşında asker ve denizci kaybetmeye başlarsa, bu durum yaygın ve doğru bir şekilde, ABD’den para ve silah alan ve sonra da canı ne isterse onu yapan, sürekli nankör bir müşteri devlet adına Amerikalıları tehlikeye atmak olarak görülecektir. Dahası, Başkan Joe Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın durumu kötü yönetmesi kasım ayında Kamala Harris’in seçilmesine mal olursa, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler İsrail’e refleksif desteğin hala akıllıca bir siyasi duruş olup olmadığını sorgulamaya başlayacaktır. Ve eğer bunlardan herhangi biri gerçekleşirse, İsrail’in ABD’deki destekçilerine karşı bir tepki riski artacaktır. Eğer ABD’de yükselen antisemitizmden endişe ediyorsanız, bu olasılık sizi üniversite kampüslerindeki çoğunlukla zararsız gösterilerden çok daha fazla korkutmalıdır.

Son olarak, bir de İsrail’in kendisi üzerindeki etkisi var. İsrailliler, 7 Ekim’in ardından (aldığı kararlarla İsrail’i Hamas’ın acımasız saldırılarına karşı savunmasız bırakan) Netanyahu’dan kurtulma ve ülkeyi normale döndürme fırsatına sahipti. Ancak bu gerçekleşmedi ve Netanyahu’nun son dönemdeki taktiksel başarıları, politikaları İsrail’in geleceğine dair hararetli bir dini ve mesihçi vizyona dayanan aşırı sağcılarla birlikte onun siyasi konumunu da güçlendiriyor. Son yıllarda ekonomiyi besleyen yüksek teknoloji sektörlerinin merkezinde yer alan ılımlı ve laik İsrailliler, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich gibi adamların yaratmak istediği İsrail’de yaşamaktan kaçınmak için ülkeyi terk etmeye devam edecekler. 500.000’den fazla İsrailli (yani nüfusun yaklaşık yüzde 5’i) halihazırda yurtdışında yaşıyor; anketler bunların yüzde 80 ‘inin geri dönmeyi düşünmediğini gösteriyor; ve göç edenlerin sayısı geçtiğimiz yıl dramatik bir şekilde arttı. Washington Post, İsrail ekonomisinin “ciddi tehlike altında” olduğunu ve bunun da bu eğilimleri güçlendireceğini bildiriyor. Ülkenin en önemli mücevherlerinden biri olan İsrail üniversiteleri, yabancı öğrenci sayısında dramatik bir düşüş olduğunu bildiriyor ki bu hem aşınan imajının bir başka işareti hem de gelecekteki bilimsel ilerlemeye bir darbe. Kısacası, Netanyahu’nun kısa vadeli başarıları ülkenin uzun vadeli geleceğini tehlikeye atan eğilimleri güçlendirdi.

Hayat belirsizdir -özellikle de siyasette- ve gözlemlerimin hiçbiri önceden belirlenmiş değildir. Ancak birkaç hafta önce yazdığım gibi, bazen ilk bakışta çarpıcı bir askeri veya siyasi zafer gibi görünen şeyler, zaman geçtikçe filizlenen daha derin sorunların tohumlarını içerebilir. Başarılı bir lider için zorluk, uzun vadeli faydalar sağlamak üzere geçici avantajları kullanmaktır. Ancak bunu yapmak için ne zaman durulacağını ve ne zaman savaştan çatışmayı çözmeye geçileceğini bilmek gerekir. Ne yazık ki Netanyahu’nun bu becerilere sahip olduğuna ya da bunları edinmeye en ufak bir ilgi duyduğuna dair bir işaret yok.

DÜNYA BASINI

Haaretz: İran’ın benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail bölgesel bir savaşın içinde

Yayınlanma

Amos Harel, İsrailli askeri ve savunma analisti
Haaretz, 2 Ekim 2024

Son tırmanış İsrail’in Hamas ve hatta Hizbullah ile olan savaşını İsrail-İran çatışmasından sonra ikinci sıraya düşürdü. Başkanlık seçimlerine beş haftadan az bir süre kalan ABD’nin, kendi iradesi dışında bu çatışmanın içine çekilmesi muhtemeldir

Yaklaşık bir yıl süren çatışmaların ardından salı akşamı itibariyle İsrail bölgesel bir savaşın içinde yer alıyor. İsrail ve Hizbullah arasında son iki haftada yaşanan olayların ardından İran, İsrail topraklarına daha önce benzeri görülmemiş büyüklükte bir füze saldırısı düzenleyerek kendisini çatışmanın merkezine yerleştirdi. Buna bağlı olarak İsrail’in sert bir misilleme yapması bekleniyor.

Şaşırtıcı bir şekilde, İran saldırısı ciddi bir can kaybına yol açmadı, ancak ülkenin merkezindeki birçok ev, bir kısmı önleyici füzelerden gelen şarapnel parçalarından zarar gördü. Bir saatten biraz daha uzun bir süre sonra İç Cephe Komutanlığı sivillerin korunaklı sığınaklardan çıkmalarına izin verdi.

İlk değerlendirmelere göre İran İsrail’e yaklaşık 180 balistik füze fırlattı ve bunların çoğu önlendi ya da açık alanlara düştü. Bu sayı İran’ın nisan ayındaki saldırısında fırlattığı füzelerin yaklaşık yarısı, ancak bu kez balistik füzelerin oranı daha yüksek ve sonuç olarak verilen hasar da daha fazla.

İran muhtemelen bir önceki saldırının sonuçlarını analiz etti ve bundan dersler çıkardı. Yine de İsrail’in bölgesel hava savunmasını etkili bir şekilde delemedi.

İsrailliler, özellikle de ülkenin merkezinde yaşayanlar, bu ölçekte bir saldırıyla daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Buna rağmen siviller yüksek düzeyde bir kişisel disiplin sergilerken, hava kuvvetleri ve hava savunma sistemi ABD’nin de yardımıyla saldırıyı büyük bir ustalıkla savuşturdu. Saldırının hava kuvvetleri üsleri de dâhil olmak üzere birçok askeri ve güvenlik tesisini hedef alması bekleniyordu ancak sivil bölgeleri de vurarak ölümlere yol açması ve halkı terörize etmesi amaçlanmıştı.

Son tırmanış, çatışmanın tüm taraflarını, İsrail’in Hamas’la ve hatta Hizbullah’la olan savaşının İsrail-İran çatışmasının ardından ikinci sıraya düştüğü tamamen farklı bir duruma sokuyor.

Yafa’da altı İsraillinin ölümüne neden olan ve İran saldırısıyla aynı zamana denk getirilmek istendiğine inanılan terör saldırısının da gösterdiği gibi, ikincil riskler ülke içinde de artmakta. Bu, 7 Ekim Hamas katliamından bu yana Yeşil Hat içinde meydana gelen en ölümcül terör saldırısıdır. Tel Aviv ikinci intifadadan bu yana bu ölçekte bir terör saldırısına maruz kalmamıştı.

Böyle bir olayın halkta en az büyük bir balistik füze saldırısı kadar endişe ve güvensizlik duygusu uyandırması kaçınılmazdır. Batı Şeria’daki Filistinlilerin İran ve Hizbullah’ın emri ve finansmanıyla gerçekleştirdikleri benzer girişimleri de göz önünde bulundurmalıyız. İsrailli Araplar arasında aşırılık yanlısı unsurlar ya da suç çeteleri oluşturma girişimleri de olabilir. İsrail’in İran’ın bu büyük saldırısına çok güçlü bir şekilde karşılık vereceğine şüphe yok. İsrail Savunma Kuvvetleri sözcüsü Tuğamiral Daniel Hagari saldırının “sonuçları olacağını” söyledi.

Erken kutlama

Başkanlık seçimlerine beş haftadan az bir süre kalmış olan Amerika Birleşik Devletleri’nin, kendi iradesi dışında bu çatışmanın içine çekilmesi muhtemeldir. Bu, İsrail’in güvenliği için olduğu kadar küresel ekonomi ve Amerika’nın küresel konumu için de geniş kapsamlı sonuçları olabilecek bölgesel ve küresel bir krizdir. Birleşmiş Milletler’deki İran delegasyonu tarafından yapılan tehditle de açıkça ortaya konduğu üzere, İsrail ve İran arasındaki karşılıklı yumruklaşmanın devam etmesi beklenmektedir.

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın ölümü üzerine İsrail’de yapılan kutlamaların üzerinden sadece birkaç gün geçti ve şimdiden durum tamamen değişti. Çoğu zaman olduğu gibi, kararlı ve sofistike bir düşmana karşı uzun bir savaşın ortasında zafer kutlamalarına girişmek akıllıca değildir. Baklava ile beklemek daha iyi olurdu.

İsrail’in Lübnan saldırısından İran doğrudan zarar görmemiş olsa da, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’den sonra bölgesel direniş ekseninin en önemli ikinci ismi ortadan kalkmış oldu. Tahran İsrail’e saldırma kararını birkaç gün önce aldı. IDF sözcüsü tüm İsraillileri uyanık olmaya çağıran direktifler yayınladı.

Bu koşullar altında, eylül ortasına kadar ana cephe olarak belirlenen Gazze’deki savaş artık İsrail için öncelikler listesinin alt sıralarına düşmüş durumda. Bu durum, zaten uzun bir süredir askıya alınmış durumda olan rehine anlaşmasına varma şansını da zayıflatacak gibi görünüyor. Salı günkü İran saldırısından önce bile IDF kuzeyde görev yapacak yedek askerleri çağırıyordu. Şimdi ise bölgesel kriz ve bir dizi cephede gerilimin daha da tırmanması riski nedeniyle bu çağrının daha da artacağı neredeyse kesin.

Şin Bet güvenlik servisi bu hafta, detayları kamuoyuna açıklamasa da, İran’ın hem İsrail’de hem de yurtdışında üst düzey İsrailli yetkililere yönelik birçok suikast girişimini ortaya çıkardığını açıkladı. İran, bazıları ödeme vaadiyle internet üzerinden işe alınan İsrailli ajanları kullanıyor. Bu çabalar için kısmen İsrail’in yeraltı suç dünyasında verimli bir zemin buldu. Bu çabaların devam edeceğini varsaymak mantıklıdır.

ABD’ye bağımlılık

İran’ın acil tehdidi İsrail’in Amerikalılara olan bağımlılığının altını çiziyor – Başbakan Benjamin Netanyahu’nun son haftalarda attığı her adımla çılgına çevirdiği Amerikalılara. İsrail ABD’ye sadece hava savunmasını koordine etmek için değil, aynı zamanda saldırı operasyonları için sürekli silah tedariki konusunda da bağımlıdır.

Bu gerçekler, İsrail’in Beyrut’taki başarılarının ardından şimdi yeni bir fanteziyle çılgına dönen Netanyahu’nun fanatik hayranlarının gözünden kaçmadı: Amerika ile koordinasyon kurmadan İran’ın nükleer tesislerine saldırmak. Mesihçilerin bu konudaki görüşleri şimdiden televizyon stüdyolarında yüksek sesle ve net bir şekilde duyuluyor. Ancak gerçek şu ki, İran’ın nükleer sorunu söz konusu olduğunda İsrail, hem önemli ve uzun vadeli bir hasarın oluşmasını sağlamak hem de hem kendini savunmak hem de saldırmak için gerekli yardımı almak üzere Amerika ile koordinasyon içinde hareket etmelidir.

Ancak televizyondaki konuşmalardan daha önemli olan, bu fikirlerin karar vericilerin çevresine sızmış olması. Netanyahu’nun kendisi pazartesi günü, bölgesel fırtınanın doruk noktasında, Ayetullahların baskıcı rejimini devirmeye çağıran bir video ile İranlılara doğrudan seslenmeye karar verdi.

Bu konuda gazeteci Thomas Friedman’ın yaklaşık bir ay önce New York Times’taki köşesinde yaptığı uyarıyı hatırlamakta fayda var. Friedman, Biden yönetiminin Netanyahu’nun kendisini İran’la nükleer tesislerine saldırıları da içeren doğrudan bir savaşa sürüklemeye çalıştığından ve bu süreçte Kasım seçimlerinin sonucunu da etkileyeceğinden korktuğunu söyledi.

Netanyahu’nun Demokratların adayı Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in kazanması için dua etmediğini söylemeye gerek yok. Amerika Birleşik Devletleri hem İsrail’e olan ilkesel bağlılığı hem de İsrail’in Amerikan çıkarları açısından stratejik öneminin farkında olması nedeniyle İsrail’e yardım edecektir. Ancak Biden, Harris ve danışmanları şüpheci olmaya devam edecektir.

‘Şok ve dehşet’in dönüşü

Lübnan’ı görünüşte sonsuza kadar terk ettikten 24 yıl sonra ve kısa ve başarısız bir macera için geri döndükten 18 yıl sonra İsrail Savunma Kuvvetleri güney Lübnan’a geri dönüyor. Pazartesi gecesi, birlikler bu kez odaklanmış ve zaman sınırlı bir operasyon olarak tanımlanan ve şu anda İsrail sınırına nispeten yakın olan Şii Müslüman köylerinin dış mahallelerine ve yoğun araziye yönlendirilen operasyon için giriş yaptı.

IDF Genelkurmay Başkanlığı ve İsrail siyasi liderliği, Hizbullah’ın son iki hafta içinde hava ve istihbarat saldırılarında aldığı ciddi darbeler göz önüne alındığında, birkaç hafta boyunca buradaki yoğun askeri faaliyetin genellikle düşünülenden daha zayıf bir direnişle karşılaşacağını umuyor.

Sahadaki hamleler, halihazırda başarılmış olanları tamamlamayı ve Hizbullah’ı ve onun İranlı hamisini sınır bölgesinden geri çekilmeyi kabul etmeye zorlamayı amaçlamaktadır ki bu da birçok İsrailliyi bir yıllık zorunlu sürgünün ardından sınırın güney tarafındaki evlerine güvenle dönebileceklerine ikna edecektir. İran’ın salı akşamı gerçekleştirdiği saldırı, İsrail’in önceliklerini ve başta İsrail Hava Kuvvetleri olmak üzere gelecekteki eylemlerini etkileyecektir.

Şimdiye kadar sınır boyunca yaşanan çatışmalar ve Lübnan tarafında ortaya çıkmaya başlayanlar ışığında, İsrail’in terk edilmiş toplulukları yeniden yerleştirmek için şu anda başka bir yolu yok gibi görünüyor. Ancak önceki çatışmaların tarihi, İsrail’in planlarının gerçeklik duvarında paramparça olma eğiliminde olduğunu gösteriyor; savaşta ve kesinlikle bir kara saldırısında beklenmedik şeyler olur. Genellikle düşman, hazırlanan planlardaki rolünü oynamaya gönüllü olmaz.

Tartışmasız olan şey, Hizbullah’ın birkaç hafta öncesine göre tamamen farklı bir yerde olduğudur. 8 Ekim 2023’te Nasrallah, Hamas’ın bir gün önce güneyde başlattığı savaşa katılmaya karar verdiğinde, örgüt militanlarının ateşini uzun mesafeyle sınırladı: tanksavar füzeleri, kısa menzilli roketler ve daha sonra da insansız hava araçları.

Amaç, Lübnan sınırı boyunca çok sayıda İsrail kuvvetini sıkıştırmak ve böylece kuvvetlerini İsrail’in içine saldırtmadan Filistinlilerin Gazze’deki mücadelesine katkıda bulunmaktı. Nasrallah’ın stratejisi, sınır boyunca meydana gelen olaylarda yaklaşık 500 askerinin öldürülmesine ve örgütün bazı üst düzey isimlerinin de öldürülmesine rağmen yaklaşık 11 ay boyunca kendini kanıtladı.

İsrail eylül ayı ortalarında harekâtta yeni bir aşamaya geçmeye karar verdiğinde, yani halkın geri dönmesini sağlamak ve Lübnan’ı savaşın ana arenası haline getirmek için aktif bir şekilde harekete geçtiğinde, Hizbullah’ın ödediği bedel de hızla artmaya başladı.

Bir dizi gelişme – İsrail’e atfedilen çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, Nasrallah ve iki üst düzey komutanı İbrahim Akil ve Ali Karaki’nin öldürülmesi, Rıdvan Gücü’nün tüm hiyerarşisinin ortadan kaldırılması, Hizbullah’ın orta ve uzun menzilli silah stoklarına büyük zarar veren sistematik hava saldırısı – IDF birlikleri Güney Lübnan’a girmeden önce bile sınır boyunca tamamen yeni bir durum yarattı.

Amerikalılar 2003’te başlayan Irak Savaşı ile bağlantılı olarak “şok ve dehşet” adını verdikleri bir saldırı konsepti geliştirdiler; bu konseptin ana unsuru düşmanın tüm sistemlerini şok eden ve kabiliyetlerini azaltan bir açılış darbesidir. İsrail’in geçtiğimiz haftalarda Hizbullah’a yaptığı da tam olarak buydu, her ne kadar neredeyse bir yıl süren ve stratejik sonuçlar vermeyen kararsız bir atışmanın ardından da olsa.

Bu başarının önemli bir unsuru, İsrail Hava Kuvvetleri’nin geçtiğimiz yıl boyunca Lübnan semalarında uçaklarının ve insansız hava araçlarının hava üstünlüğünü sağlamak için sabırla çalışmasıdır. Hizbullah’ın uçaksavar kabiliyetlerinin büyük bir kısmı tespit edilmiş, imha edilmiş ya da baypas edilmiş, böylece İsrail uçaklarına yönelik risk büyük ölçüde azaltılmış ve onlara beklenenden daha geniş bir hareket serbestisi sağlanmıştır.

Bugüne kadar elde edilen başarıların en bariz kanıtı Hizbullah’ın İsrail iç cephesine verdiği sınırlı zarardır. Görünen o ki Hizbullah’ın bugüne kadar sınırlı tepki vermesinin başlıca nedeni örgütün üst kademelerini saran şoktan kaynaklanıyor, orta menzilli füze eksikliğinden değil. İsrail’in Hizbullah’ın füze stoklarına yönelik önemli saldırılarına rağmen örgütün hala yüzlerce füzesi var ve muhtemelen komuta kademesini toparladıktan sonra daha isabetli atışlar yapmaya başlayacaktır.

Hizbullah’ın lider kadrosu – daha doğrusu yeni üst kademesi – yaşananlar karşısında şok halinde. Hizbullah, 1980’lerin başında Nasrallah’la birlikte örgütün kuruluşu sırasında ortaya çıkan ve neredeyse yirmi yıl önce üst düzey pozisyonlara ulaşan deneyimli bir komuta grubuna dayanıyordu. Bu kişilerin neredeyse tamamı ya yıl içinde suikasta kurban gitti ya da son iki hafta içinde ortadan kaldırıldı.

Onların yerine gelenler, komuta ve kontrol zincirlerinin çözüldüğü, hırpalanmış ve şaşkın bir örgüt buluyorlar. Mevcut ateş gücü planları temelinde koordineli saldırılar gerçekleştirmekte güçlük çekildiği anlaşılıyor. Çağrı cihazları ve telsizler olayından sonra iletişim ağları terk edildi, füze stoklarının büyük bir kısmı imha edildi ve şüphesiz öldürülecekleri korkusuyla ilave rampaların gizli yerlerine gitmekten çekinen personel var. Belki de en baskın olanı, istihbaratın ihlal edildiği duygusudur.

Yine de güney Lübnan’a sınırlı da olsa karadan girmek çok daha zor ve farklı bir hikaye olacaktır. Muhtemelen Hizbullah’ın köylerdeki savunma sistemleri ve bunların sırları İsrail istihbaratı tarafından kısmen görülebilmektedir ancak örgütün sınır yakınlarında oluşturduğu sığınak ve tünellerden oluşan yeraltı altyapısını hava gücüyle yok etmek daha zordur. Sahaya inme kararının ana nedeni de bu.

Beklendiği kadar kolay olmayacak

Sonuç olarak, IDF’nin geçtiğimiz ekim ayının sonunda Gazze Şeridi’ni işgal ederken karşılaştığı zorlukları hatırlatan iki büyük zorluk beklenebilir.

Birincisi, düşmanın direnişi karmaşık ve sistematik askeri sistemlere değil, kritik bölgelerde iyi konumlanmış ve IDF’ye kayıplar verdirebilecek gerilla birliklerine dayanmaktadır. İkincisi, zaman boyutu: IDF’nin Gazze’deki planının uygulanması tahmin edilenden çok daha fazla zaman aldı çünkü meskûn alanlarla yeraltı bölgeleri arasındaki etkileşimin operasyon süresini büyük ölçüde uzattığı ve karmaşıklaştırdığı ortaya çıktı.

Sina’daki Altı Gün Savaşı’nda olduğu gibi tankların ve zırhlı araçların arazide hızla ilerlediğini görmeyi bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacak.

Perşembe günü IDF, özel harekat birimlerinin geçtiğimiz ekim ayından bu yana çit boyunca 70’ten fazla baskın gerçekleştirdiğini açıkladı. Bu operasyonlar sırasında Hizbullah’ın savaş alanları, görünmeden sınıra yaklaşmalarını sağlayan yaklaşma tünelleri ve çok sayıda savaş aracı ortaya çıkarıldı. Çit boyunca açık alanlarda daha birçok benzer yerleşke bulunmaktadır. Operasyonun diğer hedefleri temas hattındaki köyler olacak. Aynı zamanda IDF’nin güneydeki halka evlerini boşaltmaları için verdiği talimatlar kuzeyde Sur’un dış mahallelerine kadar uzanıyor.

Subaylardan duyduğumuz ve onlar aracılığıyla TV stüdyolarındaki emekli generaller aracılığıyla kamuoyuna aktarılan melodiler oldukça tanıdık: “Bu, teröristleri sınırdan geri püskürtmek, güvenliği yeniden tesis etmek ve tahliye edilen toplulukların sakinlerini geri getirmek amacıyla yapılan sınırlı bir harekettir.”

Her zamanki gibi daha az bahsedilen riskler de biliniyor: Görevi yerine getirmek için ele geçirilen ilk tepe ile ilk tepedeki kuvvetleri ateşten korumak için saldırılan ikinci tepe arasında kaygan bir yokuş var. Böylece bazen kendinizi 18 yıl, belki de daha uzun bir süre yabancı bir toprakta sıkışmış bulursunuz. Kesin olan tek bir şey var: bu topraklar 40 yıl boyunca sakin kalmayacak.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Nasrallah’ın ardından

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın İsrail’in düzenlediği hava saldırısı sonucu katledilmesinin ardından Direniş Ekseni bileşenlerinin vereceği muhtemel yanıt ve örgütün akıbeti ve yeni liderliği gündemde. Pakistan kökenli İngiliz yazar, film yapımcısı ve New Left Review dergisinin yayın kurulu üyesi Nasrallah’ın başta Filistin meselesi ve İsrail’in Lübnan’dan defedilmesi olmak üzere bölge açısından önemini kabul ederek “Göze göz dünyayı kör edebilir ve intikam iksiri zihni zehirleyebilir. Direnişçiler, bir sonraki hamlelerini yapmadan önce dikkatlice düşünmelidirler,” uyarısını yapıyor.


Nasrallah’ın ardından

Tarık Ali, New Left Review

29 Eylül 2024

Direnişin en popüler liderlerinden biri olan Hasan Nasrallah’ı öldürmek için İsrail ordusunun binaları yıkması, telsiz ve mesajlaşma cihazları aracılığıyla koordineli saldırılar düzenlemesi ve en az on beş adet 2000 librelik Amerikan yapımı bomba kullanarak yüzlerce masum insanı öldürmesi gerekti. Bu saldırıların emri, Netanyahu’nun ABD’de BM Genel Kurulu’na hitap ettiği sırada, Beyrut’un güneyindeki binaların yıkılması için bizzat kendisi tarafından verildi. Bu, yüzümüze bir kez daha vurulan, “özel ilişkinin” kutsallığını ve ebediyetini gösteren bir mesajdı. Fakat Nasrallah, huzur içinde yatmayacaktır.

Artık açıkça biliyoruz ki ne Joe Biden ne de Batı’daki çete liderleri, kaç Arap’ın öldüğünü ya da hangi ülkede öldüğünü önemseiyor. Irak, Libya, Suriye ve Yemen: ABD ve müttefikleri bu ülkeleri kanla suladı. Libya’da Kaddafi linç edilip ülke cihatçı örgütlere terk edildikten sonra dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bu durumu şu sözlerle özetlemişti: “Geldik, gördük, öldü.” 11 Eylül sonrası savaşlar, pek çok Batılı vatandaşı ve onların seçtikleri siyasetçileri bu tür sistematik işkence ve katliamlara alıştırdı. Bu durumun devamını ise İsrail’in Gazze’deki eylemleri getirdi. İsrail kabinesinin bazı bakanları her vahşeti alkışladı ve daha fazlasını talep etti. İsrail televizyonları, sıradan Siyonist kadınların, çocuklarının sadece ölmeyi hak eden “pis Arap” çocuklarından üstün olduğunu haykırdığı görüntüleri yayınladı. Filistin’deki katliamları görmezden gelen siyasi ve kültürel çevreler, şimdi de Nasrallah’ın öldürülmesini bir zafer olarak görecekler ve hava saldırılarında 700, telsiz saldırılarında ise 50’den fazla ölü ve binlerce yaralı gibi “tali zayiatları” gerekli kabul edeceklerdir.

Nasrallah’ın son derece zeki bir taktisyen ve stratejist olduğu hem destekçileri hem de düşmanları tarafından kabul ediliyor. Bir keresinde, Noam Chomsky’nin Santa Fe’de yaptığı konuşmada, tanıştığı en zeki iki siyasi liderin Hugo Chavez ve Hasan Nasrallah olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Ancak Chomsky, bunu kamuoyu önünde dile getirememişti. Şimdi ise ikisi de ölü olduğu için bu sözleri onun yerine ben söyleyebilirim. Nasrallah ile hiç tanışmadım ama Chomsky, onun İsrail, ABD ve Arap dünyasındaki oyunlar konusundaki derin bilgisine hayran kalmıştı.

Ana akım yorumcular, onun “yeri doldurulamaz” olup olmadığını soruyor. Kendi kendini yetiştirmiş bir işçi sınıfı militanı, gençliğinde İran Devrimi ile radikalleşmiş ve İsrail’i Lübnan’dan defederek Arap dünyasını hoşnut eden milislerin liderinin tam bir modelini yeniden yaratmak zor. Yayınları; klasik Arapça, keskin analizler ve Lübnan sokaklarından gelen dünyaya dair derin ve psikolojik olarak keskin gözlemlerin büyüleyici bir kombinasyonuydu. Çok az kişi onun seviyesine ulaşabilir. Ancak yerine geçebilecek pek çok isim mevcut. Nasrallah da kaderinin farkındaydı. İsrail ordusu ve Mossad on yıllardır onu ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Yüzlerce kadronun siyasi, eğitimsel ve askeri eğitimini bizzat denetledi. İsrail’in Hamas liderlerini düzenli olarak hedef alması, 7 Ekim’de acı bir şekilde gösterdiği üzere, örgütü askeri bir güç olarak yok etmedi. Liderlerini kaybetmelerine rağmen Hizbullah yeni bir lider bulacaktır. Hiç kimse yeri doldurulamaz değildir.

İran, İsrail’e savaş açacak mı? Bunu öngörmek zor. İranlı liderler, İsrail’in kendilerini bu yöne itmeye çalıştığının farkında, ancak İran-ABD ilişkileri daha karmaşık bir mantığa dayanıyor. Tahran’daki din adamları, Irak Savaşı’nı ve ABD’nin Afganistan’a müdahalesini destekledi ve bu iyi niyet adımlarının dostane bir karşılık bulacağını umdular. Belki de Obama, bir zamanlar Nixon’ın barış yapmak ve bir anlaşma imzalamak için Pekin’e uçtuğu gibi Tahran’a uçacaktı. Ancak ABD’deki İsrail lobisi bu düşünceyi boşa çıkardı. İranlı liderler, her şeyden önce birer milliyetçi olarak, çok çabaladılar ama ortada kaldılar. Topyekûn bir saldırı başlatmaları pek olası görünmüyor. Ancak İsrail, İslam Cumhuriyeti’nin savunmada olduğunu biliyor ve bu fırsatı daha fazla darbe indirmek için neredeyse kesinlikle kullanacaktır.

Hizbullah intikam saldırılarına girişecek mi? Bu oldukça muhtemel, ancak onlar da kendi zamanlarını ve stratejilerini dikkatlice seçeceklerdir. Netanyahu, kendi ülkesinde oldukça popüler bir lider ve onu öldürmek pek çok İsrailli tarafından hoş karşılanmayacaktır. Ancak artık maske düştü. Gazze, uluslararası hukukun, insan hakları normlarının ve bir zamanlar “uluslararası toplum” tarafından kurulan mahkemelerin çöküşüne tanıklık etti. ABD liderleri İsraillileri kontrol altına almayı reddederse, bunu kim başarabilir?

Nasrallah, İsrail’i herkesten daha iyi anlıyordu ve halefinin de bu bilgiyi hızla edinmesi gerekecek. 19. yüzyıl Alman filozofu Bruno Bauer bir keresinde, “Ancak avını kendisinden daha iyi tanıyan kişi onu yenebilir,” diye yazmıştı. Bu duruma bir uyarı eklemek gerekir: Göze göz dünyayı kör edebilir ve intikam iksiri zihni zehirleyebilir. Direnişçiler, bir sonraki hamlelerini yapmadan önce dikkatlice düşünmelidirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Almanya, doğusunda bir ulus inşa ediyor

Yayınlanma

Editörün notu: Sağcı Almanya için Alternatif (AfD), Almanya’da bir ay içerisinde yapılan üç eyalet seçiminin birini kazandı, diğer ikisinde ikinci parti haline geldi. Federal anketlerde de ikinci sırada yer alan AfD, bariz bir biçimde Doğu Almanya’nın en önemli partisi haline geldi. Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) ile birlikte Alman ana akımına meydan okuyan bu parti, uzun süredir hem siyasi hem de toplumsal düzeyde yıpratılmaya çalışılıyor. Aşağıda okuyacağınız makale, AfD’ye karşı “liberal demokrasi”ye sempatiyle bakan bir muhabirin, Almanya’nın doğusunda AfD’ye veya genel olarak “popülizme” karşı siyasi merkezin çabalarına tanıklık ediyor. Muhabir, “Schorfheide’de AfD’ye çıkan oylar, sivil toplum faaliyetlerine dönük yüksek katılımın, daha iyi ekonomik koşulların, göçmen nüfus yokluğunun veya yüksek katılım oranının, sağcı partiler karşısında kesin bir çözüm olmadığını işaret ediyor,” diyerek sorunun başka bir yerde olduğunun da ipuçlarını veriyor. Kozmopolit liberalizm, Alman doğusunun sorunlarına yanıt üretemiyor.


Almanya, doğusunda bir ulus inşa ediyor

Paul Hockenos
Foreign Policy
19 Eylül 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Berlin’in kuzeyinde her yıl düzenlenen Schorfheide Kahvaltısı’nda karı-koca bir çiftten müteşekkil akustik müzik grubu, Marlene Dietrich’in repertuarının da yer aldığı 1960’lar melodileriyle gelenleri eğlendiriyor. Kimler yok ki? İtfaiye gönüllüleri, arıcılar kulübü, yerel futbol takımı, Burkina Faso ile (kız) kardeş şehir projesi gibi düzinelerce sivil toplum örgütü ve gönüllü kuruluş… Arnavut kaldırımlı ana cadde boyunca sıralanarak yerel halka ev yapımı unlu mamuller, meyve dilimleri ve kahve ikram ederek gruplarının faaliyetleri hakkında sohbet etme fırsatı buluyorlar.

Schorfheide, Almanya’nın doğusundaki Brandenburg eyaletinde yer alan ve 22 Eylül’de yapılacak seçimlerde aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) partisinin –tıpkı bu ayın başlarında Saksonya ve Thüringen eyaletlerinde olduğu gibi– rekor kazanımlar elde etmesinin muhtemel olduğu kırsal bir belediye.¹ AfD’nin neo-Nazilerle açık işbirliği içerisindeki radikal sağ bir parti olduğu düşünüldüğünde bu sonuçların yarattığı sarsıntı, ana akım Almanları savaş sonrası demokrasiyi tehlikeye atan en sağ eğilimlerle nasıl baş edilebileceği konusunda çözümler aramaya itiyor.

Bu çözümlerden biri de sivil toplumun demokratikleşmeyi önceleyen uygulamaları. Yani katılımcı yerel örgütlenmelerin toplulukları bir araya getirme ve yerel düzeyde sosyal uyumu pekiştirmeye çalışması. –Milyarder hayırsever George Soros’tan Avrupa Birliği’ne kadar– sivil toplum savunucularının geneline göre, tabandan katılım ne kadar fazla olursa sosyal doku o kadar kalın olur ve dolayısıyla sağ popülistlerin istismar edebileceği atomizasyon ve kasvet de o denli sınırlanır. Diğer bir deyişle, sivil toplum demokratik yaşamın hoşgörü, ılımlılık, uzlaşma, karşıt görüşlere saygı gibi değerlerini besler.

Sivil toplumun zayıf olduğu ya da hiç olmadığı yerlerde ise resmi ya da özel hayırseverler para ve birtakım teknik uzmanlıklar, bilgi birikimi ve deneyimlerle onun gelişmesine yardımcı olabilirler. Bu, Soros’un kurduğu ve dünyanın dört bir yanında demokrasinin desteklenmesi için çalışan Açık Toplum Vakıfları’nın temel taşlarından biridir mesela. Tabii aynı zamanda Almanya’nın doğu eyaletlerinde yürüttüğü politikanın da önemli bir ilkesi.

Sivil girişimleriyle çok sayıda ödül kazanan Schorfheide Belediyesi’nden Peggy Sydow, “Schorfheide Kahvaltıları’nda [aşırı sağcılara] buraların bizim sokaklarımız olduğunu gösteriyoruz” diyor. Bu kahvaltılar, Schorfheide’de STK’ların yeni bağlantılar ve yeni gelenlerle iletişimler kurduğu etkinliklerden sadece biri. Kurulan her stantta kendileriyle ilgili temel bilgiler, toplantı saatleri ve e-posta adreslerini içeren bir broşür bırakıyorlar. “Aşırı sağ burada neredeyse hiç varlık gösteremiyor” diyen Sydow, bu yıla kadar 18 kişilik Schorfheide Belediye Meclisi’nde tek bir aşırı sağcı üyenin dahi bulunmadığının altını çiziyor.

Ancak bu sükûnetli hal her zaman böyle değildi. Schorfheide aslında, hem sivil toplum ve demokrasi teşvikinin nasıl işleyebileceğinin hem de sınırlarının canlı bir örneği. 2008 yılında Schorfheide’ye bağlı 5 bin nüfuslu Finowfurt köyüne taşınan bir aile, satın aldığı bir araziyi neo-Nazi konserlerinin verildiği bir açık hava mekanına dönüştürerek bölgedeki 500 kadar aşırı sağcı genci buraya çekmiş ve burayı Schorfheide’nin genç kuşakları için cazip bir yere dönüştürmüştü. Bahsi geçen bu mülk sahibi, her geçen gün büyüyen aşırı sağ çevreden herhangi biri değildi, bir neo-Nazi partisinin Brandenburg lideriydi. Sydow, bu zorbaların tüm hafta sonu boyunca süren festivalleri sırasında bölgede nasıl görkemli geçit törenleri yaptıklarını anlatıyor.

Böylesi bir tehdit karşısında kasaba sakinleri bir araya gelerek aşırı sağın taktik ve şiddet gösterilerine karşı kendilerini savunmak için bölge halkını, sendikaları ve yerel yönetimleri harekete geçirdi ve devlet tarafından finanse edilen bir girişim olan Aşırı Sağcılığa Karşı Mobil Danışma Ekipleri’nin (MBR) Brandenburg şubesine katıldı. Almanya genelinde mücadele yürüten 55 MBR, aşırı sağ tarafından işgal edilen kamusal alanların (kent meydanlarından Twitter’a kadar) geri alınmasını sağlamak için yerel topluluklara demokratik kültürü aşılamaya çalışıyor. Her MBR’de sosyal hizmet uzmanları ve sosyal bilimcilerden hukuk uzmanlarına ve ırkçılık karşıtı aktivistlere kadar çeşitli uzmanlardan oluşan iyi bir ekip görev yapıyor.

Belediye, MBR’nin de desteğiyle, 2011 yılında Schorfheide Kahvaltısı’nı sivil grupları güçlendirmek ve arkalarını sağlamlaştırmak için hayata geçirmişti. MBR’lerin ardında yer alan temel fikir, kamusal alanı işgal ederek aşırı sağı “dışarıda bırakmak” idi. Ne var ki neo-Nazileri Schorfheide’den nihai olarak kovan asıl taktik, yasal yollara başvurulmasıyla oldu. Organizatörlere aşırı gürültü, gerekli sıhhi tesislerin bulunmaması ve gamalı haç ve imparatorluk Almanya’sı bayrağı gibi Nazi sembollerinin alenen sergilenmesi gibi sebeplerle para cezaları kesildi. Zamanla cezalar birikti, faaliyetler azaldı ve aile bölgeden taşınmak zorunda kaldı.

Schorfheide’nin bu türden siyasi hamleleri uzak tutma yöntemi, sivil toplumu daha da zenginleştirerek kamunun sıhhatini, 50’den fazla sivil, gönüllü grup ve zengin bir kültürel etkinlik programı eliyle korumak ile oldu. Sydow [programın bölgede tuttuğunun bir ispatı olarak] “Neo-Naziler gittikten sonra aşırı sağ burada tutunamadı” diyor.

Ancak Sydow’un bu iddiası biraz abartılı gibi. Schorfheide’nin hikayesi pek çok açıdan umut verici olsa da orası dikensiz bir gül bahçesi değil. Nitekim haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Schorfheide seçmenlerinin yaklaşık yüzde 31’i AfD’ye oy verdi; bu oran Brandenburg geneli (yüzde 28) ve Doğu Almanya (yüzde 29) ile kıyaslandığında ortalamanın üzerinde. Aynı gün Schorfheideliler belediye meclisindeki 18 sandalye için de oy kullandı. AfD, AB seçimlerindeki kadar oy toplayamadı –yüzde 22’de kaldı (Brandenburg’da yüzde 27 oy almıştı)– ama yine de Schorfheide’nin belediye ofislerinde kaşları çatmaya yetti. Kahvaltı etkinliğinde konuştuğum hemen herkes aynı açıklamanın başka bir versiyonunu dile getirdi: “AfD’nin aldığı bu yüksek oy oranı, Berlin’deki üç partili hükümetin başarısız performansı ile bağlantılı düşünülmeli.” AfD’nin oyları belediye meclisinde dört sandalye kazanmasını sağlasa da parti sadece bir aday gösterdi, dolayısıyla diğer üç sandalye boş kaldı. Kulağa biraz tuhaf gelse de Schorfheide, seçmenlerinin beşte biri ila üçte biri arasında değişen bir kısmının AfD için oy kullanmasına rağmen hâlâ demokratik canlılığın kalesi olmaya devam ediyor.

Schorfheide’de AfD’ye çıkan oylar, sivil toplum faaliyetlerine dönük yüksek katılımın, daha iyi ekonomik koşulların, göçmen nüfus yokluğunun veya yüksek katılım oranının, sağcı partiler karşısında kesin bir çözüm olmadığını işaret ediyor. Ama elbette, on yıllık MBR ve diğer demokrasi teşvik çabalarının da gösterdiği gibi, sivil toplum bu partilerin yerellerdeki varlığını ve etkisini engelleme potansiyeline sahip. Şu ana kadar yoğun sivil toplum katılımı ile 2024 seçimlerindeki oy verme eğilimleri arasındaki ilişkiyi ölçen güncel herhangi bir çalışma yapılmadı. Ancak 2019 yılında Thüringen eyalet seçimleri üzerine yapılan bir araştırma, aşırı sağın daha kırsal, düşük katılımlı, ekonomik refahın istikrarsız olduğu ve ticari işletmelerin, altyapının, sendikaların, kaliteli sağlık hizmetlerinin veya okulların eksikliği gibi zayıf özelliklere sahip topluluklarda kök salabildiğini gösteriyor.

MBR Brandenburg’dan Markus Klein, AfD’nin Schorfheide belediye meclisi seçimlerinde düşük bir oy almasını anlamlı buluyor: “AB seçimlerinde AfD’ye verilen oylar sembolik bir protestoydu. Ancak ikincisinde, işleri halledebileceklerini bildikleri yerel politikacılara sadık kaldılar.” Klein, “Yerel siyasette, hala ‘aşağıda biz’, ‘yukarıda onlar’ zihniyeti var” diye ekliyor.

Schorfheide’nin oy verme eğilimi ile dinamik bir sivil toplum yaşamı arasındaki kopukluğa rağmen, üçüncü sektör olarak adlandırılan sivil toplumun dışarıdan bir müdahale noktası olarak hayli etkili bir potansiyel sunduğu ve tıpkı Schorfheide’de olduğu gibi, yerel toplulukları aşırı sağın yerel saldırılarına karşı daha dirençli hale getirdiğine ilişkin geniş bir fikri mutabakat var. Bu nedenle Brandenburg ırkçılık karşıtı ve queer girişimler, yurttaşlık eğitimi, MBR’ler ve benzeri birçok somut girişim için toplam 6 milyon avroluk bir devlet fonu alıyor. Klein, bu paraların aşırı sağı etkisiz hale getirdiğinden emin olduğunu ancak halen daha fazla finansmanın gerekli olduğunu söylüyor: “Evet, daha fazla fon gerekli, lakin sivil toplum para ile satın alınamaz. Orada, yerinde, bunu gerçekleştirmek isteyen insanlar olması gerekir.”

2015 yılından bu yana federal hükümetin bayrak gemisi olan Yaşasın Demokrasi! [Demokratie Leben!] programı, [2023’teki] 182 milyon avroluk bütçesiyle “Almanya’nın dört bir yanındaki belediyelerde ve ilçelerde demokrasiyi ve çok sesliliği güçlendirmek ve belli gruplara dönük düşmanlıkla mücadele edebilmek için eylem stratejisi geliştirmelerine” yardımcı oluyor. Programın ülke genelinde taban inisiyatiflerinden ve siyasi eğitim projelerinden oluşan geniş yelpazesi etkileyici olsa da programın başladığı yıl, yani 2015’te siyasetin ana akımına doğru hızla yükselişe geçen AfD gibi liberal olmayan partilerin yükselişini engellemekte yetersiz kaldığı da açık bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.

Mesele hakkında çok satan bir kitabın yazarı sosyolog Steffen Mau gibi konunun yakın gözlemcileri, Doğu Almanların büyük bir çoğunluğunun demokratik bir devlette yaşamak istediklerini ve gündelik yaşamlarında da demokrasi pratiklerini uyguladıklarını ancak Batı Alman siyasi partileriyle ilişki kurmakta zorlandıkları sonucuna varıyor. Gerçekten de bu partiler doğu eyaletlerinde üye kazanma konusunda açıkça başarısız oldular. AfD her ne kadar aslında öyle olmasa da kendisini otantik bir Doğu Alman partisi ve yurttaşların çıkarlarını temsil eden bir parti gibi göstermeyi başardı – tıpkı yeni kurulan Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) gibi. İlginçtir ki, bu yılın başlarında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Schorfheide seçmenlerinin yalnızca yüzde 34’ü Batı Almanya’nın geleneksel partileri addedilen Hıristiyan muhafazakârlar, sosyal demokratlar, yeşiller ve liberallerden birine oy verdi. Belediye seçimlerinde bu oran çok daha düşüktü ve nihayetinde en çok oy alan yerel seçimlerde yarışan bir sivil inisiyatif olan Bündnis Schorfheide [Schorfheide İttifakı] oldu.

Batı Almanya’nın partilerinin veya gündemlerinin Doğu Almanya seçmenlerine hitap etmediği artık her geçen gün daha da netleşiyor. Doğulular yeni yollar, sosyal tesisler, toplu ulaşım ve okul gibi yerel öncelikler için yerel yüzlere güveniyorlar. Alman politikacılar buna direnmek yerine, bunu kabullenmelidir belki de. Demokratie Leben! gibi programlar sivil demokrasiyi güçlendiriyor ve bu yüzden yaygınlaştırılmalı. Alman STK dünyası aylardır Federal Meclis’te takılıp kalan ve her yıl yeniden başvurdukları hibelerin aksine uzun vadeli ve kalıcı finansmana erişim sağlayacak olan Demokrasiyi Teşvik Yasası’nın geçmesini sabırsızlıkla bekliyor. Ayrıca Schorfheide’de olduğu gibi kolluk gücünün ve adalet sisteminin de yanlarında olmasına ihtiyaçları var, ancak bu yine de Doğu Almanya’nın her yeri için geçerli değil.

Doğu’daki güçlü AfD oyları Almanya’nın siyaset kurumuna açık bir mesaj veriyor: Ya bizimle birlikte yerel düşünün ya da yoldan çekilin.


¹ Bahsi geçen 22 Eylül’deki Brandenburg eyalet meclisi seçimlerinde 1990’dan bu yana aralıksız olarak bölgeyi yöneten SPD yüzde 30,9 civarında oy alırken, AfD yüzde 29,2 ile ikinci sırada yer aldı. SPD’nin birinciliği kıl payı elde ettiği seçimlerde AfD, eyalet genelinde 2019 seçimlerine göre oyunu 6,5 puan artırmış oldu. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English