DÜNYA BASINI
Türkiye’nin ikili stratejisi
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Geopolitical Futures’ta (GPF) yayımlandı. GFP’nin kurucusu ünlü George Friedman; konuyla ilgili okurlar onu “Gölge CIA” olarak da bilinen Stratfor’un başkanlığından hatırlayacaktır. Makalede, Türkiye’den ABD’nin “eski müttefiki” olarak bahsedildiği dikkat çekecektir. Yazar, ABD’nin ikili bir siyaset izlemesi gerektiğini savunuyor: Kafkasya-Orta Asya hattında, daha genel olarak Avrasya’da, Türkiye’nin “yayılmacı” özlemlerine ket vurulmamalı, hatta el altından desteklenmelidir; Doğu Akdeniz söz konusu olduğundaysa Yunanistan-Kıbrıs hattında kurulan Türk karşıtı kordon devam etmelidir. Zaten Avrasya havucu, Türkiye’nin dikkatini Doğu Akdeniz’den çekmek için gündeme getirilmektedir. Kafkasya’dan Orta Asya’ya bir ‘Türk koridoru’nun oluşması ve Çin’in bu güzergahı Rusya’ya tercih etmesi, yazara göre ABD’nin desteklemesi (veya göz yumması) gereken bir gelişmedir, çünkü böylece Rusya’nın Hint Okyanusuna erişimi engellenecektir ve ABD’nin esas rakibi Çin’i kontrol etmek de kolaylaşacaktır. Bu siyaset, aynı zamanda, Türkiye’nin İran karşıtı tutumunu da belirginleştirecektir. Tüm bunların yanında yazar, Türk dış politikasının ve jeopolitiğinin ABD-Rusya dengesine artık bağlı olmadığını düşünmektedir. Kafkasya’da ABD ile taktik yakınlaşma, Akdeniz’de ABD’ye karşı Rusya ile birleşik cephe kurma ihtimalini dışlamamaktadır. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Daniele Santoro
20 Ekim 2022
1. Ukrayna’daki savaş, Türkiye’nin on yıldan fazla bir süredir kendisini pençesine alan ikilemi çözmesini sağladı. Yıllardır Washington ile Moskova ve Atlantik seçeneği ile Avrasya vehimleri arasındaki yol ayrımında sıkışıp kalan Ankara, 24 Şubat’tan bu yana süper güç [ABD] ile onun gerileyen rakibi arasında daha kolay hareket etmeye başladı, stratejik özerklik konusundaki iddialı söylemini başarılı bir şekilde ispat etti ve Putin’in Ukrayna’daki intiharıyla çağdışı hale gelen iki kutuplu mantıktan kurtuldu. Erdoğan’ın Ukrayna satranç tahtasında yaptığı hamleler, ABD ile Rusya arasındaki taktik dengeleme hareketini hiçe sayıyor; bu hamleler Türkiye’nin jeopolitik yakınlığı hakkında herhangi bir genel sonuç ima etmiyor ve yalnızca Türkiye’nin stratejik zorunluluklarına yanıt veriyor.
Ankara’yı gaz pedalına basmaya iten şey, tam da Rusya’nın Ukrayna’daki yenilgisiydi. Ayrıca Moskova’nın kaynaklarını ve dikkatini batı cephesinde yoğunlaştırma ihtiyacı vardı, bu da Kremlin’i yıllarca şiddetli Türk-Rus rekabeti ile karakterize edilen sektörleri tüketmeye kaçınılmaz olarak zorladı. Bu, Türkiye için çatışmanın arifesine kadar düşünülemeyecek manevra sınırlarının açılmasına yol açtı. Bu, Türklerin vicdansız duruşlarını daha da vurgulamalarına, Rusya’ya giderek artan bir utanmazlıkla meydan okumalarına ve aynı zamanda Rusya’nın güçlüklerini fırsata çevirerek ikili ticaret, enerji ve hatta askeri ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda pekiştirmelerine olanak sağladı.
Fakat bu hamleler, Amerika Birleşik Devletleri’ne simetrik bir yakınlaşma veya ondan simetrik bir uzaklaşma anlamına gelmiyordu. Rus değişkeni Türk-Amerikan jeopolitik denkleminde artık bir faktör değil. Moskova’nın Levant[1], Kafkasya ve Orta Asya’daki etkisine yönelik saldırı, bir dereceye kadar Washington’a hoş geliyor, çünkü süper güç, Rus kayıplarının Türk kazanımlarına dönüştüğünün çok iyi farkında. Ukrayna ihtilafının dinamikleri ve kıtasal sonuçları, Türkiye’nin süper güç için jeopolitik önemini kat be kat artırdı, ama Türkiye’nin büyüyen yayılmacılığının doğasında var olan tehdidin büyüklüğünü de eşit derecede, göze çarpan bir şekilde artırdı. Bu durum ABD’yi, eski müttefiğinin hırslı özlemlerine göre ayarlanmış bir yaklaşımı benimsemeye sevk etti. Washington, Ankara’nın emperyalizmini Anadolu çerçevesine daha fazla sıkıştıramayacağının farkına vardı. Washington, Türkiye’nin dışarıya yönelik önlenemez eğilimine mutlaka bir çıkış yolu vermelidir: Bunu Türkiye’yi Rusya ile rekabetin daha belirgin olduğu cephelere yönlendirmeyi teklif ederek yapabilir. Böylece iki rakip (Türkiye ve Rusya) arasındaki çifte çevrelemeyi daha da teşvik etmiş olur. Ve Rusya’yı Türk etkisinin bir güç çarpanı olarak hareket edeceği düzlemlerde kontrol altında tutabilir. Diğer bir deyişle Amerika Birleşik Devletleri Kafkasya – Orta Asya kara hattı boyunca Ankara’nın elini görece serbest bırakır ve aynı zamanda Trakya ile Kıbrıs arasında anti Türk bir koridor oluşturarak Türkiye’nin Akdeniz’e yönelik projeksiyonuna köstek olur. Amaç, Türklerin denizle ilgili saçma isteklerini bastırmak ve onları Avrasya mücadelesinin içine itmek, aynı zamanda denizden uzaklaştırıp karaya konsantre olmalarını sağlamaktır.
2. Türkiye, Ukrayna savaşını, esas olarak Ukrayna dışında veriyor. Ankara, Rusya’nın Kiev’e yürüyüşünü engellemeye yardım ederek çatışmadaki ana stratejik hedefine ulaştı. Kendisini önceden teçhiz ederek Ukraynalılara 2019 gibi erken bir tarihte ünlü Bayraktar TB2 insansız hava araçlarını sağladı. Fakat Türkiye-Ukrayna askeri işbirliğinin doğası, Erdoğan’ın kaygılarının oldukça göreceli olduğunu ve Türklerin Don’un batısında Rusların karşılaşacağı zorlukları bir ölçüde öngördüklerini ortaya koyuyor. Batılı ülkelerden farklı olarak Türkiye –Polonyalılar, Litvanyalılar ve Ukraynalılar tarafından düzenlenen duygu yüklü yardım toplamalarının ardından ücretsiz olarak dağıtılan insansız hava araçlarının kısmi istisnaları hariç– Kiev’e hiçbir zaman tek bir kurşun bile vermedi. Ankara için, çatışmanın mevcut dinamikleri –Ruslar çıkmaza girmiş ve saldırı altında, Ukraynalılar Amerikan istihbaratının körüklediği geri dönüşe rağmen galip gelemiyorlar– Erdoğan’ın savaşanlar arasında dürüst çöpçatan rolünü başarılı bir şekilde oynamasına ve böylece rakibinin temel çıkarlarını korumaya özen göstererek Rusya’nın talihsizliklerinden yararlanmasına izin verdiği için neredeyse cennet gibi bir durum oluşturuyor. Putin’in artık her gün Türk cumhurbaşkanının bilgeliğini övmesi bunun bir göstergesi ve Kremlin’de hüküm süren çaresizliğin açık bir işareti.
17. yüzyılın sonundan beri Ruslar Türklere, Türklerin Boğazlardan geçmelerine izin verip vermeme eğilimine hiç bu kadar bağımlı olmamıştı. Bu anlamda Ankara, Moskova’ya net sinyaller gönderdi. İstanbul ve Çanakkale boğazlarını savaş gemilerine kapattı, fakat zamanlama Rusların Ukrayna’daki savaş operasyonlarına zarar vermedi. Stratejik boğazlardan geçiş ücretini beş katına çıkardı, ama aynı zamanda (aslında Sovyetler tarafından yazılmış) Montrö Sözleşmesini yeniledi ve Kanal İstanbul’da başlaması gereken çalışmaları geçici olarak durdurdu. Çatışmanın Moskova aleyhine dönmeye başladığı sırada silah yüklü Rus ticari gemilerinin Boğazlardan geçmesine izin verdi –örneğin Suriye’den Ukrayna’ya nakledilen S-300’ler– ve aynı zamanda Kiev’e silah tedarikini daha “dikkatli” değerlendireceğini duyurdu. Bu dinamikler, genel güç dengesini eski haline daha da yaklaştırdı ve Türkiye’nin Rusya karşıtı yaklaşımını, Orta Asya’dan Afrika’nın derinlerine bir yay boyunca uzanan ve odağı sadece coğrafi olmayan bir çok düzlemdeki anlaşmazlığın, özellikle Güney Kafkasya’da önemli ölçüde sertleştirmesine izin verdi.
3. Bu aşamada, Kafkasya düzlemindeki araçsal Türk-Amerikan taktik yakınlaşmaları net ve önemlidir. Ankara’nın emperyal hırslarına karasal bir çıkış sağlamayı garanti etmek ve onları (Türkleri) önemli Akdeniz rotasından uzaklaştırmak amacıyla ABD çıkarları için stratejik olmayan bir bölgeye yönlendirmek Washington’un çıkarınadır. Amaç, Türkleri İranlılar, Ruslar ve Çinlilerle bir çatışma rotasına girmeye ikna etmek ve Erdoğan’ın Şanghay İşbirliği Örgütüne tam kabul talebinde bulunduğunda yeniden başlattığı bir seçenek olan olası bir Avrasya bloğunun ortaya çıkmasını yapısal olarak engellemektir. Simetrik olarak, Ermenistan’ın istikrarsızlaştırılması ve Erivan için Rus-Amerikan rekabeti Türkiye’nin ekmeğine yağ sürüyor, çünkü bu dinamikler Azerbaycan’ın şiddet bakımından çatışma seviyesini yükseltmesine ve Ermenileri alçaltıcı bir uzlaşı aramaya zorluyor. Özellikle de bugün Kafkas ihtilafında mevzubahis asıl mesele (artık) Dağlık Karabağ değil, Rusların açıkça savunamadığı ve Amerikalıların ancak Erivan’ın Moskova’ya sırtını döndüğü takdirde koruyabileceği, Ermenistan’ın toprak bütünlüğü olduğu için. Her şeye rağmen, Rusya’nın bu Kafkas ülkesine yansıtabileceği devam eden ticari, enerji, kültürel ve askeri etkinin ışığında, bu ihtimal yakın gelecekte pek olası değil. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın 13-14 Eylül gecesi parlamentoda yaptığı ve teslimiyet belgesini imzalamaya hazır olduğunu açıkça kabul ettiği konuşma bu anlamda dikkate değerdi. “Birçok insanın [onu] eleştireceğini ve kınayacağını ve [ona] hain demesini” kabul etmeye hazır olduğunu, hatta “görevden uzaklaştırma” riskini göze aldığını söyledi. Ermeni gizli servislerinin Eylül sonunda iki PKK’lı teröristin Türkiye tarafından yakalanmasına katkıda bulunması ve Azerbaycan’ın saldırganlığına rağmen Ankara ile Erivan arasındaki normalleşme sürecinin –sınırın üçüncü ülke vatandaşlarının geçişine açılması ve iki ülke arasında ilk doğrudan ticari uçuşların başlaması bağlamında– herhangi bir aksama yaşamaması da aynı derecede belirleyicidir.
Ankara ile Washington arasındaki Kafkas sinerjisi orta vadede devam edebilir ve Türklerin bu düzlemde izledikleri stratejik hedeflerin gerçekleştirilmesini teşvik edebilir. Türkiye açısından, Güney Kafkasya ihtilafında söz konusu olan kilit mesele, Mustafa Kemal’in ‘Türk geçidi’ olarak adlandırdığı bir toprak şeridi üzerinden Azerbaycan ile Türkiye sınırındaki Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti arasında bir kara bağlantısının açılmasıdır. Böyle bir operasyon, Ankara’nın İstanbul ile Hazar arasında doğrudan bir bağlantı kurmasına, Türkiye’yi yapısal olarak Türki Asya’ya bağlamasına ve böylece Erdoğan ve Bahçeli’nin jeopolitik anlatısının giderek daha fazla paravan haline gelen, büyüleyici Pan-Türkçü söylemini gerçekleştirmesine olanak sağlayacaktır. Washington, projeyi alenen engellerken, disiplinsiz eski müttefikinin genişlemesini teşvik etmemek ve Rusya’nın bölgedeki hakimiyetine ölümcül bir darbe indirmemek için, Ankara’nın Avrasya projeksiyonunu görmezden gelebilir ve hatta masanın altından cesaretlendirebilir; zira süper güç için, Güney Kafkasya’nın Türkiye yörüngesine kayması, Moskova’nın devam eden etkisinden daha endişe verici bir tehdit oluşturuyor. Gelgelelim Amerikalılar, Türk-Azerbaycan koridoru aracılığıyla, birbiriyle pek de ilgisiz olmayan iki taktik hedefe ulaşabilirler.
Birincisi, Ankara’nın Kafkasya manevrası, ABD’nin, İsrail’in İran’a kuzeyden baskıyı artırmak –süper güç tarafından daha az acil olarak algılanan– arzusunu tatmin etmesine izin verecektir. Türkiye ile Azerbaycan arasında doğrudan bir bağlantı kurmanın ana sonuçlarından biri, aslında, İslam Cumhuriyetinin Anadolu Levhasını atlayarak Ermenistan, Gürcistan, Karadeniz, Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Akdeniz ve Rusya’ya ulaşmayı planladığı kuzey-güney altyapı koridorunu daha başlangıçta durdurmak olacaktır. Bu, Hint-Ganj Ovası ve Hint Okyanusunu Baltık Denizine bağlamaya yönelik daha büyük Rus-Hint projesinin asli bir bölümünü oluşturacaktır. Tahran, riskin doğasını o kadar açık bir şekilde anladı ki, son Ermeni-Azerbaycan çatışmalarının başlangıcında, İran Dışişleri Bakanı, Kafkasya’daki sınırların yeniden şekillendirilmesine karşı olduğunu açıkça ifade etti; İslam Cumhuriyetinin, Türkiye-Azerbaycan koridoru meselesinin Bakü’nün Ermeni topraklarını ilhak etmesiyle sona ereceğinden –oldukça makul bir şekilde– korktuğunun bir göstergesidir, ki bu, onu Ermenistan sınırından mahrum bırakacak ve ‘Türkiye’ ile olan sınırını Zagros’tan Hazar’a kadar genişletecek bir durum
Daha da kötüsü, Azerbaycan’ın askeri başarıları ve teritoryal bir sürekliliğe sahip ‘Batı Türkistan’ın ortaya çıkışı, ölçülü tahminlere göre İran nüfusunun yaklaşık dörtte birine tekabül eden İslam Cumhuriyetinin büyük Türk azınlığına benzeri görülmemiş bir Pan-Azeri milliyetçi duygu aşılama riski taşıyor. Bu vaziyet İranlıların ellerini bağlıyor. Kafkasya’nın artan biçimde “Türkleşme”sinin doğasında var olan tehdit ve Ermenistan ile kara sınırını kaybetme riski, Tahran’ın, Erivan’ın savunulmasına müdahale etmesine sebep olmalıdır. Bununla birlikte, açıktan açığa Azerbaycan karşıtı bir yaklaşım benimsemek İran’ın Azerilerinin sadakatine olumsuz biçimde etki edebilir. Bu durum, İranlılara, İsraillilere mutluluk veren bir şekilde, Türklerin bölgedeki aktivizmini hüsran dolu bir endişeyle izlemekten başka bir seçenek bırakmıyor. İkinci Dağlık Karabağ Savaşında Bakü’ye verdiği destek sayesinde İsrail, İran’ın Suriye’de yarattığı sınır tehdidine karşılık olarak ve İslam Cumhuriyetindeki Azerbaycanlı azınlığı kışkırtarak, düşmanı kuzey cephesinde de kendisini savunmak zorunda bırakma niyetiyle, kendisini Azerbaycan’a yerleştirmeyi başardı. İsrail’in eklektik Bakü büyükelçisi George Deek tarafından Ayetullahlara verilen “Tebriz’in gizemleri” hakkındaki şifreli mesajın da gösterdiği gibi.[2]
Türkiye-Azerbaycan koridorunun olası açılışı, ABD’nin kendisini Rusya ve Çin arasındaki krize sokmasına ve “tesadüfi çiftin” ayrışmasını körüklemesine de izin verecektir. Şi Cinping’in 15 Eylül’de Semerkant’ta, iki lider arasında Ukrayna’da savaşın başlamasından bu yana ilk yüz yüze görüşmede Vladimir Putin’e ifade ettiği endişeler, Pekin’in çatışmanın gelişimiyle ilgili artan rahatsızlığına işaret ediyor. Gerçekten de ‘özel askeri operasyon’, Yeni İpek Yolunun kuzey güzergahını, Halk Cumhuriyetinin kendi Pasifik limanlarını Rusya ve Ukrayna aracılığıyla kıta Avrupasına bağlamayı arzuladığı güzergahı –belki de tamiri imkânsız biçimde– riske attı. Batının Moskova’ya yaptırımları ve Ukrayna kavşağının elverişsizliği bu duruma yol açtı.
Çin alternatifleri araştırıyor ve risksiz olmasa da, Kazakistan, Hazar, Azerbaycan ve Gürcistan aracılığıyla Pekin’i İstanbul’a bağlayan Türk koridoru şu anda tek uygulanabilir seçenek. 1990’ların sonunda Ankara’nın Kafkasya-Orta Asya güzergahını adlandırdığı şekliyle ‘orta koridor’un Gürcistan bölümü aslında potansiyel olarak ölümcül Rus baskısı ile karşı karşıya. Bu durum, Moskova’nın istikrarsızlaştırıcı eylemlerine daha az maruz kalan Ermeni kolunu Pekin için özellikle değerli kılıyor. Çinliler, Şi Cinping’in Semerkant’ta Putin ile görüşmesinden bir gün önce, 14 Eylül’de Nur-Sultan’a yaptığı ziyarette Kazakistan’ın toprak bütünlüğünü savunmaya verdiği desteği ifade ettiğindeki kararlılığının gösterdiği gibi, Moskova’nın eylemlerine karşı giderek artan bir tahammülsüzlük sergiliyor. Kendi açılarından Amerikalılar ise Türk-Çin koridorunun açılmasına göz yumabilirler, çünkü böyle bir dinamik Çin-Rus ayrışmasını kolaylaştıracak, Rusya, Hindistan ve İran arasındaki altyapı bağlantısını engelleyecek ve böylece Moskova’nın kara yoluyla Hint-Pasifik’e ulaşmasını engelleyecektir. Fakat hepsinden önemlisi, Washington, ana rakibinin Avrasya projeksiyonunun ana arteri haline gelecek olan bölgeyi giderek daha fazla kontrol edeceği için [buna göz yumabilir].
4. Ankara ile Suriye hükümeti arasında son zamanlarda ivmelenen uzlaşma –Ağustos gibi erken bir tarihte Erdoğan ve Bahçeli tarafından etkili biçimde onaylanmıştı– Rusya’nın Ukrayna’daki güçlüklerinin bir başka yansımasıdır ve Akdeniz bağlamında da Türk-Rus güç ilişkilerinin yeniden dengelendiğini gayet güzel biçimde doğrulamaktadır. Türkiye Avrasya’da, iki gücün çıkarlarının örtüştüğü tüm düzlemlerde Rusya’nın nüfuzuna saldırırsa, Akdeniz’de kendi artan hırslarını rakibinin stratejik mecburiyetleri ile eşleştirmeye çalışır. Türkiye için bu kaçınılması mümkün olmayan bir zorunluluk meselesidir. Erdoğan’ın önceliği yakın vadede, Rusya’nın Levant’taki küçülen varlığının İran’ın Akdeniz’e yönelik tasarısını desteklemesini önlemek; İsrail ile anlaşmasına rağmen Ankara henüz [İran’la] doğrudan karşı karşıya gelmeye hazır hissetmiyor. Stratejik açıdan, Ruslar, kendi iç denizlerinde Birleşik Devletleri çifte biçimde çevrelemeye zorlamak için Türklere hizmet ediyorlar. Türk-Rus İçsel Aile Sistemleri Terapisi[3] oyunu kısmen nihayete ermek üzere, çünkü Amerikalılar uyandı ve kahvenin kokusunu aldı. Artık söz konusu olan, Türkiye’nin bakış açısına göre, Rusya’yı, süper gücün gözünde denizlerdeki dışa dönüklüğünü haklı çıkarmak için taktik bir kaldıraç olarak kullanmak değil, Akdeniz’de çakışan stratejik çıkarları, Washington tarafından Doğu Akdeniz ile Ege Denizi arasında kurulan kordonu delmek için kullanmaktır.
Türkiye ve Rusya, okyanussal bir boyut kazanma zorunluluğunu giderek daha fazla algılayan, radikal biçimde karada yerleşik iki güçtür. Ruslar için Karadeniz-Akdeniz-Hint Okyanusu güzergahı Amerikan kuşatmasından yegane çıkıştır. Türkler için Ak-Okyanus[4] [MedOcean] projeksiyonu emperyal görkemin restorasyonu ile eşanlamlıdır. Başlangıç koşulları, parabolün eğimi ve motivasyonları farklıdır ancak temel amaç benzerdir. Ve ABD’nin saldırgan duruşu, Avrasya’dan farklı olarak, Türk-Rus çıkarlarının mükemmel bir şekilde örtüşmesinin Ankara ve Moskova’yı birleşik bir cephe oluşturmaya teşvik etmesi anlamına geliyor.
Türkiye ve Rusya’yı sıkıştırmak, Amerikalılar tarafından Yunanistan ve Kıbrıs eksenleri üzerinde düzenlenen ikili çevrelemedir. Mayıs ayında Yunan Parlamentosu, ABD ile Karşılıklı Savunma İşbirliği Anlaşmasındaki değişikliği onaylayarak süper güce Girit Adasındaki Suda’da yer alana ek olarak üç askeri üs daha kullanma hakkı tanıdı. Bunlardan en stratejik olanı, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Ankara ve Moskova’nın Ak-Okyanus’taki dışa dönüklüğünü izleyebileceği ve muhtemelen önleyebileceği liman kenti Alexandropoli/Dedeağaç’ta bulunandır. ABD şimdi Yunan yarımadasını, açık bir şekilde, Atina’nın nazikçe verdiği askeri teçhizatları resmi olarak Rusları, gizlice Türkleri ve esasen her ikisini de kontrol altına almak için kullanmak amacıyla, Akdeniz, Doğu Avrupa, Orta Doğu ve Afrika’ya yönelik tasarılarının ileri karakolu olarak seçti.
Türkiye bit yeniğini sezdi ve Amerika’nın blöfünü görmeye kararlı. Atina ile kesin karşı karşıya gelişteki duruşunu sertleştiriyor, Yunanlıları düelloya davet ediyor ve Ege’deki deniz sınırlarını güç kullanarak yeniden şekillendirmekle tehdit ediyor. Washington, Dışişleri Bakanlığının Yunanistan’ın toprak bütünlüğünü ve Ege adaları üzerindeki Yunan egemenliğini koruma ihtiyacına, Akdeniz’deki güçlü rekabetin en büyük risklerine ilişkin neredeyse her gün yaptığı göndermelerin gösterdiği gibi, Türk baskısını artan bir korkuyla hissediyor. Rusların ise Türk-Yunan anlaşmazlığının tırmanmasını teşvik etmede ve Amerikan kuşatmasından kurtulmaya yönelik hayati girişimi kesin olarak etkileyebilecek bir çatışmada, Türkiye’yi kenardan desteklemede her türlü çıkarı var. Böylece Türkiye ile ABD arasındaki çatlağı genişletmeye, Amerika’nın Akdeniz’den çekilmesinin sonuçlarını derinleştirmeye ve Akdeniz’in tarihi rakibiyle [Türkiye] yakınlaşmasını kamçılamaya çalışıyorlar.
Bu tür dinamikler, Ankara’nın emperyal projeksiyonunu açıkça ikiye bölüyor. Avrasya’da Türkler, süper güçle geçici bir uyum içinde Rusya’ya karşı oynuyorlar. Akdeniz’de, Amerikan deniz kuşatmasını kırmak için Ruslarla birleşik bir cephe inşa ediyorlar. Fakat Türk sarkacı Washington ile Moskova arasında salınmayı durdurdu. İki güçle taktik yakınlaşmaların stratejik bir önemi yok. Bunlar, dönme merkezi artık Anadolu’ya bağlı olan ve Rus ve Amerikan uçlarını göz ardı eden Türkiye’nin jeopolitik ekseninin yönünü değiştirmiyorlar.
Çeviren: Erman Çete
Dipnotlar:
[1] Akdeniz’in doğu kıyısında bulunan bölgeye verilen ad. Bilad’üş Şam ya da Bereketli Hilal olarak da bilinen bölge Nil’den Mezopotamya’ya ve Kızıldeniz’den Kilikya’ya kadar olan toprakları kapsar. Bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin, İsrail, Ürdün ve Mısır bu tarihi alanda yer almaktadır. (ç.n.)
[2] Yazar burada, İsrail’in Azerbaycan Büyükelçisi George Deek’in 20 Temmuz 2022 tarihinde kişisel Twitter hesabından yaptığı paylaşıma atıf yapıyor. Deek bu paylaşımında, “Geçenlerde bana verilen bu harika kitapta Tebriz’deki Azerbaycan tarihi ve kültürü hakkında çok şey öğreniyorum. Millet, siz bu aralar ne okuyorsunuz?” demişti. Deek’in paylaşımına İran’ın Azerbaycan Büyükelçisi Abbas Musevi, “Bu maceraperest çocuğun bilgisine: Biricik Tebrizimiz, İran’ın gururlu tarihinde ilkler diyarı olarak bilinir. Görünüşe göre ilk kötü siyonist de Tebriz’in gayretli halkı tarafından gömülecek. Kırmızı çizgimizi asla geçmeyin, asla!” diyerek tepki göstermişti. (ç.n.)
[3] Internal Family Systems veya (yazarın metinde kullandığı şekliyle) Parts Work Therapy: Kişinin duygusal dünyasında iyileşmeyi engelleyen, birbiriyle çatışan ve farklı “gündemleri” olan parçaların uyumlu hale getirilmesini hedefleyen terapi türü. (ç.n.)
[4] Osmanlı’nın Atlantik’e kadar tüm Akdeniz’i kontrol ettiği döneme atıf. (ç.n.)
İlginizi Çekebilir
DÜNYA BASINI
İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?
Yayınlanma
1 gün önce24/12/2024
Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:
***
Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde
Amwaj.media
Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.
Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.
-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.
-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.
-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.
Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.
-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.
-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.
İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.
Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.
-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.
-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.
-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.
Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.
-Gerçek adı Ahmed el-Şara olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.
-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.
-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.
Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.
-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.
-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.
-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.
Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.
-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.
-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.
Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.
-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.
Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.
-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.
-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.
-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.
-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.
2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.
-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.
-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.
Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.
-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.
Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.
– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.
Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.
-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.
-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.
DÜNYA BASINI
Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler
Yayınlanma
2 gün önce23/12/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:
***
İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor
Raghida Dergham
Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.
Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.
Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.
Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.
Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.
Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.
Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.
Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.
Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.
Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.
Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.
Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.
Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.
Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.
Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.
İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.
Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.
Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.
Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.
Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.
Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.
ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
Morgan Stanley’in Kasım 2024 raporundan: Türkiye’de asgari ücrete %30 zam bekliyoruz
‘Trump ABD’yi Suriye’den çıkarmak istiyor’
ABD Dışişleri’nin ‘yabancı propagandayla mücadele’ merkezi kapatıldı
Moskova Belediye Başkanı, Rusya’nın demografi krizinden SBKP’yi sorumlu tuttu
Alman borsası Dax’ı 7 şirket kurtardı
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Kirillov suikasti, olası sonuçlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
-
ORTADOĞU2 hafta önce
SDG sözcüsü Ferhad Şami: ABD’nin bizi terk etmesinden korkuyoruz
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Esad’dan sonra Kıbrıs: İngilizler şimdilik rahat bir nefes aldı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Bundan sonra Suriye
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’