Görüş
Trump’ın Gazze planının ardındaki gerçekler ve daha derin motivasyonlar

7 Şubat’ta, ABD Başkanı Trump Gazze’nin yeniden inşasıyla ilgili en son açıklamasını yaparak, ABD’nin Gazze’de bir yatırımcı olacağını ancak harekete geçmek için acele etmeyeceğini ve önceliğinin Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky ile görüşmek olduğunu belirtti. Bu açıklama, Trump’ın daha önce dile getirdiği “Gazze’yi boşaltma” ve “Gazze’yi devralma” duruşlarına bir ek olarak düşünülebilir. Trump’ın Gazze’nin geleceğine yönelik vizyonu rastgele ya da sistemsiz bir planlamadan kaynaklanmıyor gibi görünüyor. İlk amacı Gazze’deki insani felaketi kapsamlı bir şekilde ele almak olabilir, ancak bu vizyon esasen İsrail’in aşırı sağ güçlerinin tutumunu yansıtmakta ve İsrail’in çıkarlarına ve ABD-İsrail özel ilişkisine gösterdiği olağanüstü önemi vurgulamaktadır. Bu durum, Trump’ın ilk dönemindeki politikalarının bir devamı niteliğindedir.
Trump, 25 Ocak’tan itibaren, Beyaz Saray’a dönüşünden itibaren, farklı zaman ve mekanlarda Gazze’nin geleceğiyle ilgili bir dizi “yeni fikir” ortaya attı. O gün, Las Vegas’tan Miami’ye giderken, Air Force One uçağında gazetecilere, “Gazze’yi boşaltma” planını resmi olarak önereceğini ve Gazze’yi “bir yıkım alanı” olarak tanımladığını söyledi. 30 Ocak’ta, Trump bir kez daha Mısır ve Ürdün’ün Gazze’den göç eden kişileri kabul edeceğini belirtti.
4 Şubat’ta İsrail Başbakanı Netanyahu ile yaptığı görüşmeden sonra Trump, ABD’nin Gazze’yi “devralacağını” ve bu bölgede çalışacağını medyaya açıkladı. “Gazze’yi sahiplenip oradaki tüm tehlikeli patlamamış bombaları ve diğer silahları temizleyeceğiz, hasar görmüş evleri yıkacağız ve bölge halkına sınırsız istihdam ve konut sağlayacak bir ekonomik kalkınma projesi yaratacağız,” dedi.
Trump, Gazze’nin on yıllardır “ölüm ve yıkımın simgesi” haline geldiğini ve ölüm ve acı çeken Filistinliler tarafından yeniden inşa edilmemesi gerektiğini söyledi. Gazze’deki Filistinlilerin, “insani değerlere sahip diğer ülkelere” taşınması gerektiğini savundu. ABD’nin Gazze’ye asker göndermeye hazır olup olmadığı sorulduğunda, Trump bu olasılığı dışlamadı ve ABD’nin Gazze’yi “uzun süre sahiplenebileceğini” ifade etti.
Netanyahu, Trump’ın önerisini büyük bir coşkuyla övdü ve bunu “alışılmadık düşünme biçimlerini kırmaya ve taze fikirler sunmaya istekli” olarak tanımladı. Ayrıca, bunun “duyduğu ilk iyi fikir” olduğunu söyledi ve “araştırmaya, uygulamaya ve tamamlamaya değer olduğunu” belirtti. Netanyahu, “Gazze’yi boşaltmanın” ABD askerlerini gerektirmediğini de ekledi. 6 Şubat’ta, İsrail’in Channel 14 kanalı, Netanyahu’nun ABD ziyareti sırasında açık bir şekilde, “Suudi Arabistan’da bir Filistin devleti kurulabilir; orada çok fazla toprakları var,” dediğini aktardı.
Aynı gün, İsrail’in aşırı sağ figürlerinden Savunma Bakanı Katz, Gazze’deki halkın, kendilerini kabul etmek isteyen herhangi bir ülkeye göç etmelerine izin verecek bir plan hazırlaması için İsrail Savunma Kuvvetleri’ne talimat verdiğini açıkladı. Bu planın deniz, kara ve hava çıkış noktalarını kapsadığı bildirildi. Katz, Gazze halkının özgürce göç etme hakkına sahip olması gerektiğini ve bunun tüm dünyada yaygın bir uygulama olduğunu savundu.
Gözlemciler, Trump’ın seçim kampanyası sırasında Filistinlilere “sempati duyan” bir yaklaşımla “Gazze’yi boşaltma” önerisini dile getirdiğini belirtti. Trump, Gazze’yi “adeta bir yıkım alanı, neredeyse her şey yok edilmiş, insanlar ölüyor” şeklinde tanımlamıştı. Bu nedenle, ABD’nin bazı Arap ülkeleriyle işbirliği yaparak, bu insanları yerleştirecek konutlar inşa etmeyi ve onların barış içinde yaşamalarını sağlamayı umduğunu söylemişti.
ABD medyasına göre, bu girişimin arkasındaki kişi, George Washington Üniversitesi’nde ekonomi ve uluslararası ilişkiler profesörü olan Joseph Pelzman. Trump’ın talebi üzerine Pelzman, Temmuz 2024’te Trump ekibine sunulan bir Gazze yeniden inşa planı hazırladı. Bu planın özü, Gazze’nin nüfusunun tamamen yer değiştirilmesi, bölgenin temizlenmesi ve sıfırdan yeniden inşa edilmesiydi. Ancak, bu ekonomik plan yalnızca Gazze’nin ekonomik ve sosyal iyileşmesine odaklanıyormuş gibi görünse de, uluslararası siyaset ve jeopolitik çatışma bağlamında, bu öneri masum bir girişim olmaktan uzaktır. Aksine, bu plan, Gazze’nin geleceği ve Filistin sorununun çözümü konusundaki karmaşık bir oyunun parçasıdır. Aynı zamanda, İsrail’in aşırı sağ güçlerinin, iki devletli çözümü reddeden ve Filistin sorununu sıfır toplamlı ve tek taraflı bir şekilde çözmeye yönelik tarihsel hesapları ve mevcut önerileriyle uyumludur.
Trump, Beyaz Saray’a döndükten sonra, “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” planlarını hızla gündeme getirdi ve bu planlar İsrail yetkilileri tarafından coşkuyla desteklendi. Bu durum, Trump’ın Gazze’deki 2 milyondan fazla Filistinlinin trajik durumuna sempati duyuyor gibi görünmesine rağmen, aslında İsrail’in aşırı sağ güçlerinin desteklediği “Büyük İsrail” planını teşvik ettiğini göstermektedir. Sonuç olarak, bu girişim dünya kamuoyundan büyük bir kınama dalgasıyla karşılaştı.
Trump’ın önerisi, yalnızca Birleşmiş Milletler Şartı’nı, uluslararası hukuku ve insancıl hukuk ilkelerini ihlal etmekle kalmayıp, Filistinli yerlilerin sürekli ikamet, yaşam ve kalkınma haklarını ciddi şekilde ihlal etmektedir. Dahası, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi BM üyesi ülkelerin egemenliğini açıkça çiğnemektedir. Bu durum, masumların çıkarlarını feda ederek bencil çıkarları tatmin eden bir haydut mantığını yansıtmaktadır.
Görünürde, bir yıldan fazla süren acımasız savaştan sonra Gazze Şeridi insan yaşamı için gerçekten de elverişsiz: Yaklaşık 50.000 Filistinli öldü, 100.000’den fazla kişi yaralandı veya sakat kaldı, halkın %90’ı yerinden edildi, evlerin %92’si savaş nedeniyle zarar gördü, 36 hastanenin hiçbiri tam anlamıyla çalışamaz durumda, çoğu bölge harabeye dönüştü ve altyapının büyük bir kısmı yok edildi. BM’nin ilgili kurumlarına göre, savaş enkazı yaklaşık 50 milyon ton olup, tamamen temizlenmesi 25 yıl sürebilir. Gazze’nin yeniden inşası için 40 ila 50 milyar dolar, hatta 80 yıl gerekebilir.
Ancak, “yeryüzündeki cehennem” olan Gazze’nin nasıl yeniden inşa edileceği, ABD veya İsrail tarafından değil, Filistinliler tarafından BM çerçevesinde belirlenmeli ve uluslararası toplumun kolektif istişaresiyle kararlaştırılmalıdır. Gazze’nin yeniden inşası, “Gazze’yi boşaltma” veya Gazze’nin Filistinli olmayanlar tarafından kontrol edilmesi fikrine dayanmamalıdır. Bu süreç, komşu Arap ülkelerinin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü feda etme pahasına olmamalı ve İsrail-Filistin çatışmasını “iki devletli çözümü” gömen bir alternatife dönüştürmemelidir.
Trump’ın sözde yeni önerileri, yalnızca Siyonizmin eski ürünlerinden ibarettir ve “Büyük İsrail” savunucularına destek sağlar. Uzun süredir Siyonistler, “İsrailliler toprağı olmayan bir halktır, Filistin ise halkı olmayan bir toprak” gibi saçma tezleri savunarak Filistinli yerli halkı ata topraklarından çıkarmaya çalışmaktadır.
Bu planlar, Filistin meselesini bir “mülteci sorunu” olarak görerek, Filistin halkını çevredeki Arap ülkelerine empoze etmeyi amaçlamaktadır. Bunun nihai amacı, İsrail halkının huzur içinde yaşamasını sağlamak ve Avrupa’nın Yahudilere yönelik tarihsel baskı ve soykırımlarından kaynaklanan suçluluğunu telafi etmektir. Ancak bu süreç, Filistinlilerin doğal haklarını ve refahlarını feda ederek İsrail’in çıkarlarını önceliklendirir.
Filistinli yerliler için bu durum, yalnızca bir nankörlükle karşılaşmak değil, aynı zamanda başkalarının tarihsel borçlarının bedelini ödemek anlamına gelir.
İsrail’in aşırı sağcı güçleri uzun süredir özellikle Batı Şeria’da Filistin topraklarını zorla ele geçirip, çeşitli bahanelerle yasa dışı yerleşim yerleri kurmaktadır. Bu süreçte yaklaşık 6.000 kilometrekarelik arazi, birbirinden kopuk “leopar desenli” bir duruma getirilmiş, bu da Filistinlilerin yaşam alanlarını ciddi şekilde kötüleştirmiştir. Bunun amacı, Filistinlilerin yaşam koşullarını sürekli kötüleştirerek, onları “kendi isteğiyle” topraklarını terk etmeye ve dünyanın dört bir yanına dağılmaya zorlamaktır. Nihai hedef, tüm Filistin topraklarında İsrail’in tam kontrolünü sağlamaktır.
2023 yılının Ekim ayı ortalarında, İsrail’in eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Ayalon, Al Jazeera’ya verdiği bir röportajda, Gazze halkının Mısır’ın Sina Çölü’ne yerleştirilebileceğini söyledi. “Orada sonsuz alan var,” diyerek, “İsrail ve uluslararası toplum, gıda ve temiz suya sahip 10 şehir hazırlayabilir,” ifadelerini kullandı. Associated Press’in haberine göre, İsrail istihbarat ajansları “savaş zamanı önerisi” adı altında buna ilişkin planlar hazırlamıştır. İsrail Başbakanlık Ofisi, bu iddiaları ne doğruladı ne de yalanladı, ancak bu planları “varsayıma dayalı bir kavramsal belge” olarak nitelendirdi.
2024 yılı Ağustos ayında, İsrail’in aşırı sağcı Maliye Bakanı Smotrich, Gazze’deki 2 milyondan fazla insanı aç bırakmanın “makul ve ahlaki” olabileceğini ilan etti. Kasım ayında ise, İsrail’in 2025 yılına kadar egemenliğini Batı Şeria’ya genişletmesini umduğunu ifade etti. Başka bir ortamda, Gazze’deki Filistin nüfusunun iki buçuk yıl içinde yarıdan fazlasının azaltılmasını ve bölgenin İsrail kontrolünde “başka bir dünya” haline gelmesini istediğini söyledi.
Uzun süredir İsrail işgali altında, ayrım duvarlarının arkasında ve mülteci kamplarında yaşayan Filistinliler, evlerinin ellerinden alınmasının getirdiği uzun acıyı çekiyorlar. Şimdi ise, temel yaşam haklarının başkaları tarafından tasarlanıp yönlendirildiği tehlikeli bir gelecekle karşı karşıyalar. İyi niyetli insanlar, İsrail’in aşırı sağcı politikacılarının söylemlerini, Yahudileri yok etmeye yönelik Nazi sloganlarıyla kıyaslamak istemiyor. Ancak, bu ifadelerin Nazilerin Yahudilere yönelik “Nihai Çözüm” planına ne kadar da benzediği dikkat çekiyor!
Trump tarafından temsil edilen Amerikan Evanjelikleri, her zaman inatla Tanrı’nın “Tepedeki Şehir” olan Amerika’yı dünyayı kurtarmak için yarattığına inanmışlardır. Aksi takdirde, Amerika’nın kuruluşundan sonra çok sayıda misyonerin dünya çapında İncil’i yaymaya gitmesini anlamak zor olurdu. Amerikan Evanjelikleri ayrıca, İsrail’in Orta Doğu’da kurulmasını ve yeniden dirilmesini, Tanrı’nın “seçilmiş halkını” Kudüs’teki kutsal topraklara geri döndürmek için gerçekleştirdiği bir “mucize” olarak görmüşlerdir. İsrail’i savunmanın, yalnızca Amerika’nın dünyevi çıkarları açısından değil, aynı zamanda ruhsal yenilenmesi açısından da hayati önemde olduğuna inanırlar. Aksi takdirde, Amerika’da 1000’den fazla kasabanın İncil’deki yer adlarıyla adlandırılmasını veya Amerika’nın İsrail tarafından “rehin alınmayı” göze alıp tüm dünyayla karşı karşıya gelmesini açıklamak zor olurdu.
Trump, ilk döneminde, olağanüstü bir şekilde İsrail yanlısı ve Yahudi dostu bir değerler dizisi sergiledi: İlk yurtdışı ziyaret onurunu İsrail’e verdi, iki partili hükümetlerin yıllardır süren tabusunu kırarak Kudüs’ü tek taraflı olarak İsrail’in başkenti olarak tanıdı; Filistinlilere yönelik baskılar uyguladı ve ekonomik ile insani yardımları kesti; İsrail’in Suriye’deki Golan Tepeleri üzerindeki sözde “kalıcı egemenlik” iddialarını tanıdı; Filistin ulusal çıkarlarına zarar veren “Yüzyılın Anlaşması”nı ortaya koydu; bazı Arap ülkelerini “barış karşılığında toprak” ilkesini terk etmeye ve İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye zorladı ya da teşvik etti; ve İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayan İran’a yönelik “maksimum baskı” politikası uyguladı.
Şimdi, Trump’ın “zaferle dönüşüyle,” iki suikast girişiminden sağ kurtulmuş olmasının verdiği “seçilmiş kişi” havası ve ışıltısıyla, daha da tek taraflı İsrail yanlısı politikalar benimsemesi kaçınılmazdır. “Gazze’yi yeniden inşa etme” adı altında, Trump, İsrail’in Filistinlileri zorla yerinden etme politikasını açıkça destekliyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) tarafından “savaş suçları” nedeniyle aranan Netanyahu ile yüksek profilli görüşmeler yaptı, savaşın askeri-endüstriyel tedarik zincirini simgeleyen altın kaplama çağrı cihazını kabul etti, İsrail askeri ve siyasi liderleri için tutuklama emri çıkaran ICC’ye yaptırımlar uyguladı ve İsrail’e 7 milyar dolardan fazla askeri yardım sağladı.
Bütün bunlar, Trump 2.0’ın Orta Doğu politikasının henüz tamamen açıklanmamış olmasına rağmen, temeli ve başlangıç noktası olarak, İsrail’e sınırsız, koşulsuz ve sonuçları dikkate almaksızın destek vermeye dayandığını gösteriyor. “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi kontrol etme” önerileri abartılı bir retorik veya Filistin’e ve Arap dünyasına baskı yapmaya yönelik bir söylem olabilir ve bunlar temelde gerçekçi değildir. Ancak Trump’ın, önceki ABD yönetimlerinin önerdiği “iki devletli çözümü” desteklemesini beklemek, tamamen hayalci bir düşüncedir.
Muhtemelen Trump 2.0 döneminde İsrail-Filistin çatışması geçici olarak durabilir ve kısmen azalabilir, ancak çatışmanın sistematik bir çözümü hala uzak bir umut olarak kalacaktır. Trump, Arap devletlerinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeleri için İbrahim Anlaşmaları listesini artırma konusunda tehdit ve teşviklerini yoğunlaştıracaktır. Ayrıca İsrail’in aşırı sağcı güçlerini daha da güçlendirecek, Arap dünyasındaki yatıştırma eğilimlerini ödüllendirecek ve hatta İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine büyük çaplı bir saldırı başlatmasını teşvik etme ihtimali bile vardır. Bu, Tahran liderliğindeki “Direniş Ekseni”ni ve “Şii Hilali”ni tamamen felç etmeyi hedeflerken, Filistin sorununu daha da marjinalleştirecektir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Yeni Bir Barış mı, Eski Bir Sömürü mü? Ruanda-Kongo Anlaşmasına Yakından Bakış

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi
- Barış mı dediniz?
27 Haziran 2025’te Washington’da, Demokratik Kongo Cumhuriyeti (DKC) ile Ruanda arasında bir barış anlaşması imzalandı. ABD ve Katar arabuluculuğunda gerçekleşen bu imza töreni, ilk bakışta bölge için umut verici bir gelişme gibi sunuldu. Ama biraz yakından bakınca tablo çok daha karmaşık.
Anlaşmanın servis edilen simgesel fotoğrafı düşündürücü: ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Ruanda ve Kongo dışişleri bakanlarının ortasında el sıkışıyor. Arkalarında ise dev bir Colin Powell portresi. 2003 Irak işgal ve talanının mimarlarından Powell’ın gölgesinde barış imzalamak, herhalde tarihsel ironinin zirvesi.
Bu yazıda, bu barış anlaşmasının perde arkasına bakalım: Gerçekten barış mı geliyor, yoksa başka planlar mı devrede? Hem Kongo halkı hem de büyük güçler bu işten ne kazanacak, ne kaybedecek, birlikte anlamaya çalışalım.
- Arka Plan: Madenler, Mülteciler ve M23 Gölgesi
Bu anlaşma, doğu Kongo’da M23 adlı isyancı grubun stratejik şehirleri ele geçirdiği, yüz binlerce insanı yerinden ettiği ve zengin maden yataklarını kontrol altına aldığı bir dönemde geldi. M23’ün arkasında Ruanda’nın olduğu yönünde ciddi iddialar var. Kigali yönetimi ise bu suçlamaları reddediyor, buna karşılık Kongo’daki Hutu milisleri olan FDLR’nin etkisiz hale getirilmesini talep ediyor.
Ama bu çatışmaların kökü çok daha derinlerde. 1994 Ruanda Soykırımı’nda yaklaşık 800 bin kişi öldürüldü. Belçika’nın sömürge döneminde Tutsilere verdiği ayrıcalıklar, Hutu çoğunlukta biriken öfkeyi yıllar içinde patlatmıştı. Soykırım sonrası binlerce Hutu, silahlı gruplarla birlikte komşu ülke Zaire’ye (bugünkü Demokratik Kongo Cumhuriyeti) kaçmıştı. Bu, bölgedeki etnik gerilimleri daha da alevlendirdi.
Kongo’nun doğusu yıllardır sadece insanların değil, altın, kobalt ve koltan gibi değerli madenlerin de savaşıyla yanıyor.
- Resmî Söylemler: Barışa Övgüler, Satır Aralarında Soru İşaretleri
Resmî açıklamalarda barış havası hâkim. Ruanda’nın devlet gazetesi The New Times, bu anlaşmayı “tarihi bir fırsat” olarak tanımlarken, Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Mahamoud Ali Youssouf da gelişmeyi “bölgesel barış için bir dönüm noktası” olarak selamladı.
Kongo Dışişleri Bakanı Thérèse Kayikwamba Wagner ise, “Asıl görevimiz şimdi başlıyor” diyerek barışın yalnızca imzayla değil, adaletle, mültecilerin dönüşüyle ve silahların gerçekten susmasıyla mümkün olacağını söyledi.
Ancak Kongo’nun bağımsız gazeteleri bu sürece daha temkinli yaklaşıyor. Kinşasa merkezli Le Potentiel, L’Avenir ve Le Soft International, devlet çizgisine mesafeli duruşları ve toplumsal muhalefetin sesine kulak vermeleriyle biliniyor. Bu yayınlar, anlaşmanın uygulanabilirliğinin iç siyasi iradeye, dış müdahalelere ve sahadaki gerçek koşullara bağlı olduğuna dikkat çekiyor. Yazdıkları, kâğıt üzerindeki barış ile sahadaki gerçekler arasındaki uçurumu ortaya koyuyor.
- Eleştirel Gözlük: Barış Görünümlü Madencilik
Şimdi gelelim meselenin kalbine: Kongo, dünyanın en büyük kobalt üreticisi. Koltan, altın, bakır, lityum gibi stratejik öneme sahip neredeyse her şey bu ülkede var. Elektrikli araçlardan savunma sanayisine kadar pek çok sektör, bu minerallere muhtaç.
ABD Başkanı Donald Trump, imzadan sonra gayet açık konuştu: “Kongo’dan çok fazla maden hakkı alıyoruz. Bu bizim için büyük kazanç.”
Aynı günlerde Newsweek’te yayımlanan bir haberde, ABD’nin bölgeyle yaptığı anlaşmanın Çin’in nadir toprak metalleri üzerindeki etkisini kırmayı amaçladığı açıkça yazıyordu. Çin’i bu tabloda unutmamak gerekir. Çin son 10 yılda Afrika’ya büyük yatırımlar yaptı. “Kaynak karşılığı altyapı” modeliyle yollar, demiryolları ve barajlar inşa etti. Şimdi ABD, Çin’in bölgedeki etkisini dengelemek ve kendi şirketlerine alan açmak istiyor. Kısacası, bir yanda madenler, diğer yanda süper güçlerin bilek güreşi.
Bu durumda “barış” biraz da yeni bir yatırım fırsatı anlamına geliyor. Uluslararası soldaki birçok düşünür, bu tür süreçleri “barış paketli sermaye hamlesi” olarak okuyor. Kalkınma, istikrar, dış yardım… Bu süslü kavramların arkasında, çokuluslu şirketlerin madenlere el koyduğu bir model işliyor.
Kongo ise ABD’ye “güvenlik karşılığında kaynak” teklif etti. Bu da pek “eşitler arası bir ortaklık” gibi görünmüyor doğrusu.
Üstelik diplomatik süreci yürüten kişi, Başkan Trump’ın danışmanı ve aynı zamanda kızının kayınpederi olan iş insanı Massad Boulos. Yani barış süreci hem aile içi mesele, hem de dış ticaret anlaşması gibi görünüyor. ABD diplomasisi, bu kez adeta aile şirketi modeliyle çalışıyor.
- Sonuç: “Made in Congo” Etiketli Bir Barış mı?
Demokratik Kongo Cumhuriyeti, yüzyılı aşkın süredir sömürgeciliğin, savaşların ve uluslararası çıkar oyunlarının merkezinde. Şimdi bir barış anlaşması var, ama halkın mı yoksa şirketlerin mi yararına olduğu hâlâ tartışmalı.
Gerçek barış, sadece silahların susmasıyla değil, kaynakların adil paylaşımıyla, hesap verebilir bir yönetimle ve halkların kendi kaderini tayin hakkıyla gelir, gelmeli… Aksi takdirde sadece yeni bir sömürü düzenine “barış” adı verilmiş olur.
Kim bilir, belki bir gün üzerinde “Made in Congo” (Kongo Malı) yazılı elektrikli bisikletler dünya pazarına çıkar. Ama bugünkü haliyle bu barış, sanki “Made for US Corporations” (Amerikan Şirketleri İçin Üretilmiştir) damgası taşıyor.
Görüş
Küresel savaş ekonomisinin aleni beyanı: Lahey’deki NATO Zirvesi Sonuç Bildirgesi

Arnavutluk, Belçika, Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Finlandiya, Yunanistan, İzlanda, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Karadağ, Kuzey Makedonya, Norveç, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve İsveç… Kuzey Atlantik İttifakının (NATO) üye ülkelerini tek tek yazmamın sebebi, her birinin Lahey’deki NATO Zirvesi kapsamında varılan mutabakatla ciddi bir malî yük altına girecek olmaları. Hemen hatırlatmakta fayda var; coğrafî olarak NATO’nun açılımı Kuzey Atlantik’i kapsar gibi görünse de, Japonya, Avustralya, Güney Kore ve Yeni Zelanda’yı da içeren bir grup Asyalı müttefik ülke de bu ittifakın toplantılarında hazır ve nazır bulunur. Ancak bu sefer Japonya Başbakanı Şigeru İşiba’nın toplantıya katılmaması dikkat çekti. Yeni Zelanda Başbakanı Christopher Luxon ise Lahey’deki zirveye katıldı. Gerçi bu ülkeler NATO’nun bu kararından malî açıdan etkilenmeyecek, ancak Pasifik Havzası’nda yaşanan gerilimler sebebiyle zaten savunma harcamalarını artırıyorlar. O bölgede ABD’nin doğal müttefikleri ve Washington için en az Avrupalı müttefikler kadar önemliler.
BİR YANDA EKONOMİK DURGUNLUK
ÖTE YANDA YAPISAL SORUNLAR VARKEN…
Gelelim zirveden çıkan sonuçlara ve bunun Avrupa’da yaratacağı dönüşüme… NATO zirvesinin sonuç bildirgesi, yeni bir silahlanma seferberliğinin ve ‘hızlandırılmış’ bir soğuk savaşın habercisi. Aslına bakarsanız, bu ilk adım değil, Avrupa Birliği (AB) bu zirvenin öncesinde ilk adımı atmıştı. ABD’nin baskıları ve ‘kendi savunmanız için pamuk eller cebe’ uyarısının ardından AB Komisyonu’nda alınan kararla, ‘Hazırlık 2023’ planı yürürlüğe girmişti. Beş yılı kapsayan bu planın Avrupa halklarına maliyeti 800 milyar Euro olacak. Gerek ABD yönetimi gerek NATO bürokrasisi bu karardan dolayı pek memnun. Avrupa’daki savaş kışkırtıcıları da… Aynı şeyi gerek AB üyesi ülkelerin bazıları ve geniş halk kesimleri için söylemek ise pek mümkün değil. Her ne kadar, AB’nin şahinleri bu plan sayesinde AB ekonomilerinin artan savunma harcamalarının etkisiyle durgunluktan çıkacağını iddia etseler de… Zira pandemiye kadar Avrupa ekonomileri sermaye birikimleri ve sanayi altyapılarıyla durumu idare etmeye çalıştılar, ancak sonrasında yapısal sorunları sebebiyle bu rekabette geride kaldılar ve toparlanmaları hiç de kolay görünmüyor.
Şu bir gerçek ki, ‘Hazırlık 2023’ zaten ciddi bir sorun olan kamu borçlanma oranlarını artırarak finanse edilecek. Yani kısa vadede ekonomide bir hareket yaratsa bile ileride büyük bir maliye politikası sorunu olarak başa bela olacak. Üstelik Ukrayna-Rusya savaşından bu yana hammadde ve enerji tedariki her zamankinden daha pahalı ve sadece Rusya ile olan ticari ilişkilerin bitmiş olması bile ödedikleri çok ciddi bir bedel! Ancak, savaş ekonomisinde direteceklerini ve olası savaşlara sebep olacaklarını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor.
REARM EUROPE PLANI VE SAFE:
SÖZDE TEK TABANCA AB DENEMESİ…
AB Komisyon Mart 2025’te ‘Avrupa Savunması için Beyaz Bülten-Hazırlık 2030′ ve ‘ReArm Europe Planı/Hazırlığı 2030’u hazırlamıştı. Bu; AB üyesi devletlere, savunma yeteneklerinde bir yatırım artışını teşvik etmek için finansal kaldıraçlar sağlayan iddialı bir savunma paketi… ‘İstikrar ve Büyüme Paktı’nın savunma amaçlı aktivasyonu; Avrupa Güvenlik Eylemi (SAFE) kredisiyle birlikte ‘ReArm Europe Planı/Hazırlığı 2030’un omurgasını oluşturuyor ve üye devletlerin Avrupa savunmasına yaptıkları yatırımları önemli ölçüde ve hızla artırmalarını sağlamayı hedefliyor. Tabii bunun kârlı bir iş olduğunu da anlatmak gerekiyor. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in demeci bunun bariz bir örneği: “Avrupa öne çıkmaya hazır. Savunmaya yatırım yapmalı, yeteneklerimizi güçlendirmeli ve güvenliğe proaktif bir yaklaşım benimsemeliyiz. Kararlı bir şekilde harekete geçiyoruz, artan savunma harcamaları ve Avrupa savunma sanayii yeteneklerine önemli yatırımlarla ‘Hazırlık 2030’ için bir yol haritası sunuyoruz. Daha fazla Avrupa ürünü satın almalıyız. Çünkü bu, Avrupa savunma teknolojik ve sanayi tabanını güçlendirmek anlamına geliyor. Bu, inovasyonu teşvik etmek anlamına geliyor. Ve bu, savunma ekipmanları için AB çapında bir pazar yaratmak anlamına geliyor.” Tabii bu konuşmada artık eskiyen altyapıyı yenilemek, yeni ekonomi sektörlerinde atılım yapmak, görece düşen yaşam standartlarına yükseltmek için 800 milyar Euro yatırımı yapılabilse, Avrupa halklarının neler kazanabileceğine ilişkin tek bir şey yok!
GSYH’NİN YÜZDE 5’İ CİDDİ BİR YÜK
Ancak NATO zirvesiyle birlikte artık ciddi bir mesele daha var. Müttefikler, Washington Antlaşması’nın 3. Maddesi uyarınca ulusal ve kolektif yükümlülüklerini yerine getirmek için 2035 yılına kadar yıllık GSYH’lerinin yüzde 5’ini temel savunma gereksinimlerine ve savunma ve güvenlikle ilgili harcamalara yatırmayı taahhüt ediyor. Bu harcamaların, caydırma ve savunma, kriz önleme ve yönetimi ve işbirlikçi güvenlik olmak üzere, üç temel görev doğrultusunda, caydırma ve savunma için gereken kuvvetlere, yeteneklere, kaynaklara, altyapıya, savaş hazırlığına ve dayanıklılığa sahip olmak için yapılacağı belirtiliyor belgede. Gerekçe de pek dokunaklı: “Birine yapılan saldırı, herkese yapılmış bir saldırıdır. 1 milyar vatandaşımızı koruma, ittifakı savunma ve özgürlüğümüzü ve demokrasimizi koruma kararlılığımızda birleşmiş ve kararlı olmaya devam ediyoruz”.
2029 REVİZYON YILI OLACAK
Sonuç bildirgesine göre, bu yüzde 5’lik taahhüt iki temel savunma yatırımı kategorisinden oluşuyor. Müttefikler, 2035 yılına kadar NATO savunma harcamalarının kabul edilen tanımına göre yıllık GSYH’lerinin en az yüzde 3.5’ini temel savunma gereksinimlerine ve ‘NATO Yetenek Hedefleri’ne ulaşmaya ayıracak. Bu hedefe ulaşmak için güvenilir, kademeli yıllık planlar sunacak. Kalan yüzde 1.5’e gelince… Savunma altyapısını korumak, sivil hazırlık ve dayanıklılığı sağlamak, buluşçu ve yenilikçi bir girişim iklimi oluşturmak ve savunma sanayiini güçlendirmek için kullanılacak. Biraz daha netleştirmekte fayda var: En büyük pay, yani yüzde 3.5; tanklar, jetler, insansız hava araçları, tonlarca yeni topçu mühimmatı ve tabii ki askerler gibi ‘temel savunma harcamaları’ için kullanılacak. Geriye kalan yüzde 1.5’lik kısım ise ‘savunma ve güvenlikle ilgili yatırımlar’a harcanacak. Başka bir deyişle; askeri operasyonları desteklemek ve güçlendirmek için tasarlanan köprüler, yollar ve limanlar, depolama, siber güvenlik ve enerji boru hatlarının korunması gibi sivil ve bilişim altyapısı için… Ancak uzmanlar bütçenin bu bölümünün muğlak ve ulusal yorumlara fazlaca açık olduğunu ileri sürüyor.
1.4 TRİLYON DOLARDAN
2.6 TRİLYON DOLARA…
Bu plan kapsamındaki harcamaların yörüngesi ve dengesi, stratejik ortam ve güncellenen ‘Yetenek Hedefleri’ ışığında 2029’da gözden geçirilecek. Müttefiklerin bu hedefe ulaşması için yıllık asgari harcamalarını, bugünkü GSYH üzerinden yaklaşık 1.2 trilyon dolar artırmaları gerekiyor. NATO verilerine göre 2024’te NATO üyelerinin toplam savunma harcamaları 1.4 trilyon dolar seviyesinde. Bu tutarın yüzde 66.6’sını tek başına ABD karşılıyor. 2035 yılında tüm üyeler hedefi tutturursa toplam savunma harcamaları bugünkü milli gelir üzerinden 2.6 trilyon dolara çıkacak. 1.4 trilyon dolarla aslan payı ABD’nin olmaya devam edecek, ancak toplam harcamalardaki payı görece azalacak.
Tabii ki sonuç bildirgesinde bu noktaya gelinmesinin bahanesi olan Ukrayna da unutulmamış. ‘Müttefikler savunma harcamalarını hesaplarken, Ukrayna’nın savunmasına ve savunma sanayine doğrudan katkıda bulunacaklardır’ ifadesi olmadan olmazdı! Volodimir Zelenskiy’e moral vermeden olmazdı!
UKRAYNA BAHANESİYLE SAVAŞ
EKONOMİSİNİ YAYGINLAŞTIRMAK
Ukrayna’nın NATO’ya olası üyeliği Rusya için önemli bir konu ve savaşı başlatmasının sebeplerinden biri. Rusya, NATO’nun sınırlarına doğru böyle bir genişlemeyi ulusal güvenliğine doğrudan bir tehdit olarak görüyor. Brüksel bürokratları ise NATO perspektifinde şahin politikaları sürdürmeye kararlı… Ancak NATO ittifakındaki bölünmeler Rus işgalinden bu yana görünür hale geldi: Estonya gibi üyeler Ukrayna’nın katılmasını ve daha fazla askeri destek sağlanmasını isterken, Macaristan gibi bazı ülkeler Moskova’ya körü körüne düşmanlık gütmüyor. İspanya da özellikle malî yükün artacak olmasından son derece rahatsız ve büyük olasılıkla mutabakatta yer alan yükümlülükleri yerine getirmeyecek. Bu yaklaşımı tercih edecek başka ülkeler de olacak gibi… Kaldı ki, bu hedefleri yerine getirmeyen ülkelere bir yaptırım uygulamak da pek mümkün görünmüyor. Büyük olasılıkla pazarlıklar yapılacak ve bazı ülkelere istisnalar tanınacak.
Her NATO üyesi ülkenin savunmaya harcadığı miktarın GSYH’ye oranını artırmak sıkıntılı bir mesele… 2023’te, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşı ikinci yılına girerken, NATO liderleri, 2024’e kadar ulusal savunma bütçelerine yapılan harcamaları, önceki yüzde 1.5 eşiğinden en az yüzde 2’ye çıkarmayı kabul etmişlerdi. Ancak, tüm üyeler bunu yapmadı ve sadece 22 üye ülke bu hedefi yakalayabildi. Belçika, Kanada, Hırvatistan, İtalya, Lüksemburg, Karadağ, Portekiz, Slovenya ve İspanya 2024’te bu hedefe ulaşamayan üyeler arasında yer alıyor. Üye ülkelerin savunma harcamalarının GSYH’ye oranının ortalaması yüzde 2.2. En düşük oranlar yüzde 1.3 ile Belçika ve yüzde 1.28 ile İspanya’nın… Yüksek oranlara sahip ülkeler de yüzde 4.12 ile Polonya, yüzde 3.37 ile ABD ve yüzde 3.43 ile Estonya… Polonya ve Estonya ile diğer iki Baltık ülkesinin bu yüksek oranlarının sebebi hem Rusya ile sınırdaş olmaları hem de yüksek dozlu Rusya nefreti!
ALMANYA VE BİRLEŞİK KRALLIK
HEVESLİ OLMASINA HEVESLİ DE…
Almanya da bu konuda pek istekli… Alman hükûmeti bu hedefe 2029 yılına kadar ulaşmak için bir bütçe anlaşmasını destekledi. 2025 yılında savunmaya yaklaşık 62.4 milyar Euro harcanacak ve bu miktar 2029 yılında 152.8 milyar Euro’ya yükselecek; bu miktar kısmen kamu borçlanması ve özel fonlarla finanse edilecek. Alman Şönsölyesi Friedrich Merz, bu kararın ABD baskısıyla alınmadığını söylemeden edememiş ve “Bunu ABD’ye ve başkanına bir iyilik olsun diye yapmıyoruz. Bunu kendi görüş ve inancımızla yapıyoruz, çünkü Rusya tüm Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğini ve özgürlüğünü aktif ve saldırgan bir şekilde tehlikeye atıyor” demişti. Ekonomik sorunlarla çok ciddi bir yüzleşme içinde olan Alman halkını ikna etmek için başka ne diyebilirdi ki!
Ukrayna’daki savaştan bu yana Rusya nefretinin ayyuka çıktığı, belki daha doğrusu ‘hortlatıldığı’ Birleşik Krallık da bunlardan biri… Londra, ülkeyi ‘savaşa hazır’ hale getirme planını açıklamıştı. ‘Stratejik Savunma İncelemesi’ (Strategic Defence Review-SDR), nükleer savaş başlıklarına yeni yatırımlar, yeni denizaltı filosu ve yeni mühimmat üretim tesislerini içeriyor. Birleşik Krallık şimdiye kadar savunma harcamalarını şu anki oran olan yüzde 2.3’ten 2027’ye kadar yüzde 2.5’e çıkarma kararı aldı. Ancak 2029’da, yani bir sonraki seçimlerden sonra, yeni parlamentoda bu oranın yüzde 3’e çıkarılması da hedefler arasında. ‘Adanın şahinleri’ fırsat bulurlarsa bu oranı daha da artırma niyetindeler. Fark ettiğiniz üzere, tüm coşkulu açıklamalarına karşın hâlâ yüzde 5’in bayağı bir gerisinde kalacak gibi Birleşik Krallık!
İSPANYA’DAN İSTENEN, SAVUNMA
HARCAMALARINI YÜZDE 290 ARTIRMASI
Coşkulu destekçiler için karşılanması zor bir yük bu oran. Şimdi en isteksiz üyeden yola çıkarak ek yükü tarif edeyim. Mevcut savunma bütçesine göre oransal olarak harcamasını en fazla artırması gereken ülke yüzde 290 ile İspanya. Ancak, İspanya taahhüdü ‘mantıksız’ olarak nitelendirmişti. Başbakan Pedro Sánchez, bir mektupla belirli bir harcama hedefine bağlı kalmayacaklarını belirtti. Bu nedenle, zirvede yapılan görüşmelerden sonra, İspanya’ya yüzde 5 hedefine bağlanmama esnekliği tanındı. Bu durumda, İspanya için yüzde 5’lik hedef geçerli olmayacak.
Sıkıntılı ülkeler arasında Belçika ve Slovenya da var. Belçika Dışişleri Bakanı Maxime Prévot, “Diplomatlarımızın haftalardır esneklik mekanizmaları oluşturmak için çok çalıştıklarını temin edebilirim” dedi. Brüksel’in harcamaları şu anda yüzde 1.3 seviyesinde. Slovakya da yeni hedefe ne zaman ulaşılacağına karar verme hakkını saklı tuttuğunu açıkladı.
Bir veri öngörüsü de Türkiye için: NATO’nun tahminî verilerine göre 2024’te Türkiye’nin savunma harcamalarının milli gelire oranı yüzde 2.1 seviyesinde. NATO’nun yüzde 5’lik hedefine ulaşmak için harcamaların bugünkü değerler üzerinden yaklaşık 32 milyar dolar artırılması gerekiyor. Türkiye için bu kararın uzun vadeli etkisini hep birlikte göreceğiz. Bir not düşelim; Türkiye ile Rusya’nın ilişkileri halen çok güçlü ve mesele Ankara açısından 32 milyar dolarlık ek yükten ziyade, iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanacak gerilimlerin siyasî ve ekonomik sonuçları olacak.
SAVUNMA SANAYİLERİNDEKİ KAPASİTE
VE KABİLİYET YETERSİZLİĞİNİN PANİĞİ Mİ?
Konu para olunca, Donald Trump’ın gözü bir şey görmüyor. Avrupalı NATO üyelerini çok sert eleştiriyor ve zorluyor. Washington, ittifakın ABD fonlarına aşırı derecede bağımlı olduğunu ileri sürüyor ve aslına bakarsanız aritmetik açıdan da haklı görünüyor. İşte bu sebeple, diğer ülkelerin harcamalarını GSYH’nin yüzde 5’ine çıkarmasını talep ediyor. Zira Ukrayna-Rusya savaşı gösterdi ki, NATO’nun bütçesi yeterli değil, daha doğrusu ABD dahil bu ülkeler gerek savunma sanayii kapasitesi gerekse yetenekleri açısından oldukça köhnemiş. Ne Avrupalı üyelerin ne de ABD’nin bazı silahların üretiminde kapasite sorunu yaşadığı bu savaşla ortaya çıktı. En barizi de top mermisi üretiminde yaşanan sorunlar oldu. Yine o anlı şanlı Leopard ve Abrams tanklarının sahada yaşattığı hayal kırıklıklarını unutmamak lazım. Bir de Rusya’nın hipersonik silahları var ki, işte bu NATO’nun kabusu… Ariyeşnik’in bir kezlik kullanımı bile, Brüksel’i şoke etmeye yetmişti.
ŞİRKETLERİN İŞTAHINI
KABARTACAK BİR PASTA
Mayıs ayında, ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Matthew Whitaker, “Bizim rakamımız yüzde 5. Müttefiklerimizden savunmalarına yatırım yapmalarını istiyoruz, bunu ciddiye alıyorlar” derken, aslında bu sıkıntıdan dem vuruyordu. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin üye devletlerden 2032’ye kadar savunma bütçeleri için GSYH’lerinin yüzde 5’i oranında yeni bir hedef belirlemelerini isteyeceği de zaten herkesin malûmuydu. Rutte, üye ülkeleri silah ve savunma sistemleri üretimlerini artırmaya çağırırken, 12 Haziran’daki açıklamasında, “ABD’de, Avrupa’nın her yerinde ve Kanada’da harika endüstriyel şirketlerimiz var, ancak hızlı üretim yapmıyorlar. Bu yüzden daha fazla vardiyaya, daha fazla üretim hattına ihtiyacımız var” diye konuşması boşuna değildi. Hedefin topyekûn bir silahlanma ve savaş ekonomisi seferberliği olduğunu anlatmak istiyor Rutte, sadece bunu açıkça böyle ifade etmiyor. Aynı zamanda bazı sanayi kollarının iştahını kabartacak bir pastayı da tarif etmiş oluyor.
PASTA VARSA ‘İRADE’ DE VAR!
Tabii ki savunma sanayii temsilcilerinin böylesi bir zirvede başrol olmasa da ikinci rolleri kapması çok doğaldı ve öyle de oldu. ‘NATO Savunma Sanayii Forumu Zirvesi’, ittifak genelinde ve dışında savunma bakanlarını, sanayi liderlerini ve uzmanları bir araya getirerek, Transatlantik savunma sanayii işbirliğini güçlendirmek, üretim kapasitesini artırmak, inovasyonu desteklemek ve havacılık-uzay sektörünün potansiyelinden yararlanmak için pratik çözümler belirledi. Katılımcılar, NATO’nun ‘Transatlantik ekonomisinin ve toplumunun refahı, güvenliği ve dayanıklılığı’ için ‘Endüstriyel Kapasite Genişletme Taahhüdü’nü destekleme konusundaki ortak taahhütlerini yansıtan bir irade beyanı sundular. NATO ayrıca, NATO’nun toplu talep, kapasiteyi artırma ve endüstriyle etkileşimi güçlendirme taahhüdünü özetleyen ‘Güncellenmiş Savunma Üretimi Eylem Planı’nın ilk kamuya açık versiyonunu yayımladı. Şimdi herkes pay kapmak için yeni bir yarışa girişecek. Aslan payını ABD, Kanada ve Avrupa’nın büyükleri, yani Almanya, Fransa ve Birleşik Krallık şirketleri kapacak bu kesin. Tabii diğer ülkelerin şirketlerine de sus payı verilecektir.
ASYA-PASİFİK’TE SAVAŞMAK İÇİN DE
ÇOK PARA LAZIM SONUÇTA!
Eğer ki Batı merkezli kapitalist sistemin başta Çin olmak üzere gelişen ekonomiler karşısında, kısa vadede rekabet gücü azalıyorsa, o zaman soft power yetmiyor. Tüm bu ‘pamuk eller cebe’nin bir sebebi de bu. Çünkü Rusya bir ‘düşman’ ise onlar için asıl bela aslında bu diğerleri… Neredeler? Hemen hemen çoğu Asya-Pasifiik’te ve geleceğin savaş alanı da orası olacak. ABD’nin silahlanma bütçesinin önemli bir kısmını da bu strateji çerçevesinde belirlemesi lazım.
Londra merkezli Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’ne göre, Trump yönetiminin 2026 malî yılı bütçe teklifi savunma harcamalarında önemli bir artış sağlayacak ve ihtiyari temel bütçe potansiyel olarak yüzde 13.4 oranında artarak 1.01 trilyon dolara ulaşacak.
Bu artış, Savunma Bakanlığı’nın maliyet azaltma çabalarına rağmen gerçekleşti. Dikkat çeken bir ABD savunma politikası, Trump’ın 20 Mayıs’ta sistemi geliştirme planlarını duyurmasıyla, bir iç füze savunma kalkanı olan ‘Altın Kubbe’. Bu politika, füzeleri tespit etmek ve engellemek için yeni uzay ve kara tabanlı yetenekler dahil olmak üzere yatırım için bir dizi alanı kapsıyor.
BATININ EN RİSKLİ RUS RULETİ
2026 malî yılı bütçesinin bir diğer yararlanıcısı da projeleri zamanında ve bütçe dahilinde teslim etmekte zorluk çeken askeri gemi inşa sektörü… Ve tabii ki hava gücü de var. ‘F-47 Next Generation Air Dominance’ (NGDA) platformunun finansmanına yönelik çalışmalar sürüyor. Hedef, Trump’ın başkanlık dönemi sonlanmadan bu projeyi tamamlamak. Bunu desteklemek için yasa tasarısı, mevcut yetenekleri ek uçaklar edinerek ve mevcut uçakları modernize ederek artırmak için ek 7.2 milyar dolar öneriyor. Özellikle gemi filosunun Asya-Pasifik ve Arktik’te hegemonyayı artırmak için kullanılacağını tahmin etmek güç değil.
Yakın gelecekte silahların rolü her zamankinden fazla olacak gibi görünüyor. Evet söz konusu küresel ekonomiyse para konuşur, ama anlaşılan o ki rakiplerinin parası ve teknolojik gücü varsa, bu kez silahlar da konuşur. Silahı güçlü olanın kasayı boşaltacağı günler o kadar da uzak görünmüyor. Ancak trilyon dolarlık bir uzman sorusu var: Çin ve Rusya’nın askerî-sınaî kompleksi neredeyse NATO ülkelerine göre yüksek teknolojili silahları yarı yarıya maliyetle üretebilirken ve bunu planlı programlı yaparken, kim bu işten kazançlı çıkar?
Görüş
Kazananı Olmayan Kontrol Edilebilir Bir Çatışma

13-24 Haziran tarihleri arasında İsrail ile İran arasında eşi benzeri görülmemiş bir çapraz saldırı savaşı yaşandı. Bu süreçte, İsrail’e destek veren ABD doğrudan devreye girdi, İran’ın üç büyük nükleer tesisine uzun menzilli bombalama gerçekleştirdi ve İran’dan sembolik bir misilleme geldi. Sonuç olarak, ABD’nin doğrudan arabuluculuğunda, üç taraf da “zafer ilan ederek” çatışma ateşkese dönüştü. ABD ve İsrail’in İran’a ortak kıskacıyla başlayan ve 12 gün sonra hızlıca sona eren bu çatışma; kazananı olmayan, sınırlı ama bilinçli bir çatışmaydı. Gösteri niteliğinde unsurlar barındırıyordu, temel çelişkileri çözmeden sonlandı, bu da savaşın her an yeniden alevlenme riskini taşıyor.
Bu çatışmada kazanan olmadı. İsrail, İran ve ABD farklı düzeylerde farklı bedeller ödedi ve bu uzun vadeli sonuçlar doğuracak. Elbette kaybedenler vardı: savaşın ortasında kalan İsrail ve İran halkı; İran, İsrail ve ABD arasında daima eksik olan uzlaşma isteği ve stratejik güven; hem hakem hem oyuncu gibi davranan ABD’nin siyasi itibarı.
İsrail, güçlü uzun menzilli saldırı kapasitesi ve istihbarat ağına dayanarak “önleyici saldırı” ve sınır ötesinde düşmanı karşılama askeri geleneğini sürdürdü. “Yükselen Aslan Operasyonu” kod adıyla, İran’ın bazı nükleer tesislerine, devlet kurumlarına, füze ve hava kuvvetleri üslerine nokta saldırılar gerçekleştirdi. Ajanların desteğiyle 20’den fazla üst düzey İranlı askeri lider ve 10’dan fazla nükleer bilim insanı fiziksel olarak ortadan kaldırıldı.
Nüfus, toprak ve kaynak açısından bir “cüce ülke” olan İsrail’in, bu üç alanda da kendisinin en az on katı güçlü bir Orta Doğu ülkesi olan İran’a açıkça meydan okuması; güçlü ulusal iradesini, olgun askeri stratejisini ve üstün hava hakimiyetini gösterdi. Özellikle İsrail hava kuvvetlerinin Tahran semalarında iki saat boyunca gösterişli biçimde operasyon yapması, havada yakıt ikmali gerçekleştirmesi; İsrail istihbaratının İran’daki derin sızması, bilgi toplaması, yerel unsurları devşirmesi ve sürpriz saldırılar düzenlemesi, modern açık ve örtülü savaşın bir arada işlendiği bir efsane yazdı.
Ancak yine de İsrail kaybeden oldu. Ahlaki ve uluslararası kamuoyu açısından, İsrail her zamanki gibi BM Şartı ve uluslararası hukuku açıkça çiğnedi; İran’ın nükleer silah peşinde olduğu ve tehdit oluşturduğu bahanesiyle, ülkenin egemenliğini, hava sahasını ve toprak bütünlüğünü ihlal etti. Ayrıca, İsrail ile İran arasında yer alan Arap ülkelerinin hava sahasını kendi savaş uçaklarının geçiş yolu gibi kullandı, bu da bu masum komşuların egemenliğini, hava sahasını ve onurunu ihlal etti.
İsrail’in ilan etmeden savaş başlatıp İran’a saldırması, askeri liderlerini doğrudan “kellesini alarak” öldürmesi, nükleer bilim insanlarını öldürmeye devam etmesi; klasik bir devlet terörü eylemidir. Hukuki süreç olmadan başka ülkelerin asker ve sivillerinin hayatını sonlandırmak, modern uygarlık, hukuk devleti ve insani değerleri çiğner; İsrail’in uluslararası imajını daha da bozarak itici hâle getirir.
İsrail’in İran’a ani saldırısı, “Samimi Taahhüt-3” adıyla şiddetli bir misillemeyi tetikledi. İran, 12 gün içinde İsrail topraklarına 22 kez uzun menzilli hava saldırısı düzenledi; en az 534 orta menzilli füze ve çok sayıda İHA gönderildi. İran, füzelerle İsrail hava sahasına nüfuz etmeyi başardı.
ABD’nin savunma desteğine rağmen, İsrail’in çok katmanlı ve uzun menzilli önleme sistemlerinden oluşan sözde “demir duvarı” büyük ölçüde delindi. Tel Aviv, Hayfa, Berşeva ve Eilat gibi büyük şehirler ilk kez savaş düzeyinde bombalandı; bazı kilit kurumlar, enerji tesisleri ve ekonomik merkezler ya yok edildi ya da ciddi hasar gördü. Yarım yüzyıldan fazladır ilk kez, İsrail halkı gökten “cehennem ateşi” yağdığını gördü ve eşi benzeri görülmemiş bir paniğe kapıldı.
İsrail’in saldırısı güçlü, savunması zayıftı. Bu sadece bir taktik hata değil; stratejik ve psikolojik bir başarısızlıktı. İsrail’in yenilmez askeri gücü efsanesi, iki yıl içinde ikinci kez çöktü. 7 Ekim 2023’te, Hamas’ın beklenmedik saldırısıyla İsrail’in güvenlik hattı yıkıldı, ordu hazırlıksız yakalandı, sivil halk ağır kayıplar verdi. Bu sefer, özenle plan yapıp, hazırlıklarını tamamlayıp saldırıyı başarıyla gerçekleştirse bile; dünyanın en gelişmiş savunma sistemiyle korunan dar hava sahası, Hamas’tan çok daha güçlü İran tarafından bir intikam “füze yağmuruyla” delik deşik edildi. Bu yalnızca 12 gün süren çatışmanın, İsrail halkı ve siyaseti üzerindeki derin siyasi, toplumsal ve psikolojik etkilerini izlemeye devam edeceğiz.
İran da kazanan olmadı. Her ne kadar İran bu çatışmanın mağduru olarak uluslararası sempati kazanmış, askeri caydırıcılık anlamında İsrail’le başa baş mücadele etmiş ve Arap dünyasının yarım yüzyıldır başaramadığı şekilde İsrail’in iç bölgelerine kapsamlı saldırı gerçekleştirmiş olsa da; bölgesel süper güç olmayı hedefleyen, Orta Doğu “Şii Hilali”nin doğal lideri, “Direniş Ekseni”nin omurgası ve ABD ile İsrail’e karşı yıllardır direnen İran; savaşın başında çok ağır ve utanç verici bir darbe yedi. İsrail’in ana şehirlerine uzaktan etkili saldırılar düzenleyebilse de, kendi hava sahasını, kilit tesislerini, askeri liderlerini ve nükleer bilim insanlarını yerinde koruyamadı. Yetkililer kadınların kıyafet yönetmeliğine uymasıyla meşgulken, binlerce İsrailli casusun sızmasını fark edemedi.
Uzun süreli örtülü savaşlar ve neredeyse hiç zafer kazanılamayan casusluk faaliyetlerinden, 2024’te Reisi’nin uçağının gizemli düşüşüne, ardından bu defa devletsiz bir savunmaya, korumasız bir güvenliğe; düşman uçaklarının elini kolunu sallayarak girip çıkmasına, casus ve hainlerin ardı ardına çıkmasına ve keyfince hareket etmesine kadar, İran efsanelerde Yahudi savaşçı kral tarafından pusuya düşürülüp başı kesilen Filistinli dev Golyat’a benziyor: büyük ama etkisiz, iri ama güçlü değil.
İsrail’in yıldırım saldırısı karşısında İran’ın önemli isimleri can güvenliğini koruyamıyor, kritik tesisler bombalanmaya açık, başkent Tahran boşalıyor, savunma sistemi delik deşik oluyor, özellikle hava savunma kapasitesi ve güvenlik sistemi zayıflığı şaşkınlık yaratıyor.
Bu, 1988’deki İran-Irak Savaşı’nın sona ermesinden bu yana 37 yıldır İran’ın ilk kez büyük çaplı, sürekli bir dış hava saldırısına uğramasıdır. İki neslin barış ve güvenlik hafızası böylece sona erdi ve ülke şimdi nükleer sızıntı ve kirlilik riskiyle karşı karşıya.
İran-Irak Savaşı sırasında İran neredeyse tamamen yalnız kalmıştı. Ancak şimdi İsrail ve ABD’nin ortak saldırısı karşısında bile İran hâlâ “gururlu yalnızlık” içinde.
Çevresindeki Arap ve İslam ülkeleri sadece seyirci konumunda. “Direniş Ekseni” sadece Yemenli Husiler aracılığıyla sözlü destek veriyor. Batılı hükümetler İsrail’e ambargo koymadı, tedariki kesmedi. Almanya Başbakanı Merz, “pis işi herkes adına yaptığı” için İsrail’e açıkça teşekkür etti. NATO zirvesi İsrail ve ABD’nin İran’a saldırısından tek kelimeyle bile bahsetmedi; aksine İran’ı Rusya’ya askeri ekipman sağlamakla suçladı…
İran eşi benzeri görülmemiş hava saldırılarına ve bombalamalara maruz kaldı: 600’den fazla ölü, yaklaşık 5000 yaralı, büyük emekle kurulan nükleer tesisler genel olarak zarar gördü.
Ancak İran’ın ulusal ve etnik onurunun tekrar tekrar zedelenmesi sadece İsrail ve ABD’nin askeri ve teknolojik üstünlüğünden kaynaklanmıyor. Daha çok İran hükümetinin oyunlaştırılmış, gösteri amaçlı hatta pazarlıkçı askeri karşılıkları ve diplomatik pazarlıkları yüzünden.
Bu tür bir etkileşim mekanizması, savaşan taraflar arasında yeni bir “zararı sınırlama” paradigması doğurdu; ama aynı zamanda İran halkının 40 yıldır rejim uğruna yaptığı büyük fedakârlıkları anlamsız kıldı.
ABD, “Gece Yarısı Çekici” operasyonu kapsamında stratejik bombardıman uçaklarını kullanarak İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırısının ardından durumu toparladı; ama öncesinde İran hükümetine bilgi vererek önlem alma veya zararı azaltma fırsatı tanıdı.
İran, ABD’nin Katar’daki üssüne misilleme yaparken bile önceden haber verdi; böylece meşru bir intikam eylemi, halkı kandıran bir askeri-diplomatik tiyatroya dönüştü ve Trump’tan aleni teşekkür aldı.
Tabii ki, devletler arası jeopolitik mücadeleyi bir “zararı azaltma oyunu”na çevirmek yeni değil; 2021’de ABD’nin İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Süleymani’yi Irak’ta öldürmesi ve İran’ın sembolik yanıtıyla başlamıştı. 2024 Nisan ve Ekim aylarında İran ile İsrail arasındaki iki sembolik karşılıklı saldırıyla devam etti—özellikle İran’ın her seferinde önceden dolaylı bildirim yapması, saldırıyı geciktirmesi ve İsrail’i daha fazla kışkırtmamaya çalışması dikkat çekiyor.
Devlet meseleleri, savaş ve barış, düşmanlık ve dostluk; ciddi ve ağır meselelerdir, halkın güvenliği ve duygularıyla ilgilidir.
İran’ın sürekli lanetlediği “büyük ve küçük şeytan”larla savaş ortamında flört etmesi, gizlice anlaşmalar yapması, dış dünyaya İran halkının İslam devrimini ihraç uğruna birkaç kuşaktır ödediği bedelin boşuna olduğunu düşündürüyor.
İran’ın bu kadar çok İsrail ajanı yakalaması belki de şu gerçeğe işaret ediyor: bu ülkenin rejimi, sistemi ve gidişatı günbegün merkezkaç hâle geliyor; yani devlet ile rejim birbirinden ayrılıyor olabilir.
ABD de kazanmadı. Trump, İran’ın nükleer tesislerini bombalayarak “zamanında müdahale ettiğini” ve zafer kazandığını iddia etti. Bazı Kongre üyeleri onu Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterdi. Ancak ABD, küçük kazandı ama büyük kaybetti; az elde etti ama çok yitirdi.
Süper güç sıfatıyla ABD, beş turluk nükleer müzakereleri kılıf yaparak stratejik kandırmacayla İsrail’in İran’a ani saldırısını destekledi. İki hafta içinde saldırı kararı vereceğini duyurduktan sonra, İran’ın zayıf anını yakalayıp operasyon gerçekleştirdi.
Siyasi dürüstlüğü, ulusal etik anlayışı ve uluslararası itibarı tamamen çöktü.
Tarihte nükleer bomba kullanan tek ülke ve yüz binlerce sivilin ölümüne yol açan, aynı zamanda Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT) kurucularından biri olan ABD, İran’ın nükleer tesislerini bombalayarak bu anlaşmayı ilk bozan ülke oldu.
Savaş karşıtı olduğunu sıkça dile getiren Trump, ilk başkanlık döneminin başında Suriye hükümet hedeflerini bombaladı, görevden ayrılmadan önce Basra Körfezi’nde İran’la askeri gerilimi tırmandırdı. İkinci döneminin henüz yarısına gelmeden, stratejik bombardıman uçakları ve zemin delici bombalarla İran nükleer tesislerini vurdu…
Böyle güven vermeyen bir başkan yönetimindeyken, ABD’nin ne itibarı ne de erdeminden söz edilebilir.
Amerika Birleşik Devletleri, İran’ın üç büyük nükleer tesisini yok ettiğini iddia etti. Ancak hem ABD hem de İsrail’in istihbarat kurumları bunu yalanladı; yalnızca İran’ın nükleer kapasitesini yeniden kazanmasını birkaç ay ya da yıl geciktirdiğini değerlendirdiler.
İsrail ile iş birliği yaparak İran’a ortak saldırı düzenleyen ABD, verdiği sözleri tutmayarak İran’ın stratejik şüphe ve huzursuzluğunu artırdı ve onu stratejik tereddüdü terk ederek gerçekten nükleer silahlanma yoluyla kendini koruma yoluna itmiş olabilir.
Bu çatışma, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Ortadoğu Savaşı”nın bir aşama savaşıdır ve aynı zamanda donanım ve taktik seviyesi en yüksek devlet aktörleri arasındaki bir karşılaşmadır.
İslami gruplar, İran ve ABD, çatışmanın tamamen kontrolden çıkmasını istemediğinden ve herkes önceden hedef ve sınır belirlediğinden, çatışma yüksek şiddetli ama kontrol edilebilir bir seyir izledi.
Elbette, ateşkes savaşın tamamen bittiği anlamına gelmez, çünkü üç taraf da hedeflerine tam anlamıyla ulaşamamıştır.
İsrail, İran’ın nükleer yeteneklerini ve uzun menzilli füze sistemlerini tamamen yok etmeyi ve en iyisi İran’da iç karışıklık hatta rejim değişikliği çıkartmayı, böylece İran’ın düşmanca politikalarına kökten son vermeyi hedefliyor.
Bu nedenle İran’ın nükleer altyapısına, stratejik silahlarına, askeri liderlerine ve bilimsel araştırma kadrolarına yönelik saldırı ve imha işlemlerine odaklandı; aynı zamanda halkta savaş paniği yaratarak memnuniyetsizlik oluşturmak ve renkli devrim başlatmak istedi. Ancak bu hedeflerin gerçekleşmesi sınırlı oldu.
ABD, İsrail ile iş birliği içinde İran’ın nükleer programını ortadan kaldırmak ve İran’ı bölgesel yayılmacı politikasından vazgeçmeye zorlayan yeni bir anlaşma imzalamaya itmek istedi. Ancak aynı zamanda başka bir savaş bataklığına saplanmaktan da korktu.
Bu nedenle önce İsrail savaş makinesine destek uçağı ve lojistik sağlayıcı olarak eşlik etti, ardından İsrail İran hava sahasında kontrol sağladığında kendisi sahaya indi, derinlemesine saldırı ve nükleer tesislerin nokta imhasını gerçekleştirdi ve İran’ın yanlış değerlendirme yapmaması için önceden bilgi verdi.
İran, eşit nükleer haklar elde etmeye çalıştı, bölgesel büyük güç statüsünü vurgulamak ve “Direniş Ekseni” bayrağını yükseltmek istedi.
Aynı zamanda aşırı kan kaybından ve özellikle ABD ile savaşa girmekten kaçınmaya çalıştı.
Bu nedenle İsrail’e denk bir şekilde karşılık verip ABD’ye sembolik bir misillemede bulunduktan sonra, savaşın büyümesini önlemek için aktif olarak ateşkes aradı ve kabul etti, böylece iç istikrar ve rejimin meşruiyeti tehlikeye girmemiş oldu.
Şu anda İsrail’in askeri faaliyet yarıçapı iki katına çıkmış durumda; Doğu Akdeniz’den İran platosuna kadar genişledi.
Ancak nüfusun azlığı, dar bir coğrafyada yer alması ve kaynaklarının kıt olması uzun süreli bir yıpratma savaşına uygun değil ve ABD ile koordinasyon gerektiriyor, bu da stratejik sınırlamalar getiriyor.
ABD, Orta Doğu’daki angajmanını stratejik olarak azaltmaya devam ediyor ve bu bölgedeki denetimini en düşük maliyetle sürdürmek istiyor.
Bu nedenle hem İsrail gibi sıkı bir müttefike güvenmek zorunda, hem de Orta Doğu’daki büyük etnik güçler arasındaki genel dengeyi bozmamak istiyor. Bu sebeple İran’la kendi lehine bir uzlaşma arıyor.
“Arap Baharı” sonrası yaşanan yayılma ve ABD’nin sert yaptırımları sonrasında İran yönetimi ve halkı zor şartlarda ayakta durmaya çalıştı.
Bu kez İsrail ve ABD’nin ortak saldırısı sonucu İran ağır askeri kayıplar verdi, diplomatik olarak izole oldu ve pasif konuma düştü.
Dolayısıyla İran’ın dış meselelerde sürtüşmeye enerjisi kalmadı ve barışa bir an önce dönüp yeniden yapılanma sürecine girmek istiyor—bu sürece hükümetin askeri, siyasi ve diplomatik itibarını yeniden inşa etmek, ordu ve halkın moralini toparlamak ve ülkeyi ikinci bir Libya veya Irak’a dönüştürmemek de dâhildir.
Ateşkes, İran ile İsrail arasındaki tarihsel kin ve güncel güç mücadelesinin yalnızca bir halkasıdır.
Temel ve yapısal çelişkiler çözülmediği için İran ile bu iki taraf arasındaki gerilim ve çatışma her an “eski yaranın yeniden açılması” gibi nüksedebilir.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
-
Ortadoğu1 hafta önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti
-
Söyleşi2 hafta önce
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı
-
Görüş1 hafta önce
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran-İsrail savaşı ve Orta Asya
-
Avrupa2 hafta önce
Yeni MI6 şefinin dedesi, “Kasap” olarak bilinen Nazi casusu çıktı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi
-
Amerika2 hafta önce
Zohran Mamdani: Canavarın ininde bir ‘nepo bebek’
-
Dünya Basını1 hafta önce
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım