Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Şöhret akademisyenler

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Neoliberal sermaye birikim rejiminin yükseköğretime ilk yansıması, eğitim harcamalarına yeni “paydaşların” dahil edilmesiyle olmuştu. O güne dek devletin üstlendiği mali külfetin öğrencilere yüklenmesi ile somutlaşan bu pratik, neoliberal devletin, eğitimi piyasa toplumunun sürekli bir unsuru haline gelecek şekilde dönüştürme hedefinin en açık yüzüydü. Yüzyıllar boyunca aklın olgunlaşması ve derinlemesine sorgulama ile karakterize olan ve bu yönüyle insanı ve toplumu yeniden yaratabilme potansiyelini barındıran (bilimsel) eğitim, kapitalist rekabetin yoğunlaştığı ve teknolojik yeniliklerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği 1980’lerden itibaren ticarileştirme saldırısıyla karşı karşıya kaldı. Bir aydınlanma kurumu olarak tarih boyunca din, devlet ve piyasa karşısında göreli bir özerkliğe sahip olup bilimsel bilgi üretimini tüm insanlığın yararına sunması beklenen üniversiteler, “minimal devlet”çilerin gözünde artık kâr kaynağı, ihraç getirisi ve rekabet alanı idi.

Küresel kapitalizmle bütünleşmeyi “dünyayla bütünleşme” olarak satan piyasa ideolojisinin tam yörüngesinde, birkaç on yıl içinde, var oluş amacından ve bir sosyal kurum olma niteliğinden bütünüyle koparak neredeyse sadece network girişimleri, uydu kampüsler, şirketlere/markalara özel erişim ve uluslararası fonlara katılım gibi eğitim dışı büyük sermaye projeleri ile anılır oldular. Artık karşımızda “sosyal” mülahazalarla mesafelenmiş, piyasanın arzularını kışkırtan, bire bir şirket gibi çalışan piyasa odaklı işletmeler vardır.

Oxford Üniversitesi’nde Hint Tarihi alanında çalışan Profesör Faisal Devji tarafından kaleme alınan ve aşağıda çevirisini verdiğimiz bu makale, akademik yıldızların lüks, şatafat ve ayrıcalıklar iklimi ile şekillenen finansman modelinin nasıl ayrılmaz bir parçası haline geldiğini anlatırken akademik şöhreti de Hollywood şöhretiyle karşılaştırmalı olarak tartışıyor.

Son olarak, her ne kadar 2020 yılında yazılmış olsa da, eğitime dönük piyasacı saldırılar devam ettiği müddetçe bu makalenin tartıştığı meselelerin güncelliğini ve geçerliliğini korumaya devam edeceğini de belirtmemiz gerek.


Şöhret akademisyenler

Faisal Devji
Hurst
29 Mayıs 2020
Çev. Leman Meral Ünal

Neoliberal 1990’larda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir model haline geldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhret akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar.

Neoliberalizmin kurumsallaştığı 1990’lı yıllarda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir modeldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhretli akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar. Üniversitenin piyasalaşması, yüksek öğretim öğrencilerden alınan astronomik eğitim harçlarıyla ayan beyan ortaya serilirken, üniversiteler de sadece bir eğitim programı sunmanın ötesine geçerek, şatafat, çevre edinme [networking] ve markalara özel erişim vaat ederek öğrencileri cezbediyordu. Bu tanıdık sürecin ironisi ise, Beşeri ve Sosyal Bilimler [Humanities and Social Science] alanında çalışan ve neoliberalizmi, hatta kapitalizmin kendisini eleştiren akademik şöhretlerin, bizzat kendi isimlerini bu finansman tertibine ödünç vermeleriydi.

Şayet şöhret kültüründe radikalizmin metalaştırılması, üniversitenin ekonomik modelini süslemeye yaradıysa bile, bunun kurumsal sonuçları başka tür bir maskaralığı beraberinde getirdi. 1990’ların ilk yıllarında, Chicago Üniversitesi’ndeki profesörlerimden biri Hollywood’un akademide nasıl işlediğini irdelemeye girişmişti: Amerikalı akademisyenler eşitlik tasavvuruna demokratik bir ideal olarak inanmalarından dolayı, üniversite hayatını tanımlayan ve kurumsal liyakat testleriyle meşrulaştırılan entelektüel sıralamalara şüpheyle yaklaşıyorlardı. Tarafsız olduğu varsayılan “liyakat” fikrinde saklı olan sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini sorgulayarak, hiyerarşiyi anlamanın yeni bir yolunu mümkün kılmış oluyorlardı.

Tıpkı sinema yıldızları gibi akademik yıldızlar da bir tüketici kitlesine, yani aslında piyasaya bağlılar. İşte şöhreti demokratik kılan biraz da budur, çünkü şans ve dış görünüş bunda öylesine büyük bir rol oynar ki hemen herkes bu türden bir yıldızlık mertebesine ulaşma hayali kurar. Klişe bir tabirle, herkesin başına gelebilir, tıpkı piyango tutturmak gibi. Yine piyangoda olduğu gibi, şöhret olma vaadi, bunu arzulayanların kendi yoksunluklarına katlanmalarını, mesleğin yoksunluğunu ise kalıcı olarak kabul etmelerini gerektirir. Hollywood, Amerika’da hiyerarşinin kabul edilebilir olduğu belki de tek biçimdir; zira izleyici kitlesinin puta tapar gibi taptığı idollerden bir anda vazgeçebilmesi, bu hiyerarşiyi bir “armağan” haline getirir. Aynı şey politikacılar ve seçmenleri [arasındaki ilişki] için de geçerlidir. Zaten bunun dışında kalan her şeye de elitizm denir.

Ancak politikacılardan farklı olarak ve Hollywood yıldızlarına benzer şekilde, akademik şöhretin herkese hitap etmesi gerekmez. Beşeri ve Sosyal Bilimler’de şöhret, genellikle kendine has bir tavır veya görünüm, esrarlı bir kelime dağarcığı ve zorlayıcı fikirlerle karakterize edilen ayırt edici bir kişiliğin üretimi ve pazarlanmasıyla karakterize olur. Bunlar genellikle yurtdışından, özellikle de bahsi geçen on yılda [1990’lar] Fransa’dan ithal ediliyordu ve iyi talihle bağlantılı fetişler ve diğer esrarengiz maksatları içeriyordu. Ya da belki de, İngilizler karşısındaki tarihsel yenilgilerini unuttururcasına, Fransızların entelektüel şecerelerini sunmak suretiyle nihayetinde Amerika’yı fethettikleri bir tür hanedan evliliği versiyonlarını temsil ediyorlardı.

Ne var ki tıpkı Hollywood’da olduğu gibi, Avrupalılar sadece Amerika’da yıldız oldular. Bu parıltının bir kısmını kendi memleketlerine taşımış olsalar bile, kamu üniversitelerinin egemen olduğu ve nispeten şeffaf maaş skalaları ve tek tip ders yüklerine sahip yerlerde paralel bir şöhret sistemi kurulamamış oldu. Şöhretliler, en azından Beşerî ve Sosyal Bilimler’de, özel isimleri reddeden düşünce okullarına yöneldiler; ki bunların en önemlileri post-yapısalcılık, post-modernizm ve post-kolonyalizmdi. Bu isimler, şöhretlilerin entelektüel projesinin tamamlayan şeyin inşa etmekten çok eleştirmek olduğuna işaret ediyor ve onları kaçınılmaz olarak anti-temelci yaklaşıma zamklıyorlardı.

Yarattığı tüm hoşnutsuzluklar bir yana, akademik şöhret, entelektüel sıralamanın ve ayrıcalığın görünüşte daha demokratik ve kesinlikle daha eğlenceli bir biçimini temsil ediyordu. Zira bu ün, eleştirmenler kadar taliplerinin zihninde de elitistlik ve kurumsal liyakat kriterlerinden ziyade şans, talih ve başka birtakım kaidelerle ilişkiliydi. İster Hollywood’da ister Harvard’da olsun, öyle ya da böyle yıldız, “keşfedilmesi” ve statüsüne karar verecek olan seyirciye sunulması gereken astrolojik bir figürdü. Diğer bir deyişle, yıldız olmayı mümkün kılan asıl şey alanında uzman, münhasır ve kurumsallaşmış meslektaşlarının yargısı değil, sinemaseverlerin, öğrencilerin ve genç meslektaşlarının genelleştirilmiş hayranlığı idi.

Ancak bu şöhret kültürü hem şöhret sisteminin kendisini hem de imparatorluk mertebesine yükselttiği akademisyenleri harcayacaktı. Bugün de aynı derecede zeki, üretken ve popüler akademisyenler var, fakat ufukta yeni akademik yıldızlar görünmüyor. 1990’ların eskileri ise ya yazmayı bıraktı ya da artık okunmuyorlar. Belki hâlâ önemli mevkilerdeler, genç meslektaşlarını himaye edebiliyorlar veyahut geniş bir hayran kitleleri var, ancak Paskalya Adası’ndaki başları hatırlatırcasına¹, sadece kaybolmuş bir geçmişin anıtları gibiler. Değişen Amerikan üniversiteleri mi, yoksa şöhretlilerin düşüşü, Hollywood’un ve yıldızları merkeze alan filmlerinin Y kuşağı öğrencileri arasındaki popülaritesinin azalmasıyla mı ilişkili?

Üniversiteler bu yıldızları, ne kadar kusur barındırırsa barındırsın [hâlâ] bir tür “eşitler cemaati” olarak işleyen profesörler topluluğunun üzerine çıkararak, gücü fakültelerden alıp yöneticilere kaydırmayı başardı. Şöhret olmanın cazibesi akademisyenlerin sadece meslektaşlarıyla aralarının açılmasına neden olmadı, aynı zamanda ünün getirdiği avantajlar ve ayrıcalıklarla sadakatlerini satın alan üniversite yönetimleriyle ortak bir zemin kurmalarını da sağladı. Artık bu şöhretlilerin takipçi kitlesi akademiyi eklesiyastik model gibi işleten senato ya da kardinaller koleji değil, ücret ödeyen öğrenciler ve onların anne babaları ile bu akademik ünlülerin genç meslektaşları ve tabii onların potansiyel halefleriydi.

Ne var ki akademisyenlerden müteşekkil bu konklav bir kez yok edildiğinde ya da en azından üniversitedeki karar ve güç merkezinden uzaklaştırıldığında, artık akademideki kalite kriterlerini de belirleyemez hale geldi. Bu da kriterlerin artık müşterilerden oluşan entelektüel pazar tarafından belirleneceği anlamına geliyordu. Akademik yıldızlar pazarı, geçerken belirtmek gerekir ki, çoğu zaman profesörler kurulunun koyduğu kurallara nazaran çok daha talepkâr olurdu, ancak tanımı gereği sınırlı bir pazardan söz ediyoruz. Akademik şöhretler, meslektaşlarının yargılarının altını oyarak akademisyenliğin daha da fazla piyasalaşmasına kapı aralarken bu durum eş anlı olarak onların da uzmanlaşmış becerilerini gözden çıkarılabilir kılıyordu. Dolayısıyla, namlı akademik çalışmaları şekillendiren “post” ön ekli entelektüel akımlar, yerini kolektif bir projeden ziyade bir okur piyasası tarafından değer biçilen bireylere bıraktı.

Bu dönüşümü, yeni entelektüel pazardaki akademik disiplinlerin gidişatında gözlemlemek mümkün. Edebiyat ya da dil bilimi gibi alanlar, 1990’larda akademik şöhretin zirvesindeyken, yeni şöhretler üretmenin yanı sıra Avrupa’dan yeni fikirlerin gelmesine de aracılık ediyorlardı. Bunun bir nedeni, kısmen felsefe gibi daha geleneksel disiplinlerin bu tür düşünürleri ağırlamakta isteksiz olmasıydı; tam da bu noktada karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin diğer alanlardaki bizler için nasıl “trend belirleyici” olduğunu anımsıyorum. Dünün yıldızlarının bu ilk yuvaları, araştırmaların kalitesindeki düşüşten ziyade pazarlarının büyüklüğü nedeniyle de böylesi bir rol üstlenmeyi bıraktılar.

Yalnızca üç akademik alan, bilim, tarih ve iktisat, üniversite kapısının dışında da kayda değer bir izleyici kitlesine sahip; sosyoloji ve teoloji de bunlara eklenebilir belki. Popüler bilim, popüler tarih ve popüler iktisat aslında kendi başlarına birer alan olarak varlar ve her biri dünyanın dört bir yanındaki havaalanlarında çok sayıda kitap satıyorlar. Uzun süre boyunca, bu vasata hitap eden pazarların akademik dünyada önemsiz olduğu, sadece yazarlarına biraz da olsa para kazandırmak için var olan utanç verici uğraşlar olduğu düşünülüyordu. Bugün ise bu kesimler başlıca okuyucu kitlemiz haline geldiler ve bunu yaparken de bilim dışındaki disiplinlerden tarih ve iktisadı çağımızın akademik trend belirleyicileri arasına soktular.

Akademisyenlerin yanı sıra genel kamuoyunun ilgisini çekecek bir kitap yazmak pekâlâ mümkün ve pek tabii akademisyenlerin her zaman genel kamuoyuyla ilişki kurma yükümlülüğü var. Ancak bu genel kamuoyu, entelektüel güvenilirliği “etki” ve üretim hızı gibi ölçütlerle değerlendiren üniversitelerin birincil kitlesi haline geldiğinde, akademisyenliğe dair çok önemli bir yön kaybedilmiş demektir. Uzmanlaşmış bir kitle için yazmaya giderek daha az ilgi duyan akademisyenler, yaptıkları işin git gide küçülerek zayıflamasına katkıda bulunmakta ve sonuç olarak yeni bilgi üretme olasılıkları giderek azalmaktadır – ya da sadece dijitalleşme ve kelime işlemcilerinin sağladığı imkânlarla yeni bilgi yığınları üretebilirler.

Akademik yıldızlar, en azından, meslekten olmayanlara hitap etmek zorunda kalmasalardı bu sayede entelektüel riskler almaya daha istekli olurlardı. Oysa genel okuyucu kitlesi için yazmanın sorunu, ajanslar tarafından satılan ve ticari yayınların editörleri tarafından düzeltilen kitapların -muhtemel ki- daha güvenilir olmasıdır. Ya da daha çok ilgi ve satış uğruna “kışkırtıcı” olabilirler. Velhasıl her iki durumda da birbirine benzeme eğilimindedirler; iki ya da üç kelimelik başlıkları, ardından “nasıl” ile başlayan ve tarih için geçmiş, ekonomi için ise gelecek zaman kipiyle kullanılan daha uzun bir cümle… Bu durum bilhassa hükümet politikalarını etkilemeyi amaçlayan kitaplar için geçerli; politikacılardan ve devlet bürokratlarından farklı ve onlara meydan okuyan bir retorik kullanmak yerine, büyük ölçüde onların dilini ve üslubunu tuttururlar.

Bu türden “değerli” çalışmalar, benim alanım da dahil olmak üzere birçok disiplinde artık bir ideal haline geldi. Bu çalışmalarda yanlış bir şey yok, fakat heyecan verici ya da çığır açıcı olma eğiliminde de değiller. Belki daha da önemlisi, akademik uzmanlaşmayı daraltarak onu daha yüksek düzey bir gazetecilik türü haline dönüştürüyor. Neoliberalizmin zafer yürüyüşüyle aynı döneme denk gelen şöhret akademisyenliğin altın çağı, Soğuk Savaş’ın son günlerinde başladı ve Terörizmle Savaş’ın erken dönem salvolarıyla sona erdi. Tüm bunlarla birlikte ise, profesörlüğün özerkliğinin yok olması, akademik yıldızların kayışına ve akademisyenliğin bir “evet adamlığı” olarak yükselişine yol açtı.


¹ Moai. Şili’nin yaklaşık 3700 km batısındaki Paskalya Adası’nda bulunan ve çoğunluğu sadece kafadan oluşan som taştan devasa heykeller. (ç.n)

Dünya Basını

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız metin, faşizmin yalnızca Avrupa’ya özgü tarihsel bir patoloji ya da belirli ideolojik çevrelerle sınırlı bir sapkınlık olmadığını öne sürerek; bu kavramı bir tarihsel dönemle ya da belirli bir coğrafyayla sınırlı, kapanmış bir istisna olarak değil; farklı bağlamlarda, farklı özneler eliyle yeniden üretilebilen, süreğen ve dönüşken bir siyasal form olarak düşünmeye davet ediyor. Yazar, faşizmin yalnızca ezen sınıfların değil, tarihsel olarak ezilmiş, hatta soykırıma uğramış topluluklar içinde dahi, belirli sınıfsal ve siyasal koşullar altında gelişebileceğini ileri sürüyor. Bu tez, Mussolini İtalyası’nda faşizme angaje olmuş Yahudilerden başlayarak, günümüz İsrail’ine uzanan bir süreklilik hattı üzerinden kuruluyor.

Özellikle erken dönem Siyonizm’in Avrupa faşizmleriyle kurduğu ideolojik ve stratejik akrabalıklara dikkat çeken metin, bu akrabalığın bugün İsrail sağında -ve onun diasporadaki uzantılarında- işgal, etnik temizlik ve apartheid pratikleriyle nasıl yeniden vücut bulduğunu ortaya koyuyor.

Metin yalnızca İsrail’in güncel soykırım rejimini değil, bu rejimi mümkün kılan tarihsel süreklilikleri ve ideolojik zeminleri de açığa çıkarıyor. Filistin halkına yöneltilen ve yıllar içinde soykırım karakteri kazanan saldırıların, başka coğrafyalarda “faşizm” olarak adlandırılmakta tereddüt edilmeyen pratiklerle nasıl örtüştüğünü -ve hatta kimi yönleriyle onları aştığını- ifşa etmiş oluyor.

***

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Larry Haiven, 30 Mayıs 2025

Çeviren: Leman Meral Ünal

İsrail’in Gazze’de 20 aydır sürdürdüğü katliama ve öncesinde giriştiği “yargı darbesi” teşebbüsüne rağmen, Batı kamuoyunun hayal dünyasında inatla yaşamaya devam eden şu efsane var: Bu yaşananlar gerçek olamaz. Ortadoğu’daki sözümona “tek demokrasi” olan İsrail, nasıl faşizme kayıyor olabilir ki? Nitekim sıklıkla bu sorunun farklı bir türeviyle karşılaşıyoruz: Onca acı çekmiş, Holokost’u yaşamış bir halk olarak Yahudiler –İsrail’le özdeşleştirilerek– nasıl olur da Gazze’deki gibi vahşetlere imza atabilirler? İsrail’in (aslında hiç de hak edilmemiş) “uluslar arasında bir ışık” olduğu yönündeki imajını nasıl bu denli yerle bir edebilirler?

1995 yılında, İtalyan yazar Umberto Eco, Benito Mussolini döneminde büyüme deneyimlerine dayanan bir deneme kaleme almıştı. Eco’ya göre, Nazizm’in aksine, İtalyan faşizmi tutarlı bir ideolojiden ziyade, çelişkilerle doluydu. Ancak o yine de tüm otoriter rejimlerin atası, “ilksel faşizm”in (Ur-Faşizm) kaynağıydı. Eco, Ur-Faşizm’in 14 özelliğini sıralıyordu.

Bugünkü siyasal manzarayı düşünürken, bu özelliklerin en azından bir kısmını anımsamakta fayda var: Gerçek ya da uydurma geleneklere dayanma; modernizmin reddi (Aydınlanma sonrası her şeyin yozlaştığı iddiası); eylem ve şiddet kültü; bireysel kimliğin ulus ya da grubun içinde eritilmesi; muhalefetin ya da karşıt düşüncenin ihanetle eşitlenmesi; yabancı ve göçmen düşmanlığı; kültürel ve ekonomik dönüşüm karşısında hayal kırıklığına uğramış orta sınıfa seslenme; düşman tehditlerinin abartılması; “zayıf” olanlara duyulan küçümseme; kahramanlık ve ölüme, özellikle düşmanın ölümüne duyulan hayranlık; erkeksi güç gösterileri; seçici popülizm ve liderin “ortak irade”nin temsilcisi olduğu fikri; içi boş sloganların kullanımı.

Yakın dönemde Yale Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılıp iki meslektaşıyla birlikte Kanada’ya yerleşen filozof Jason Stanley, How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler?] adlı kitabında Eco’nun bu tespitlerinin çoğuna katılmakla birlikte, faşizmin esasen belirli siyasi inançlar bütünü olmaktan ziyade, iktidara ulaşmak için kullanılan bir dizi yöntem olduğunu savunur.

Peki, kimler faşist olabilir? Belki de şöyle sorulmalı: Faşizme karşı bağışıklığı olan, yani ona “yakalanmayacak” ya da teslim olmayacak bir topluluk var mıdır? Mesela Yahudiler? Auschwitz’ten sağ kurtulmuş birinin çocuğu ve Bağımsız Yahudi Sesleri (Independent Jewish Voices – IJV ) adlı oluşumun kurucu üyelerinden biri olarak, bu soruya ayrı bir ilgi duyuyorum.

Yanıtım hep aynı oldu: Yahudiler de diğer tüm halklar gibi, bu konuda herhangi bir istisna oluşturmaz. Faşizm altında acı çekmiş olmak, hiçbir halkı faşizme kapılmaktan bağışık kılmaz.

Bir topluluğun doğuştan belirli davranış özelliklerine sahip olduğu düşüncesi, yani “özcülük”, tüm ırkçılık biçimlerinin temelini oluşturur. Yahudilerin “özünde” “anti-faşist” olduğu düşüncesi de tıpkı diğer olumsuz kalıpyargılar kadar yanlıştır. Yahudiler, ne diğerlerinden daha iyi ne de daha kötüdür; bazılarımız faşist olabilir, bazılarımız anti-faşist, bazılarımız ise kafasını kuma gömebilir –tıpkı diğer tüm halklar gibi. Gerçi İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım uyguladığı şu dönemde kafayı kuma gömmek epey zorlaşmış durumda ama…

Gerçeği söylemek gerekirse, faşizmin 1920’ler ve 30’lardaki altın çağında da pek çok Yahudi faşistti.

Burada, en baştan beri antisemit olan Nazi Almanyası’ndan söz etmiyorum. Ancak faşizmin ilk örneği olan İtalya’ya dönecek olursak, işte oradan öğrenilecek bazı dersler var.

1991 yılında, İtalyan-Amerikalı gazeteci ve yazar Alexander Stille, Benevolence and Betrayal: Five Italian Jewish Families Under Fascism [İyilik ve İhanet: Faşizm Altında Beş İtalyan Yahudi Ailesi] adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, Yahudi tarihinin bu dönemini ele alan ilk ve nadir akademi dışı çalışmalardan biridir.

1861 yılında birleşik bir ulus haline gelen İtalya, kısa sürede Avrupa’daki pek çok ülkeye kıyasla Yahudilere karşı daha hoşgörülü bir yaklaşım benimsedi. Ülke genelindeki Yahudiler, Giuseppe Garibaldi’nin önderliğindeki Risorgimento (Yeniden Doğuş) hareketine hem maddi destek vermiş hem de bizzat katılmışlardı. Garibaldi’nin hamisi olan ve Yahudilere uzun süredir dostane yaklaşan liberal Savoy hanedanı, birleşik İtalya’nın hükümdarı olmuştu. Stille’in aktardığına göre:

“Birkaç on yıl içinde, İtalyan Yahudileri, başka hiçbir ülkede eşi görülmemiş bir kabul düzeyine ulaştı. Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus hakkında şiddetli tartışmalar yaşanırken, İtalyan Yahudiler generallik, bakanlık ve başbakanlık görevlerinde bulunuyordu. 1902 yılına gelindiğinde, kral tarafından atanan 350 senatörün altısı Yahudi idi. Bu sayı 1920’de 19’a yükseldi. Venedikli bir Yahudi olan Luigi Luzzatti 1910’da başbakan oldu. (…) Açıkça görülüyor ki önlerinde hiçbir engel yoktu.”

50 yıl sonra, İtalyan milliyetçiliği faşizme dönüştüğünde, Yahudilerin bir kısmı buna direndi. Ama birçoğu da bu otoriter dönüşümü kendi milliyetçi tutkularının doğal bir uzantısı olarak görerek destekledi. 1922’de Rusya’dan İtalya’ya göç eden Yahudi kökenli bir aileden gelen Stille şöyle diyor:

“İtalyan Yahudilerinin hikâyesini Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarından ayıran şey, Mussolini İtalyası’nda Yahudilerle faşistlerin uzun süreli birlikteliğiydi. İtalyan faşizmi, antisemitik bir yönelime girmeden önce 16 yıl boyunca iktidardaydı. Bu süre zarfında Yahudiler, diğer muhafazakâr İtalyanlar kadar Faşist Parti’ye üye oluyorlardı.”

Hatta Yahudiler, Mussolini’nin, Hitler’in etkisiyle savaş öncesinde çıkardığı “Irk Yasaları”na kadar Faşist Parti’ye kabul dahi ediliyorlardı. Nitekim İtalyan nüfusunun yalnızca yüzde 1’ini oluşturmalarına rağmen, parti içindeki oranları bunun üç katıydı.

Mussolini sonunda onlara düşman olsa da, İtalyan Yahudileri Holokost’ta Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarına oranla daha az kayıp verdi. Irk Yasaları sonrası bile İtalyanlar, Yahudileri Nazi müttefiklerine teslim etmekte görece isteksizdi. Ancak 1943’te Mussolini’nin devrilmesi ve Alman birliklerinin kuzeyi işgal etmesiyle İtalyan Yahudilerine dönük kitlesel sürgün ve katliamlar başladı. Auschwitz’den sağ kurtulan ve Nazi soykırımının (ayrıca İsrail milliyetçiliğinin) en önemli eleştirmenlerinden biri haline gelen partizan Turinli Yahudi Primo Levi’nin kitapları, bu vahşeti tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Yine de İtalyan siyasetinin belirsizliği ve Nazizm’e tam bağlılık konusundaki tereddütler sayesindedir ki, 43,000 İtalyan Yahudisinden yalnızca 7,000’i (yani yüzde 8’i) katledildi – bu oran, Polonya’daki yüzde 90, Macaristan’daki yüzde 61 ve Fransa’daki yüzde 23’e nazaran Avrupa’nın en düşük oranlarından biriydi.

İtalyan faşizminin öne çıkan Yahudi figürlerinden biri de Mussolini’nin 1911–1930 arasındaki sevgilisi ve başdanışmanı Margherita Sarfatti idi. 1925’te Mussolini’nin övgü dolu bir biyografisini yazmıştı. Faşist hiyerarşi içinde yer alan diğer Yahudiler arasında İtalyan korporatizminin teorisyeni Gino Arias, Ferrara Belediye Başkanı Renzo Ravenna ve Trieste Belediye Başkanı Paolo Salem de bulunuyordu.

Stille’in kitabında öne çıkan isimlerden biri de, faşistlerin önde gelen Yahudi destekçisi Ettore Ovazza’ydı. Faşist Parti’yi finanse etmiş ve 1920’deki “Roma’ya Yürüyüş” darbesine katılmıştı. Torino kökenli zengin bir aileden gelen Ovazza, Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya için savaşmış, savaş sonrası komünist devrim tehlikesine karşı Mussolini ve Kara Gömlekliler’i desteklemişti. Ne var ki, savaşın sonlarına doğru kendisi ve ailesi SS tarafından infaz edildi. Mussolini’ye duyduğu bağlılık, Il Duce ile tanışmasını anlattığı anılarında açıkça görülmektedir:

“Bizi hafif bir tebessümle nazikçe karşıladı. Sakince masasının başında oturuyordu. Eşikte tereddütle duraksadığımızda içeriye girmemizi işaret etti. İlk kez Duce’nin yüzünü bu kadar yakından görecektim. Yahudilerin anavatana olan sarsılmaz bağlılığını ifade ettiğimde, Ekselansları Mussolini gözümün içine baktı ve kalbime işleyen bir sesle şunları söyledi: ‘Bundan bir an bile kuşku duymadım.’”

Faşist saflarda yer alan Yahudiler kadar, Primo Levi gibi anti-faşist Yahudiler de mücadelede büyük rol oynadı. Bazıları hapse atıldı, komünist fizik profesörü Eugenio Curiel gibi bazıları öldürüldü, doktor ve yazar Carlo Levi gibi bazıları ise Mussolini rejimi tarafından sürgüne gönderildi. Levi, sürgün yıllarını geçirdiği güneyin yoksul kasabasını anlattığı Christ Stopped at Eboli [İsa Eboli’de Durdu] adlı ünlü kitabını yazdı. Yayıncı Angelo Formiggini gibi bazıları ise Modena Katedrali’nin çan kulesinden atlayarak intihar etti.

Evet, Yahudiler de faşist olabilir. Yalnızca İtalya’da değil, İsrail’de de.

1948 öncesi Filistin’deki Yahudi siyasetinde ve sonrasında İsrail’de görülen faşist unsurlar ya da doğrudan faşizmin kendisi yeni bir olgu değildir. Nitekim İsrail’in şu anki başbakanı Benjamin Netanyahu, 1900’lerin başında İtalyan faşizmini benimseyen bir siyasi geleneğin mirasçısıdır. Netanyahu’nun babasının akıl hocası, Vladimir (Ze’ev) Jabotinsk’i İsrailli tarihçi Lenni Brenner’in sözleriyle hatırlatalım:

Jabotinsky’nin ‘Lejyoner’ [Osmanlı’dan Filistin’i almak için İngiliz ordusunda Yahudi birliği kurmayı amaçlayan] militarizmi ve aşırı milliyetçiliğinin, Siyon kampında bir Yahudi faşizmi arayanları cezbetmesi kaçınılmazdı. Liderle ilgili kişisel çekinceleri olsa da, hem kendi tabanından gelen baskılar hem de giderek radikalleşen çizgisinin iç mantığı, Jabotinsky’yi ve Revizyonist Siyonizm’i adım adım İtalyan faşizminin yörüngesine soktu.”

İsrail’in kurucu kadrolarının tamamı, Filistinlilerin etnik temizliğine inanan ve bunu daha kuruluşun ilk günlerinden itibaren fiilen uygulayan milliyetçilerdi. Ancak Jabotinsky, İsrail’in ilk yıllarına damga vuran İşçi Partisi çizgisinin oldukça sağında yer alıyordu. Jabotinsky’nin siyasi takipçileri arasında Netanyahu’nun babası Ben-Zvi Netanyahu ve ve daha sonra Herut (Özgürlük) Partisi’ni kuran terör örgütü Irgun’un lideri Menachem Begin de vardı. Herut, zamanla Likud’a dönüştü.

Sosyal demokrasiyi savunan, daha ihtiyatlı bir diplomasiyle toprak kazanımını gözeten ve bazı Filistinlilerin İsrail yurttaşı olmasına gönülsüz de olsa razı olan İşçi Partisi’nin aksine, Jabotinsky ve mirasçıları çok daha saldırgan, Filistinlilere karşı tahammülsüz ve serbest piyasa yanlısıydı. Canadian Dimension’da daha önce de belirttiğim üzere, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail sosyolojik açıdan, askeri ve bürokratik olmak üzere iki geniş siyasi elit zümreye ayrılmıştı: Kibbutznikler (çoğunlukla seküler, Aşkenaz, sosyal demokrat ve toprak taleplerinde daha mütevazı) ve mithnachlim (daha çok Mizrahi kökenli, dindar, yer yer faşizan, Filistinlilerin sürülmesinden ve yerleşimlerin hızla artırılmasını savunan bir grup). Demografik değişimlerin ve İsrail’in artan uluslararası yalnızlığının etkisiyle ikinci grup güç kazandı, ilk gruba mensup birçok kişi ise ülkeden ayrılmayı tercih etti.

1950’ler ve 60’ların başında Toronto’da büyürken, ana akım Yahudi örgütlerinde Herut’un gençlik kolu Betar’a “faşist” ve hatta “Nazi” dememiz oldukça normaldi. Betar bugün de, ABD kampüslerindeki Filistin yanlısı öğrencileri Göçmenlik ve Gümrük İdaresi’ne (ICE) ihbar eden kampanyaların başını çekiyor.

1948 yılında Albert Einstein, Hannah Arendt ve aralarında önde gelen 26 Yahudi entelektüelin bulunduğu bir grup, New York Times’a yazdıkları ünlü mektupta Amerikalıları Herut ve lideri Menachem Begin konusunda uyarmıştı. Mektupta Herut’un “faşist devlet doktrinini açıkça savunduğu” belirtiliyor ve şu ifadeye yer veriliyordu: “Terörist partinin gerçek karakteri eylemlerinde ortaya çıkmaktadır; geçmişteki icraatları, gelecekte ne yapabileceği konusunda yeterince fikir vermektedir.”

Bu mektubun üzerinden 29 yıl geçmeden, Begin İsrail başbakanı oldu. Onu yine aynı siyasi çizgiden gelen Yitzhak Shamir izledi.

Bugünkü İsrail Parlamentosu Knesset’te sol neredeyse yok denecek kadar az, buna karşın sağ partiler çoğunluğu oluşturuyor. Aşırı sağ ise iki partiyle temsil ediliyor: Itamar Ben-Gvir’in liderliğini yaptığı Yahudi Gücü ve Bezalel Smotrich’in başında olduğu Dini Siyonist Parti. Bu iki parti, 2022 seçimlerinde kullanılan 4,6 milyon oyun yarım milyonunu alarak Knesset’in en büyük üçüncü grubu haline geldi ve Netanyahu’nun iktidar koalisyonunda kilit rol üstlendi.

Bana inanmıyorsanız Smotrich’in kendi sözlerine kulak verin: “Aşırı sağcı, homofobik, ırkçı, faşist biri olabilirim ama sözüm sözdür.” Menachem Begin bile zamanında kendisini böyle tarif etmeyi aklından geçirmezdi. Asıl çarpıcı olan, Smotrich’in bu sözleri sarf etmesi değil, bunları açıkça söyleyip yine de İsrail’de siyasi kariyerini sürdürebilmesidir.

Ben-Gvir, Yahudi ve Araplar arasında katı ayrım ve diğer Filistinlilerin sürgün edilmesini savunan, Nürnberg benzeri ırk yasalarını destekleyen aşırı milliyetçi haham Meir Kahane’nin takipçisidir. Görüşleri nedeniyle Knesset’ten atılan ve 1990’da ABD’de suikasta uğrayan Kahane’nin hatırasını, Ben-Gvir açıkça sahiplenmektedir. 2021’de Knesset’e seçilene kadar Ben-Gvir’in oturma odasında, 1994’te El-Halil’deki İbrahimi Camii’nde namaz kılan 29 Filistinliyi katleden Baruch Goldstein’ın fotoğrafı asılıydı. Ben-Gvir’in aşırı sağcı görüşleri o kadar radikal bulunuyordu ki, askerlik çağına geldiğinde İsrail Savunma Kuvvetleri onu orduya almayı reddetmişti.

Yine bana değil de, Ben-Gvir’in kendi sözlerine kulak verin:

“Haham Kahane için bir Anma Günü’ne ihtiyacımız var. Birkaç hafta önce [sol görüşlü bir siyasetçi] için saygı duruşunda bulunduk, neden Kahane için de bulunmayalım? Rabin’in Anma Günü var da neden Kahane’nin olmasın?”

2014’te üç Yahudinin 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr’ı demir çubukla dövüp, boğazına benzin dökerek diri diri yakması hakkında ise şunları söylüyor:

“Ebu Hudayr’ı öldüren [Yahudi] failin idam edilmesine kesinlikle karşıyım ama Yahudi öldüren [Arap] faillerin öldürülmesinden yanayım. Bir milleti yok etmek isteyen terör ile fikirlerine katılmadığım, büyük bir hata yaptığını düşündüğüm insanların eylemleri arasında kıyas kabul etmeyen bir fark var. Suç işlediler, cezalarını çekmeliler. Ama bu [Yahudilerin Ebu Hudayr’ı öldürmesi] terör değildir.”

Smotrich ve Ben-Gvir, Knesett’in ve siyasi yelpazenin marjında kalmış figürler değiller; biri maliye bakanı, diğeri ise ulusal güvenlik bakanı olarak hükümette kilit pozisyondalar. Belki Netanyahu’nun kırılgan koalisyonu devrilecektir, ancak bu aşırı sağcı partilerin ve temsil ettikleri çizginin İsrail siyasetindeki belirleyici rolü sürecek gibi görünüyor.

Peki İsrail, faşist bir devlet mi? Bu soruya kesin bir yanıt vermeden bile, 60 binden fazla Filistinlinin öldürülmesinin dünya kamuoyu ve Yahudi diasporası nezdinde şiddetli bir tepki doğurması gerekirdi. Ama bir şekilde hem dünyanın büyük kısmı hem biz Yahudiler hâlâ çifte standartlara inanmayı sürdürüyoruz. Başkaları böyle şeyler yapabilir. Ama biz Yahudiler yapamayız.

Oysa yapabiliriz. Ve yapıyoruz da.

Güney Asya’daki deneyimlerinden yola çıkan Hintli denemeci ve romancı Pankaj Mishra, acı çeken halkların zulüm uygulamayacağına dair inancı reddediyor:

“Büyük zulümlerin kurbanlarının ahlaken yüce davranacağı ya da bu acılardan güçlenerek çıkacağına inanacak kadar naif değilim. Hindistan’da Dalitler, ki muhtemelen tarih boyunca zulme uğramış en büyük topluluklardan biri, 2002’de Narendra Modi’nin denetimindeki Gujarat katliamı sırasında üst kastlardaki işkencecileriyle birlikte Müslümanları öldürüp tecavüz ettiler. Orta Doğulu Yahudiler ise, Avrupa kökenli İsrail elitlerinin ırkçı ayrımcılığına maruz kalmışken, şimdi Filistinlilere aynı aşağılamaları yaşatır hale geldi.”

Peki İsrail’deki faşizm yükselişinin ve diaspora Yahudilerinin buna dönük açık desteğinin muhtemel nedenleri neler olabilir?

Bunlardan biri, Ettore Ovazza örneğindeki gibi, yönetici sınıflarına mensup hale gelen Yahudilerin, sınıfsal çıkarlarını koruyacaklarına inandıkları için faşizme yönelmeleri olabilir. Bernardo Bertolucci’nin 1900 filmindeki o ikonik sahneyi hatırlayın: Zengin toprak sahipleri ve kapitalistler yükselen faşist hareketle buluşup soldan gelen tehdidi bertaraf edebilmek için onları görevlendiriyorlardı.

Bir diğer neden hem faşizmin hem de Siyonizmin kökenlerinde, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başının yaygın Avrupa aşırı milliyetçiliğinin yatması ve bazı Yahudilerin dışlanmaya karşılık dışlayıcılığı tercih etmeleri olabilir. Nasıl ki İtalyan milliyetçiliği kendini tiranlık biçiminde faşizme, Alman milliyetçiliği ise soykırımcı Nazizme dönüştürdüyse, Siyonizm de zamanla aşırılığa kaydı.

Bir başka açıklama, faşizmin sunduğu güvenlik, öngörülebilirlik ve düzen duygusunda yatıyor olabilir -bütün bunlar kişisel özgürlükler ve başkalarına zarar verme pahasına olsa da.

Son olarak, faşizmin cezbedici “kıyametçiliği”ni göz ardı etmemek gerekir: “Bu, yok olmadan önceki son savaşımız” fikrinin, “zaten dünya bize düşman, öyleyse hiçbir şeyden çekinmeyelim” ruh haliyle birleşmesi yani.

İsrailli gazeteci Gideon Levy, Gazze savaşı sonrasında İsrail’in siyasal yönelimi konusunda en ufak bir şüphe taşımıyor:

“Bu savaş, bir faşist devlet kurma savaşıdır. Kahane Devleti İsrail’de olası hale gelmiştir. Bu süreci mümkün kılan ise Netanyahu’nun kriminal omurgasızlığıdır. Sadece neo-Nazi aşırı sağcı partiler değil, en çok da başbakanın kendi partisi Likud, Kahanizm’i iktidara taşıdı.”

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

İran-İsrail savaşı ve Orta Asya

Yayınlanma

Editörün notu: Orta Doğu’da tırmanan İran-İsrail savaşı, Rusya için jeopolitik açıdan hayati önem taşıyan Orta Asya’nın istikrarına yönelik yeni bir tehdit oluşturuyor. Rusya’nın önde gelen düşünce kuruluşu Valday Kulübü’nün program direktörü Timofey Bordaçev’in değerlendirmesine göre bu tehlike iki şekilde ortaya çıkabilir: Birincisi, İran’ın olası bir iç kaosa sürüklenmesiyle bölgenin Rusya ve Çin’e karşı Batı nüfuzuna açık hâle gelmesi. İkincisi ise İsrail’in politikalarının, adalete duyarlı Orta Asya halkları arasında radikalleşmeyi ve aşırılıkçılığı körüklemesi potansiyeli. Orta Asya ülkeleri bu riskleri bölgesel işbirliğiyle yönetmeye çalışsa da Bordaçev, Rusya’nın destekleyici bir komşu olarak kalması gerektiğini ancak bu ülkelerin güvenliğinin nihai sorumluluğunu üstlenmemesi gerektiğini vurguluyor.


Orta Doğu’daki savaş Orta Asya’yı tehdit ediyor

Timofey Bordaçev
Vzglyad

Uluslararası ilişkilere nispeten profesyonel bir gözle bakan herkes, Rusya’nın jeopolitik konumunun en önemli özelliğinin doğal sınırlardan yoksun olması olduğunu bilir. Hatta Kafkasya gibi bu tür engellerin görünüşte var olduğu yerlerde bile, bu sınırlar olmadan yaşama alışkanlığı algımızda belirleyici bir rol oynuyor.

Orta Asya, Rusya ile tamamen bütünleşik bir jeopolitik alan oluşturuyor. Bölgenin barışçıl gelişimine yönelik dış tehditler, otomatik olarak Rusya’nın kendisine yönelik tehditler olarak görülüyor. Bu tür tehditleri önleme çabasında ne kadar ileri gidilebileceğini anlamak, önümüzdeki yıllarda Rus dış politikasının önemli görevlerinden biri.

Şu anda Orta Asya, en yıkıcı güçlerin eylemlerine açık hâle geleceği bir durumla karşı karşıya kalabilir. Bu durum, SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden bağımsızlığını kazanmasından bu yana ilk kez yaşanıyor. Orta Asyalı dostlarımız Avrupa’dan oldukça uzaktalar; Avrupa, Suriye, Irak ve Ermenistan için komşuluğu sorun teşkil eden Türkiye de onlara epey uzak. Komşularını cezasız bir şekilde bombalamayı seven İsrail de yakınlarında değil. Tüm Avrasya’da coğrafi açıdan daha şanslı sayılabilecek tek ülke Moğolistan: Araları iyi olan iki ülkeyle, Rusya ve Çin ile komşu.

Son 34 yıldır tek endişe kaynağı Afganistan’dı. Aslında Afganistan’ın kendisinden ziyade, bizzat Orta Asya ülkelerinden gelen dinci aşırılık yanlıları için bir üs olması nedeniyle endişe kaynağıydı. Afganların kendileri ise 19. yüzyılın sonlarından bu yana komşu topraklara pek tecavüz etmedi. Başlıca komşuları olan Rusya ve Çin, aralarındaki bu alanda barış ve huzurun hâkim olmasında hayati bir çıkara sahiptir. Bu durum öncelikle kendi çıkarlarından kaynaklanıyor; zira her iki büyük gücün de nüfusunun önemli bir kısmı Müslüman. Fakat uluslararası ilişkilerde iyi davranışın en güvenilir garantisi de tam olarak bu tür çıkar odaklı mülahazalar.

Ancak bu günlerde Orta Doğu’da yaşananlar neticesinde bu rahat konum biraz daha kötüye gidebilir. İsrail hükümetinin önümüzdeki yıllara yönelik stratejisinin, komşularıyla sürekli savaş hâli yaratarak elitlerin iktidarda kalmasını sağlamaktan ibaret olduğu izlenimi doğuyor. Ekim 2023 olayları bir başlangıç noktası oldu ve şimdi İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışma yaşanıyor.

İsrail elitleri arasındaki pek çok “öfkeli baş”, bir sonraki hedefin bölgede liderlik rolü üstlenmeye çalışan bir diğer iddialı güç olan Türkiye olacağını söylüyor. İsrail’in diğer Arap komşularının da bu durumdan kaçamayacağına şüphe yok; mademki sürekli savaş yolunu seçti, bu yoldan dönmesi için hiçbir neden bulunmuyor. Başka bir deyişle, İsrail’in dış politikası tüm Orta Doğu’yu ve komşularını yavaş yavaş bir askeri çatışma girdabına çekiyor. Üstelik İsrail, ABD’nin kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen Washington’un desteğini sürekli arkasında hissediyor.

Orta Doğu’nun sürekli bir çatışma alanına dönüşmesi, Avrasya’nın en sakin bölgelerindeki komşuları için bile iyi bir anlam taşımıyor. Bu nedenle Rusya’nın dikkatini ve burada uzun vadeli, hesaplı bir politika oluşturmasını gerektiriyor.

Birincisi, İran’ın şu anda karşılaştığı sorunlar Orta Asya’nın istikrarını ciddi şekilde tehdit edebilir. İsrail ve şimdi de ABD ile doğrudan askeri bir çatışmanın sonuçlarının ne olacağını henüz tahmin edemiyoruz. Şimdilik İran yönetimi durum üzerinde yüksek bir kontrol sergiliyor ve halkı vatanseverliğiyle öne çıkıyor. Ancak en dramatik senaryolar da göz ardı edilemez.

Eğer İran gerçekten de hasımlarının arzuladığı gibi bir iç kaosa sürüklenirse, Orta Asya ciddi tehlikelerle yüzleşecektir. Bunun basit sebebi, İsrail, ABD veya Avrupa için oradaki güvenlik durumunun kendi askeri ya da ekonomik güvenlikleriyle değil, Rusya ve Çin ile olan diplomatik ilişkileriyle ilgili bir mesele olmasıdır.

Orta Asya’yı düşündüğümüzde, coğrafi büyüklüğüne rağmen modern dünyanın çok küçük bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Beş ülkenin toplam nüfusu 90 milyona ulaşmıyor ki bu da İran veya Pakistan gibi ülkelerden daha az. Her birinin nüfusu çok daha fazla olan Vietnam, Bangladeş veya Endonezya gibi modern dünya ekonomisinin “fabrikalarından” bahsetmiyoruz bile.

Diğer bir deyişle, Orta Asya, Rusya ve Çin için önemli olsa da ABD veya Avrupa’nın gözünde, kaynak sağlamaya çalıştıkları dünyanın çok önemsiz bir parçası. Moskova veya Pekin’e zarar verme fırsatı söz konusu olduğunda Washington, Brüksel veya Londra’daki hiç kimse bu bölgeyi korumayacaktır. Ve eğer İran’da siyasi sistem kökten değişir veya ülke bir iç kargaşaya sürüklenirse, toprakları Orta Asya’ya yönelik yabancı nüfuzunun kaynağı hâline gelecektir.

İkincisi, bu bölgedeki iç sorunların nedeni bizzat İsrail’in saldırgan politikası olabilir. Daha somut bir ifadeyle, halkın, hükümetlerinin bu duruma karşı koyamamasından duyduğu hoşnutsuzluktur. Orta Asya cumhuriyetlerinin pek çok sakininin Sovyet geçmişine sahip olduğunu ve Rus kültürüyle bağları bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu da onların adaletsizliği, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinin vatandaşlarına göre çok daha keskin bir şekilde algıladıkları anlamına gelir. Bu nedenle, İsrail’in tüm komşularına karşı yürüttüğü savaş politikasının, bize en yakın Doğu parçasındaki Müslümanların kamuoyu üzerindeki potansiyel etkisini küçümsememek gerekir. Bu durum, en azından daha fazla Orta Asya ülkesi vatandaşının aşırılık yanlısı dinci hareketlerin saflarına katılmasına yol açabilir.

Orta Asya ülkeleri, dünya meselelerindeki konumlarını güçlendirmek ve büyük jeopolitikanın “pazarlık kozu” hâline gelmekten korunmak için çok şey yapıyor. Son yıllardaki önemli çalışmalarından biri, iç ve dış politikanın ana hatlarını koordine etmek ve çevre dünyayla diyalog kurmak için liderlerin sürekli bir araya geldiği Orta Asya Beşlisinin oluşturulmasıdır. Rusya bunu her şekilde desteklemektedir.

Ana komşularıyla işbirliğini güçlendiriyorlar ancak Rusya ve Çin’in hasımlarıyla çatışmaktan kaçınıyorlar. Türkiye’nin konumunun zayıflığını ve kaynak yetersizliğini anladıkları için, “Büyük Turan” gibi jeopolitik hayaller kurma girişimlerine karşı temkinli davranıyorlar. Genel olarak, Orta Asya ülkelerinin dış politikası hem esnekliğin hem de Rusya’ya karşı olan yükümlülüklerine bağlılığın bir örneği: Bu konuda ciddi şekilde gücenecek bir durumumuz yok.

Fakat en makul dış politikanın bile Orta Asya’daki dostlarımız için modern dünyada huzurun garantisi olacağından tam olarak emin olamayız. Gördüğümüz gibi bu dünyada artık uluslararası hukuk ve teamüller neredeyse işlemiyor, kaba kuvvete dayalı politika zafer kazanıyor. Bu, Rusya’nın onların kaderi için tam sorumluluk alması gerektiği anlamına gelmez. Bu tür yaklaşımlar daha önce de Rusya’nın kısıtlı kaynaklarının kendi güvenliğimiz ve gelişimimiz için hiçbir fayda sağlamadan harcanmasına yol açtı.

Rusya’nın müttefiklik yükümlülükleri nedeniyle çatışmalara müdahale etme konusunda çok kötü bir deneyimi var: Bu tür örneklerin en trajiği 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’dır. Ve şimdi Orta Asya’daki komşularımızla, devletlerinin bekasının kendi egemenlik meseleleri olduğunu açıkça konuşmakta fayda var. Ve Rusya bu noktada, komşularının kendi güvenliklerini sağlayabileceklerine inanan bir dost, güvenilir bir komşu ve dikkatli bir gözlemci.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi

Yayınlanma

İsrail gazetesi Jerusalem Post’ta Çin’in Orta Doğu stratejisini tartışan bir makale yayınlandı: “Rusya-Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’da varlığını genişletmesi için alan açtı.”

***

Mordechai Chaziza
Jerusalem Post, 26 Haziran 2025

Ukrayna’daki savaş, küresel düzeni sarsarak Soğuk Savaş dönemindeki bölünmeleri yeniden canlandırdı ve ülkeleri stratejik ittifaklarını yeniden değerlendirmeye itti.

Avrupa, çatışmanın merkez üssü olsa da, jeopolitik şok dalgaları Orta Doğu’ya da yansıdı ve tarihsel olarak ABD ve Rusya’nın etkisi altında olan bölgede Çin’in önemli bir aktör olarak ortaya çıkışını hızlandırdı.

Çin’in bu değişen küresel düzene verdiği yanıt, yeniden ayarlanan bir stratejiyi ortaya koyuyor: Artık geleneksel müdahale etmeme yaklaşımıyla sınırlı kalmayan Pekin, ekonomik bağlarını derinleştiriyor, stratejik altyapı projelerini ilerletiyor ve kendisini diplomatik bir alternatif olarak konumlandırıyor.

Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’daki varlığını genişletmesi için alan açtı. Çin, artık bu bölgede sadece enerji güvenliği değil, aynı zamanda uzun vadeli nüfuz da arıyor.

Bugün Orta Doğu, stratejik riskten kaçınma ile karakterize ediliyor. Bölgedeki ülkeler tek bir güce sadakat göstermeyi kaçınıyor ve ABD, Çin ve Rusya ile dengeli ilişkiler kurmayı tercih ediyor. Ukrayna krizi, bu dengeleme çabalarına aciliyet katarak enerji, gıda güvenliği ve siyasi istikrarsızlık konusundaki endişeleri yoğunlaştırdı.

Çin’in cazibesi, altyapı, kredi ve siyasi koşullar içermeyen ticaret gibi angajman modelinde yatmaktadır. Yalnızca 2024 yılında, Orta Doğu ülkeleri Çin’den 39 milyar dolarlık yatırım ve inşaat anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaların en büyük alıcıları Suudi Arabistan, Irak ve BAE oldu. Bu müdahaleci olmayan yaklaşım, bölgesel öncelikler, egemenlik, ekonomik kalkınma ve çeşitlendirme ile uyumludur.

Önce enerji, ama sadece enerji değil

Çin’in Orta Doğu ile ilişkilerinin kökleri enerji güvenliğine dayanmaktadır. 2023 yılında Çin’in petrol ithalatının %36’sından fazlası Körfez ülkelerinden geldi. Pekin, Rusya’dan petrol ithalatını artırsa da, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle uzun vadeli LNG anlaşmaları imzalayarak aşırı bağımlılıktan kaçındı.

Ancak enerji sadece başlangıç noktasıdır. Enerji, daha geniş bir ekonomik entegrasyonun önünü açmaktadır. Bugün, Çin’in yatırımları yenilenebilir enerji, dijital altyapı ve yapay zekaya da uzanıyor. Bu stratejik çeşitlilik, Çin’i sadece bir enerji tüketicisinden bölgenin merkezi bir kalkınma ortağına dönüştürüyor.

Kuşak ve Yol Girişimi

Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Çin’i Orta Doğu’nun en önemli altyapı ortağı haline getirdi. 2023 yılına kadar, bölge, liman ve demiryollarından akıllı şehirlere ve 5G ağlarına kadar uzanan projelerle küresel Kuşak ve Yol Girişimi inşaat harcamalarının üçte birinden fazlasını oluşturdu. Çin ile bölge arasındaki ticaret hacmi 2019’da 294 milyar dolardan 2022’de 480 milyar dolara yükseldi.

Bu ekonomik yerleşme, tedarik zincirlerini güvence altına almak ve Çin standartlarını ve teknolojilerini bölgenin geleceğine yerleştirmek gibi iki amaca hizmet ediyor. Suudi Arabistan tek başına 2024’te BRI anlaşmalarında 19 milyar dolarlık pay aldı. Bu anlaşmalar arasında Riyad metrosu gibi yüksek profilli projeler de yer alıyor.

Çok kutupluluk ve küresel yönetişim

Ticaretin ötesinde, Çin kendisini çok kutuplu bir dünya düzeninin lideri olarak konumlandırıyor. Orta Doğu, bu vizyonun merkezinde yer alıyor. 2024 yılında Mısır, İran ve BAE BRICS+’ya katılırken, Suudi Arabistan da katılmaya davet edildi. Bu hamleler, Batı merkezli ittifaklardan kopuşu ve alternatif kurumlara yönelmeyi işaret ediyor.

Çin ayrıca Orta Doğu’nun Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılımını teşvik etti ve Küresel Kalkınma ve Küresel Medeniyet Girişimleri gibi yeni çok taraflı çerçeveler oluşturdu. Kuzey-Güney ayrışmasının derinleştiği bir ortamda, Pekin’in “Güney-Güney dayanışması”na verdiği önem Orta Doğu’da yankı buluyor.

Arabulucu mu, fırsatçı mı?

Çin’in Orta Doğu’daki giderek daha fazla dikkat çeken diplomatik faaliyetleri, özellikle uzun süredir bölgede rakip olan ülkeler arasında arabuluculuk rolüyle küresel ilgiyi üzerine çekti. Mart 2023’te Pekin, İran ile Suudi Arabistan arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan tarihi bir anlaşmaya aracılık etti. Bu anlaşma, gerilimin yatışmasına ve bölgesel diyaloğun ilerlemesine katkıda bulundu.

Bunu, Çin’in Hamas ve El Fetih dahil 14 Filistinli grup arasında uzlaşma görüşmelerini kolaylaştırması izledi ve Temmuz 2024’te Filistin’in birliği ve geçici ulusal hükümet planlarına ilişkin Pekin Deklarasyonu ile sonuçlandı.

Bu çabalar, Çin’in geleneksel olarak çekingen diplomatik tutumundan önemli bir sapma anlamına geliyor. Orta Doğu’da genellikle askeri müdahale ve güvenlik taahhütlerine güvenen ABD’nin aksine, Çin riskten kaçınan bir yaklaşımı benimsemiş ve doğrudan müdahale yerine arabuluculuk ve diyalogu tercih etmiştir.

Çin’in arabulucu rolü, yapıcı bir küresel aktör ve Batı yöntemlerine alternatif olarak imajını güçlendirerek önemli sembolik kazanımlar sağlarken, daha derin güvenlik angajmanının getireceği maliyet ve riskleri üstlenmek istememesi nedeniyle etkisi sınırlı kalmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in arabuluculuğunun sembolik önemi büyüktür. Kendisini barış arabulucusu olarak konumlandıran Pekin, yeni diplomatik modeller sunan bir küresel güç olarak kendini gösterir. Bu söylem, Batı liderliğindeki çatışma çözümüne alternatif arayan Küresel Güney’deki birçok ülkede yankı bulur.

Kısıtlamalar ve çelişkiler

Artan nüfuzuna rağmen, Çin’in Orta Doğu’daki etkisi sınırlamalara sahiptir. Pekin, ABD’nin bölgedeki stratejisini belirleyen siyasi veya askeri müdahaleye kendini adamamıştır. Ayrıca, çıkarlarını savunmak için önemli maliyetleri üstlenmeye istekli olduğunu da kanıtlamamıştır.

Gazze’de devam eden savaş sırasında Çin’in İsrail’e yönelik eleştirileri, Washington ile rekabetine paraleldi, ancak olayların seyrini etkilemedi. Bu arada, ABD diplomasisi İsrail ile Hizbullah arasında gerginliğin tırmanmasını önledi ve bölgesel güvenlik konusunda Washington’un şimdilik vazgeçilmez bir güç olduğunu gösterdi.

Dahası, Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından ABD’nin etkisinin yeniden artması, kriz zamanlarında Çin’in yumuşak gücünün kırılganlığını ortaya koydu. Örneğin, Pekin’in İran’a Husi saldırılarını durdurması için baskı yapma konusundaki çekingenliği, retorik ile etki gücü arasındaki uçurumu ortaya çıkardı.

Rusya’nın vekili değil

Rusya-Ukrayna savaşı, Çin’in Orta Doğu stratejisinin bazı yönlerini şekillendirmiş olsa da, bu stratejinin arkasındaki ana güç değildir. Çin’in bölgeyle ilişkileri, çatışmadan önceye dayanır ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, ekonomik fırsatları genişletmek ve küresel etkisini artırmak gibi uzun vadeli stratejik önceliklere dayanır.

Çin’in yaklaşımı uzun süredir Orta Doğu’nun kilit devletleriyle ikili ilişkiler kurmaya, Kuşak ve Yol Girişimi gibi kurumsal çerçeveler geliştirmeye ve bölgeyi BRICS ve ŞİÖ gibi çok taraflı gruplara entegre etmeye odaklanmıştır.

Ancak Ukrayna’daki savaş, mevcut eğilimleri hızlandırmıştır. Orta Doğu ülkeleri, jeopolitik istikrarsızlık ve Batı politikalarının öngörülemezliğinden korunmak için Çin’in girişimlerine daha açık hale gelmiştir.

Pekin ise enerji arzını güvence altına almak ve ticarette renminbi kullanımını teşvik etmek için çabalarını yoğunlaştırırken, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik ayrışmayı da kendi lehine kullanarak kendisini Küresel Güney’in savunucusu olarak konumlandırmaya çalışmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in Orta Doğu stratejisinin temelleri değişmemiştir. Bölgenin karmaşıklığı, istikrarsızlığı ve stratejik önemi, Çin dahil hiçbir gücün bölgeyi tek başına domine edemeyeceği anlamına gelmektedir.

Çin’in etkisi, hegemonya kurmak veya ABD’nin güvenlik liderliğine doğrudan meydan okumaktan ziyade, pragmatik ekonomik angajman ve ihtiyatlı diplomasi ile tanımlanmaya devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı, değişimin hızını artırarak gölge düşürdü, ancak Çin’in Orta Doğu’daki uzun vadeli emellerinin mimarı değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English