Dünya Basını
Ukrayna, yeşil dönüşüm ve göç krizi: Almanya’da AfD’nin yükselişi

“AfD’nin başarısına katkıda bulunan faktörler arasında halkın mevcut hükümetten memnuniyetsizliği ve Ukrayna savaşı ile enflasyon, iklim ve göç krizlerinin üst üste binen sonuçları yer alıyor.”
Çevirmenin notu: Almanya’da uzun soluklu Şansölye Angela Merkel ve CDU-CSU iktidarının ardından görevi 2021 federal seçimlerinde SPD-Yeşiller-FDP koalisyonu devraldı. Bu, Alman siyasetinde turbo-Amerikancılık dönemine işaret ediyordu; nitekim Ukrayna savaşı sırasında pasifist siyasetin temsilcisi Yeşiller, en savaş çığırtkanı tavrı aldı. Trafik lambası koalisyonu, Rusya’ya yaptırımlar nedeniyle petrol ve doğalgaz arzındaki azalma, “yeşil dönüşüm” kapsamında geleneksel hidrokarbonların terk edilmesi ve bu pahalı sürecin maliyetinin sıradan yurttaşa yüklenmesi gibi toplumsal ölçekte büyük tepkilere neden olan hamlelere girişti. Bu ortamda, söz konusu politikaların tam zıttı bir siyasi tavrın temsilcisi olan sağ parti Almanya için Alternatif (AfD) gözle görülür bir yükseliş yakaladı. AfD’nin yükselişi, özellikle ülkenin doğu eyaletlerinde hissediliyor. Aşağıda tercümesi verilen makale, Polonya hükümetinin fonladığı think-tank kuruluşu Doğu Araştırmaları Merkezi’nde [Ośrodek Studiów Wschodnich — OSW] Almanya ve Kuzey Avrupa Departmanı araştırmacısı olarak görev yapan Kamil Frymark tarafından kaleme alındı.
Çok yeşil, çok hızlı, çok pahalı: AfD Almanya’da popülerlik kazanıyor
Kamil Frymark, Centre for Eastern Studies (OSW)
20 Haziran 2023
Almanya için Alternatif’in (Alternative für Deutschland, AfD) popülaritesi, son kamuoyu yoklamalarında ikinci sıraya yerleşerek Şansölye Olaf Scholz’un SDP’si ile aynı seviyeye gelmesinin de teyit ettiği üzere artıyor ve bu durum Almanya’da büyük endişe yaratıyor. AfD’nin başarısına katkıda bulunan faktörler arasında halkın mevcut hükümetten memnuniyetsizliği ve Ukrayna savaşı ile enflasyon, iklim ve göç krizlerinin üst üste binen sonuçları yer alıyor. SPD-Yeşiller-FDP hükümet koalisyonu bu zorluklara karşı farklı ve çoğu zaman tutarsız yaklaşımlar sergiledi. Bu durum Scholz’un, popülaritesini artırmak amacıyla koalisyon içindeki tartışmalardan kaçınmasındaki kasıtlı edilgenlikle birleşti. Bu strateji belli bir noktaya kadar başarılı oldu ama şu anda başarısız oluyor ve sonuç olarak koalisyondaki durumdan Şansölye sorumlu tutuluyor. AfD bundan faydalanırken aynı zamanda Almanların çoğunun hükümetin iklim politikasının bir parçası olarak uygulanan değişikliklerin hızına ilişkin korkularından da istifade ediyor. Parti, bunun yanında Almanya’ya dönük aşırı göçmen akınına ve Ukrayna’ya daha fazla destek verilmesine karşı çıkan seçmenlerin de savunucusu konumunda. AfD’nin yüzde 30’un üzerinde bir oy oranıyla anketlerde başı çektiği ve basit marjinal bir hareket olarak değil, “herkesi kucaklayan” ya da kitlesel bir parti olarak görüldüğü doğu eyaletlerinde yaşayanlar bu konulara bilhassa duyarlı. Bu durum Saksonya, Brandenburg ve Thüringen’de 2024 sonbaharında yapılması planlanan ve 2025’teki Federal Meclis seçimlerinden önceki son seçim sınavı olacak parlamento seçimleri göz önüne alındığında özellikle önemli.
Oy kullanma hakkına sahip Almanların yüzde 20’si federal seçimlerde AfD’yi desteklemeye hazır olduklarını beyan ettiler. Partiye yönelik onay oranları bir yılı aşkın süredir yükseliyor. Anketlere göre şu anki destek seviyesi yüzde 20 (2021 federal seçimlerinde yüzde 10,3 idi), yani görevdeki Şansölye’nin partisini yakalıyor ve hatta bazı anketlere göre tarihte ilk kez onun önünde yer alıyor. AfD 2017’den bu yana Federal Meclis’te yer alıyor ve bu oranlar AfD’ye desteğin yüzde 18’e ulaştığı Ekim 2018’den bu yana elde ettiği en yüksek oranlar. O dönemde AfD, ülkeyi yöneten Hıristiyan Demokrat partiler, Şansölye Angela Merkel’in CDU’su ve CSU arasındaki göç politikası konusundaki anlaşmazlığın bir sonucu olarak popülerlik kazanmıştı.[1]
AfD’ye verilen destekteki mevcut artış, ayrıca hükümet koalisyonu içindeki anlaşmazlıkların da bir sonucu ve bazı seçmenlerin hükümetin göç ve iklim krizleri sırasındaki politikasını ve Ukrayna’ya yardım konusundaki yaklaşımını protesto etme arzusunun tezahürü. Bir diğer önemli faktör de Almanların çoğunun CDU’nun SPD-Yeşiller-FDP koalisyonuna gerçek bir alternatif sunmadığı yönündeki inancı. Katılımcıların sadece yüzde 22’si Hıristiyan Demokratların bu koşullarda daha iyi bir performans sergileyebileceğine inanırken, yüzde 25’i daha kötü bir performans sergileyebileceğini düşünüyor. Almanların yüzde 48’i mevcut koalisyonun yönetimi ile CDU’nun yer alacağı olası bir kabinenin yönetimi arasında herhangi bir fark görmüyor (Forschungsgruppe Wahlen tarafından ZDF televizyonu için 26 Mayıs’ta yapılan bir anketten).
Görevdeki hükümeti destekleyenler de dahil olmak üzere Almanlar, Şansölye Scholz’un kabinesi hakkında oldukça kötü düşünüyor. Rusya’nın hamlelerinden kaynaklanan enerji krizi çözülmüş, Ukrayna’dan gelen yaklaşık 1 milyon mülteci kabul edilmiş ve onlarla ilgilenilmiş ve enflasyondaki kontrolsüz artış önlenmiş olmasına rağmen (geçen kasım ayında yıllık yüzde 8,8 ile zirve yaptıktan sonra bu yıl mayıs ayında yıllık yüzde 6,1 oldu), katılımcıların yüzde 79’u kabinenin çalışmaları hakkında kötü düşünüyor (1 Haziran’da ARD için yapılan Infratest dimap anketinden). Yüksek enerji fiyatlarının etkilerini hafifletmek için yardım paketlerinin uygulamaya konulması ve asgari ücretin saat başına 12 avroya ve temel ödeneğin 502 avroya yükseltilmesi gibi sosyal güvenlik sistemindeki değişiklikler de bir ölçüde yardımcı oldu. Bu tedbirlerin bir sonucu olarak koalisyona yönelik hayal kırıklığı, insanların elektrik ve ısıdan tasarruf etmek zorunda kaldığı kış kemer sıkma döneminde ortaya çıkmadı, fakat daha sonra koalisyon hükümetinin yaptığı hatalar nedeniyle yeniden canlandı. Buna ek olarak Almanların çoğu (yüzde 84) Scholz’un koalisyon içindeki anlaşmazlıkların çözümünü hızlandırma konusunda daha kararlı adımlar atmasını talep ediyor. Scholz SPD’nin adayı olarak başbakanlık için yarışırken bu konuda söz vermişti ve bu sözünü yerine getirmemesi zayıflık olarak görülüyor. Bu görüş, SPD destekçilerinin yüzde 85’i tarafından da paylaşılıyor.
Hükümetin görev süresinin yarısı: Koalisyon zayıf
Koalisyonun performans notlarını etkileyen yapısal sorunlardan biri, ideolojileri ve siyasi ajandaları açısından önemli ölçüde farklılık gösteren ve dolayısıyla farklı seçmenlere hitap eden üç partiden oluşması. Böylesine heterojen bir koalisyonu yönetmek önceki kabinelerde olduğundan daha zor. Aynı zamanda, parlamentodaki bazı partiler gençleşti ve radikalleşti. SPD’nin 206 milletvekilinden 49’u gençlik kanadı Jusos’tan geliyor ve Yeşiller’in parlamento grubunun 118 üyesinden 22’si seçildiklerinde 30 yaşından gençti. Bu durum (mesela iklim ve göç politikaları konusunda) aşırı taleplerin dile getirilmesine yol açıyor ve koalisyon ortaklarının karşılıklı müzakerelerde daha az esnek olmalarına neden oluyor. Bunun da ötesinde Yeşiller, düşen destek (bir yıl önceki yüzde 23’e kıyasla şu anda yüzde 15 civarında seyrediyor), diğer yerel seçimlerde (Berlin ve Bremen dahil) alınan kötü sonuçlar ve parti içindeki hararetli politika tartışmalarıyla baş etmek zorunda. Yeşiller Partisi liderliği, parlamento grubu içindeki çeşitli gruplar arasındaki anlaşmazlıkları hasıraltı etmeye çalışıyor ama uyumsuzluğun boyutu giderek daha belirgin hale geliyor[2] ve bu anlaşmazlıklar bir sonraki seçimler yaklaştıkça daha da artacak.
Kamuoyunda koalisyona dönük algı bu iç anlaşmazlıklardan olumsuz etkileniyor. Bunlar genelde FDP tarafından başlatılıyor, zira söz konusu parti (ve seçmenleri) hükümetin pratikte Yeşillerin siyasi ajandasına öncelik verdiğine inanıyor. FDP, Yeşiller’in iklim politikasına yönelik ideolojik yaklaşımına karşı çıkıyor. Bu çatışmanın en iyi örneği, FDP’nin 2035’ten sonra Avrupa Birliği’nde içten yanmalı motorlu yeni otomobillerin tescil edilmesine ilişkin yasağa istisna getirilmesi talebiydi.[3] Koalisyon ortakları arasındaki iç çatışma böylece AB düzeyine taşındı ve hükümetin eşgüdümünü zayıflatırken aynı zamanda FDP’nin anketlerdeki oranlarını da yükseltti. Bu durum, parti temsilcilerini Yeşiller’in gündemine meydan okumanın kendileri için faydalı ve kendi konumlarını güçlendirmek için iyi bir yöntem olduğuna daha da ikna etti. Bu sadece iklim politikası için değil, diğer koalisyon üyelerinin mali ve göç politikaları için de geçerli.
İktidardaki koalisyonun hüsrana uğrattığı seçmenler büyük ölçüde AfD tarafından devşiriliyor. Forsa tarafından yapılan bir ankete göre, şu anda AfD’yi destekleyen katılımcıların yüzde 32’si 2021’de öbür partilere oy vermişti. 14’ü şimdiye kadar oy kullanmamış olanlardan oluşurken, yüzde 54’ü bu partinin düzenli destekçileri.[4] Diğer partilerden devşirilen seçmenler arasındaki en büyük grup, daha önce koalisyon partilerini destekleyenler: SPD (yüzde 16), FDP (yüzde 15) ve Yeşiller (yüzde 2), toplamda yüzde 33. Yüzde 24’lük bir kesim ise AfD’ye oy vermeye hazır olan eski Hıristiyan Demokrat seçmenlerden oluşuyor. AfD’nin artan popülaritesi CDU açısından uzun vadede en büyük zorluk. Hıristiyan Demokratların lideri Friedrich Merz, 2018’de partinin genel başkanlığına seçilmek istediğinde, Angela Merkel’in politikalarından hayal kırıklığına uğrayan seçmenlerin önemli bir kısmını kazanabileceğine söz vermişti. CDU şu anda kamuoyu yoklamalarında önde gittiği ve federal düzeydeki desteği yüzde 30 civarında sabitlendiği için Hıristiyan Demokratlar bazı başarılar elde etti. Ancak CDU’nun doğudaki yapıları, partinin koalisyonla aşırı yakın işbirliğini (Hıristiyan Demokratlar hükümetin 188 yasama girişiminden 108’ini desteklemişti)[5] ve doğuda CDU’nun başlıca siyasi rakipleri olarak görülen Yeşiller’e yönelik hoşgörüsünü giderek daha fazla eleştiriyor.
Alternatif yok
Çoğu Almanın önümüzdeki yılların en ciddi sorunu olarak gördüğü iklim politikası, AfD’nin iktidardaki koalisyona dönük eleştirilerinin odak noktasını oluşturuyor. AfD’nin destekçilerinin büyük bir kısmı (ARD DeutschlandTrend’in bu haziran ayında yaptığı bir ankete göre yüzde 47) bu grubu tam da hükümetin iklim ve enerji politikalarını yürütme biçimi nedeniyle desteklediklerini açıkladı. Bu durum, AfD’nin parlamentoda, insan faaliyetlerinin iklim değişikliğini körüklediğini reddeden tek parti olmasıyla alakalı. Buna ek olarak parti, Almanya’da iklim reformlarının uygulanma şekli ve hızı konusunda kamuoyunda giderek artan şüpheciliği ustalıkla kullanıyor. Bu, özellikle içten yanmalı motorlu araçların AB’de tescilinin yasaklanması ve yeni binalarda doğalgaz ve petrol kazanlarının kurulması gibi, görevdeki hükümetin amiral gemisi niteliğindeki bazı projelerinde açıkça görülüyor. Pek çok yurttaş bu durumu, devletin Alman toplumu için son derece önemli olan iki “sütuna” —araba ve ev— doğrudan müdahalesi olarak değerlendiriyor. Forsa tarafından yapılan bir ankete göre, Almanların kayda değer bir azınlığı (yüzde 26) AB’de içten yanmalı motorlu araçların tescilinin yasaklanmasından yana. Bu çözüm Yeşiller’in seçmenleri arasında en büyük desteğe sahipken (yüzde 65), AfD destekçilerinin sadece yüzde 4’ü bunu onaylıyor. Benzer bir orantısızlık diğer iklim politikası konularında da görülebilir.
AfD’nin koalisyon hükümetinin iklim politikasına dönük temel itirazı alternatiflerin sunulmamış olması. Parti, bu durumun Başbakan Merkel’in Avro Bölgesi krizi sırasında aldığı tedbirlere benzediğini, mesela hükümetin Almanya’nın Yunanistan’a yardım etmekten başka çaresi olmadığını savunduğunu ileri sürüyor. AfD ayrıca SPD-Yeşiller-FDP koalisyonu tarafından benimsenen çözümlerin yasaklardan ibaret olduğunu, bunun da olası yeni teknoloji arayışlarını olumsuz etkilediğini ve reformların uygulanması için öngörülen zaman diliminin oldukça dar olduğunu belirtiyor. AfD’nin koalisyonun iklim politikasına ilişkin diğer ciddi suçlamaları, özellikle mevcut enflasyon seviyeleri göz önüne alındığında, dönüşümün uçuk maliyetleri ve yurttaşların hane halkı bütçelerine aşırı yük bindirmesiyle alakalı. Bu husus, Almanların yüzde 67’si tarafından eleştiriliyor (ARD DeutschlandTrend).
Göç krizi 2.0
AfD, kamuoyunda hükümetin göç politikasına yönelik artan huzursuzluk nedeniyle de popülerlik kazanıyor. Göçe engel olma talebi AfD’nin en önemli siyasi projesi ve partinin popülaritesini defalarca artırdı. Dahası, seçmenler AfD’li siyasetçilerin tam da bu konuda en yetkin kişiler olduklarına inanıyorlar. Bu, Almanya’da birkaç aydır gözlemlenen göç krizinin yeni versiyonu açısından bilhassa önemli: Ukrayna’dan bir milyondan fazla mülteci kabul edilmekle kalmadı, başka yerlerden gelen insanlara da barınma imkânı sunuldu. 2022 yılında Almanya’ya 244 bin iltica başvurusu yapıldı; bu rakam bir önceki yıla göre yüzde 47 daha fazla. İlerleyen aylarda durum daha da kötüye gitti, 2023’ün ocak ve nisan ayları arasında 80 bin 978 başvuru daha kaydedildi; bu da yıldan yıla yüzde 80’lik bir artış anlamına geliyor. En fazla sığınma talebinde bulunanlar Suriyeliler (22 bin 702; yıllık artı yüzde 73,5), Afganlar (15 bin 980; artı yüzde 89,9) ve başvuru sayısı en hızlı artan Türkler (10 bin 267; artı yüzde 279,7) oldu.[6]
Farklı mülteci gruplarının üst üste gelmesi göç krizinin dinamiklerini değiştirdi. Bu, özellikle sığınmacılara gerekli bakımı sağlamakla yükümlü olan yerel yönetimlerin tepkilerinde göze çarpıyor. Örneğin, yerel politikacılar yeni gelenler için yer sıkıntısından, mali kısıtlamalardan ve yeni gelenlerin etkili bir şekilde entegre edilmesindeki zorluklardan şikayet ediyor. Yerel hükümet yetkililerinden gelen çağrılar arasında, geleneksel olarak yeni göçmenleri kabul etmeye en açık olan Yeşiller Partisi temsilcilerinin de yer alması, sorunun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor.[7] Mültecilerin barınmasıyla ilgili sorunlar halkın duyarlılığını da etkiliyor ve AfD bundan yararlanıyor. Almanların çoğunluğu (ARD DeutschlandTrend’in bu mayıs ayında yaptığı bir ankete göre yüzde 54) Almanya’ya gelen göçmenlerin kârdan çok zarar getirdiğine inanıyor ve katılımcıların yüzde 52’si bu akının sınırlandırılmasını talep ediyor (katılımcıların yüzde 33’ü mevcut seviyede kalmasını istiyor). Daha da önemlisi, katılımcıların yüzde 77’si politikacıların yabancıların Almanya’ya yerleşmesinden kaynaklanan sorunlara yeterince ilgi göstermediğini iddia ediyor.
Önce Rusya
Savaşın çıktılarının kamuoyunda yarattığı yorgunluk ve Ukrayna’ya yapılan askeri yardımlara verilen desteğin giderek azalması da AfD’nin işine geliyor. Parti, Ukrayna karşıtı ve Rusya taraftarı görüşlere sahip seçmenleri temsil ederken, Federal Meclis’teki diğer tüm partiler Ukrayna’yı desteklemeye devam etmek istiyor.[8] Ankete katılanların yüzde 43’ü Almanya’nın Kiev’e yaptığı silah yardımının doğru düzeyde olduğunu düşünüyor ve yüzde 84’ü savaştan kaçanlara barınma sağlanmasını destekliyor (yukarıda bahsedilen ARD DeutschlandTrend anketi bu yıl mayıs ayında yapıldı). Fakat katılımcıların yüzde 37’si askeri desteğin aşırı olduğuna inanıyor ve sadece yüzde 14’ü bu desteğin genişletilmesini istiyor. Anketler bu destekte belirgin bir düşüş eğilimi olduğunu gösteriyor. Ayrıca Almanların yüzde 64’ü, Ukrayna’ya Alman savaş uçakları tedarik edilmesi olasılığına karşı çıkıyor. Bu konudaki olumsuz görüşler CDU/CSU (yüzde 59), SPD (yüzde 56) ve FDP (yüzde 54) destekçileri tarafından da dile getirilse de en büyük direnç AfD (yüzde 90) destekçileri arasında görülüyor. Aynı zamanda, katılımcıların yüzde 55’i Alman hükümetinin savaşı sona erdirmek adına çok az diplomatik çaba sarf ettiğini iddia ediyor.
AfD politikacıları, Ukrayna’ya yardım gönderilmesine karşı çağrılar ve gösteriler de dahil olmak üzere çeşitli “barış yanlısı” talepleri destekleme ve başlatma konusunda son derece aktifler. Söz konusu parti, 2023’e girerken hükümetin politikasına karşı (çoğunlukla doğu Almanya’da) protesto gösterileri düzenledi. Gösterilere beklenenden daha az kişi katılmış olsa da zaman zaman on binlere varan sayıda kişi katıldı. AfD’nin hamleleri, çoğu bu partiye oy veren Rusça konuşan Almanlar arasında epey hoş karşılandı.[9] Ayrıca, Ukrayna işgalinin başlangıcından bu yana AfD’li politikacılar, örneğin Rus propaganda yayınlarında Alman hükümetini eleştirerek, işgal altındaki bölgelere turlar düzenleyerek ve Rus büyükelçiliğindeki resepsiyonlara katılarak kendilerini defalarca Moskova’nın savunucuları olarak sundular. Ayrıca sosyal medyada Ukrayna karşıtı (aynı zamanda Amerikan ve Polonya karşıtı) hisleri körüklemenin yanı sıra AfD ile bağlantılı olan ve Alman karşı istihbaratı tarafından yakından izlenen COMPACT dergisi aracılığıyla geniş bir okur kitlesini etkilemeye çalıştılar.
Düzen karşıtı parti
Ancak, AfD destekçilerinin yüzde 67’sinin beyan ettiği üzere, hükümetin bu alanlardaki politikalarından duyulan hayal kırıklığı ve buna karşı muhalefet gösterme arzusu, partinin popülerliğinin tek nedeni değil. Düzen karşıtı yaklaşımı da önemli bir faktör. Bu tür hisler, kısmen Almanya’daki kamu medyasının durumu hakkında ortaya atılan sorular, kitle iletişim araçlarında sunulan anlatı ile sesi gazete ve televizyonlarda temsil edilmeyen toplumun önemli bir kesimi tarafından paylaşılan görüşler arasındaki uyumsuzluk nedeniyle giderek yaygınlaşıyor.[10]
Buna ek olarak bazı Alman köşe yazarları, tartışmaya katılanların Berlin’de ana akım olanlardan (dolaylı olarak koalisyonun sol eğilimli çevreleri ve medyanın önemli bir kısmı) farklı görüşler sunmaları halinde aşırı sağcı olarak damgalandıklarına dikkat çekti.[11] Ayrıca bazı AfD destekçileri, kamusal tartışmanın ve politikacıların odaklandığı konuların çoğu yurttaşın karşılaştığı gerçek sorunlarla temastan uzak olduğunu öne sürüyor; buna bir örnek, Alman dilinde feminatiflerin kullanımına ilişkin dil tartışması.[12]
Partiye desteğin kalesi olarak doğu
Siyasi ajanda ve kimlik argümanları özellikle AfD’ye desteğin yüzde 32’ye ulaştığı (CDU’ya yüzde 23, SPD’ye yüzde 16, Yeşiller’e yüzde 6) doğu eyaletlerindeki seçmenler arasında güçlü bir yankı bulurken, batı eyaletlerinde bu oran sadece yüzde 13 (CDU’ya yüzde 30, SPD’ye yüzde 19 ve Yeşiller’e yüzde 16’ya karşılık).[13] AfD’nin doğu Almanya’daki popülaritesi bölgesel seçimlerde defalarca teyit edildi ve AfD, tüm doğu eyaletlerindeki en güçlü muhalefet partisi.
AfD’nin ülkenin doğusundaki popülaritesinin hem yapısal hem de siyasi temelleri var. AfD’nin başarısının nedenlerinden biri, seçmenlerin Batı’daki seçmenler kadar belirli partilere bağlı olmaması. Ülkenin bu bölgesinde sosyal statü, bir meslek grubuna aidiyet ya da aile gelenekleri, insanların oy verme tercihlerini çok fazla etkilemiyor. Buna ek olarak, bu bölgede yaşayanlar seçmen desteğini değiştirmeye daha hazır; bu şekilde siyasi partileri kampanya sırasında verdikleri sözleri yerine getirmekle sorumlu tutabilirler.
Bunun da ötesinde AfD, Doğu Almanya’da yalnızca bir protesto partisi olarak değil (ve bu nedenle bir bakıma Die Linke’nin yerini alıyor), her şeyden evvel geniş bir seçmen grubunun çıkarlarını en geniş ölçüde temsil eden, herkesi kapsayan bir parti olarak görülüyor.[14] Aynı zamanda AfD liderleri, seçmenlerin hem mevcut hem de önceki federal hükümetlerin işleyişine ilişkin hayal kırıklıklarını ustaca kullandılar ve mevcut durumu 1989’dan sonraki dönüşümün bir sonucu olarak sundular. Almanya’nın yeniden birleşmesinin sonuçları üzerine hala hararetli bir şekilde devam eden tartışmalarda AfD, kendisini, o zamandan bu yana meydana gelen değişikliklerden ötürü hayal kırıklığına uğrayan insanların sorunlarına duyarlı olan tek parti olarak konumlandırıyor. Ayrıca Doğu Almanya dönemine ait “ekolojik diktatörlük” (Ökodiktatur), “ısıtma Stasi’si” (Heizungs-Stasi) ve “planlı ısıtma ekonomisi” (Wärmeplanwirtschaft) gibi dilsel taklitleri de ustalıkla kullanıyor.[15] Bu şekilde mevcut hükümet yetkilileri ile eski Doğu Alman siyasi sisteminin parti görevlileri arasında bir benzerlik kurulması amaçlanıyor. AfD, bu stratejiyi daha önce de kullanmış ve ülkenin doğusundaki Landtage’da yapılan önceki seçimlerde başarılı olduğunu ispatladı.[16]
AfD’nin doğu eyaletlerindeki güçlü konumu, bölgesel liderler etrafında konsolide olan yapısına ve ideolojik ayrışmaların ve şahsi anlaşmazlıkların batı Almanya’ya kıyasla daha düşük yoğunlukta olmasına da dayanıyor. Karşı istihbarat tarafından yakından izlenen Björn Höcke, Thüringen’deki AfD parti yapılarının başkanı ve partinin ülkenin doğusundaki tartışmasız lideri. Fakat onun etkisi AfD’nin yerel yapılarının ötesine geçiyor. Geçtiğimiz haziran ayında yeni parti yönetiminin seçilmesinden bu yana, kayda değer sayıda aktivist onu AfD’nin federal başkanlık kurulunun lideri olarak görmeye başladı. Onun desteğini alamayan adayların başkanlık divanı üyeliği yarışını kaybetmesi Höcke’nin gücünün bir başka ispatı. Höcke, ayrıca AfD’nin tüzüğünde değişiklik yapılmasını öngören ve partinin eskiden olduğu gibi aynı anda iki kişi tarafından yönetilmesi yerine gelecekte tek bir başkan tarafından yönetilmesine olanak tanıyan bir öneriyi de kabul ettirdi.[17]
AfD’nin seçim beklentileri
AfD açısından risk faktörleri arasında, şimdiye dek defalarca daha büyük bir seçim başarısı elde etmesine engel olan şahsi çatışmalar ve siyasi ajandasına ilişkin anlaşmazlıklar yer alıyor. Dolayısıyla AfD’nin seçimlerde elde edeceği sonuç büyük ölçüde kampanya sırasında bu çatışmaları nasıl çözeceğine ya da bastıracağına bağlı olacak. Buna ek olarak, AfD daha da radikalleşirse, Alman karşı istihbaratı parti üzerindeki baskısını artıracaktır; halihazırda hem AfD’ye hem de gençlik kanadına (Junge Alternative) karşı seçilmiş gözetim tedbirlerine başvuruyorlar.
Ancak seçim takvimi AfD’nin lehine işliyor. Parti, bu yılın en önemli yerel seçimleri olan Hessen ve Bavyera’da (her iki seçim de bu yıl 8 Ekim’de yapılacak) önde gitmiyor. Bununla birlikte, bu eyaletlerde bir önceki seçimlerden bu yana oy oranlarını önemli ölçüde artırdı ve bu da muhtemelen Hıristiyan Demokratların kalesi olan bu eyaletlerde (her iki eyalet de uzun yıllardır CDU ve CSU tarafından yönetiliyor) sonbaharda yapılacak seçimlerde iyi bir sonuca dönüşecek. Buna karşılık AfD, 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa karşıtlığı kartını oynamaktan, özellikle de Almanların giderek artan bir yüzdesinin AB’nin Almanya’ya giderek daha fazla zarar verdiğini iddia ettiği hakikati göz önüne alındığında, fayda sağlayabilir. Katılımcıların yüzde 27’si bu görüşü paylaşıyor (Temmuz 2020’den bu yana artı yüzde 12).[18] Bununla birlikte, AfD’nin kazanabileceği üç doğu federal eyaletindeki seçimler en önemlisi olacak ve burada elde edilecek sonuç, 2025 sonbaharında yapılacak Federal Meclis seçimleri öncesinde partiyi güçlendirecektir.
Brandenburg, Saksonya ve Thüringen Eyalet Meclisleri için 2024’te yapılması planlanan seçimler, 2025’teki Federal Meclis seçimlerinden önce siyasi partiler için son sınav olacak. AfD, Brandenburg’da yüzde 23 (CDU ile eşit) ve Saksonya’da (CDU’nun yüzde 25’e sahip olduğu) ve Thüringen’de (Die Linke’nin yüzde 22 ile ikinci olduğu) yüzde 28’er destekle üç eyalette de anketlerde önde gidiyor. Fakat AfD’nin bu eyaletlerdeki olası zaferi hükümet kurmasını garanti etmeyecektir. Diğer partiler, şu anda CDU’nun komünizm sonrası Die Linke ile işbirliği yaptığı Thüringen’de olduğu gibi, AfD’ye karşı resmi ya da gayri resmi bir koalisyon arayışına girecektir. Bu taktik şimdiye dek AfD’yi iktidarın dışında bırakmış olsa da, siyasi ajandalarında en düşük ortak paydayı aramak zorunda kaldıkları için bu hareket tarzını seçen partiler için büyük bir siyasi maliyet getirdi; pratikte bu, seçmenlerini giderek daha fazla hayal kırıklığına uğrattı ve sonuç olarak hükümete verilen desteğin düşmesine ve AfD’nin popülaritesinin artmasına neden oldu.[19]
[1] K. Frymark, A. Kwiatkowska, ‘Serious clash between CDU and CSU on migration policy. European implications’, OSW, 20 Haziran 2018, osw.waw.pl.
[2] Politika tartışmalarında Yeşiller her zaman iki grup arasında bir denge kurmaya çalıştı: gerçekçiler (Realo’lar) ve radikaller (Fundi’ler). Söz konusu kamplar arasındaki derin çatışma, partinin faaliyete geçtiği günden bu yana devam ediyor. Gerçekçiler uzlaşmaya daha yatkın ve bazı taleplerini geri çekme pahasına da olsa federal düzeyde diğer partilerle koalisyon arayışında. Radikaller ise tam tersi bir yaklaşım benimsiyorlar, zira seçmenlerin gözünde güvenilir olmak ve kendi ideallerine bağlı kalmak onlar için en önemli şey oldu.
[3] Liberaller, 2035’ten sonra da AB’de belirli tipte içten yanmalı motorlara sahip yeni araçların tescil edilmesinin mümkün olmasında ısrarcı olmuştu. Daha fazla bilgi için bkz. M. Kędzierski, ‘Niemcy wobec przyszłości samochodów spalinowych – wewnątrzpolityczny kontekst zmiany’, OSW, 17 Mart 2023, osw.waw.pl.
[4] M. Güllner, ‘Das Comeback der AfD’, The Pioneer, 2 Haziran 2023, thepioneer.de.
[5] M. Bröcker, G. Repinski, ‘Die Ost-CDU und das AfD-Problem’, The Pioneer, 7 Haziran 2023, thepioneer.de.
[6] Aktuelle Zahlen, Bundesamt Für Migration und Flüchtlinge, Nisan 2023, bamf.de.
[7] J. Hermann, ‘«Wir schaffen das nicht»: Ein grüner Landrat ruft in der Asylkrise um Hilfe’, Neue Zürcher Zeitung, 2 Şubat 2023, nzz.ch.
[8] Die Linke bir istisna, ancak parti içi çatışmalar ve düşük kamuoyu desteği nedeniyle AfD’ye karşı ciddi bir rakip olarak görülmüyor.
[9] K. Frymark, Prorosyjskie demonstracje w Niemczech, OSW, 21 Nisan 2022, youtube.com. Ayrıca bkz. N. Friedrichs, J. Graf, Integration gelungen? Lebenswelten und gesellschaftliche Teilhabe von (Spät)Aussiedlerinnen und (Spät)Aussiedlern, Bundesamt Für Migration und Flüchtlinge, SVRStudie 2022-1, bamf.de.
[10] Bu bağlamda, Alman medyasının durumu ve bazı gazetecilerin haberlerini aşırı basitleştirme eğilimi konusundaki endişelerini dile getiren Başbakanlık Özel Kalemi Wolfgang Schmidt’ten alıntı yapmakta fayda var. Bkz. ‘Das Late-Night-Memo für die Hauptstadt’, Berlin.Table #69, 5 Haziran 2023, table.media/berlin.
[11] R. Haubrich, ‘Ausgewogene Berichterstattung? 92 Prozent der ARD-Volontäre wählen grün-rot-rot’, Die Welt, 3 Kasım 2020, welt.de.
[12] E. Gujer, ‘Ein bärtiges Wesen in der Frauen-Sauna: In Gender-Fragen scheint es keine Grenzen mehr zu geben’, Neue Zürcher Zeitung, 2 Haziran 2023, nzz.ch.
[13] ‘AfD ist in Ostdeutschland deutlich die stärkste Kraft’, Handelsblatt, 7 Haziran 2023, handelsblatt.com.
[14] Herkesi kapsayan parti (Volkspartei), farklı sosyal katmanlardan gelen geniş bir seçmen kitlesine sahip, çok çeşitli görüşleri temsil eden ve fraksiyonlara bölünmüş bir partilere verilen isim.
[15] ‘Alice Weidel: Umfaller-FDP liefert die Bürger an Heizungs-Stasi und Wärmeplanwirtschaft aus’, AfD – Fraktion im Bundestag, 31 Mayıs 2023, afdbundestag.de.
[16] K. Frymark, ‘Alternatywa dla wschodnich Niemiec. Saksonia i Brandenburgia przed wyborami landowymi’, Komentarze OSW, no. 307, 28 Ağustos 2019, osw.waw.pl.
[17] Idem, ‘Nowe władze AfD: w kierunku regionalnej partii protestu’, OSW, 27 Haziran 2022, osw.waw.pl.
[18] Aynı zamanda anketler, katılımcıların yüzde 38’inin Almanya’nın Avrupa’da daha fazla tek taraflı hareket etmesini, yüzde 14’ünün ise AB’den ayrılmasını istediğini gösteriyor. Bkz. ‘ARD-DeutschlandTREND Juni Extra 2023’, Haziran 2023, infratest-dimap.de.
[19] Saksonya-Anhalt bir istisna. Epey popüler ve deneyimli CDU lideri Reiner Haseloff, bu eyalette 2021 seçimlerini kazandı ve daha önce AfD’ye oy vermiş 16 binden fazla seçmeni Hıristiyan Demokratlara çekti.
Dünya Basını
Çalışanları kovan şirketler yapay zekanın hatalarını düzeltmek için servet ödüyor

Şirketler, maliyetleri düşürmek amacıyla yapay zekaya yöneldi ancak şimdi bu teknolojinin yol açtığı hataları düzeltmek için uzmanlara servet ödüyor. Hem içerik üretimi hem de yazılım alanında yapay zekanın yarattığı sorunları gidermek üzere yeni bir istihdam alanı doğarken, düzeltme masrafları beklenen tasarrufu geride bırakıyor.
Teknoloji dünyasının en popüler kavramı haline gelen yapay zeka, şirketler için personel sayısını azaltma ve maliyetleri düşürme umuduyla benimsendi.
Fakat bu teknolojiye hızla geçiş yapan pek çok firma, şimdi yapay zekanın yaptığı hataları düzeltmek için yeniden insanları işe alıyor ve bu süreçte adeta bir servet harcıyor.
BBC‘nin haberine göre, yapay zekanın yaptığı hataları gidermek üzere işe alınan yazılım mühendisleri ve yazarlar için gelişen yeni bir endüstri ortaya çıktı.
İlgi çekmeyen metinler için 2 bin dolarlık fatura
Arizona’da yaşayan ürün pazarlama müdürü Sarah Skidd’in yaşadıkları, bu durumu özetleyen çarpıcı bir örnek.
Bir içerik ajansı, konaklama sektöründeki bir müşterisi için üretken yapay zekaya yazdırdığı web sitesi metinlerinin beklentiyi karşılamaması üzerine mayıs ayında Skidd’e ulaştı.
Skidd, metinleri “yapay zeka tarafından yazıldığı çok belli olan, temel ve ilgi çekici olmayan” içerikler olarak tanımladı.
Şirket, “Satış yapması ve merak uyandırması gerekirken çok yavandı,” ifadelerini kullandı.
Metinleri baştan yazmak için 20 saat harcayan Skidd, saatlik 100 dolarlık ücretiyle ajanstan 2 bin dolar aldı.
Yapay zeka yeni iş kapısı oldu
Skidd, yapay zekanın kendi işini elinden alacağından endişe duymuyor, aksine bu durumun kendisine daha fazla iş getirdiğini belirtiyor.
BBC‘ye konuşan Skidd, “Belki saf davranıyorum ama eğer işinizde çok iyiyseniz sorun yaşamazsınız,” dedi.
Skidd gibi pek çok yazar artık sıfırdan içerik oluşturmak için değil, yapay zeka tarafından üretilen metinlerin bıraktığı hataları düzeltmek için işe alınıyor.
Bu durum, ChatGPT ve Google Gemini gibi yapay zeka araçlarının iş akışlarını optimize etme ve maliyetleri düşürme vaadiyle popülerleştiği bir dönemde yaşanıyor.
İngiltere Küçük İşletmeler Federasyonu’nun yakın tarihli bir anketine göre, küçük firmaların yüzde 35’i önümüzdeki iki yıl içinde yapay zeka kullanımını artırmayı planlıyor.
ChatGPT kodu siteyi çökertti
Ancak yaşananlar, yapay zekanın insan standartlarına ulaşması için kat etmesi gereken daha çok yol olduğunu gösteriyor.
Hampshire merkezli dijital pazarlama ajansı Create Designs’ın kurucu ortağı Sophie Warner, son altı ila sekiz ayda yapay zekanın yarattığı karmaşayı düzeltmek isteyen müşteri sayısında artış olduğunu söylüyor.
Warner, “Eskiden müşteriler sitelerinde sorun yaşadıklarında veya yeni bir işlev eklemek istediklerinde bize ulaşırlardı. Şimdi ise önce ChatGPT’ye gidiyorlar,” bilgisini verdi.
Fakat ChatGPT tarafından oluşturulan kodları eklemek, bazı web sitelerini çökmeye yatkın ve siber saldırılara karşı savunmasız hale getiriyor.
Warner’ın anlattığı vakalardan birinde, bir müşteri etkinlik sayfasını nasıl güncelleyeceğini ChatGPT’ye sordu. Bu işlemin manuel olarak sadece 15 dakika süreceğini belirten Warner, yapay zekanın ürettiği kodun web sitesini çökerttiğini, işletmeye üç günlük kesintiye ve yaklaşık 360 sterlinlik bir kurtarma maliyetine neden olduğunu aktardı.
Warner, “Müşteriler hatayı kabul etmek istemediği için neyin yanlış gittiğini bulmak üzere genellikle bir inceleme ücreti talep etmek zorunda kalıyoruz. Bu hataları düzeltme süreci, en başından profesyonellere danışılmış olsaydı gerekenden çok daha uzun sürerdi,” diye ekledi.
Dünya Basını
Vergi Cennetleri: Birleşik Krallık’ın Küresel Mali İmparatorluğu

Birleşik Krallık’ın dünya çapındaki vergiden muaf yargı bölgelerinden oluşan “ikinci imparatorluğu”, yolsuzluğu kolaylaştırdığı, kamu bütçelerini tükettiği ve eşitsizliği artırdığına dair çok sayıda kanıt olmasına rağmen varlığını sürdürmektedir.
Kanadalı tarihçi ve yazar Quinn Slobodian’ın, New York Review of Books’ta, Oliver Bullough’un Butler to the World ve Kojo Koram’ın Uncommon Wealth adlı kitaplarını incelediği makalesini Mert Cafer Eral çevirdi.
Makalede, Birleşik Krallık’ın finansal sisteminin gölgesi altında işlenen küresel mali suistimallere dikkat çekilirken, bu statükonun kırılması ve şeffaf, adil bir sisteme geçilmesi için önce bu sistemin iyi anlaşılması gerektiği vurgulanıyor.
***
Vergi Cennetleri
Modern Britanya ne zaman doğdu? Konservatif tarihçiler uzun zamandır modern devletin ortaya çıkışını Blitz ve Dunkirk ruhuna dayandırıyor. Liberal tarihçiler ise NHS’nin kuruluşuna işaret ederek, Küçük İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra refah devletini inşa etmek için kendini toparladığını hayal ediyor.
Oliver Bullough’un Butler to the World ve Kojo Koram’ın Uncommon Wealth adlı iki yeni kitabı ise farklı bir hikaye anlatıyor: İngilizlerin yeni ekonomik düzenin altını oymanın yollarını bulmak için birinci sınıf denizaşırı uçuşlarla uzak noktalara giderek ülkelerini modernleştirdiklerini. ABD, Batı Avrupa’nın harap olmuş ekonomilerinin yeniden inşasına yardım ederken ve Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’nu kurarken, Britanya, Londra Şehir Üniversitesi ekonomisti Ronen Palan’ın deyimiyle düşük vergili ve vergisiz bölgelerden oluşan “ikinci imparatorluğunu” kurmakla meşguldü.
Refah devletine paralel ve sonunda onun altını oymaya yardımcı olacak projenin mimarları, bir takas önerdiler: İmparatorluk topraklarını işaretlemek için pembeye boyanmış atlas sonsuza dek yok olduysa ve Britanya’nın fırınları ile fabrikaları bir daha asla dünyaya liderlik edemeyecekse, o zaman en azından imparatorluğun Londra şehrindeki mali çekirdeği yaşayabilirdi. Kıtaların bölgesel kontrolü, bir finans ağının merkezi ve jant telleriyle takas edilecekti. Bugün dünyadaki vergi cennetlerinin yaklaşık yarısı doğrudan İngiltere’ye bağlı ve offshore’da tutulan tahmini 8.7 trilyon doların büyük bir kısmından sorumlu.
Savaş sonrası tarihi vergi cenneti üzerinden görmek, imparatorluğun nasıl sona erdiğini ama aslında çok az şeyin değiştiğini anlamamıza yardımcı oluyor. Bir hukukçu olan Koram’a göre, birinci ve ikinci imparatorluklar arasındaki erken dönem dönüm noktalarından biri, İran başbakanı Muhammed Musaddık’ın Anglo-İran Petrol Şirketi’ni kısmen millileştirmesinin ardından İngiliz ve ABD istihbaratının yardımıyla 1953 yılında devrilmesiydi. Hiçbir zaman resmi olarak sömürgeleştirilmemiş olan İran’a ve “sömürgecilikten kurtulma vaadiyle heyecanlanan dünyadaki tüm insanlara” verilen mesaj açıktı: “Egemenlik, sandığınız gibi bir kurtarıcı değil”.
Aslında, tamamlanmamış egemenlik eski sömürgeciler için kendi başına bir tür kurtarıcı olabilirdi. İmparatorluk; himayeler, kraliyet kolonileri ve serbest limanlardan oluşan bir çeşitliliği beraberinde getirmişti. Postkolonyal kapitalizm de benzer bir görünüm arz ediyordu. Bugün BP olarak bilinen Anglo-İran Petrol Şirketi, Britanya Adaları’nın yetmiş beş mil güneyindeki Guernsey adasında bulunan bir sigorta iştirakiyle kârlarını kayıt altına alarak milyarlarca doları vergiden koruyor. Üç Kraliyet-Bağlı devletten biri olan Guernsey hiçbir zaman tam egemenliği hedeflemedi; sadece kendi vergi oranlarını belirleyebilecek kadar bağımsızlığı hedefledi.
Bir finans gazetecisi olan Bullough’a göre modern İngiliz tarihini anlamak için en önemli olay, 1956 yılında Londra’da offshore Eurodolar piyasasının ortaya çıkmasıdır. O dönemde ABD, mevduatlara ödeyebilecekleri faiz miktarını sınırlayarak bankalar arasındaki rekabeti sınırlamaya çalıştı. İngiliz bankaları mevduat sahiplerinin hesaplarını dolar cinsinden açmalarına izin vererek ABD’dekinden daha iyi faiz oranları sunmaya ve paralel bir bankacılık sistemi yaratmaya başladı.
İlk mevduat sahibi, şaşırtıcı bir şekilde, ABD hükümetinin Amerikan bankalarında tutulan mevduatlara el koyma ya da dondurma olasılığından kaçınmak isteyen ama aynı zamanda değerli yabancı parasına faiz kazandırmak isteyen Sovyetler Birliği oldu. 1970’lere gelindiğinde Komünist blok ülkeleri Londra bankalarından en çok borç alanlar arasındaydı. (Bu ülkeler en güvenli müşteriler arasında sayılıyordu çünkü bankacılar otoriter devletlerin gerektiğinde halklarından geri ödeme alabileceklerine inanıyorlardı). IMF’nin müdür yardımcısı 1964 yılında “Euro-dolar piyasası politika tanımaz” demişti. 1969’da The New York Times Euro-dolar’ı bir cin olarak tanımladı: “Onun milliyeti yok, kimseye bağlılık borcu yok ve en büyük finansal ödülleri bulmak için dünyayı dolaşıyor.”
Bullough, bu çıkarcı mantıkla hareket edebilen finansörlere odaklanmaktadır. İdealist olmadıkları için Friedrich Hayek’in çalışmalarını da John Maynard Keynes’in ya da -Allah korusun- Karl Marx’ın çalışmalarını reddettikleri gibi tamamen reddederlerdi. Ekonomistlerden ve onların dünyayı analiz etme biçimlerinden nefret eder, bunun yerine “sağduyu”dan başka bir şeye değer vermezlerdi.
İngiliz bankacılar ve suç ortakları küresel mali düzenlemelerde boşluklar aradılar ve bunları genişletmeye çalıştılar. Bu girişim onları dünyanın dört bir yanına, eski imparatorluklarının uzun süredir ihmal edilen köşelerine götürdü.
Her iki kitapta da yirminci yüzyıl offshore dünyasının oluşumuna ilişkin öncü araştırmalarına atıfta bulunulan tarihçi Vanessa Ogle’un sözleriyle, bu sermaye kaçışı “takımada kapitalizmini” yarattı.
Yeni vergi cennetleri galaksisi, bireylere ve şirketlere kârlarını, gelirlerini ve servetlerini genişleyen mali devletten korumaları için ısmarlama sığınaklar sundu. Sonuç, geçmişteki ırksal hiyerarşilerin birçoğunun damgasını vurduğu bir dünya oldu. 1960’lardaki ulusal özgürleşme dalgasından sonra, birçok beyaz sömürgeci yeni bağımsızlıklarına kavuşan ülkelerde uzun süre kalmadı. Becerileri, bağlantıları ve servetleriyle birlikte, küçülmekte olan imparatorluğun geri kalan bölgelerinde, eski evlerinin konforunu yeniden yaratabilecekleri mağazalar kurmak üzere ayrıldılar. Michael Riegels adlı bir sömürgeci, 1961’deki bağımsızlığından on yıl sonra Tanzanya’yı terk ederek İngiliz Virgin Adaları’na yerleşti. Orada, kurumlar vergisinden kaçınmak amacıyla şirket kurmak için cazip bir yer haline gelen bir Hollanda toprağı olan Curaçao’nun başarısının tekrarlanmasına yardımcı oldu. 1984 yılında Riegels, Uluslararası İşletme Şirketi’ni (IBC) icat ederek bu modeli daha da geliştirdi. IBC bir paravan şirketti, Riegels’in çok daha düşük ücretini ödemek karşılığında kurumlar vergisinden kaçınmak isteyenler için boş ve davetkar bir saklanma deliğiydi. Hong Konglu milyarder Li Ka-shing, 1980’lerin ortalarında gemicilik varlıklarını bir IBC olarak İngiliz Virgin Adaları’na transfer etti. “Bullough, ”1997 yılına gelindiğinde, BVI yılda 50.000’den fazla şirketi kayıt altına alıyordu” diye yazıyor.
Benzer şekilde, 1953’te ilk banka şubesini açan bir İngiliz Denizaşırı Bölgesi olan Cayman Adaları, şu anda hedge fonların yerleşik olduğu önde gelen bölgedir. Kişi başına düşen GSYİH, ana ülkesinin iki katından fazladır. Daha az tanıdık bir hikayede Bullough, bir başka Britanya Denizaşırı Bölgesi olan Cebelitarık’ın kendisini kumar hizmetlerinin kaydedildiği bir yer olarak nasıl yeniden keşfettiğini bildiriyor; bir zamanlar can çekişen bir tersane olan Cebelitarık, şimdi “Lüksemburg’un önünde, ancak Monako ve en üst sıradaki Katar’ın gerisinde 111.505 dolarlık kişi başına gayri safi yurtiçi hasılaya sahip.”
Bullough, dolandırıcıların ve medya skandallarının hikayelerini anlatırken, Koram vergi cennetlerinin köklerini daha önceki bir dönemin sıradan defterlerinde ve sözleşmelerinde buluyor:
İmparatorluğun büyük kısmı yağmacı generaller ya da fanatik misyonerler tarafından değil, Britanya İmparatorluğu’nun dört bir yanındaki tozlu bodrum katlarında oturan ve serveti sınırlar arasında birbirine bağlayan o en gösterişsiz insanlar, özel avukatlar tarafından üretildi.
Bağımsızlığını yeni kazanan pek çok ülke, İngiliz Özel Konseyi’ni son temyiz mahkemesi olarak koruyarak, yerel yasal geleneklerden çekinen potansiyel yatırımcılara bir İngiliz mahkemesinde yargılanma umudu sunmuştur; bu da vergi cennetinin “siyasetin öngörülemezliğini etkisiz hale getirmesinin” pek çok yolundan biridir. Bir diğeri ise, hukuk filozofu Jeremy Waldron’un hukukun üstünlüğü denilen şeyin çoğu zaman demokratik yönetimden ziyade mülkiyet haklarının güvenliğiyle ilgili olduğu yönündeki argümanının iyi bir örneği olan Emirlikler otokrasisi gibi demokratik olmayan yönetim biçimleridir.
Koram, “Piyasanın her şeyden çok sevdiği şey yasal kesinliktir,” diye belirtmektedir. Koram’a göre finans ve hukuk, IMF gibi kuruluşlar tarafından sık sık kullanılan ve yeni ulusları özgürleşme konusunda iyimserlikle dolu, moral bozucu bir postkolonyal gerçekliğe sıkıştıran bir kıskacın iki tarafıdır. Koram’ın uzun uzun incelediği bir örnekte, Jamaika başbakanı Michael Manley, 1970’lerde Birleşmiş Milletler’de Küresel Güney’in benzer düşünen ulusları arasında Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen olarak adlandırılan şeyin teşvik edilmesine yardımcı oldu. Dış yardımların, emtia istikrar fonlarının ve hatta sömürge yönetimi için tazminatların artırılması çağrısında bulundular. Hukuku müşterilerinin sermayesi için sadece bir şifre olarak gören bankacıların aksine, Manley’e göre “uluslararası hukuk, yakın zamanda sömürgelikten kurtulan tüm ülkeleri, artan güçlerini kullanarak küresel ekonominin yeniden dengelenmesi çağrısında bulunmak üzere örgütlemek için mükemmel bir yol sunuyordu.” Ancak 1979’da Federal Rezerv’in faiz oranlarını dramatik bir şekilde yükseltmesinin ardından kredi buharlaşırken, Jamaika’da borç parayla finanse edilen ve giderek daha rafine sanayileşmeyle sürdürülen geniş sosyal demokrasi hayali, IMF tarafından dayatılan yapısal uyumun kemer sıkma politikasıyla yer değiştirdi. Sonuç, kendi kaderini tayin etme fikrinin kendisinden duyulan hayal kırıklığı oldu. Koram, 2011 yılında bir gazetede yapılan ve Jamaikalıların yüzde 60’ının ülkelerinin hiç bağımsızlık kazanmamış olması gerektiğini söylediği bir ankete atıfta bulunuyor.
Vergi cennetlerinden oluşan “ikinci imparatorluk”, yolsuzluğu mümkün kıldığına, kamu bütçelerini tükettiğine ve eşitsizliği arttırdığına dair ezici kanıtlara rağmen varlığını sürdürüyor. Paradise, Pandora ve Panama Belgelerinin seri ifşaatları ultra zengin bir grotesk şölen sundu. Tony Blair gibi sözde iyilikseverlerin ve Volodymyr Zelensky gibi son zaman kahramanlarının offshore hesapları ve yaramaz “servet yönetimi” taktikleri, Batı medyasının sevilen kötü adamları olan Sahra altı despotları, Rus oligarkları ve pembe gömlekli finans kardeşlerininkilerle birlikte gözler önüne serildi. Planlar hem son derece karmaşık hem de nefes kesecek kadar basit: aksi takdirde devlet tarafından vergilendirilecek olan para yurtdışında saklanıyor. Ancak bu transferin araçları o kadar gizemli ki, gazetelerin en bilgili okuyucular dışında herkesi alt edecek interaktif grafikler yaratması gerekiyor.
Skandalların en dikkat çekici yönü, manşetlerden ne kadar çabuk düştükleridir. Anlamak için çok mu karmaşıklar? Zenginlerin eylemleri öfke uyandıramayacak kadar öngörülebilir mi? Bu zeki elitler sınıfına karşı bilinçaltında bir kıskançlık ve hatta hayranlık mı var? Hillary Clinton’ın federal gelir vergisi ödemediği yönündeki eleştirisine Donald Trump’ın verdiği yanıtı hatırlayın: “Demek ki zekiyim!” Kaç kişi -liberaller bile- ona hak veriyor? İngiltere’de dönemin Maliye Bakanı Rishi Sunak’ın eşi Hintli mirasçı ve iş kadını Akshata Murty’nin vergi amacıyla İngiltere’de “yerleşik olmayan” statüsünü koruduğunun ortaya çıkması kısa vadede Sunak’ın popülaritesine zarar verdi, ancak bir yıldan kısa bir süre sonra başbakan oldu. O ve Murty Windsor Hanedanı’ndan daha zenginler.
Servetin vergi toplayan devletten vergi cennetine akması ekonomik küreselleşmenin doğal bir etkisi değildi. Vergi cennetleri kısmen, siyaset bilimci Mancur Olson’un kolektif eylem sorunu olarak adlandırdığı durum nedeniyle var olmaktadır: Kazanacak bir şeyleri olanlar ultra zengin bir elit sınıf olarak örgütlenirken, kaybedecek olanlar dağınık ve kaynaktan yoksundur. Bullough, oligarkların ‘sınırlı ortaklıklar’ adı verilen bir İskoç yasal aracını, sahipliğini takip etmenin imkansız olduğu parayı saklamak için nasıl kullandıklarını gösteriyor. Bir yasal boşluk gibi görünen bu durum kapatılamıyor çünkü Londra’daki özel sermaye fonları da bunu kullanmaktan hoşlanıyor ve lobicileri tüm reform çabalarını başarıyla engelliyor. On yıllardır ülkenin gelecekteki refahını finans, gayrimenkul ve sigorta sektörlerine bağlayan İngiliz politika yapıcılar için, kendi kendilerini baltalamayacak hiçbir reform çabası yoktur. Şirketlerin karlarını biriktirme yeteneğini ortadan kaldırmanın İngilizlerin “rekabet gücünü” tehlikeye atacağına dair temel bir inanç vardır. Bu, anlaşılması zor bir nitelik olmakla birlikte, Dünya Ekonomik Forumu’nun bunun için kendi endeksini oluşturacak kadar önemli kabul edildiği bir konudur. Brexit’in ardından Londra Şehri’nin AB müşterilerine kolay erişimini kaybetmesi, finansal üstünlüğü kaybetme endişesini her zamankinden daha da keskin hale getirmiştir.
Reformun önündeki bir başka engel de Golyatlardan ziyade Davutlardan geliyor. Bağımsızlıklarının ardından, maden zenginlikleri veya ekilebilir arazileri olmayan küçük ada ülkelerinin yeni hükümetleri, bir kalkınma stratejisi olarak vergi cennetleri haline geldi. 2000’lerin başında, zengin ülkelerin ana koordinasyon hükümetlerarası kuruluşu olan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü, vergi cennetlerine karşı sert önlemler almaya çalıştı. Karayip ülkeleri delegeleri, vergi cenneti yanlısı grup Center for Freedom and Prosperity’nin lobicileriyle ve Cato Institute ve Heritage Foundation’ın serbest piyasa savunucularıyla ittifak kurarak, bu çabalar için Amerikan desteğini zayıflatmaya çalıştı. Milton Friedman ve James Buchanan’ın desteğini kazandılar ve daha da önemlisi, küçük gelişmekte olan ülkelere yönelik ekonomik önlemler karşısında harekete geçen Kongre Siyahlar Grubu’nun desteğini de aldılar.
Günümüzde, vergi cennetlerinin egemenliğini ihlal etmekle suçlanmadan herhangi bir uluslararası düzenleme önermek zor. Bullough, BVI’nın şu anki başbakanının, ülkesinde düşük ve sıfır vergili şirket kayıtlarını engellemeye yönelik “demokratik olmayan” girişimleri kınadığını aktarıyor: “Biz de Birleşik Krallık halkı kadar kaderimizi kontrol etme hakkına sahibiz.” Koram, Bermuda parlamentosundan bir milletvekilinin vergi cennetlerini düzenleme girişimlerini “modern sömürgecilik” olarak kınadığını aktarıyor. Bu, BM’de koltuğu olmayan ve dış ilişkilerde İngiltere tarafından temsil edilen bir bölgenin liderinden gelen şaşırtıcı bir açıklama.
Bu kitapların da gösterdiği gibi, vergi kaçırma hileleri vergi toplayan devletler var olduğundan beri var olsa da, vergi cennetleri ancak 1990’ların sonunda ciddi bir siyasi sorun haline geldi. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, daha küçük ölçekli terör, uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama gibi ulusötesi tehditlere yeni bir ilgi duyulmaya başlandı. OECD, sözde gizlilik yargı bölgelerinin kara listesini oluşturdu ve diktatörler ve suçlular için para saklamadaki rolleri nedeniyle Liechtenstein gibi ülkeleri ifşa etti ve bu ülkelerin gizlilik yasalarını zayıflatmasına neden oldu. Obama yönetimi, ABD vatandaşlarının offshore hesapları hakkında bilgi vermeyen yabancı bankalara para cezası uygulayan Yabancı Hesap Vergi Uyum Yasası’nı yürürlüğe koydu (bu adım, ABD’nin küresel raporlama standartlarına katılmaması ile birleşince, Nevada ve Güney Dakota gibi ABD içindeki vergi cennetlerine ivme kazandırdı). Son skandalların ortasında kamuoyu da yavaş da olsa değişiyor gibi görünüyor. 2020 yılında yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde 82’si offshore vergi cennetlerinde kayıtlı şirketlerin pandemi kurtarma paketlerinden yararlanmasına izin verilmemesi gerektiğini söyledi. Bu muhalefet etkisiz kaldı (İrlanda, Hollanda ve Lüksemburg gibi önde gelen vergi cennetlerinde olduğu gibi), ancak Fransa, Polonya ve Danimarka’da offshore kayıtlı şirketlerin kurtarma paketlerinden yararlanması engellendi.
Hem Koram hem de Bullough, vergi cennetlerinin sürdürdüğü adaletsizliklerin giderilme olasılığı konusunda karamsar. Düzenleme girişimlerinden nadir veya başarısız olarak bahsediyorlar. Yine de 1990’lardan bu yana OECD gibi kuruluşlar, bu önlemlerin samimiyetini nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, vergi cennetlerini yöntemlerini değiştirmeleri için baskı yapmaya çalışıyor. (Garip bir şekilde, her iki kitapta da OECD’den bahsedilmiyor.) Her iki yazarın da Birleşik Krallık’ın iç sorunlarının ötesinde düşünmeye ve daha geniş bir dünya perspektifini ele almaya çalıştıkları halde, yine de bazı ulusal dar görüşlülükleri nedeniyle eleştirilebilirler.
2020’deki küresel pandeminin ekonomik etkilerini sınırlama girişimleri, piyasa güçlerini düzenlemek için devlet gücünü kullanma projelerine yeni bir ivme kazandırdı. Bunun sonuçlarından biri, Financial Times’ın “bir asırdır sınır ötesi kurumsal vergilendirme sisteminde yapılan ilk temel değişiklik” olarak nitelendirdiği, 2021’de önerilen küresel vergi anlaşmasıydı. Yüz kırk ülke, şirketlerin yerleşik oldukları yere değil, iş yaptıkları yere göre vergilendirilmesi önerisini imzaladı. Anlaşma ayrıca küresel bir asgari kurumlar vergisi de getirecek. Beyaz Saray, Joe Biden’ın görevdeki ilk yılında bu öneriyi öncülük etse de, proje 2022’de Senatör Joe Manchin’in vetosuyla karşılaştı ve şimdi Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Temsilciler Meclisi’nin direnişiyle karşı karşıya. AB yine de baskı yapmaya devam etti ve 2022’nin sonlarında, dünyadaki sekiz bin büyük çokuluslu şirketin yaklaşık dörtte birini kapsayacak bir direktif çıkardı.
Bu arada, OECD’nin “zengin ülkeler kulübü”nün dışında kalan Afrika ülkeleri, vergilendirmeyi düzenlemek ve şirketlerin ve bireylerin sistemi suistimal etmesini önlemek için paralel bir uluslararası çaba sarf ettiler. Afrikalı liderler bunu ülkelerinin ekonomik büyüme beklentileri için çok önemli görüyorlar: haksız avantajlar, güçlü Batı ve Asya çıkarlarına boyun eğmelerini sürdürme tehdidi oluşturuyor. Geçen yıl, Nijerya’nın öncülüğünde BM vergi konvansiyonu oluşturulmasına yönelik bir karar BM Genel Kurulu’ndan geçti. Kararın destekçileri, bu kararın aynı zamanda vergi oranlarının müzakere edilmesi ve belirlenmesi için küresel bir organ oluşturulmasını da sağlayacağını umuyorlar. Bu, uluslararası yönetişimde şimdiye kadar eksik olan bir unsur.
Vergi cennetleri imparatorluğunun ortaya çıkışı, çoğunluğa göre ayrıcalıklı bir sınıfa ayrıcalık tanıyan siyasi tercihlerin sonucuydu. Offshore dünyasının bu tarihi, uzak topraklardaki olayların iç politikayı nasıl dönüştürebileceğini göstererek, İngiliz geçmişine ilişkin standart algıları revize ediyor. Uzak yargı bölgelerinde bir arbitraj oyunu olarak başlayan vergi cenneti olgusu, sonunda Britanya’nın kendi kaderini belirleme gücünü aşındırdı. Bu kitaplar, Gabriel Zucman ve Emmanuel Saez’in “mali demokrasi” olarak adlandırdığı şeyin arayışının merkezinde, sıkıcı vergi meselesinin yer alabileceğini öne sürüyor. İmparatorluk geçmişini anlamak, sadece kendi başına erdemli bir şey değildir. Bu, günümüzün sosyal adaleti için bir ön koşuldur.
Dünya Basını
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız metin, faşizmin yalnızca Avrupa’ya özgü tarihsel bir patoloji ya da belirli ideolojik çevrelerle sınırlı bir sapkınlık olmadığını öne sürerek; bu kavramı bir tarihsel dönemle ya da belirli bir coğrafyayla sınırlı, kapanmış bir istisna olarak değil; farklı bağlamlarda, farklı özneler eliyle yeniden üretilebilen, süreğen ve dönüşken bir siyasal form olarak düşünmeye davet ediyor. Yazar, faşizmin yalnızca ezen sınıfların değil, tarihsel olarak ezilmiş, hatta soykırıma uğramış topluluklar içinde dahi, belirli sınıfsal ve siyasal koşullar altında gelişebileceğini ileri sürüyor. Bu tez, Mussolini İtalyası’nda faşizme angaje olmuş Yahudilerden başlayarak, günümüz İsrail’ine uzanan bir süreklilik hattı üzerinden kuruluyor.
Özellikle erken dönem Siyonizm’in Avrupa faşizmleriyle kurduğu ideolojik ve stratejik akrabalıklara dikkat çeken metin, bu akrabalığın bugün İsrail sağında -ve onun diasporadaki uzantılarında- işgal, etnik temizlik ve apartheid pratikleriyle nasıl yeniden vücut bulduğunu ortaya koyuyor.
Metin yalnızca İsrail’in güncel soykırım rejimini değil, bu rejimi mümkün kılan tarihsel süreklilikleri ve ideolojik zeminleri de açığa çıkarıyor. Filistin halkına yöneltilen ve yıllar içinde soykırım karakteri kazanan saldırıların, başka coğrafyalarda “faşizm” olarak adlandırılmakta tereddüt edilmeyen pratiklerle nasıl örtüştüğünü -ve hatta kimi yönleriyle onları aştığını- ifşa etmiş oluyor.
***
Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım
Larry Haiven, 30 Mayıs 2025
Çeviren: Leman Meral Ünal
İsrail’in Gazze’de 20 aydır sürdürdüğü katliama ve öncesinde giriştiği “yargı darbesi” teşebbüsüne rağmen, Batı kamuoyunun hayal dünyasında inatla yaşamaya devam eden şu efsane var: Bu yaşananlar gerçek olamaz. Ortadoğu’daki sözümona “tek demokrasi” olan İsrail, nasıl faşizme kayıyor olabilir ki? Nitekim sıklıkla bu sorunun farklı bir türeviyle karşılaşıyoruz: Onca acı çekmiş, Holokost’u yaşamış bir halk olarak Yahudiler –İsrail’le özdeşleştirilerek– nasıl olur da Gazze’deki gibi vahşetlere imza atabilirler? İsrail’in (aslında hiç de hak edilmemiş) “uluslar arasında bir ışık” olduğu yönündeki imajını nasıl bu denli yerle bir edebilirler?
1995 yılında, İtalyan yazar Umberto Eco, Benito Mussolini döneminde büyüme deneyimlerine dayanan bir deneme kaleme almıştı. Eco’ya göre, Nazizm’in aksine, İtalyan faşizmi tutarlı bir ideolojiden ziyade, çelişkilerle doluydu. Ancak o yine de tüm otoriter rejimlerin atası, “ilksel faşizm”in (Ur-Faşizm) kaynağıydı. Eco, Ur-Faşizm’in 14 özelliğini sıralıyordu.
Bugünkü siyasal manzarayı düşünürken, bu özelliklerin en azından bir kısmını anımsamakta fayda var: Gerçek ya da uydurma geleneklere dayanma; modernizmin reddi (Aydınlanma sonrası her şeyin yozlaştığı iddiası); eylem ve şiddet kültü; bireysel kimliğin ulus ya da grubun içinde eritilmesi; muhalefetin ya da karşıt düşüncenin ihanetle eşitlenmesi; yabancı ve göçmen düşmanlığı; kültürel ve ekonomik dönüşüm karşısında hayal kırıklığına uğramış orta sınıfa seslenme; düşman tehditlerinin abartılması; “zayıf” olanlara duyulan küçümseme; kahramanlık ve ölüme, özellikle düşmanın ölümüne duyulan hayranlık; erkeksi güç gösterileri; seçici popülizm ve liderin “ortak irade”nin temsilcisi olduğu fikri; içi boş sloganların kullanımı.
Yakın dönemde Yale Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılıp iki meslektaşıyla birlikte Kanada’ya yerleşen filozof Jason Stanley, How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler?] adlı kitabında Eco’nun bu tespitlerinin çoğuna katılmakla birlikte, faşizmin esasen belirli siyasi inançlar bütünü olmaktan ziyade, iktidara ulaşmak için kullanılan bir dizi yöntem olduğunu savunur.
Peki, kimler faşist olabilir? Belki de şöyle sorulmalı: Faşizme karşı bağışıklığı olan, yani ona “yakalanmayacak” ya da teslim olmayacak bir topluluk var mıdır? Mesela Yahudiler? Auschwitz’ten sağ kurtulmuş birinin çocuğu ve Bağımsız Yahudi Sesleri (Independent Jewish Voices – IJV ) adlı oluşumun kurucu üyelerinden biri olarak, bu soruya ayrı bir ilgi duyuyorum.
Yanıtım hep aynı oldu: Yahudiler de diğer tüm halklar gibi, bu konuda herhangi bir istisna oluşturmaz. Faşizm altında acı çekmiş olmak, hiçbir halkı faşizme kapılmaktan bağışık kılmaz.
Bir topluluğun doğuştan belirli davranış özelliklerine sahip olduğu düşüncesi, yani “özcülük”, tüm ırkçılık biçimlerinin temelini oluşturur. Yahudilerin “özünde” “anti-faşist” olduğu düşüncesi de tıpkı diğer olumsuz kalıpyargılar kadar yanlıştır. Yahudiler, ne diğerlerinden daha iyi ne de daha kötüdür; bazılarımız faşist olabilir, bazılarımız anti-faşist, bazılarımız ise kafasını kuma gömebilir –tıpkı diğer tüm halklar gibi. Gerçi İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım uyguladığı şu dönemde kafayı kuma gömmek epey zorlaşmış durumda ama…
Gerçeği söylemek gerekirse, faşizmin 1920’ler ve 30’lardaki altın çağında da pek çok Yahudi faşistti.
Burada, en baştan beri antisemit olan Nazi Almanyası’ndan söz etmiyorum. Ancak faşizmin ilk örneği olan İtalya’ya dönecek olursak, işte oradan öğrenilecek bazı dersler var.
1991 yılında, İtalyan-Amerikalı gazeteci ve yazar Alexander Stille, Benevolence and Betrayal: Five Italian Jewish Families Under Fascism [İyilik ve İhanet: Faşizm Altında Beş İtalyan Yahudi Ailesi] adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, Yahudi tarihinin bu dönemini ele alan ilk ve nadir akademi dışı çalışmalardan biridir.
1861 yılında birleşik bir ulus haline gelen İtalya, kısa sürede Avrupa’daki pek çok ülkeye kıyasla Yahudilere karşı daha hoşgörülü bir yaklaşım benimsedi. Ülke genelindeki Yahudiler, Giuseppe Garibaldi’nin önderliğindeki Risorgimento (Yeniden Doğuş) hareketine hem maddi destek vermiş hem de bizzat katılmışlardı. Garibaldi’nin hamisi olan ve Yahudilere uzun süredir dostane yaklaşan liberal Savoy hanedanı, birleşik İtalya’nın hükümdarı olmuştu. Stille’in aktardığına göre:
“Birkaç on yıl içinde, İtalyan Yahudileri, başka hiçbir ülkede eşi görülmemiş bir kabul düzeyine ulaştı. Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus hakkında şiddetli tartışmalar yaşanırken, İtalyan Yahudiler generallik, bakanlık ve başbakanlık görevlerinde bulunuyordu. 1902 yılına gelindiğinde, kral tarafından atanan 350 senatörün altısı Yahudi idi. Bu sayı 1920’de 19’a yükseldi. Venedikli bir Yahudi olan Luigi Luzzatti 1910’da başbakan oldu. (…) Açıkça görülüyor ki önlerinde hiçbir engel yoktu.”
50 yıl sonra, İtalyan milliyetçiliği faşizme dönüştüğünde, Yahudilerin bir kısmı buna direndi. Ama birçoğu da bu otoriter dönüşümü kendi milliyetçi tutkularının doğal bir uzantısı olarak görerek destekledi. 1922’de Rusya’dan İtalya’ya göç eden Yahudi kökenli bir aileden gelen Stille şöyle diyor:
“İtalyan Yahudilerinin hikâyesini Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarından ayıran şey, Mussolini İtalyası’nda Yahudilerle faşistlerin uzun süreli birlikteliğiydi. İtalyan faşizmi, antisemitik bir yönelime girmeden önce 16 yıl boyunca iktidardaydı. Bu süre zarfında Yahudiler, diğer muhafazakâr İtalyanlar kadar Faşist Parti’ye üye oluyorlardı.”
Hatta Yahudiler, Mussolini’nin, Hitler’in etkisiyle savaş öncesinde çıkardığı “Irk Yasaları”na kadar Faşist Parti’ye kabul dahi ediliyorlardı. Nitekim İtalyan nüfusunun yalnızca yüzde 1’ini oluşturmalarına rağmen, parti içindeki oranları bunun üç katıydı.
Mussolini sonunda onlara düşman olsa da, İtalyan Yahudileri Holokost’ta Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarına oranla daha az kayıp verdi. Irk Yasaları sonrası bile İtalyanlar, Yahudileri Nazi müttefiklerine teslim etmekte görece isteksizdi. Ancak 1943’te Mussolini’nin devrilmesi ve Alman birliklerinin kuzeyi işgal etmesiyle İtalyan Yahudilerine dönük kitlesel sürgün ve katliamlar başladı. Auschwitz’den sağ kurtulan ve Nazi soykırımının (ayrıca İsrail milliyetçiliğinin) en önemli eleştirmenlerinden biri haline gelen partizan Turinli Yahudi Primo Levi’nin kitapları, bu vahşeti tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Yine de İtalyan siyasetinin belirsizliği ve Nazizm’e tam bağlılık konusundaki tereddütler sayesindedir ki, 43,000 İtalyan Yahudisinden yalnızca 7,000’i (yani yüzde 8’i) katledildi – bu oran, Polonya’daki yüzde 90, Macaristan’daki yüzde 61 ve Fransa’daki yüzde 23’e nazaran Avrupa’nın en düşük oranlarından biriydi.
İtalyan faşizminin öne çıkan Yahudi figürlerinden biri de Mussolini’nin 1911–1930 arasındaki sevgilisi ve başdanışmanı Margherita Sarfatti idi. 1925’te Mussolini’nin övgü dolu bir biyografisini yazmıştı. Faşist hiyerarşi içinde yer alan diğer Yahudiler arasında İtalyan korporatizminin teorisyeni Gino Arias, Ferrara Belediye Başkanı Renzo Ravenna ve Trieste Belediye Başkanı Paolo Salem de bulunuyordu.
Stille’in kitabında öne çıkan isimlerden biri de, faşistlerin önde gelen Yahudi destekçisi Ettore Ovazza’ydı. Faşist Parti’yi finanse etmiş ve 1920’deki “Roma’ya Yürüyüş” darbesine katılmıştı. Torino kökenli zengin bir aileden gelen Ovazza, Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya için savaşmış, savaş sonrası komünist devrim tehlikesine karşı Mussolini ve Kara Gömlekliler’i desteklemişti. Ne var ki, savaşın sonlarına doğru kendisi ve ailesi SS tarafından infaz edildi. Mussolini’ye duyduğu bağlılık, Il Duce ile tanışmasını anlattığı anılarında açıkça görülmektedir:
“Bizi hafif bir tebessümle nazikçe karşıladı. Sakince masasının başında oturuyordu. Eşikte tereddütle duraksadığımızda içeriye girmemizi işaret etti. İlk kez Duce’nin yüzünü bu kadar yakından görecektim. Yahudilerin anavatana olan sarsılmaz bağlılığını ifade ettiğimde, Ekselansları Mussolini gözümün içine baktı ve kalbime işleyen bir sesle şunları söyledi: ‘Bundan bir an bile kuşku duymadım.’”
Faşist saflarda yer alan Yahudiler kadar, Primo Levi gibi anti-faşist Yahudiler de mücadelede büyük rol oynadı. Bazıları hapse atıldı, komünist fizik profesörü Eugenio Curiel gibi bazıları öldürüldü, doktor ve yazar Carlo Levi gibi bazıları ise Mussolini rejimi tarafından sürgüne gönderildi. Levi, sürgün yıllarını geçirdiği güneyin yoksul kasabasını anlattığı Christ Stopped at Eboli [İsa Eboli’de Durdu] adlı ünlü kitabını yazdı. Yayıncı Angelo Formiggini gibi bazıları ise Modena Katedrali’nin çan kulesinden atlayarak intihar etti.
Evet, Yahudiler de faşist olabilir. Yalnızca İtalya’da değil, İsrail’de de.
1948 öncesi Filistin’deki Yahudi siyasetinde ve sonrasında İsrail’de görülen faşist unsurlar ya da doğrudan faşizmin kendisi yeni bir olgu değildir. Nitekim İsrail’in şu anki başbakanı Benjamin Netanyahu, 1900’lerin başında İtalyan faşizmini benimseyen bir siyasi geleneğin mirasçısıdır. Netanyahu’nun babasının akıl hocası, Vladimir (Ze’ev) Jabotinsk’i İsrailli tarihçi Lenni Brenner’in sözleriyle hatırlatalım:
Jabotinsky’nin ‘Lejyoner’ [Osmanlı’dan Filistin’i almak için İngiliz ordusunda Yahudi birliği kurmayı amaçlayan] militarizmi ve aşırı milliyetçiliğinin, Siyon kampında bir Yahudi faşizmi arayanları cezbetmesi kaçınılmazdı. Liderle ilgili kişisel çekinceleri olsa da, hem kendi tabanından gelen baskılar hem de giderek radikalleşen çizgisinin iç mantığı, Jabotinsky’yi ve Revizyonist Siyonizm’i adım adım İtalyan faşizminin yörüngesine soktu.”
İsrail’in kurucu kadrolarının tamamı, Filistinlilerin etnik temizliğine inanan ve bunu daha kuruluşun ilk günlerinden itibaren fiilen uygulayan milliyetçilerdi. Ancak Jabotinsky, İsrail’in ilk yıllarına damga vuran İşçi Partisi çizgisinin oldukça sağında yer alıyordu. Jabotinsky’nin siyasi takipçileri arasında Netanyahu’nun babası Ben-Zvi Netanyahu ve ve daha sonra Herut (Özgürlük) Partisi’ni kuran terör örgütü Irgun’un lideri Menachem Begin de vardı. Herut, zamanla Likud’a dönüştü.
Sosyal demokrasiyi savunan, daha ihtiyatlı bir diplomasiyle toprak kazanımını gözeten ve bazı Filistinlilerin İsrail yurttaşı olmasına gönülsüz de olsa razı olan İşçi Partisi’nin aksine, Jabotinsky ve mirasçıları çok daha saldırgan, Filistinlilere karşı tahammülsüz ve serbest piyasa yanlısıydı. Canadian Dimension’da daha önce de belirttiğim üzere, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail sosyolojik açıdan, askeri ve bürokratik olmak üzere iki geniş siyasi elit zümreye ayrılmıştı: Kibbutznikler (çoğunlukla seküler, Aşkenaz, sosyal demokrat ve toprak taleplerinde daha mütevazı) ve mithnachlim (daha çok Mizrahi kökenli, dindar, yer yer faşizan, Filistinlilerin sürülmesinden ve yerleşimlerin hızla artırılmasını savunan bir grup). Demografik değişimlerin ve İsrail’in artan uluslararası yalnızlığının etkisiyle ikinci grup güç kazandı, ilk gruba mensup birçok kişi ise ülkeden ayrılmayı tercih etti.
1950’ler ve 60’ların başında Toronto’da büyürken, ana akım Yahudi örgütlerinde Herut’un gençlik kolu Betar’a “faşist” ve hatta “Nazi” dememiz oldukça normaldi. Betar bugün de, ABD kampüslerindeki Filistin yanlısı öğrencileri Göçmenlik ve Gümrük İdaresi’ne (ICE) ihbar eden kampanyaların başını çekiyor.
1948 yılında Albert Einstein, Hannah Arendt ve aralarında önde gelen 26 Yahudi entelektüelin bulunduğu bir grup, New York Times’a yazdıkları ünlü mektupta Amerikalıları Herut ve lideri Menachem Begin konusunda uyarmıştı. Mektupta Herut’un “faşist devlet doktrinini açıkça savunduğu” belirtiliyor ve şu ifadeye yer veriliyordu: “Terörist partinin gerçek karakteri eylemlerinde ortaya çıkmaktadır; geçmişteki icraatları, gelecekte ne yapabileceği konusunda yeterince fikir vermektedir.”
Bu mektubun üzerinden 29 yıl geçmeden, Begin İsrail başbakanı oldu. Onu yine aynı siyasi çizgiden gelen Yitzhak Shamir izledi.
Bugünkü İsrail Parlamentosu Knesset’te sol neredeyse yok denecek kadar az, buna karşın sağ partiler çoğunluğu oluşturuyor. Aşırı sağ ise iki partiyle temsil ediliyor: Itamar Ben-Gvir’in liderliğini yaptığı Yahudi Gücü ve Bezalel Smotrich’in başında olduğu Dini Siyonist Parti. Bu iki parti, 2022 seçimlerinde kullanılan 4,6 milyon oyun yarım milyonunu alarak Knesset’in en büyük üçüncü grubu haline geldi ve Netanyahu’nun iktidar koalisyonunda kilit rol üstlendi.
Bana inanmıyorsanız Smotrich’in kendi sözlerine kulak verin: “Aşırı sağcı, homofobik, ırkçı, faşist biri olabilirim ama sözüm sözdür.” Menachem Begin bile zamanında kendisini böyle tarif etmeyi aklından geçirmezdi. Asıl çarpıcı olan, Smotrich’in bu sözleri sarf etmesi değil, bunları açıkça söyleyip yine de İsrail’de siyasi kariyerini sürdürebilmesidir.
Ben-Gvir, Yahudi ve Araplar arasında katı ayrım ve diğer Filistinlilerin sürgün edilmesini savunan, Nürnberg benzeri ırk yasalarını destekleyen aşırı milliyetçi haham Meir Kahane’nin takipçisidir. Görüşleri nedeniyle Knesset’ten atılan ve 1990’da ABD’de suikasta uğrayan Kahane’nin hatırasını, Ben-Gvir açıkça sahiplenmektedir. 2021’de Knesset’e seçilene kadar Ben-Gvir’in oturma odasında, 1994’te El-Halil’deki İbrahimi Camii’nde namaz kılan 29 Filistinliyi katleden Baruch Goldstein’ın fotoğrafı asılıydı. Ben-Gvir’in aşırı sağcı görüşleri o kadar radikal bulunuyordu ki, askerlik çağına geldiğinde İsrail Savunma Kuvvetleri onu orduya almayı reddetmişti.
Yine bana değil de, Ben-Gvir’in kendi sözlerine kulak verin:
“Haham Kahane için bir Anma Günü’ne ihtiyacımız var. Birkaç hafta önce [sol görüşlü bir siyasetçi] için saygı duruşunda bulunduk, neden Kahane için de bulunmayalım? Rabin’in Anma Günü var da neden Kahane’nin olmasın?”
2014’te üç Yahudinin 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr’ı demir çubukla dövüp, boğazına benzin dökerek diri diri yakması hakkında ise şunları söylüyor:
“Ebu Hudayr’ı öldüren [Yahudi] failin idam edilmesine kesinlikle karşıyım ama Yahudi öldüren [Arap] faillerin öldürülmesinden yanayım. Bir milleti yok etmek isteyen terör ile fikirlerine katılmadığım, büyük bir hata yaptığını düşündüğüm insanların eylemleri arasında kıyas kabul etmeyen bir fark var. Suç işlediler, cezalarını çekmeliler. Ama bu [Yahudilerin Ebu Hudayr’ı öldürmesi] terör değildir.”
Smotrich ve Ben-Gvir, Knesett’in ve siyasi yelpazenin marjında kalmış figürler değiller; biri maliye bakanı, diğeri ise ulusal güvenlik bakanı olarak hükümette kilit pozisyondalar. Belki Netanyahu’nun kırılgan koalisyonu devrilecektir, ancak bu aşırı sağcı partilerin ve temsil ettikleri çizginin İsrail siyasetindeki belirleyici rolü sürecek gibi görünüyor.
Peki İsrail, faşist bir devlet mi? Bu soruya kesin bir yanıt vermeden bile, 60 binden fazla Filistinlinin öldürülmesinin dünya kamuoyu ve Yahudi diasporası nezdinde şiddetli bir tepki doğurması gerekirdi. Ama bir şekilde hem dünyanın büyük kısmı hem biz Yahudiler hâlâ çifte standartlara inanmayı sürdürüyoruz. Başkaları böyle şeyler yapabilir. Ama biz Yahudiler yapamayız.
Oysa yapabiliriz. Ve yapıyoruz da.
Güney Asya’daki deneyimlerinden yola çıkan Hintli denemeci ve romancı Pankaj Mishra, acı çeken halkların zulüm uygulamayacağına dair inancı reddediyor:
“Büyük zulümlerin kurbanlarının ahlaken yüce davranacağı ya da bu acılardan güçlenerek çıkacağına inanacak kadar naif değilim. Hindistan’da Dalitler, ki muhtemelen tarih boyunca zulme uğramış en büyük topluluklardan biri, 2002’de Narendra Modi’nin denetimindeki Gujarat katliamı sırasında üst kastlardaki işkencecileriyle birlikte Müslümanları öldürüp tecavüz ettiler. Orta Doğulu Yahudiler ise, Avrupa kökenli İsrail elitlerinin ırkçı ayrımcılığına maruz kalmışken, şimdi Filistinlilere aynı aşağılamaları yaşatır hale geldi.”
Peki İsrail’deki faşizm yükselişinin ve diaspora Yahudilerinin buna dönük açık desteğinin muhtemel nedenleri neler olabilir?
Bunlardan biri, Ettore Ovazza örneğindeki gibi, yönetici sınıflarına mensup hale gelen Yahudilerin, sınıfsal çıkarlarını koruyacaklarına inandıkları için faşizme yönelmeleri olabilir. Bernardo Bertolucci’nin 1900 filmindeki o ikonik sahneyi hatırlayın: Zengin toprak sahipleri ve kapitalistler yükselen faşist hareketle buluşup soldan gelen tehdidi bertaraf edebilmek için onları görevlendiriyorlardı.
Bir diğer neden hem faşizmin hem de Siyonizmin kökenlerinde, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başının yaygın Avrupa aşırı milliyetçiliğinin yatması ve bazı Yahudilerin dışlanmaya karşılık dışlayıcılığı tercih etmeleri olabilir. Nasıl ki İtalyan milliyetçiliği kendini tiranlık biçiminde faşizme, Alman milliyetçiliği ise soykırımcı Nazizme dönüştürdüyse, Siyonizm de zamanla aşırılığa kaydı.
Bir başka açıklama, faşizmin sunduğu güvenlik, öngörülebilirlik ve düzen duygusunda yatıyor olabilir -bütün bunlar kişisel özgürlükler ve başkalarına zarar verme pahasına olsa da.
Son olarak, faşizmin cezbedici “kıyametçiliği”ni göz ardı etmemek gerekir: “Bu, yok olmadan önceki son savaşımız” fikrinin, “zaten dünya bize düşman, öyleyse hiçbir şeyden çekinmeyelim” ruh haliyle birleşmesi yani.
İsrailli gazeteci Gideon Levy, Gazze savaşı sonrasında İsrail’in siyasal yönelimi konusunda en ufak bir şüphe taşımıyor:
“Bu savaş, bir faşist devlet kurma savaşıdır. Kahane Devleti İsrail’de olası hale gelmiştir. Bu süreci mümkün kılan ise Netanyahu’nun kriminal omurgasızlığıdır. Sadece neo-Nazi aşırı sağcı partiler değil, en çok da başbakanın kendi partisi Likud, Kahanizm’i iktidara taşıdı.”
-
Ortadoğu1 hafta önce
Reuters: Suriye’de Şara’ya bağlı güçler 1.500 Alevi’yi katletti
-
Söyleşi2 hafta önce
İsrail-İran savaşını kim kazandı? E. Tuğamiral Alaettin Sevim Harici’ye anlattı
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran-İsrail savaşı ve Orta Asya
-
Görüş1 hafta önce
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na
-
Avrupa2 hafta önce
Yeni MI6 şefinin dedesi, “Kasap” olarak bilinen Nazi casusu çıktı
-
Söyleşi2 hafta önce
E. Koramiral Kadir Sağdıç: ‘Hürmüz’ü kapatmak ABD-İsrail’e yarar’
-
Amerika2 hafta önce
Zohran Mamdani: Canavarın ininde bir ‘nepo bebek’
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi