Avrupa
Draghi raporu ve Avrupa’nın Bush momenti

“Mario Draghi, merakla beklenen raporunu sundu.”
Başlıklar ya da spotlar birbirine üç aşağı beş yukarı benziyordu. Eski Avrupa Merkez Bankası Başkanı, eski İtalya Başbakanı gibi sıfatlara sahip bu becerikli teknokrat, Avrupa Komisyonu’nun “takdir ve tensipleriyle”, AB’nin rekabetçiliğine dair bir rapor hazırlamakla görevlendirilmişti.
Raporun içeriği de üç aşağı beş yukarı anlaşılmıştı: Draghi hem yazın çeşitli konferanslarda yaptığı konuşmalarda, hem de geçen hafta AP vekilleri ile AB yetkililerine verdiği bir ön brifingde durumu kendince ortaya koymuştu.
Neydi mesele? Öncelikle AB, rekabetçilik ve verimlilik söz konusu olduğunda ABD ve Çin’in çok ama çok gerisinde kalma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. İnovasyon yoktu, regülasyon (siz bürokrasi anlayın) yenilikçi şirketlerin belini büküyor ve Avrupa dışına kaçmasına neden oluyordu. Karbonsuzlaştırma ve yeşil dönüşüm iyi fikirdi ama bir koordinasyondan ve sanayi politikasından yoksundu. Her şeyin başı sermaye piyasaları birliğiydi ama bunun için AB’nin ortak karar alma süreçlerinin hızlandırılması gerekiyordu. Özel sektör bu yükü tek başına sırtlayamazdı (yılda ilave 800 milyar avro!), devletin de yatırımlara el atması gerekiyordu. Sermaye Piyasaları Birliği bu işin çözümüydü. Elbette bu ilave yatırımlar kamu bütçesine yük bindirirdi; ama reformlar yoluyla üretkenlik artışı da sağlanacağı için bütçede sağlam bir yer açılırdı. Nasrettin Hoca’nın “peşin parayı görünce…” fıkrasındaki gibi: evin önüne çalı diktik, koyun sürüsü geçerken koyunlar çalıya takılacak, biz o koyunların yününü alıp satacağız…
Ezcümle, Avrupa Merkez Bankası Başkanı olarak neoliberal imandan taviz vermeyen Draghi, neoliberalizmin, Washington Konsensüsü’nün ve serbest ticaretin ölümünü ilan edenler korosuna katılıyordu.
Avrupa’nın demarkasyonu: Kuzeyden Güneye, Doğudan Batıya
Bunlarda yeni bir şey yok. Dahası, yatırım finansmanı için önerdiği ortak borçlanmada ve buna yönelik itirazlarda da bilinmeyen çok az şey var.
AB’ye ortak borçlanma için bastıranlar, başta Fransa ve İtalya olmak üzere, yüksek borç seviyelerinde takılıp kalan güney ülkeleri. İtiraz edenler, “mali disiplin” ile tanınan, başta Almanya ve Hollanda olmak üzere, kuzey ülkeleri.
Bir yandan, Draghi raporundaki Franko-İtalyan parmağı sık sık gözümüze girerken (örneğin, otomotiv sektöründe Çin’e yönelik gümrük tarifelerinin yükseltilmesinin övülmesinde), ortak borca karşı çıkışın derhal Almanya ve Hollanda’dan (bir de Avusturya) gelmesi beklenmedik değil. Piyasaya yeni para sürmek, çıkış değildir diyorlar. Tamamen haksız sayılmazlar.
Dolayısıyla Avrupa’nın ve “Batı”nın nerede başlayıp nerede bittiğine dair bir soru da artık sorulmak durumunda. Belki de artık “Batı” (veya “Doğu”) Urallarda değil, Thüringen’de başlıyordur.
Avrupa için güzel günlerin sonu: Sermayenin devalorizasyonu
Peki hiç mi yeni bir şey yok?
Kanımca var: Birincisi, özellikle Rusya karşıtı yaptırımlar ve enerji maliyetlerindeki artış ile sık sık tartışmaların odağı haline gelen “Avrupa’nın sanayisizleşmesi” meselesinin, o kadar basit olmadığına ilişkin işaretler var. Bu konuya daha önce Almanya bağlamında değindiğim için uzatmayacağım.
Bununla birlikte, Draghi raporuna sinen fırsat algısına işaret etmek durumundayız. İtalyan raportör, AB’deki yatırım ve üretkenlik eksikliğini açıkça “hâlâ otomotiv gibi orta teknoloji batağına saplanmak” ile açıklıyor.
Draghi, Ar-Ge söz konusu olduğunda Avrupalıların otomotiv ile yetindiğini, oysa ABD’de bu alandaki yatırımların çoktan dijital-yapay zeka gibi alanlara kaydığını vurguluyor.
Otomotiv sektöründen “çıkılması” gerektiğini savunmuyor; ama kaydırılan vurgu, bazı sektörlerin geride bırakılabileceğine işaret ediyor. Enerji yoğun sanayilerin bazıları için “hard-to-abate” (“küçültülmesi güç”) dese de, kimilerinin Avrupa dışına çıkarılmasına göz yumulabileceğini ilan ediyor. Kimya, metal, tekstil, ahşap, kağıt gibi sektörler bunlar arasında yer alıyor.
Aşırı üretim krizi ve Avrupa için kapanan dönem
Ve bu bizi bir kez daha Marx’a ve kriz teorisine götürüyor.
2008 krizi, finansal sistem içinden tetiklenmiş olsa da, özellikle 2000’lerin başından itibaren ABD’de uygulanan düşük faiz-ucuz kredi politikaları bir aşırı üretimin işaretlerini veriyordu.
Alman marksist Michael Heinrich, 2011 yılında yayımlanan bir araştırmasında özellikle çelik, otomotiv ve bazı yarı iletken sektörlerindeki aşırı kapasiteye dikkat çekiyordu. Heinrich’in bu çalışmasına dikkat çeken bir başka araştırmada(1), Alman otomotiv sanayiinin aşırı üretiminin o dönemde Çin’den gelen talep ve sektörün “doğuya genişlemesi” ile hafifletildiğine işaret ediliyor.
Doğuya doğru genişlemenin durması ve Çin’den gelen talebin azalması şimdi tekrar bir aşırı üretim krizinin içinde olduğumuzun göstergeleri. 2000’li yıllarda Almanya’nın hızlı büyüyen pazarlarla olan bağları, “outsourcing” etkisi (ki, “doğuya genişleme” bunun bir uzantısı), ihracata dayalı ekonomi krizi öteledi. Önce pandemi, sonra Ukrayna savaşı bu dönemin kapandığını, kapanması gerektiğini söylüyor.
Nitekim pandemi öncesinde Alman otomotiv sanayii kriz sinyalleri vermeye başlamıştı. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki talep yavaşlaması, bir belirti olarak kendini hissettiriyordu. Mayıs 2020 tarihli bir araştırmaya göre(2), “olgun piyasaların” küresel otomobil satışlarındaki payı, 2019’dan 2024’e kadar olan dönemde yüzde 0,5 azalacaktı. Esas yükü Çin’in de ötesinde, “gelişmekte olan piyasalar” çekecekti: sırasıyla yüzde 3,2 ve yüzde 4,7.
Leyen, Scholz’un önünde diz çöker mi?
Draghi de malumu ilam ediyor. 2008 krizinde ABD’de yaşandığı ileri sürülen bir diyaloğu, daha edepli bir biçimde, tekrar ediyor: Finansal kriz patlak verdiğinde, dönemin Başkanı George W. Bush, kurmayları ile Beyaz Saray’da bir toplantı yapıyor. Bush, büyük banka kurtarma programına mesafeli; klasik bir “piyasa dostu” Cumhuriyetçi, herkes kendi kıçını kurtarsın istiyor. Ama “ikna ediliyor”. Washington Post’un o dönem yazdığına göre toplantının bir yerinde ekonomiyi kastederek şöyle diyor: “Parayı gevşetmezsek, bu enayi batabilir.” (“If money isn’t loosened up, this sucker could go down.”)
Şimdi, sanırım bir de Şansölye Olaf Scholz’un önünde diz çökecek biri lazım. Ursula von der Leyen olabilir. Hatırlayanlar olacaktır: Bush’un Hazine Bakanı Hank Paulson, ki bir zamanlar Goldman Sachs’ta “Tanrı gibi” olduğu öne sürülür, o dönem Temsilciler Meclisi Başkanı olan Nancy Pelosi’nin önünde, kurtarma paketine Demokratların onay vermesi için diz çökmüştü.
New York Times şöyle yazıyordu: “‘Katolik olduğunuzu bilmiyordum,’ dedi Bayan Pelosi, Bay Paulson’un diz çökmesine alaycı bir gönderme yaparak. Sonra devam etti: ‘Bu işi patlatan ben değilim, Cumhuriyetçiler.’”
İhracatçı AfD’ler yolunu bulacak mı?
Gerçekten de, bazı Cumhuriyetçiler, “serbest piyasa” ve neoliberal amentüde büyük bir gedik açacağı gerekçesiyle banka kurtarma paketine ve devasa parasal genişleme politikalarına itiraz ediyordu.
Tıpkı şu anda Orta Avrupa’nın göbeğinde kendilerine sağlam bir yer edinen sağcılar gibi. Vakti zamanında Merkel CDU’sunun Yunanistan’ı kurtarma (ya da daha doğru deyişle ümüğüne çökme) planına itiraz eden serbest piyasa meftunları, şimdilerde ya FDP’deler, ya da AfD’yi kuran ekipte yer aldılar. İhracata dayalı Alman ekonomisinin güzel günlerini geri istiyorlar. Rusya’dan ucuz enerji, Çin’de geniş ihracat pazarı, doğuda kelepir işgücü peşindeler. FDP örneğinde olduğu gibi, ekonomideki sorunun “planlı ekonomi” ve “bürokrasi-regülasyon” olduğunu düşünüyorlar. Önlerinde diz çökülmesini bekliyorlar.
Neoliberalizm sonrasının devlete büyük rol biçen politikalarını yazan neoliberal Draghi’ye karşı, uluslararası neoliberal düzene karşı neoliberal piyasa amentüsünü savunan AfD ve türevleri… Ne ironi ama!
(1) Institute for International Political Economy Berlin, The European Economic crisis from 2007 onwards in the context of a global crisis of overproduction of capital – a Marxian monetary theory of value interpretation, 2019, s. 4 ve s. 31.
(2) The Impact of COVID-19 on the European Automotive Market, Pwc, Mayıs 2020, s. 6.
Avrupa
Asya Altyapı Yatırım Bankası, Londra’da şube açmak istiyor

Trump yönetimi Çin’e karşı sert bir tutum sergilerken, Çin liderliğindeki Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB) bu yıl Londra’da ilk Avrupa ofisini açmayı planlıyor.
2013 yılında Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) kapsamında kurulan ve merkezi Pekin’de bulunan AIIB, yeni Londra ofisini bankanın küresel kalkınma projelerini desteklemek için fon sağlamak amacıyla kullanmayı hedefliyor.
Bu hamle ABD-Birleşik Krallık ilişkileri düşünüldüğünde oldukça tartışmalı olabilir. Başbakan Keir Starmer, bir yıl önce iktidara geldiğinden beri Çin ile ilişkileri yeniden kurmak için çalışıyor.
Fakat geçen ay ABD ile imzalanan ticaret anlaşması, Donald Trump’ın küresel güçle sürdürdüğü ticaret savaşı nedeniyle Londra’yı Pekin ile ticaretini kısıtlamaya zorlayabilecek hükümler içeriyor.
Britanya-Çin finans bağlantısı ABD’nin hoşuna gitmeyecek
Chatham House’da Çin uzmanı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews POLITICO’ya yaptığı açıklamada, “Trump yönetiminin, ticaret konusunda Çin’e karşı ABD ile aynı çizgiye gelmesi için Birleşik Krallık’a uyguladığı baskı göz önüne alındığında, Londra’da bir AIIB merkezinin kurulmasını hoş karşılayacağını sanmıyorum,” dedi.
AIIB, KYG’nin bir aracı olduğu yönündeki iddiaları kesin bir dille reddediyor. KYG, Asya, Avrupa ve Afrika arasında ticaret yolları kurma çabasının bir parçası olarak eski “İpek Yolu”nu örnek alıyor, fakat eleştirmenler bunu Pekin’in dış politika hedeflerini yürüttüğü bir araç olarak görüyor.
Bir AIIB sözcüsü, “Projelerimizden bazılarının müşterilerimiz tarafından KYG ile ilgili projeler olarak tanımlanabileceğini kabul ediyoruz, fakat bu projeler öncelikle Çin hükümeti tarafından değil, müşterilerimiz tarafından finansman için bize sunuldu,” dedi.
Neden Londra?
AIIB’nin Londra merkezi, bankanın küresel kredi projelerini destekleyecek özel yatırımcılar ararken, yıl sonundan önce açılması ve 5 ila 10 çalışandan oluşması bekleniyor.
Londra’nın bankacılık ve varlık yönetimi referansları, derin sermaye havuzları ve Kuzey Amerika ile Asya arasındaki saat farkı, onu Batı ve Doğudaki yatırımcılar arasında bir köprü haline getiriyor.
Başka bir kaynak, Londra’nın Frankfurt, Lüksemburg ve Paris gibi Avrupa’daki diğer rakip şehirleri geride bırakmasının nedeninin “finansal piyasalara ve diğer önemli saat dilimlerine daha yakın olması” olduğunu söyledi.
AIIB sözcüsü, “Asya ve Avrupa dahil olmak üzere başka yerlerde de az sayıda ek merkez ofis açma olasılığını araştırıyoruz fakat henüz kesin bir karar vermedik,” dedi.
Ayrıca Singapur ve Hong Kong’da da yeni ofislerin açılması bekleniyor.
Brexit, Londra’nın küresel finans merkezi olma konumunu zayıflatmadı
Aralık ayında Londra’da düzenlenen Birleşik Krallık-Çin yatırımcı forumunda konuşan bankanın başkanı ve yönetim kurulu başkanı Jin Liqun, Brexit’in Londra’nın küresel finans merkezi konumunu zayıflattığına dair “hiçbir işaret” olmadığını savundu.
Jin, Londra’nın finansal hizmetler alanındaki “karşılaştırmalı üstünlüğünün” azalmadığını belirtirken, Avrupa ofisinin kurulmasının “rakip aday şehirlerle yapılacak müzakerelere bağlı” olduğunu söyledi.
Jin, birkaç hafta önce Birleşik Krallık Maliye Bakanı Rachel Reeves ile bir araya gelerek planları görüştü. Reeves’in, Jin’in yanında, üst düzey Hazine yetkilileri ve AIIB çalışanları ile birlikte çekilmiş bir fotoğrafı sosyal medyada paylaşıldı.
Maliye Bakanının Çinli yönetici ile görüşmesi hakkında kamuoyuna bilgi verilmiyor
Hazine Bakanlığı daha sonra, POLITICO’nun toplantının tutanaklarını talep eden bilgi edinme özgürlüğü talebini, “Birleşik Krallık’ın uluslararası ilişkilerine zarar verebileceğini” gerekçe göstererek reddetti.
Hazine Bakanlığı, “Hazine Bakanlığı ve Birleşik Krallık’ın AIIB ile olumlu ilişkilerini sürdürmesi son derece önemlidir ve toplantıyla ilgili bilgilerin açıklanması bu iyi ilişkilere zarar verebilir,” dedi.
Londra, Birleşik Krallıke-Çin ilişkilerinin “Altın Çağı”nda dönemin başbakanı David Cameron’ın liderliğinde çok taraflı bankanın kurucu üyelerinden biriydi.
Hazine Bakanlığı sözcüsü, “Birleşik Krallık, AIIB’nin kurucu üyesi olarak konumunu, güvenli iktisadi büyümeyi teşvik eden yüksek kaliteli altyapı yatırımlarını desteklemek için kullanıyor,” dedi.
AIIB sözcüsü, Birleşik Krallık’ın “bir merkez ofisi barındırmaya ilgi gösterdiğini” söyledi.
AIIB’nin başına ÇKP yöneticisi gelebilir
Boston Üniversitesinde ekonomi okumadan önce Shakespeare üzerine çalışan ve kızı şu anda Londra Ekonomi Okulunda (LSE) çalışan yapan “İngiliz hayranı” Jin, AIIB’deki ilk on yılını doldurmaya hazırlanırken, Londra’daki genişlemeyi denetliyor.
Bankanın üyeleri, 24 Haziran’da Pekin’de yapılacak yıllık konferansta yeni başkan için oy kullanacak.
Oy haklarının yüzde 27’sine sahip bankanın en büyük hissedarı olan Çin, Jin’in halefi olarak eski Maliye Bakan Yardımcısı Zou Jiayi’yi aday gösterdi.
Zou, son olarak Çin Komünist Partisi’nin en üst siyasi danışma organı olan ve önemli politika kararlarını alan kurumun genel sekreter yardımcılığını yapıyordu.
Birleşik Krallık’ın oy hakkı yaklaşık yüzde 3. Hindistan, Rusya, Almanya, Güney Kore ve Avustralya, uzmanların Washington’un hakimiyetindeki Dünya Bankası’na Çin’in cevabı olarak nitelendirdiği bankadaki 110 üye ülke arasında en büyük hissedarlar.
Pekin’den Londra’ya ‘nüfuz operasyonu’ iddiası
Zou’nun adaylığı, Pekin’in bankanın yönetimi üzerindeki etkisiyle ilgili uzun süredir devam eden endişeleri yeniden alevlendirdi.
AIIB’nin eski İletişim Direktörü Bob Pickard, POLITICO’ya verdiği demeçte, “AIIB’nin etkisi ve kredi verme uygulamaları açısından bu bankanın Çin’in bir nüfuz operasyonu olduğunu düşünüyorum,” dedi.
Pickard, bankada 15 ay görev yaptıktan sonra Haziran 2023’te ani bir şekilde istifa etmiş ve kurum içinde “ÇKP üyelerinin birçok önemli pozisyonda güç kullandığını” ileri sürmüştü.
Kanada, birkaç gün sonra AIIB’ye katılımını askıya aldı ve Pickard’ın iddialarına ilişkin soruşturması iki yıl sonra hâlâ devam ediyor.
AIIB, Pickard’ın iddialarını reddetti ve iç inceleme sonucunda “Yönetim Kurulu veya Yönetim’in kararları üzerinde haksız etki olduğuna dair hiçbir kanıt bulunmadığını” açıkladı.
AIIB sözcüsü, “Başkan Jin, AIIB’nin bağımsız, çok taraflı bir kurum olduğunu, üyeler tarafından yönetildiğini ve Çin dahil hiçbir hissedara bağlı olmadığını sürekli ve kesin bir şekilde belirtmiştir,” dedi.
Sözcü, “Proje onaylarından liderlik atamalarına kadar her konuda bankanın karar alma süreci, kritik konularda %75’lik çoğunluk dahil olmak üzere geniş bir konsensüs gerektirir. Bu bazen Çin’in veto hakkı olarak görülür, fakat OECD ülkeleri de fiilen veto hakkına sahiptir,” diye ekledi.
Diğerleri ise ÇKP’nin kontrolünün giderek arttığına dair iddiaları reddediyor. Örneğin eski AB Çin Ticaret Odası Başkanı Joerg Wuttke, “Birkaç yıl öncesine kadar, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında onaylanan tek bir proje bile yoktu. Hiçbiri. Çinli şirketler bu durumdan çok öfkeliydi,” dedi.
ÇKP’nin müdahalesi iddialarının “tamamen abartıldığını” söyleyen Wuttke, AIIB Başkanı Jin’in “projeleri siyasallaştırmaktan uzak tutmayı” başardığını ve ayrıca “AIIB’yi [Çin’in] devlet şirketlerinin erişiminden uzak tuttuğunu” savundu.
Azerbaycan, Kazakistan ve Türkiye’ye AIIB kredileri
Fakat Pickard, AIIB’nin küresel altyapı projelerine sağladığı finansmanın, “Çin’in öncelikli ilgi alanındaki ülkelerdeki komşu kredilere çok taraflı saygınlık kazandırarak [Kuşak ve Yol Girişimi]’nin genel etkisini güçlendirdiğini” söyledi.
Pickard, bankanın Vietnam’daki altyapı projeleri için 5 milyar dolarlık taahhüdünü “neredeyse boş bir çek” olarak nitelendirdi ve “Vietnam’ın Washington’a mı yoksa Pekin’e mi yönelmesi gerektiğini belirlemeye çalıştığı kritik bir dönemde [bu oldu],” dedi.
AIIB’nin son kredi kayıtları da KYG ile bağlantılı projeleri gösteriyor. Geçen yıl Azerbaycan’da düzenlenen küresel iklim konferansında, banka 160 milyon dolarlık bir anlaşma imzalayarak iki güneş enerjisi santralinin finansmanını sağladı. Nisan ayında Azerbaycan ve Çin, KYG’nin faydalarını öven Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Stratejik Ortaklık Bildirisi imzaladı.
KYG’den yararlanan Türkiye, geçen yıl AIIB’den 150 milyon dolarlık kredi aldı, Kazakistan ise 2019’da büyük bir rüzgar santrali için 47 milyon dolarlık kredi aldı.
‘ABD ile sürtüşmeye neden olsa bile İngiltere kendi ulusal çıkarlarına öncelik vermeli’
AIIB başkanını tanıyan, finans alanında deneyimli üst düzey bir İngiliz iş temsilcisi, “Londra üzerinden oldukça fazla altyapı finansmanı geçiyor. AIIB için bunun faydası, muhtemelen daha fazla uluslararası anlaşma akışı görecek olmaları,” dedi.
Chatham House’un kıdemli Çin araştırma görevlisi Matthews, “Beyaz Saray’ın endişesi daha çok Birleşik Krallık’ın taraf seçmesi ve ÇKP’nin etkisine maruz kalması olacak,” dedi.
Çin’in gücü artmaya devam ederken, Birleşik Krallık “ABD ile sürtüşmeye neden olsa bile, kendi uzun vadeli ulusal çıkarlarına göre kararlar almalı” diye de ekledi.
Matthews, İngiltere’nin AIIB üyeliğinin devam etmesinin “en azından bankanın nasıl gelişeceği üzerinde bir miktar etki sahibi olmasını sağladığını” ileri sürdü.
Uzman, “Bunun önemli bir parçası, Çin Komünist Partisi’nin doğasını ve AIIB dahil olmak üzere nasıl etki yarattığını net bir şekilde anlamak ve gerektiğinde buna karşı çıkmak,” dedi.
Matthews, “Birleşik Krallık için asıl büyük resim, İşçi Partisi hükümetinin Çin politikasının Trump yönetimi ile ilişkilerine kısa vadeli siyasi etkisi değil, Çin’in giderek daha fazla nüfuz kazandığı bir dünyada iktisadi ve jeopolitik önemini korumak için uzun vadeli stratejik zorluktur,” diye açıkladı.
Avrupa
İran ABD’yi vurursa İngiltere ne yapacak?

İngiltere Başbakanı Keir Starmer, ABD’nin saldırıya uğraması halinde ülkesinin askeri destek sağlayıp sağlamayacağı konusunda açıklama yapmayı reddetti.
İngiltere, Natanz, İsfahan ve Fordow nükleer tesislerine yönelik Amerikan saldırısına fiili olarak katılmadı.
Haberlere göre ABD, saldırı için İngiltere ordusunun desteğini de talep etmedi. Bu destek, Kıbrıs’taki RAF Akrotiri üssündeki Typhoon savaş uçaklarının desteği veya Diego Garcia askeri üssünün bombalama için üs olarak kullanılması şeklinde olabilirdi.
Bu, geçen hafta Başsavcı Lord Hermer’in, Birleşik Krallık’ın uluslararası hukuku ihlal edebileceği gerekçesiyle İsrail’in İran’a yönelik doğrudan saldırılarına katılmaması gerektiği yönündeki sızdırılan tavsiyesinin ardından geldi.
ABD’nin gece yarısı düzenlediği saldırılar hakkında konuşan Starmer, saldırıların yasallığı konusunda herhangi bir yorumda bulunmaktan kaçındı, fakat İran’ın nükleer programının “ciddi bir tehdit” olduğunu ve ABD’nin askeri müdahalesinin bu tehdidi “azaltacağını” ileri sürdü.
Haftalardır çatışmaya diplomatik bir çözüm bulunması için baskı yapan İngiliz lider, pazar günü ABD’nin eylemini desteklediğini belirterek, İran’ın asla nükleer silaha sahip olmaması gerektiği konusunda tutarlı bir tavır sergilediğini söyledi.
Sky News’in doğrudan sorduğu, gerekirse askeri destek sağlayıp sağlamayacağı sorusuna Başbakan, sadece bölge içinde değil, bölge dışında da gerginliğin tırmanma riski olduğunu söyledi.
Starmer, “Kendi çıkarlarımızı, personelimizi ve varlıklarımızı ve tabii ki müttefiklerimizin çıkarlarını ve varlıklarını koruyabilecek durumda olmak için bölgeye varlıklarımızı sevk ediyoruz,” dedi.
İngiltere’nin, NATO’nun toplu savunma ilkesinin 5. maddesi uyarınca İran’ın saldırısına uğraması halinde ABD’yi destekleyip desteklemeyeceği sorulan Starmer, “Neler olabileceği konusunda spekülasyon yapmayacağım, çünkü tüm odak noktam gerginliğin azaltılması. Fakat İngiltere’nin çıkarlarını ve personelini korumak ve müttefiklerimizin çıkarlarını korumak için gerekli tüm önlemleri aldığımızı kamuoyuna temin etmek isterim. Bu, beklenen bir şeydir,” yanıtını verdi.
Birleşmiş Milletler Şartı, ülkelerin yalnızca kendini savunmak, bir müttefiki savunmak veya BM Güvenlik Konseyi’nin askeri harekat izni veren bir karar alması durumunda saldırı başlatabileceğini belirtir. Bu tavsiye, ABD’nin çatışmaya müdahale etmeden önce hazırlanmıştı.
İş Dünyası ve Ticaret Bakanı Jonathan Reynolds, İngiltere güçlerinin saldırıya uğraması halinde kendini savunma konusunda durumun “açık ve net” olacağını belirtti fakat hukuki tavsiye hakkında daha fazla yorum yapmadı.
Bakan, Londra’nın İran’a saldırılardan “kısa bir süre” önce ABD tarafından bilgilendirildiğini doğrularken, hükümet yetkilileri bunun tam olarak ne zaman olduğunu açıklamayı reddetti.
Öte yandan Trump’ın saldırı emri, Starmer’ın “diplomatik çözüm” çağrısına rağmen geldi. Geçen hafta Kanada’da düzenlenen G7 zirvesinde Başbakan, Trump ile akşam yemeğinde bir araya geldikten sonra ABD’nin müdahale etmeyeceğini bile ima etmişti.
Gölge başsavcı Lord Wolfson, İran’a karşı askeri harekatın, toplu meşru müdafaa, İran’ın Birleşik Krallık üslerine ve personeline yönelik saldırılarını önlemek için “orantılı” önlemler alma hakkı ve İran’ın İsrail’e karşı “soykırım niyetini” gerçekleştirmesini engelleme hakkı tanıyan sözleşmeler uyarınca yasal olduğunu ileri sürdü.
Wolfson, Starmer’ı, “saldırının sonucunu memnuniyetle karşılarken, saldırının yöntemleri konusunda laf çevirdiği” iddiasıyla eleştirdi.
Lord Wolfson, X’te yayınladığı bir yazıda, “ABD ve İngiltere aynı hukuki konumdadır; dolayısıyla, Birleşik Krallık hükümetinin (bildirildiği üzere) İsrail’i desteklemek için tek başına saldırı amaçlı askeri harekat düzenleyemeyeceği yönündeki tutumu doğruysa, Birleşik Krallık hükümeti ABD’nin İran’ın nükleer reaktörlerine düzenlediği saldırının da yasadışı olduğunu kabul etmelidir. Birleşik Krallık hükümeti, sonuçları memnuniyetle karşılayıp araçlar konusunda laf çeviremez. Öyleyse: Hükümetimizin ABD’nin askeri müdahalesinin yasallığı konusundaki tutumu nedir? Ben destekliyorum. Keir Starmer destekliyor mu?” diye sordu.
Muhafazakâr gazete The Telegraph’ta Stephen Daisley imzasıyla yayımlanan bir makalede de, Trump’ın, İngiltere ve AB’nin küresel sahnede “ne kadar işe yaramaz olduğunu” gösterdiği ileri sürüldü.
Avrupa
Almanya ve İtalya, ABD’deki 245 milyar dolarlık altın için endişeli

Almanya ve İtalya, Başkan Donald Trump’ın ABD Merkez Bankasına (Fed) yönelik tekrarlanan saldırıları ve artan jeopolitik türbülansın ardından altınlarını New York’tan çıkarma çağrılarıyla karşı karşıya.
Almanya’daki Sahra Wagenknecht İttifakının (BSW) Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili Fabio De Masi, Financial Times’a (FT) verdiği demeçte, “türbülanslı zamanlarda” daha fazla altının Avrupa veya Almanya’ya taşınması için “güçlü argümanlar” olduğunu söyledi.
Dünya Altın Konseyi verilerine göre, Almanya ve İtalya, sırasıyla 3.352 ton ve 2.452 ton ile ABD’den sonra dünyanın en büyük ikinci ve üçüncü altın rezervlerine sahip ülkeler. Her iki ülke de, altınlarının üçte birinden fazlasını ABD’de saklayan New York Fed’e büyük ölçüde güveniyor.
FT’nin hesaplamalarına göre, bu iki ülke arasında ABD’de depolanan altının piyasa değeri 245 milyar dolardan fazla.
Bu durum büyük ölçüde tarihsel nedenlere bağlı olmakla birlikte, New York’un Londra ile birlikte dünyanın en önemli altın ticaret merkezlerinden biri olmasının da bir yansıması.
Öte yandan Trump’ın tutarsız politika kararları ve daha geniş çaplı jeopolitik istikrarsızlık, Avrupa’nın bazı bölgelerinde bu konu hakkında kamuoyunda tartışmaları alevlendiriyor.
ABD Başkanı, bu ayın başlarında, ABD merkez bankası borçlanma maliyetlerini düşürmezse “bir şeyler yapmaya zorlanabileceğini” söyledi.
Almanya’da, altının geri getirilmesi fikri, siyasi yelpazenin her iki ucundan da destek görüyor.
Bavyera’nın Hıristiyan Sosyal Birliği’nin (CSU) önde gelen eski milletvekili Peter Gauweiler, Bundesbank’ın ülkenin altın rezervlerini korumak konusunda “hiçbir kestirme yol izlememesi” gerektiğini vurguladı.
Gauweiler, FT’ye verdiği demeçte, “Altının yurtdışında saklanmasının son on yılda daha güvenli ve istikrarlı hale gelip gelmediğini ele almamız gerekiyor,” dedi ve jeopolitik risklerin dünyayı daha güvensiz hale getirdiğini belirterek, “Bunun cevabı ortada,” diye ekledi.
Kampanyayı ilk başlatan ve bugün Almanya’nın sağcı Almanya için Alternatif (AfD) milletvekili değerli metal uzmanı Peter Böhringer, “Başladığımızda… komplo teorileri yaymakla suçlandık,” dedi.
Böhringer için, altını geri getirmenin temel argümanı mevcut ABD yönetimi ile ilgili değil. “Altın, merkez bankaları için son çare varlıktır ve bu nedenle üçüncü şahısların riskine maruz kalmadan saklanması gerekir,” diyen Böhringer, ciddi sıkıntılı dönemlerde “gerçekten önemli olanın yasal mülkiyet değil, altın üzerinde fiziksel kontrol” olduğunu ekledi.
Avrupa Vergi Mükellefleri Derneği (TAE), Almanya ve İtalya’nın maliye bakanlıklarına ve merkez bankalarına mektuplar göndererek, politika yapıcıları altınlarının saklanmasında Fed’e olan bağımlılıklarını yeniden gözden geçirmeleri için çağırdı.
TAE Başkanı Michael Jäger FT’ye verdiği demeçte, “Trump’ın Federal Rezerv’in bağımsızlığını bozmasından çok endişeliyiz. Önerimiz, Avrupa merkez bankalarının her an sınırsız kontrol sahibi olabilmesi için [Almanya ve İtalya’nın] altınlarını geri getirmektir,” diye konuştu.
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin nisan ayında Trump ile görüşmek üzere Washington’a yaptığı ziyaret öncesinde, ekonomi yorumcusu Enrico Grazzini Il Fatto Quotidiano gazetesinde, “İtalya’nın altın rezervlerinin yüzde 43’ünü güvenilmez Trump yönetimi altında Amerika’da bırakmak ulusal çıkarlar açısından çok tehlikelidir,” diye yazmıştı.
2019 yılında İtalya’da, Meloni’nin sağcı İtalya’nın Kardeşleri partisi, henüz muhalefetteyken, ülkenin altın rezervlerinin geri getirilmesi için lobi faaliyetleri yürütmüş, Meloni de partisi iktidara gelirse İtalya’nın altınlarını geri getireceğine söz vermişti.
Ne var ki, 2022’nin sonlarında başbakanlık görevine geldiğinden beri Meloni bu konuda sessizliğini koruyor. Derinleşen ticaret savaşı tehdidini önlerken Trump ile dostane ilişkilerini sürdürmek istiyor.
İtalya’nın Kardeşleri milletvekili Fabio Rampelli, partinin şu anki tutumunun, İtalya’nın altınlarının “tarihi dost ve müttefik” bir ülkenin gözetiminde olduğu için “coğrafi konumu”nun sadece “göreceli öneme” sahip olduğu yönünde olduğunu söyledi.
Bu hafta 70’den fazla küresel merkez bankasının katıldığı bir anket, kriz durumunda altınlarına erişebilme konusunda endişeleri nedeniyle daha fazlasının altınlarını yurt içinde saklamayı düşündüğünü ortaya koydu.
Avrupa merkez bankalarının altın saklayıcısı olarak Fed’e olan bağımlılığı uzun süredir tartışma konusu. Batı Avrupa ülkeleri, İkinci Dünya Savaşından sonraki yirmi yıllık iktisadi patlama döneminde ABD ile büyük ticaret fazlası vererek devasa altın rezervleri biriktirdi.
1971 yılına kadar, dolar, Bretton Woods sabit döviz kuru sistemi kapsamında Fed tarafından altına çevriliyordu. Değerli metali Atlantik’in ötesinde saklamak, Sovyetler Birliği ile olası bir savaşa karşı bir koruma önlemi olarak da görülüyordu.
Bununla birlikte, 1960’ların ortalarında Fransa, Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle’ün Bretton Woods sistemine olan güvenini kaybetmesinin ardından, denizaşırı altın rezervlerinin çoğunu Paris’e taşımıştı.
Almanya’da 2010 yılında başlayan “altınımızı geri getirin” halk hareketi, Bundesbank’ın politikasını değiştirdi. 2013 yılında Almanya merkez bankası, rezervlerinin yarısını ülkesinde saklamaya karar verdi ve 7 milyon avroya mal olan yüksek güvenlikli bir operasyonla 674 ton altın külçesini Paris ve New York’tan Frankfurt’taki merkezine taşıdı. Şu anda Bundesbank’ın altın rezervlerinin yüzde 37’si New York’ta saklanıyor.
Bundesbank, FT’ye yaptığı açıklamada, 2013 tarihli kılavuzuna göre “altın rezervlerinin depolandığı yerleri düzenli olarak değerlendirdiğini” belirtti. Bu kılavuz, sadece güvenliğe değil, aynı zamanda “gerekirse altının satılabilmesi veya yabancı para birimlerine çevrilebilmesi” için likiditeye de odaklanıyor.
Alman Merkez Bankası, New York Fed’in Alman altınının “önemli bir depolama yeri” olmaya devam ettiğini vurgulayarak, “New York Fed’in altın rezervlerimizin güvenli bir şekilde saklanması için güvenilir ve sağlam bir ortak olduğuna şüphemiz yok,” dedi.
-
Görüş7 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu5 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Avrupa5 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Dünya Basını1 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?