Diplomasi
Gazze sonrası İsrail-Çin ilişkileri nasıl şekillenecek?

Aşağıda çevirisini okuyacağınız çalışma, Çin’in Gazze savaşı nedeniyle İsrail’e karşı sert tutumunun altında yatan sebeplere ve İsrail-Çin ilişkilerinin geçmişten günümüze nasıl şekillendiği ile Gazze savaşı sonrası ne yöne doğru evirilebileceğine odaklanıyor:
***
Pekin’in Gazze Savaşı Konusundaki Tutumu Çin-İsrail İlişkilerinin Geleceğini Nasıl Etkileyecek
Çin Araştırma Birimi
Çin, Gazze’deki savaşın başlangıcından bu yana İsrail’i daha önce görülmemiş bir şekilde eleştirdi. Özellikle Amerika’nın Tel Aviv’e Çin yatırımları üzerindeki kontrolünü artırması ve Pekin’le askeri teknoloji ve diğer ileri teknoloji alanlarındaki işbirliğini azaltması yönünde baskı yaptığı düşünüldüğünde bu tırmanışın iki ülke arasındaki ilişkilere uzun vadeli yansımaları olacak.
İdeolojiden pragmatizme
Gazze Savaşı’nın ardından Çin’in İsrail’e yönelik tutumunu ele almadan önce, Çin’in Filistin-İsrail çatışmasıyla olan ilişkisini tarihsel bağlamına oturtmamız gerekiyor. Bu ilişki üç ana aşamadan geçti: Bunlardan ilki Mao Zedong’un 1950’ler ve 1960’lardan 1970’lerin ortalarına kadar Komünist Parti liderliği yaptığı dönem. Bu aşama, bölgedeki Batı emperyalizmine düşman hareketleri ve rejimleri desteklemek ve kurulduğu 1964 yılından bu yana Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) askeri ve mali yardım sağlamak üzerine kurulu ideolojik bir dış politikaya tanıklık etti. Bu dönemde Pekin ayrıca İsrail ile resmi diplomatik ilişki kurmayı reddetti ve pan-Arap hareketinin liderleriyle aynı çizgide olmayı tercih etti.
1980’lerde Deng Xiaoping, ekonomik kalkınmayı geliştirmeye ve bu hedefe ulaşmak için dış politikayı kullanmaya odaklanan bir politika benimsedi. Bu değişim Çin’in İsrail ile olan ilişkilerine de yansıdı, teknolojik ve tarımsal ürün ticareti arttı. Buna karşılık Çin’in Filistinlilerle ilişkileri, Çin liderliğinin Filistinlilerin silahlı direnişini desteklemekten uzaklaşarak siyasi çözümü tercih etmesi ve Sovyetler Birliği’nin etkisini zayıflatmak için 1979’da Mısır-İsrail barış anlaşmasını desteklemesi nedeniyle geriledi. Dahası Pekin, Filistinlilerin Sovyetler Birliği’ne yakın olmasından da hoşnut değildi.
Bununla birlikte 1992’de Çin ve İsrail arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasından bu yana Pekin siyasi çözümü teşvik eden, Oslo Anlaşması’nı ve iki devletli çözümü destekleyen ve dengeli ilişkiler sürdüren bir politika benimsedi. Bu aşama, Çin’in 1993’te petrol ihracatçısından ithalatçısına geçmesiyle Orta Doğu’nun kritik bir enerji kaynağı olarak öneminin arttığı bir döneme denk geldi. Çin’in bölgesel politikası da ekonomik ve ticari ilişkileri güçlendirmeye ve siyasi boyutları nötrlemeye odaklandı.
Başkan Xi Jinping müzakereleri ve iki devletli çözümü desteklemeye devam etti. Filistinlilerin silahlı direnişi pahasına bölgesel istikrarı tercih etti ve Filistinlileri davalarını “uluslararasılaştırmaktan” vazgeçmeye iknaya çalıştı. Çin-İsrail işbirliğinin zirvesi, iki devletin 2017’de “Yenilikçi Kapsamlı Ortaklık” imzalamasıyla doruğa ulaştı ve Çin, İsrail’in en büyük ticaret ortağı haline geldi.
Bölgesel ve ekonomik mülahazaların yanı sıra iç mülahazalar da bu politikanın benimsenmesine zemin hazırladı: Sincan ve Tibet’teki Uygur Müslümanları arasındaki aktivist gruplar için silahlı eylem veya “uluslararasılaşma” seçeneğinin meşruiyetini zayıflatmak. Pekin, Tayvan’ı Çin’in “bir parçası ve ayrılmaz bir parçası” olarak görüyor. Bu nedenle Çin, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin edebilmeleri için silahlı direnişe meşruiyet kazandırmaktan kaçınıyor. Böylece Çin’in Tayvan’ı zorla ilhak etmeye çalışması halinde Washington’un Tayvan’ın silahlı savunma hakkına verdiği desteğin meşruiyetini otomatik olarak zayıflatmış oluyor. Ancak Gazze’de devam eden savaş sırasında Pekin, İsrail’e karşı önceki savaşlara kıyasla daha sert bir tutum benimsedi.
Çin-İsrail ilişkilerindeki gerilemenin tezahürleri
Son yirmi yılda Çin-İsrail arasındaki karşılıklı anlayış, ekonomik ve ticari ilişkiler ile Pekin’in Filistin-İsrail çatışmasına ilişkin tutumu arasındaki ayrıma dayanıyordu. Çin, İsrail’in 2014 yılında Gazze’ye yönelik savaşını kınadı ve Birleşmiş Milletler’in bu savaşta “insanlığa karşı suç işlendiği” iddialarını soruşturmasını destekledi. Ancak aynı yıl Pekin, İsrail’e 4 milyar dolar yatırım yaptı ve iki ülke arasındaki ticaret 11 milyar dolardan 24 milyar doların üzerine çıkarak ikiye katlandı. Ancak Çin’in Gazze’de devam eden savaşa ilişkin tutumu farklı ve İsrail’e karşı daha sert görünüyor. Pekin, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e karşı düzenlenen saldırıyı kınamayı reddetti.
Çin ve Rusya 25 Ekim 2023’te Güvenlik Konseyi’nde Hamas’ı kınayan kararı veto etti ve 27 Ekim 2023’te BM Genel Kurulu’nda İsrailli rehinelerin kaçırılmasını kınayan kararı engelledi. 14 Ekim 2023’te Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrail’in eylemlerinin “meşru müdafaa kapsamının ötesine geçtiğini” ve Filistinlilere yönelik “toplu cezalandırmaya” dönüştüğünü söyledi. 23 Kasım 2023’te BM’nin Cenevre’deki Çinli temsilcileri İsrail’i Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT) Anlaşmasına katılmaya ve nükleer silahlardan vazgeçmeye çağırdı. 7 Mart 2024’te Wang Yi, Gazze’deki savaşı “medeniyet adına utanç” olarak nitelendirdi.
22 Şubat 2023’te Çin Dışişleri Bakanlığı Antlaşma ve Hukuk Dairesi Genel Müdürü Ma Xinmin, Uluslararası Adalet Divanı’na Filistinlilerin İsrail işgaline direnmek için silahlı mücadele verme hakkına sahip olduğunu söyledi ve bunu terör eylemlerinin bir parçası olarak görmeyi reddetti. Xinmin, “Filistin halkının İsrail zulmüne karşı mücadelesi ve işgal altındaki topraklarda bağımsız bir devletin kurulmasını sağlamak için verdikleri mücadele, esasen meşru haklarını geri kazanmak için yapılan haklı eylemlerdir” dedi. Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme hakkını destekleyen BM Şartı ve önceki BM kararlarına atıfta bulundu.
Xinmin, “BM Genel Kurulu’nun çeşitli kararları, mevcut tüm araçlarla silahlı mücadelenin meşruiyetini tanımaktadır” dedi. İşgalin gayrimeşru olduğunu çünkü silahlı mücadele hakkının temel ve yasal motivasyonunu oluşturduğunu yineledi. Xinmin ayrıca sivillerin öldürülmesi ile arasına mesafe koymaya ve meşru silahlı direniş ile terör eylemleri arasında ayrım yapmaya çalıştı. “Meşru silahlı mücadele sırasında tüm taraflar uluslararası insancıl hukuka uymak ve özellikle de terör eylemlerinden kaçınmakla yükümlüdür” dedi.
Bu açıklamaların hukuki bağlamı; Pekin’in siyasi duruşunda radikal bir değişikliği, Çin’in çözüme yönelik önceki girişimlerinden ya da iki devletli çözümü desteklemekten vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Ancak bu açıklamalar, Pekin’in müzakereleri destekleyen ve Filistinlilerin işgali sona erdirmeye yönelik silahlı mücadelesini reddeden tarihsel duruşuyla ilgili bir anlam taşıyor.
Hamas Çin’in tutumunu hızlı bir şekilde “övdü”. Buna karşılık İsrail Dışişleri Bakanlığı Çin’in tutumunu kınayan bir açıklama yayınladı. “Savaş kanunları, Hamas’ın silahlı mücadele adına işlediği iki savaş suçu olan sivillere sistematik ve kasıtlı olarak saldırmasına ya da sivilleri canlı kalkan olarak kullanılmasına izin vermiyor. Çin’in açıklaması Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği cani terör saldırısına destek olarak yorumlanabilir.”
Çin’in bu tutumu, Pekin’in İsrail ile olan ilişkilerinden kaynaklanan “ikincil zarara” katlanabileceğini düşündüğünü açıkça gösteriyor. Buna karşılık Çin, Pekin’in genel dış politikasını karakterize eden stratejik belirsizliğin ötesine geçecek şekilde Filistinlilere desteğini artırdı. Ancak bu destek diplomatik ve retorik çerçevede kaldı.
Çin-İsrail ilişkilerinin gerilemesi devam eden savaşın bir sonucu değil. Bu ilişkiler Başkan Xi döneminde iki temel aşamadan geçti. Birincisi, Binyamin Netanyahu’nun hükümeti sırasında, özellikle de dördüncü dönemde (2015-2021) Çin ile ilişkilerden mümkün olduğunca faydalanmaktı. İkincisi ise 2021’den sonra Lapid-Bennett koalisyon hükümeti döneminde ilişkilerin yavaşlatılması ve kısıtlamaların artırılmasıydı.
Netanyahu’nun dördüncü döneminde iki taraf ticaret, Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) kapsamındaki yatırımlar ve teknolojik alışveriş alanlarında işbirliğini geliştirmeye çalıştı. Bu doğrultuda 2013 ve 2014 yıllarında İsrail Başbakanlığı tarafından alınan bir dizi hükümet kararıyla (155, 251 ve 1687 sayılı kararlar) bu yol pekiştirildi. İki taraf, 2017 yılında “Yenilikçi Kapsamlı Ortaklık”ı imzalamadan önce 2014 yılında yenilikçilik konusunda ortak bir komite kurdu. Buna paralel olarak, 2012’de iki ülke arasında 9 milyar dolar olan ticaret, 2022’de 21 milyar dolara yükseldi. Çin’in ulaşım, telekomünikasyon, altyapı, su, enerji ve limanlara yaptığı yatırımlar da arttı.
Ancak Trump yönetimi 2017-2018 yıllarında Çin’e karşı ticaret ve teknoloji savaşı başlatınca Washington, Netanyahu hükümeti üzerindeki baskısını artırdı ve İsrail Washington’un çıkar ve isteklerini dengelemeye ve Çin yatırımları ile teknolojik işbirliğinden azami fayda sağlamaya dayalı bir politika benimsedi. Bu baskı nedeniyle İsrail, 2019 yılında Çin yatırımlarını incelemek üzere “Yabancı Yatırımlarda Ulusal Güvenlik Unsurlarını İnceleme Danışma Komitesi”ni kurdu.
Bu komiteyi kurduktan sonra bile, ulusal güvenliği geleneksel güvenlik ve askeri kavramların ötesine genişletme ilkesini benimsemesine rağmen, yetki ve soruşturma alanlarını kasıtlı olarak kısıtlayarak dengelemeye çalıştığı açıktı. Bu yaklaşım, Amerika’nın korkularını anladığını gösteren Bennett-Lapid koalisyon hükümeti döneminde değişti. Başkan Biden’ın 2022’de İsrail’e yaptığı ziyaret sırasında Tel Aviv ve Washington arasında Stratejik Diyalog imzalanması bunun bir yansımasıydı. Buna dayanarak yapay zeka, kuantum hesaplama, salgın hastalıklarla mücadele, çevre koruma ve güvenilir teknolojiler konularını incelemek üzere dört eylem grubu oluşturuldu.
Ekim 2022’de İsrail hükümeti, Danışma Komitesi’nin yetki alanlarını genişletti. Bennett-Lapid koalisyon hükümetinin göreve gelmesinden sonra İsrail’in ABD ile stratejik ortaklık ve teknolojik işbirliğini geliştirirken Çin ile yatırımlar ve teknolojik işbirliği üzerindeki kontrolünü artırma ve daha fazla engel çıkarma yönünde bir yol benimsediği açıktı.
Netanyahu Aralık 2022’de iktidara döndükten sonra da bu çizgide radikal bir değişiklik olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Netanyahu, Eylül 2023’te Yeni Delhi’deki G20 zirvesi sırasında Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ile rekabet eden Amerikan Küresel Altyapı ve Yatırım Ortaklığı (PGII) projelerinden biri olarak ilan edilen Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) için en hevesli liderdi. Kısa vadede Gazze Savaşı bu projenin önünde engeller yarattı. Ancak İsrail, Çin projelerine yönelik alternatif girişimlerde merkezi bir rol oynama yönünde istek gösterdi.
Bu gidişat Çin’in İsrail’in stratejik tercihlerine yönelik şüphelerini derinleştirdi ve Tel Aviv’in ABD ile kızışan rekabet ışığında artık güvenilir bir ortak olmadığı inancını pekiştirdi. Bu şüphe, İran’ın 2023’te petrolünün yüzde 90’ını Çin’e ihraç etmesiyle veya Çin’in toplam petrol ithalatının yüzde 10’unu karşılamasıyla daha da arttı. İsrailliler bunun İran’ın ekonomisini güçlendirmeye yardımcı olduğunu ve İran’ın bölgesel vekillerini finanse ederek Tahran’ın “İleri Savunma” stratejisini desteklediğini düşünüyor. Dolayısıyla İsrail, Çin’in bu politikasını kendi güvenliğine ve çıkarlarına doğrudan bir tehdit olarak görüyor.
Bu şüpheler, 7 Ekim 2023’ten sonra, Hamas’ın Gazze’deki tünellerinde büyük bir Çin silah stoku bulunduğuna dair haberlerin ardından daha da derinleşti. Teyit edilmemiş başka haberlere göre de İsrailli yüksek teknoloji fabrikaları Çin’den parça ithal etmekte zorlanıyor ve Çin devletine ait denizcilik devi Cosco, Kızıldeniz’de Çinli firmaların sahip olduğu dokunulmazlığa rağmen İsrail limanlarına sevkiyatı askıya aldı.
İkili İlişkilerin Geleceğine İlişkin Sonuçlar
Çin’in İsrail’e yönelik sert söyleminin en önemli hedeflerinden biri, İsrail üzerindeki uluslararası baskının zirve yapması, Tel Aviv’in savaşta ilerleme kaydedememesi, Netanyahu’nun aşırı muhafazakar hükümetinin ateşkesi reddetmesi ve Washington’un İsrail’e sürekli diplomatik ve askeri destek vermesi nedeniyle Arap/Müslüman ulusların ve Küresel Güney’in söylemiyle uyum sağlamak.
Dahası, Çin’in tutumları, bölgedeki Amerikan liderliğine meydan okumanın Çinli liderler için en önemli öncelik haline geldiğini gösteriyor ki bu da Pekin’in küresel vizyonu ve büyük güç olarak yükselişiyle uyumlu. Başkan Xi’nin dört maddelik barış önerisi sunduğu 2017 yılı, Pekin’in küresel vizyonunun hedeflerine ulaşmak için Filistin meselesini kullanmasının başlangıcı olarak kabul edilebilir. Önceki önerilerden farklı olarak bu öneride ilk kez Filistin meselesinin çözümü için “kapsamlı, işbirliğine dayalı ve sürdürülebilir güvenlik ve kalkınma yoluyla barış” ifadeleri yer alıyordu.
Amerikan yönetiminin etik ve siyasi konumunu zayıflatmaya yardımcı olduğu sürece bu tür tutumların Çin için herhangi bir siyasi veya diplomatik maliyeti yok. Örneğin Pekin, 2022’de savaşın başlamasından bu yana Ukrayna’da sivilleri hedef alan Rusya’ya karşı tamamen farklı bir tutum benimsedi. Bu da İsrail’i eleştirerek hedef alınan tarafların başında ABD’nin geldiğini gösteriyor. Bununla birlikte, Çin’in İsrail’e yönelik tavrı, Tel Aviv’i bölgedeki Amerikan rejiminin somut hali olarak görmesinden kaynaklanıyor. Ancak Netanyahu hükümetinin Çin’in sert eleştirilerine karşı temkinli karşılık verdiği ve Pekin ile doğrudan ve sürekli bir çatışmaya girmemeye çalıştığı dikkat çekiyor. Buna rağmen, Çin-İsrail ikili ilişkilerindeki gerilemesinin özellikle önümüzdeki dönemde sonuçları olacaktır:
Birincisi, siyasi boyut: İki taraf arasındaki ilişkilerin, 1992’de diplomatik ilişkilerin kurulmasından bu yana görülmemiş seviyelere gerilemesi muhtemel. Bu durum yakın ve orta vadede gerçekleşecek olsa da, Çin-Amerikan ilişkilerindeki gerileme ve Pekin ile Washington arasında tırmanan rekabet göz önüne alındığında, uzun vadede koşulların siyasi derinliğin yeniden kazanılmasına izin verip vermeyeceği açık değil.
Gelecekte Çin’in barış sürecinde arabulucu rolü oynamasının hiçbir şansı olmadığı söylenebilir (ilk baştan beri Pekin’in ciddi olmadığı görünüyor). İsrail, Çin’in Filistinlilerden yana bir arabulucu olduğuna ve ABD’nin alternatifi olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığına giderek daha fazla inanıyor. Bu durum, İsrail’in savaştan sonra Gazze Şeridi’nin yeniden inşasında önemli bir rol oynayan Çin’i engelleme çabalarına da yansıyabilir.
Pekin’in önümüzdeki yıllarda Washington’un İsrailliler ve Filistinliler arasındaki tek arabulucu rolünü destekleme aşamasından barış sürecini denetleyecek çok taraflı bir sistem oluşturulması için baskı yapma aşamasına geçmesi bekleniyor. Pekin’in geçen aylarda arabuluculuk arzusundan (Pekin’in 30 Kasım 2023’te önerdiği beş maddelik barış planının bir parçası olarak ve Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin 15 Ocak 2024’te Kahire’ye yaptığı ziyaret sırasında) Gazze Savaşı’nın sona ermesinin ardından müzakereleri denetlemek için BM şemsiyesi altında geniş çaplı bir uluslararası konferans çağrısına geçmesinin ardında yatan neden bu belirleyici unsur olabilir.
İkincisi, teknolojik ve askeri işbirliği: Bu alanda 2019’da başlayan düşüşün devam etmesi bekleniyor. Bu düşüş, büyük olasılıkla askeri teknoloji, yapay zeka, kuantum hesaplama, temiz enerji teknolojisi ve telekomünikasyon teknolojisinde hızlanacak. Netanyahu’nun olası ayrılığı bu gidişatı değiştirmeyecek.
Üçüncüsü, ticari ilişkiler: İki taraf arasındaki ticaretin 2021’de başlayan durgunluk aşamasından (Çin’in İsrail’e yaptığı ihracatın aralarındaki toplam ticaret hacminin yüzde 70’ine ulaşması ve İsrail’in Çin’e yaptığı ihracatın 2018’den bu yana düşmesi); yani savaştan önce Washington’un özellikle İsrail’in teknolojik bileşenler ve elektrikli araç ithalatı üzerindeki baskısıyla desteklenen hızlı düşüş aşamasına geçmesi muhtemel (Çinli firmalar 2023’te elektrikli araç satışlarında lider konumdaydı).
Sonuçlar
Ukrayna ve Gazze’deki savaşların dinamikleri, Çin’in küresel yönetişim için alternatif bir model sunma bağlamında, ABD ve müttefiklerinin duruşlarına meydan okuyan cesur ve kararlı bir dış politika benimsemesinin önünü açmış gibi görünüyor. Çin’in bu duruşu, özellikle İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının neden olduğu insani trajedinin devam etmesi ve bu savaşın sona erdirilmesi için artan uluslararası baskıya paralel olarak Pekin’in İsrail’e yönelik tutumuna da yansıdı.
Çin’in İsrail’in Gazze Savaşı’na yönelik sert tutumu, özellikle Tel Aviv’in ABD’ye yakınlaşması (Netanyahu hükümeti yakında düşerse) ve Washington’un Pekin ile ilişkileri konusundaki baskılarına daha geniş bir ölçekte yanıt vermesi ile Çin-İsrail ikili ilişkilerindeki düşüşün hızlanmasına yansıyacak gibi görünüyor.
Diplomasi
İsrail-İran savaşı, Rus petrolüne yönelik yaptırım planını erteletti

İsrail ve İran arasındaki savaşın petrol fiyatlarında ani bir artışa yol açması, Avrupa Birliği’nin Rus petrolüne uygulanan varil başına 60 dolarlık tavan fiyatı düşürme planlarını değiştirdi. AB liderleri, Orta Doğu’daki çatışmanın küresel petrol fiyatlarını daha da artıracağından ve yaptırımları sıkılaştırmanın mümkün olmayacağından endişe ediyor.
İsrail ve İran arasındaki savaşın petrol fiyatlarında yarattığı ani yükseliş, Avrupa Birliği (AB) liderlerinin Rus petrolüne yönelik tavan fiyatı varil başına 60 dolardan 45 dolara düşürme planlarını değiştirmesine yol açtı.
Liderler, Orta Doğu’daki çatışmanın küresel petrol piyasasında fiyatları daha da artıracağından ve bu ortamda yaptırımları sıkılaştırmanın mümkün olmayacağından endişe ediyor.
AB dışişleri bakanlarının pazartesi günü Brüksel’de yapacakları toplantıda tavan fiyatın düşürülmesini tartışmaları bekleniyordu.
Ancak Politico‘ya konuşan iki diplomat, İsrail ile İran arasında tırmanan askeri gerilim nedeniyle bu planın artık uygulanabilir görülmediğini belirtti.
Bir diplomat, “Orta Doğu’daki uluslararası durum ve dalgalanma nedeniyle tavan fiyatı düşürme fikri muhtemelen kabul görmeyecek. Bu hafta yapılan G7 toplantısında tüm ülkeler bu kararı şu anda almamayı tercih ettikleri konusunda anlaştı. Fiyatlar tavana oldukça yakındı ancak şimdi yukarı ve aşağı yönlü sıçramalar gösteriyor, durum şu an için çok değişken,” dedi.
Petrol fiyatlarındaki ani artış planları bozdu
Nisan ayı başından bu yana varil başına 68 doların altında işlem gören Brent petrolü, iki kez 60 doların altına düşmüştü. Rus Ural petrolü ise 10 dolardan fazla bir indirimle satılıyordu.
Fakat İsrail’in geçen cuma günü İran’a yönelik bombardıman başlatmasıyla Brent petrolünün fiyatı 70-79 dolar aralığına fırladı.
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, hafta başında düzenlenen G7 zirvesinde, bahar aylarında fiyatların düşmesi nedeniyle mevcut 60 dolarlık tavan fiyatın etkisinin azaldığını belirtmişti.
Von der Leyen, “Ancak son günlerde petrol fiyatlarının yükseldiğini ve mevcut tavan fiyatın işlevini yerine getirdiğini gördük. Bu yüzden şu an için bunu düşürmeye pek gerek yok,” ifadelerini kullandı.
Yaptırımların etkinliği tartışılıyor
Tavan fiyat uygulamasının temel amacı, bütçesinin yaklaşık yüzde 40’ını savaşa harcayan Rusya’nın gelirlerini azaltmak. Ancak bunun için, Rusya’nın kendi gölge filosunu kullanarak büyük ölçüde aşmayı öğrendiği daha sert kısıtlamalara yönelik net bir denetim mekanizması kurulması gerekiyor.
Enerji ve Temiz Hava Araştırma Merkezi’nin (CREA) analizine göre, mayıs ayında varil başına 45 dolarlık bir tavan fiyat, Rusya’nın petrol ihracatı gelirlerini yüzde 27 (2,8 milyar avro) oranında azaltabilirdi.
Ancak merkezdeki uzmanlar, “Bu hesaplama, şu anda bile arzulanan seviyede olmayan katı ve tam bir kısıtlama uyumuna dayanıyor,” notunu düştü.
ABD’nin katılımı kilit rolde
Yeni yaptırım fikri, Avrupa’ya ilk adımı atmasını öneren Donald Trump’tan da destek görmedi. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nde yaptırım uzmanı olan Maria Şagina’ya göre, ABD olmadan tavan fiyatın düşürülmesi etkili olmayacak.
Şagina, “Tavan fiyat bir alıcılar karteli olarak tasarlandığından, uygulanması için ABD’nin katılımı gerekiyor,” dedi ve “şu anda ham petrolün yüzde 90’ından fazlası varil başına 60 doların üzerinde bir fiyattan satıldığı için” mevcut kısıtlamaların delinmesiyle mücadeleye odaklanmanın daha iyi olacağını savundu.
Kolombiya Üniversitesi Küresel Enerji Politikası Merkezi’nden araştırmacı Tatyana Mitrova ise ABD’nin katılımı olmadan daha düşük bir tavan fiyatın etkinliğinin azalacağını, ancak “AB ve Birleşik Krallık’ın deniz taşımacılığı sigortası üzerinde kilit bir kozu olduğunu ve bunun her durumda yaptırımların delinmesine ciddi engeller yaratacağını” belirtti.
Bloomberg‘e konuşan ve tartışmalar hakkında bilgi sahibi olan birkaç Avrupalı yetkili, bazı AB ülkelerinin daha düşük bir tavan fiyatın ancak ABD’nin de kısıtlamalara katılması durumunda işe yarayacağına inandığını aktardı.
Diplomasi
Avrupa ülkeleri ‘diplomaside’: İran’ın balistik füze programını hedef aldılar

Avrupa dışişleri bakanları cuma öğleden sonra Cenevre’de İranlı yetkililerle bir araya geldiler ve İran’dan yalnızca nükleer faaliyetlerini değil, balistik füze programını da azaltmasını istediler.
Perşembe sabahı gazetecilere konuşan Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, şu anda İran ile diplomasi hedeflerinin Tahran’ın sadece nükleer programını değil, aynı zamanda balistik füze programını ve İran’ın bölgesel istikrarı bozucu faaliyetlerini de “önemli ve kalıcı” bir şekilde azaltmasını sağlamak olduğunu söylemişti.
Barrot, “Tamamen askeri bir çözüm yok,” diyerek İran’ın Washington ile müzakere masasına dönmesi gerektiğini ekledi.
Almanya, Fransa ve İngiltere, İran’a “İsrail’in saldırılarının durmasını beklemeden” müzakerelere başlaması çağrısında bulundu.
Wall Street Journal’a (WSJ) göre bazı Avrupalı yetkililer ABD’nin İran’a yönelik sıfır zenginleştirme hedefini desteklerken, Almanya, Birleşik Krallık ve Fransa’nın resmi tutumu, İran’ın herhangi bir zenginleştirme programının sıkı sınırlar içinde tutulması ve Tahran’ın nükleer bomba yapımında kullanılabilecek yeterli miktarda silah sınıfı fisil madde biriktirememesi için yakından izlenmesi yönünde yeni bir anlaşma yapılması yönünde.
ABD Başkanı Donald Trump ise, New Jersey’in Morristown kentine varışında, “İran Avrupa ile konuşmak istemiyor. Bizimle konuşmak istiyor. Avrupa bu konuda yardımcı olamayacak,” dedi.
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçı, Almanya, İngiltere ve Fransa’nın dışişleri bakanlarıyla yaptığı görüşmelerin ardından, İsrail’in “saldırganlığını” durdurması halinde müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu söyledi.
Arakçı, Tahran’ın üç ülkeyle ve Avrupa Birliği ile “görüşmelerin devamını” desteklediğini eklerken, ülkesinin “yakın gelecekte yeniden bir araya gelmeye hazır olduğunu” da ifade etti.
Almanya Dışişleri Bakanı Johann Wadephul, “Bugünkü olumlu sonuç, İran tarafının tüm önemli konularda müzakereleri sürdürmeye temelde istekli olduğu izlenimiyle ayrıldığımızdır. Tüm bölge son derece kritik bir durumda ve müzakerelerde daha fazla tırmanışın önlenmesi ve ilerleme sağlanması bizim ortak çabamız,” dedi.
Avrupalıların bu müzakerelere dahil olması gerektiğini, ancak Washington’un da önemli bir rol oynadığını ekledi.
Almanya’nın en üst düzey diplomatı, “Her şeyden önce, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu müzakerelere ve bir çözüm bulunmasına dahil olması büyük önem taşıyor,” dedi ve Almanya’nın İsrail’in güvenlik çıkarlarını koruyacağını da sözlerine ekledi.
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot ve Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı David Lammy de toplantı hakkında benzer izlenimlerini dile getirerek, İranlıların görüşmelere devam etmeye hazır olduğunu ve İran’ın nükleer silaha sahip olamayacağının açıkça belirtildiğini söylediler.
Fakat Reuters’ta yer alan habere göre İranlı üst düzey bir yetkili cumartesi günü, Cenevre’de ülkesinin nükleer programı hakkında yapılan görüşmelerde Avrupa güçleri tarafından sunulan önerilerin “gerçekçi olmadığını” belirterek, bu önerilere bağlı kalınması halinde bir anlaşmaya varmanın zor olacağını söyledi.
İsrail ile İran arasındaki çatışmanın tırmanmasını önlemek amacıyla E3 olarak bilinen Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya dışişleri bakanları ile AB’nin İranlı mevkidaşları cuma günü (20 Haziran) bir araya geldikten sonra ilerleme kaydedildiğine dair çok az işaret vardı.
“Avrupalıların Cenevre’de yaptığı tartışmalar ve öneriler gerçekçi değildi. Bu tutumda ısrar etmek İran ile Avrupa’yı bir anlaşmaya yaklaştırmayacaktır,” diyen üst düzey yetkili, İran’ın her halükarda Avrupa’nın önerilerini Tahran’da inceleyeceğini ve bir sonraki toplantıda yanıtını sunacağını söyledi.
Her iki taraf da önerilerin ayrıntılarını açıklamasa da, iki Avrupalı diplomat, E3’ün İsrail’in yakın vadede ateşkes kabul etmeyeceğini ve İran ile ABD’nin müzakereleri yeniden başlatmasının zor olacağını düşündüğünü söyledi.
Diyalogun, başlangıçta ABD’nin katılmadığı, İran’ın balistik füze programını da içerebilecek daha sıkı denetimleri öngören yeni bir anlaşma üzerinde paralel bir müzakere süreci başlatılması olduğu belirtildi.
Cumartesi günü İran cumhurbaşkanıyla görüşen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, iki tarafın müzakereleri hızlandırma konusunda anlaştığını ama İran’ın “niyetinin barışçıl olduğuna dair her türlü güvenceyi vermesi” gerektiğini vurguladı.
Bazı Avrupalı bakanların cuma günü İran’ın nükleer programın ötesindeki konularda müzakereye daha hazır olduğunu öne sürmesine rağmen, üst düzey yetkili, füze programı da dahil olmak üzere savunma kapasitesinin müzakere edilebileceği olasılığını reddetti ve uranyum zenginleştirmesinin tamamen durdurulması fikrinin çıkmaz sokak olduğunu yineledi.
Yetkili, “İran diplomasiyi memnuniyetle karşılar, fakat savaşın gölgesinde değil,” dedi.
Öte yandan AB’nin dış politika kolu Avrupa Dış Eylem Servisi, İsrail’in Avrupa Birliği ile ilişkilerini düzenleyen anlaşma kapsamında insan hakları yükümlülüklerini ihlal ettiğine dair işaretler olduğunu açıkladı.
Reuters ve dpa haber ajanslarının gördüğü bir belgeye göre, İsrail “AB-İsrail Ortaklık Anlaşmasının 2. maddesi kapsamındaki insan hakları yükümlülüklerini ihlal etmiş” olacak.
Örgüt, bağımsız uluslararası kurumların değerlendirmelerini kaynak olarak gösterdi.
Diplomasi
Karin Kneissl: Trump, İran’a saldırarak aptalca bir karar verdi

Eski Avusturya Dışişleri Bakanı Karin Kneissl, ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’daki nükleer tesislere yönelik saldırı kararını ‘aptalca’ olarak nitelendirdi. Kneissl, bu saldırının tüm savaş yasalarını ihlal ettiğini ve İran’a bölgedeki Amerikan üslerini vurma konusunda meşruiyet kazandırdığını belirtti.
Eski Avusturya Dışişleri Bakanı ve St. Petersburg Devlet Üniversitesi GORKI Merkezi Başkanı Karin Kneissl, ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’daki nükleer tesislere saldırma kararının “aptalca” olduğunu ve tüm savaş yasalarını ihlal ettiğini açıkladı.
Kneissl, 22 Haziran gecesi gerçekleştiği belirtilen saldırının ardından yaptığı değerlendirmede, bu hamlenin İran’a bölgedeki Amerikan askeri üslerine saldırma hakkı tanıdığını vurguladı.
Kneissl, Telegram kanalından yaptığı paylaşımda, “ABD Başkanı Trump bunu Kongre’nin onayı olmadan yaptı. Böylesine aptalca bir karar beklemiyordum,” ifadelerini kullandı.
‘Tüm savaş yasaları ihlal edildi’
ABD ve İsrail’in İran’ın nükleer tesislerini bombalamaya nasıl cüret ettiğini sorgulayan Kneissl, “Tüm savaş yasaları ihlal edildi,” diyerek duruma tepki gösterdi.
Kneissl, Trump’ın bu kararında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun baskısı altında kaldığını belirterek, “Ancak bu bir mazeret olamaz,” diye ekledi.
Eski bakan, saldırının sonuçlarına dikkat çekerek şunları kaydetti:
“Artık İran’ın, bölgedeki 40 bin ABD askerinin bulunduğu Amerikan askeri üslerine saldırması önünde hiçbir engel kalmadı. Ve hâlâ Tahran adına bu tür saldırılar düzenleyebilecek çok sayıda silahlı grup var.”
ABD’nin İran saldırısına Kongre’den ortak tepki: ‘Anayasaya aykırı’
Diyalog fırsatı kaçırıldı
Kneissl, saldırıdan önce Cuma günü İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile Amerikan yönetimi arasında diyalog için küçük bir fırsat penceresi doğduğunu hatırlattı. “İran belirli konuları tartışmaya hazırdı,” diyen Kneissl, “Peki ya şimdi?” sorusunu yöneltti.
Eski bakan ayrıca, ABD’nin İran’daki nükleer tesislere seyreltilmiş uranyum içeren bombalarla saldırmış olabileceği ihtimali üzerinde durdu.
Bu tür mühimmatların ilk kez 1999 baharında ABD’nin Belgrad’ı bombaladığı Sırbistan’da kullanıldığını belirten Kneissl, “Bu işe yaramayacak. Seyreltilmiş uranyumlu mühimmatlar eski Yugoslav Halk Ordusu’nun tanklarına karşı kullanılmıştı. Hiçbir etkisi olmadı, sadece daha önce Irak’ta olduğu gibi çevre felaketine yol açtı. Bu kez sonuçlar 26 yıl öncesine göre çok daha büyük olabilir. ABD ve NATO güçleri o zaman da askeri hedeflerine ulaşamamış, o çatışmada da desteğe ihtiyaç duymuşlardı,” dedi.
ABD’nin saldırı açıklaması
22 Haziran’ı sabaha bağlayan gece ABD Başkanı Donald Trump, ABD Hava Kuvvetleri’nin “Fordo, Natanz ve İsfahan dahil olmak üzere İran’daki üç nükleer tesise” başarılı bir saldırı düzenlediğini duyurmuştu.
Trump, Tahran’ın çatışmayı sona erdirmeyi kabul etmesi gerektiğini ifade etmişti.
Bu saldırıdan önce, 13 Haziran’dan itibaren İsrail’in de İran’a yönelik günlük saldırılar düzenlediği ve operasyonun amacının İran’ın füze ve nükleer programlarını yok etmek olduğu belirtilmişti.
-
Görüş7 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu5 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Avrupa5 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta