Bizi Takip Edin

Görüş

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 5

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan’da “çeşitliliğin birliğini” anlamlandırmaya dair notlar

Hindistan için “çeşitliliğin birliği” diye basmakalıp bir deyiş var. Ancak bu ne kadar anlaşılır? Ya da Hindistan ulusundan söz ederken basitçe “Hint” olarak ifade ederiz. Ancak bu ne ölçüde anlaşılır?

İkinci sorudan başlamam gerekiyor; yaşadığımız çağdaki dünya politikası sisteminin “ulus-devlet” düzeni üzerine kurgulanmış bir versiyonunu deneyimlediğimiz için her devletin bir ulustan oluştuğu üzerine genelleme bir varsayım dikkate alarak tanımlama yapmak durumundayız. Dolayısıyla bu, Hindistan söz konusu olduğunda “Hint” olarak karşılığını buluyor. (Bunun “Hintli” olarak yanlış kullanımına denk gelmek açıkçası irite edici…) Ancak ulus tanımını dikkate aldığımızda bu üstünkörü açıklama bir anda bulanıklaşıyor Kİ bir ulusta ortak tarih, dil ve kültürel karakter gibi birleştirici elementler yer alır; hatta bazıları daha da ileri gider ve bir soyağacı bekler. Ve böyle bir a priori veya verili düşünmeye koşullandığımız için işler bir anda karmaşıklaşır ve Hindistan ulusuna Hint demek bir anda kulağa yanlış bir çağrışım gibi gelir. Burada durumu kurtaran parametre “ulus” kavramı yerine veya bundan daha çok, yani ulus konseptini dışlamayarak ancak “toplum” nosyonunu odak alarak düşünmektir. Yani, Hindistan toplumu alışılmışın sınırlarını aşan, olağanüstü düzeyde çeşitli, katmanlı, karmaşık ve girift halk ve toplulukların oluşturduğu bir ulustur ve biz böylece bunu Hint ulusu diye ifade ederiz, diyerek durum bir ölçüde kurtarılabilir.

İşte burada -özellikle Hindistan’a atfedilen- “çeşitliliğin birliği” fenomeni devreye giriyor.

Evet, Hindistan, çeşitliliğin birliğidir; diğer deyiş ile Hindistan toplumu ya da diğer deyiş ile Hint ulusu, çeşitliliğin birliğidir VE öyle de olmalıdır, öyle de kalmalıdır.

Ancak burada devasa “çeşitliliği ayrıntılamak” niyetinde değilim, o zaman yukarıdaki gibi yüzeysel genelleme yolu ile bir kalıp çizerek durumu kurtarmak çok zor ki başlı başına böyle bir kalıp inşa etmek zaten çok sağlıklı olmaz. Aksine biz burada bu kalıbı “çeşitliliğin birliği” üzerine yani paradoksal olarak “birliğin” nasıl “ayrımlardan” gelişebildiği üzerine inşa etme yoluna gideceğiz; kulağa ironik geldi, değil mi?

Toplumsal düzlemde ilk söylenmesi gereken sosyal katman veya katmanlı yapı.

Bu, -tarih boyunca göç sirkülasyonunun etkisini de göz ardı etmeden- esas olarak “kast sistemi”nden gelir.

Burada öncelikle bir noktaya açıklık getirmek şart:

“Kast” aslında ve basitçe terminoloji olarak İngilizceden Hindistan toplumuna uyarlanagelmiş bir sözcük ve aslında sağlıksız bir anlaşılmaya neden olur. Başka anlatım ile “kast”, Hindistan bağlamında tarihsel olarak sosyal açıdan önemli iki farklı fikri kapsayan, belirsiz bir İngilizce terim: Bu iki farklı fikir “varna” ve “jati”dir. Hindistan toplumundaki kast fenomeninin, eski Avrupa geleneğindeki “kast” ve/veya “sınıf” olgusundan aslında çok farklı dinamikleri var VE ÜSTELİK Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Ancak yanlış bir kabul de olsa kast sistemi olarak kanıksanmış ve içselleştirilmiş olduğu için böyle de ifade etmeye devam edeceğiz ama en azından anlaşılabilir kılmak adına temel bir ayrımlama yapmalıyız. Hindistan için “kast sistemi” olarak dediğimiz şey çoğunlukla (veya yalnızca) “varna” katmanlaşması yani “varna sistemi” olarak anlaşılır ve böylelikle –çoğu Hint olmayanların düşündüğü şekli ile– Hindistan toplumu en azından dört rütbeye ayrılır:

“Hiyerarşik” sıra ile;

Brahminler (rahipler, entelektüeller)

Kshatriyalar (savaşçılar ve hükümdarlar)

Vaishyalar (tüccarlar, sanatkarlar, bazı çiftçiler)

Shudralar (emekçiler/işçiler)

Ve bunların altında “kasta dahil edilmeyen” veya “kast dışı” kalan Dokunulmazlar veya Dalitler var.

Buraya bir parantez açmak istiyorum, sonra konuya geri döneriz:

(Önceden esasen ismini Güneydoğu Hindistan’daki bir kabileden alan Parya ifadesi kast dışı kalmışlar veya dokunulmazlar için yaygın olarak kullanılıyordu. Parya esasen Tamilce davul(cu) anlamına gelir. Ancak sonrasında toplumda bu ifadenin çok aşağılayıcı olduğuna dair bir anlayış birliği gelişmiş ve yerine zamanla Dalit ifadesi geçmiş. Gerçi Dalit sözcüğü de bazılarınca aşağılayıcı bir ifade olarak kabul edilir. Aslında Hindistan toplumunda kast dışı kalanları niteleyen Harijan vs. gibi daha birçok ifade var. Oysa Harijan Tanrı’nın çocukları anlamına geliyor. Aslında Harijan Gandhi’ye Dalit ise Ambedkar’a atfedilir. Neyse, bu arada, Hint toplumunda birisi onları aşağılamak istediğinde kimse aslında Dalit olduklarını söylemiyor. Bunun yerine daha çok onlara Bhangi, Chamar gibi kast isimleri ile seslenirler veya onlara Achhoot yani dokunulmaz veya Planlanmış Kast/Kabile veya “ayrılmış kategori” derler. Neyse, Dalit ifadesi ise Sanskrit dal kökünden gelir ve ezilmiş, bastırılmış anlamına gelir. 19. yüzyıl sosyal reformcusu Jyotiba Phule tarafından Marathi yazılarında kullanılmış. Ancak sözcük yalnızca bir kast ismi değil, özellikle eski dokunulmaz kastlar olmak üzere bir grup kastı belirten siyasi bir kimliktir. Dalit terimi, “Ambedkarite” -Ambedkar’ın kastsız, sınıfsız ve ırksız toplum yaratma felsefesi, devrimci bir toplumsal değişim yaratmayı amaçlayan hareket Ambedkarizm’in takipçileri- inancına sahip giderek daha fazla Marathi edebiyat yazarının denemelerinde, şiirlerinde, dramalarında, otobiyografilerinde, romanlarında ve kısa öykülerinde kullanmaya başlaması ile 1960’larda geçerlik kazanırken 1972’de Dalit Panterleri’nin -kast ayrımcılığı ile mücadele etmeyi amaçlayan bir sosyal örgüttü, 1980’lerin sonunda dağıldı- kurulması ile daha fazla meşruiyet kazandı. Ve Dalit Panterleri, Dalit sözcüğüne çok daha geniş bir tanım getirdi. Manifestolarına göre, Dalitler Planlanmış Kastların ve Kabilelerin üyeleri, Neo-Budistler, çalışan insanlar, topraksız ve fakir köylüler, kadınlar ve politik, ekonomik olarak ve din adına sömürülen herkes idi. Bu gibi açılardan Dalit sözcüğü olumsuz çağrışımlara sahip ve toplumu damgalıyor olarak algılanır. Tüm bunların yerine yalnızca Planlamış Kast/Kabile gibi yasal isimlendirmenin kullanılması gerektiği görüşü de var ancak anayasal terim olan Planlanmış Kastların da Dalit sözcüğünün politik gücünden yoksun olduğu için iyi bir yedek olmadığı düşüncesi de var; örneğin, Planlanmış Kast statüsünün Dalit Müslümanlar ve Dalit Hristiyanlar için mevcut olmaması bir dayanaktır. Neyse, dil statik bir varlık değil. Her dönemin kendine özgü terminolojileri var. Sakat sözcüğü bir zamanlar kabul edilebilirdi ancak engelli sözcüğü yaygınlaştıkça kullanılmaz hale geldi ve şimdi dahi bu sözcüğün modası geçiyor ve yerini farklı yetenekli ifadesi alıyor. Yani Hint toplumunun da gelecekte bir noktada Dalit sözcüğünü de kullanmayı bırakması mümkün.)

Varna durumunda tabakalaşmanın hem sosyoekonomik hem de ritüel boyutu var: Örneğin, “üst kast” üyeleri, “alt kast” üyeleri tarafından hazırlanmış yiyecekleri kabul edemez veya alt kast üyelerinin kendilerine dokunmalarını dahi kabul edemez çünkü bu “ritüel kirliliğe” neden olur. Öte yandan, en eski Hindu kutsal metinleri Vedalar’da anlatıldığı şekli ile varna sistemi mutlaka “kalıtsal” değildi ve bazı yönlerden Batı’da daha belirgin olan sınıf sistemine benziyordu.

ANCAK kastın yalnızca varna olarak düşünülmesi, onun daha belirgin olan jati yönünü gizler.

Dolayısıyla, Hindistan’ın kast sistemi “jati” katmanlaşması hesaba katılmadan düşünülemez.

Günlük yaşamda çoğu Hint’in “kast” dediği zaman anladığı ve kastettiği şey “jati” konseptidir.

Kastın sosyolojik tanımına benzer:

Ekonomik olarak kendi grubu dışındaki insanlar ile (özelleşmiş ekonomik roller yoluyla) etkileşimde bulunan ancak sosyal olarak endogami / içevlilik ile (kendi dışındaki insanlar ile evlilik yapmayarak) kendini izole eden grup.

Jatinin Hindistan’da yasal olarak bir dayanağı yok artık ama Hintler için tarihsel olarak en önemli sosyal gerçeklik; bu en azından 1,500 yıllık geçmişi ile böyledir.

Binlerce jati grubu veya “kast” var: 4 bin küsürden 40 bine varıncaya kadar!..

Varna sisteminde her birine belirli bir rütbe atanır, geçmişte tüm jati grupları ritüel statülerini yükselterek varna rütbelerini değiştirmişti. Ancak güçlü ve karmaşık endogami kuralları, aynı varna düzeyinde olsalar dahi çoğu jatiden insanların birbirleri ile karışmasını engeller… Her şeyden çok, belirli bir jati ile ilişkili içevlilik ve yeme (vejetaryenlik genellikle brahminler ve vaishyalar, et kshatriyalar ve shudralar, pirinç, sakatat ve sığır etinin olmaması dalitler ile ilişkilendirilir), giyim ve diğer yaşam tarzı gelenekleri, sosyal düzey için en önemli unsurlardı; varna değil (bazı İngiliz nüfus sayımları, tüm jatileri varna sıralamasında düzenlemeyi ve sabitlemeyi denemişti).

AYRICA, Kast ve Hinduizm hayati olarak bağlantılı değil: Her ikisi de birbiri olmadan işleyebilir ve hayatta kalabilir. Kast birçok yönden Güney Asya’nın sosyal düzeni için temel: Müslüman, Hristiyan ve Budist kastlar da var ve ayrıca Pakistan ve Sri Lanka’da da bu fenomen mevcut. Ancak hem varna hem de jati, Manusmriti gibi antik Hindu metinlerinde ayrıntılı olarak ele alınmış Kİ yani Hindistan’da Hinduizm ve kastın çok uzun süredir birlikte evrimleştiği dikkate alınırsa, ikisi arasında bazı düzeylerde iç içe geçme durumunun olması şaşırtıcı değil.

Ancak geleneklerden dolayı hala sıklıkla zemin düzeyinde işliyor olsa dahi kalıtsal kastın artık neredeyse hiçbir yasal ve ideolojik desteği yok. Hindistan’ın modernite ve Batı aydınlanması ile teması, kasttan arındırılmış ancak antik manevi değerleri içeren modern, yeni bir Hinduizm’in ortaya çıkmasını kaçınılmaz kıldı.

Kast sistemi her halükarda son derece karmaşık ve Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Örneğin, kshatriyalar (ve rajputlar) ve vaishyalar Güney Hindistan’da nadir, çünkü bu grupların erkek soyundan gelenlerin çoğu kuzey ve batı Hindistan’da kalmış ve Güney Hindistan’daki küçük brahmin nüfusu, yaklaşık 1.500 yıl önce gerçekleşen bir dizi göçün sonucu ki çünkü o bölgedeki gelişmekte olan devletler, ritüel ve idari amaçlar için brahminlere ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle, teknik olarak, Güney Hindistan’daki çoğu elit, yani yüksek rütbeli yönetici kastların çoğu shudradır, ancak tüm pratik amaçlar açısından, güneyde geleneksel varnalar fikrini anlamsız hale getirecek şekilde kshatriya olarak işlev görür.

Buradan -Güney Hindistan’dan kapıyı açmışken- konuyu kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama noktasına çekmeden önce,

İleri gelen Hint antropolog ve sosyolog Irawati Karve (1905-1970) tarafından, sistemin neden bu şekilde geliştiğine dair bir hipoteze yer vermek istiyorum: Çünkü bu teori, Hindistan’a yayılırken yeni grupları bünyesine katarak ve asimile ederek genişleyen Aryan toplumunun kanıtları ile iyi uyum sağlıyor. Ki antik çağlarda yeni seçkinlerin dahil olması ve ayrıca diğer gruplardan eş alınması gibi konularda orta çağa göre daha fazla açıklık olmuş olmalı ki genetik kanıtlar, modern Hintlerin atalarını oluşturan kastlar ve gruplar arasındaki karışımın 4 bin ile 2 bin yıl önce gerçekleştiğini gösteriyor. Ve Manusmriti gibi metinler muhtemelen 2 bin ile 1.500 yıl önce yazıldı ve uygulandı; muhtemelen siyasi baskıdan çok, toplumsal baskı yolu ile Ki Sonuçta, eğer bu zamana kadar üst kast grupları bu yapıyı benimsemiş ise bu, tüm grupların taklit etmek isteyeceği, sosyal açıdan arzu edilen bir norm haline gelmiş olmalıdır. Gupta Dönemi’nde, “ortodoksluğu” ile bilinen bir dönem, MS 400 civarında, jati sisteminin Hint toplumunun tüm kesimlerine yayıldığı ve bu dönemde karışmanın durduğu varsayılabilir.

Neyse hipotez şu:

“Binlerce yıl önce Hintler, bugün dünyanın diğer yerlerindeki kabile grupları gibi, birbirleri ile karışmayan, iç-eşli kabile grupları halinde yaşıyorlardı. Siyasi seçkinler daha sonra kendilerini toplumsal sistemin tepesine yerleştirdiler (rahipler, krallar ve tüccarlar olarak), kabile gruplarının Shudralar ve Dalitler olarak toplumun en altında kalan emekçi gruplar biçiminde topluma dahil edildiği katmanlı bir sistem yarattılar. Kabile organizasyonu böylece erken jatileri oluşturmak için sosyal tabakalaşma sistemi ile birleştirildi ve sonunda jati yapısı toplumun üst katmanlarına kadar yayıldı, böylece bugün hem yüksek kastlardan hem de alt kastlardan birçok jati var. Bu antik kabile grupları, kast sistemi ve endogami kuralları sayesinde farklılıklarını korumuşlardır.”

Kalıtsal, genetik faktörden dolayı kast kavramı, sosyolojik sınıf ve ırk fikirleri arasında bir yerde yer alır. Sınıf, bir toplumun sosyal ve ekonomik duruma göre bölünmesini ifade ederken ırk, benzer fiziksel özellikleri ve kökenleri paylaşan insan gruplarını ifade eder. Bir anlamda, farklı dilleri veya dinleri olmayan kastlar, aynı “ırk”a ait alt kültürler veya etnik kökenler olarak işlev görüyordu.

(Burada ırk konusuna girmeyeceğim, çok uzun ve karışık bir konu, ancak yapılan pek çok tarihi, genetik ve dilbilimsel çalışmalar bir şeyi ortaya koymuş ki Hindistan’daki her grup, farklı oranlarda da olsa aynı atadan gelen halkın soyundan geliyor).

Ancak burada konuyu kapatmadan önce bir de Ambedkar’ın sözlerine yer vermek istiyorum, “Annihilation of Caste” (Kastın Yok Edilmesi) kitabında şöyle yazıyor:

“Kast sistemi, Hindistan’ın farklı ırkları kan ve kültürde birleştikten çok sonra ortaya çıktı. Kast ayrımlarının aslında ırk ayrımları olduğunu iddia etmek ve farklı kastları sanki çok farklı ırklarmış gibi ele almak gerçekleri büyük ölçüde çarpıtmaktır. Punjablı Brahmin ile Madraslı Brahmin arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Bengalli dokunulmazlar ile Madraslı dokunulmazlar arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Punjablı Brahmin ile Punjablı Chamar [kalıtsal mesleği deri işçiliği, kuzey Hindistan’da yaygın bir kast, dokunulmazlar olarak isimlendirilenler arasında] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Madraslı Brahmin ile Madraslı Pariah[/Parya] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Punjablı Brahmin, ırksal olarak Punjablı Chamar ile aynı soydandır ve Madraslı Brahmin, Madraslı Pariah ile aynı ırktandır.”

Yakın zamana kadar, kast kısıtlamalarına uyma konusundaki titizlik, Hindistan’ın toplum hiyerarşisinin tepesinde oldukça farklı ve dar görüşlü bir rol geliştirmek için muhtemelen varna sisteminin tepesindeki statülerini jati fikri ile birleştiren brahminler ile daha çok ilişkilendiriliyordu; bu sentezlere entelektüel şeklini ve rasyonelleşmesini verenler de muhtemelen brahminlerdi. Modern Hindistan’da kastların giyim ve yemek yeme farklılıklarının çoğu hızla siliniyor; geriye yalnızca farklı evliliklerden kaçınma kalıyor ancak kentsel alanlarda bu da değişebilir ama kuşkusuz zaman ile… Ve aksi şekilde kalıtım durumu kırsal alanlarda daha uzun ve katı gidebilir…

Evet, şimdi gelelim kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama konusuna:

Hindistan’ın kültürel ve tarih coğrafyası genellikle Kuzey Hindistan, Güney Hindistan, Batı Hindistan veya Kuzeydoğu Hindistan gibi coğrafi kategoriler üzerinden yorumlanır. Hintler, tarihsel olarak altkıtalarının bölgelerdeki kültürel ve tarihi bölünmeleri daha iyi yansıtan iki büyük bölgeyi kapsadığını düşünmüşler: Aryavarta ve Deccan. Bunlar Hindistan’da kuzey-güney ayrımı olduğu yönündeki yaygın anlayışı bir şekilde yansıtsa da, Aryavarta ve Deccan tam olarak Kuzey ve Güney Hindistan fikirlerine uymuyor. Bu iki bölge farklı topografyalar ve jeolojiler ile ve sonuç olarak farklı sosyal kalıplar ve tarımsal kalıplar ile tanımlanıyor.

Deccan, genellikle yarımada Hindistan’ın beş Dravid dili konuşan devleti olarak tanımlanan Güney Hindistan’dan farklı; çünkü Goa, Maharashtra, Odisha, Chhattisgarh’ın büyük bir kısmı ve Gujarat, Madhya Pradesh ve Jharkhand’ın bazı kısımlarını içerir. Başka anlatımla Deccan’ın kabaca ters üçgen masa benzeri arazisi, yarımada Hindistan’ın tüm üst bölgesini kaplar. Sınırları batıda Batı Ghatlar, doğuda Doğu Ghatlar, kuzeyde Satpura ve Vindhya Sıradağları ile ve kuzeydoğu sınırı ise Mahanadi ve Godavari Nehirleri arasındaki su havzası tarafından belirlenir. Plato, Hint-Ganga havzasının güney kesiminde yer alır ve Maharashtra, Karnataka, Andhra Pradesh, Telangana, Tamil Nadu ve Kerala olmak üzere sekiz Hindistan devletini kısmen veya tamamen kaplayan —Madhya Pradesh ve Chhattisgarh’ın Gonds ve Bhils ormanlarından Maharashtra, Telangana, Karnataka ve Andhra Pradesh’in kurak kayalık alanlarına, Kerala ve Tamil Nadu’nun yeşil tepelerine kadar Hindistan kara kütlesinin yaklaşık yüzde 43’ünü oluşturan 4.22.000 km2’lik bir alanı kaplar.

Geleneksel olarak, orta Hindistan’daki Vindhya Dağları veya Narmada Nehri, Aryavrata ve Deccan arasında kuzey ve güney Hindistan arasındaki sınırı oluşturmuş. Gerçekten de bugün belirgin olan Aryavarta ve Deccan’ın tarihi Hint bölgeleri arasında önemli farklılıklar var. Aryavarta’ya hakim olan Hint-Ganga Ovası, hem büyük ve oldukça yoğun bir nüfusu hem de topografik engellerin olmaması nedeni ile hem hızla genişleyen hem de düşen imparatorlukları desteklemiş. Adından da anlaşılacağı gibi, Aryavarta esas olarak Hint-Aryan dillerini konuşan kişiler tarafından iskan edilmişti ve Hinduizm ve Hint kültüründe “standart” olarak kabul edilen şeylerin çoğunun anavatanıdır: Sanskrit, ineğe saygı, kutsal bir görev olarak vejetaryenliğe vurgu, iyi tanımlanmış kast bölünmeleri, tanrı Rama’ya tapınma, diğer özellikler arasında. Bu, MÖ 500 ile MS 500 arasında ortaya çıkan ve ünlü Maurya ve Gupta imparatorluklarını kapsayan klasik Hint kültürüdür.

Kültürel ve politik olarak, Deccan yalnızca Aryavarta’nın güneye doğru bir uzantısı değil; Tibet ve Güneydoğu Asya toplumları gibi, klasik Hint uygarlığının yeni bir ortama uyarlanmasıdır. Sözcüğün kendisi, güney; Aryavarta’nın güneyi anlamına gelen Sanskrit “dakshina” sözcüğünden türemiş Prakrit “dakkhin” sözcüğünden İngilizceleştirilmiş. Bu onu Aryavarta’dan daha az Hint yapmaz, ancak kesinlikle onu farklı kılar. Satavahanalar, Vatakatalar, Rashtrakutalar, Chalukyalar, Cholalar, Pallavalar, Tondaiman, Vijayanagara ve Marathalar gibi imparatorlukların egemen olduğu Deccan; yine de tarihi açıdan Ganga merkezli Mauryalar, Guptalar, Delhi Sultanlığı ve Babürlülerin ününe ulaşamamış birçok önemli devlete ev sahipliği yapmıştı.

Deccan’ın büyük bir kısmı kurak ve engebeli, Orta Hindistan’dan güney ucuna doğru yükselen üçgen bir plato ve uzun kıyı şeritleri boyunca Batı ve Doğu Ghatlar olmak üzere iki dağ sırası ile çevrili olduğu için Aryavarta’ya kıyasla onu daha yakından bağlayan kıyılardan, Pers ve Orta Asya’dan, Greko-Romen ve Güneydoğu Asya ticaretinden daha fazla etkilenmiştir. Aryavrata, tarımın yayılması ve Batı ve Orta Asya’dan gelen göçler ile büyük demografik değişimlere uğrarken Deccan, kuzeyden yalnızca az miktarda tüccar ve Brahmin’i özümsedi ve nüfus yoğunluğu Ganga Vadisi’nden önemli ölçüde düşük kaldı. Deccan’ın kuzey uçlarındaki Maharashtra ve Odisha Sanskritleştirilmiş ve kuzey Hindistan’da bulunan Hint-Aryan dillerini konuşurken platonun geri kalanı dilsel olarak Dravid olarak kalmaya devam ediyor. Bunlara, Rajasthan’daki Thar Çölü dışında Hindistan’ın en kurak bölgelerinden bazıları, örneğin kuzeydoğu Karnataka dahil. Bu arada bölgenin diğer kısımları, özellikle Batı ve Doğu Ghatlar ile kıyılar arasında – Kerala, Goa ve Maharashtra’nın Konkan bölgesi ve kıyı Andhra Pradesh, yemyeşil.

Bu faktörlerin hepsi Deccan’ın özelliklerini açıklıyor: Daha uzun süreli siyasi oluşumlara ev sahipliği yaptı ve nadiren birleşti. Her ikisi de Deccan’dan olan Tamil ve Kannada, herhangi bir Hint dilinin en eski sürekli edebi tarihlerine sahip ve bu, sık sık siyasi değişimlere uğrayan kuzey Hindistan’da imkansız olan kültürel sürekliliği ima eder. Sonuç olarak, Deccan Aryavarta’dan daha az tarımsal ve daha çok ticaret odaklı olmuş. Kuzeyde bulunan herhangi bir imparatorluk tarafından nadiren fethedilmiş ve çok daha az yönetim altında tutulmuş, bu da bugün dahi siyasi ve sosyal kalıplarının Hindistan’ın geri kalanından farklı olmasının nedenini açıklar:

Örneğin; 2014 ve özellikle 2019 ve 2024 genel seçimlerinde Hindistan’ın geri kalanını kasıp kavuran Bharatiya Janata Partisi (BJP) dalgası güneyde çok daha sönüktü.

Deccan, paradoksal olarak Aryavarta’dan hem daha modern hem de daha geleneksel; bazı yönlerden Japonya ve Tayland gibi farklı kültürleri aracılığı ile moderniteyi aracılık eden toplumlara benzer. Aryavarta’da gelenek ve modernite arasındaki ikilik daha keskin, çünkü oradaki toplumun doğası daha fazla şoka ve değişime eğilimli ki bu nedenle genellikle ya eski ya da yeni var.

(Yazı dizisinin sonu)

Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması -1

Görüş

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

İran, İsrail’den ağır bir darbe aldı. Saldırının ilk 12 saati boyunca karşılık bile veremedi. Ani baskının ardından, durumu yatıştırmaya yardımcı olabilecek olası arabulucular hakkında küresel tartışmalar artıyor. Bazı görüşler, 2023’te Suudi Arabistan ile İran’ı uzlaştırmada ve 2024’te Filistinli fraksiyonlar arasında diyalog organize etmede önemli rol oynayan Çin’in, bu yeni krizde de bir barış sağlayıcı olarak devreye girebileceğini öne sürüyor.

Ancak Çin’in Orta Doğu’daki diplomatik başarıları takdiri hak etse de, Pekin’in bölgedeki her çatışmayı çözebileceği ya da çözmesi gerektiği varsayımı ciddi bir abartıdır. En azından şu anda değil. İsrail-İran çatışması kapsam, derinlik ve uluslararası karmaşıklık açısından temelden farklıdır. Nedenini anlamak için Çin’in Orta Doğu’daki rolünün hem yeteneklerini hem de sınırlamalarını incelemek gerekir.

ABD Göz Ardı Edilemez

2023’te Çin’in Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkilerin normalleşmesine aracılık etmesi diplomatik bir atılım olarak görüldü. Bu, uzun süredir ABD’nin güvenlik çıkarlarının hakim olduğu bir bölgede Pekin’in artan etkisini gözler önüne serdi. Anlaşma, Çin’in tercih ettiği diplomasi tarzını yansıtıyordu—göze batmayan, pragmatik, ekonomik teşviklere ve egemenliğe karşılıklı saygıya dayalı.

Ancak Suudi-İran yakınlaşmasının başarısı, çıkarların benzersiz bir şekilde örtüşmesiyle mümkün oldu. Hem Tahran hem de Riyad, gerilimi azaltmak için güçlü iç nedenlere sahipti. Suudi Arabistan, 2030 Vizyonu ve ekonomik dönüşüm için sakin bir ortam istiyordu; İran ise iç huzursuzluklar ve Batı’nın ekonomik yaptırımları nedeniyle baskı altındaydı. Bu durumda Çin, bir uygulayıcıdan ziyade kolaylaştırıcı rolündeydi.

Bu deneyim mevcut İsrail-İran çatışmasına doğrudan uygulanamaz. Öncelikle, İsrail ile İran arasındaki çatışma sadece ikili bir rekabet değil; vekil güçleri, ideolojik karşıtlıkları, nükleer gerilimleri ve derin tarihsel düşmanlığı içeren çok boyutlu bir çatışmadır. İkinci olarak, İsrail ABD ile yakından ittifak içindedir ve bu, Pekin’in tarafsız bir arabulucu olarak hareket etmesini zorlaştırır.

On yıllardır İsrail, ABD’nin Orta Doğu politikasının merkezi bir ayağı olmuştur—sadece bir güvenlik ortağı olarak değil, aynı zamanda İran, Irak, Mısır, hatta Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölgesel rakiplerin yükselişine karşı ileri bir mevzi olarak da. Bu bağlamda Çin’in herhangi bir arabuluculuk girişimi, Washington’da tarafsız bir barış girişimi olarak değil, ABD’nin bölgedeki önceliğine meydan okuyan jeopolitik bir hamle olarak algılanacaktır.

Çin gerçekten tarafsız davransa bile, artan katılımı kaçınılmaz olarak büyük güç rekabeti merceğinden görülecektir. Anlamlı bir müdahale ABD’yi göz ardı edemez ve muhtemelen güçlü diplomatik dirençle karşılaşır. Bu da krizi, Çin’in de dahil olduğu üçlü bir diyalogdan çıkarıp dört taraflı bir etkileşime dönüştürür—Çin, ABD, İsrail ve İran—ki her biri farklı gündem ve kırmızı çizgilere sahiptir ve bu da etkili arabuluculuk alanını daha da daraltır.

Üstelik, İsrail iç siyasetindeki durum da Çin’in—veya başka herhangi bir dış aktörün—karşı karşıya kalması gereken başka bir karmaşıklık katmanı sunuyor. Başbakan Binyamin Netanyahu, son yıllarda yolsuzluk davaları, yargı reformuna karşı kitlesel protestolar, Gazze politikası ve koalisyon içindeki bölünmeler gibi ciddi siyasi krizlerle mücadele ediyor. Dış politika kararlarının, İran’a yönelik bu saldırı da dahil, çoğu zaman kısa vadeli siyasi hesaplara dayandığı ve tutarlı bir ulusal stratejiye dayanmadığı geniş şekilde kabul görüyor. Washington Post bile böyle dedi. Bu düzeyde iç siyasi istikrarsızlık, Çin gibi dış güçlerin güvenilir muhataplarla sürekli, üst düzey diplomasi yürütmesini veya uzun vadeli taahhütlerde bulunmasını son derece zorlaştırıyor.

İran’ın İsteyişi: Ön Koşul

Çin’in potansiyel rolünü sınırlayan bir diğer faktör ise, İran’ın böyle bir arabuluculuğu kabul etmeye istekli olup olmamasıdır. İran, Çin’i ticaret, enerji ve BM’deki diplomatik destek açısından stratejik ortak olarak takdir etse de, Pekin’i askeri ya da güvenlik garantörü olarak görmüyor.

Suudi Arabistan ile İran arasında arabuluculuk yaparken güvenlik garantilerine ihtiyaç yoktu, çünkü hiçbir taraf diğerinin doğrudan saldırı başlatacağına gerçekten inanmıyordu. Üstelik Yemen’deki İran destekli güçler, Suudi Arabistan ve müttefikleriyle yürütülen asimetrik çatışmada bazı avantajlar elde etmişti. Ancak giderek daha pervasızlaşan bir İsrail karşısında, etkili arabuluculuk muhtemelen gerçek güvenlik garantileri gerektirecektir. Fakat ABD’den zaten doğrudan askeri baskı gören Çin için, yurtdışında böyle garantiler sunmak lüks olur.

Çin’in sunabileceği diplomatik baskı, ekonomik yardım veya askeri teknoloji gibi destek türleri ancak İran bunları inandırıcı ve etkili bulursa değerlidir. Gelecekte Çin’in sağlayabileceği şey, güvenlik garantisinden ziyade gelişmiş savunma sistemleri paketi olur. Ancak burada önemli bir gerçek devreye girer: İran, Çin’in askeri sistemlerinin pratik yararlılığına yeterince güvenmeyebilir.

İran hava kuvvetleri birçok yurtdışı operasyona katılmış olsa da, filosu eski ve modası geçmiş durumda. IŞİD’e karşı yürütülen terörle mücadele operasyonları, hava üstünlüğü geliştirme hedefinden sapmalarına yol açtı. İran’ın hava savunma sistemleri, çoğu ülkeden daha gelişmiş ve sayıca fazla—ve radar ile füze üretim kapasitesine de sahip—olmasına rağmen, birinci sınıf rakiplerle karşılaştığında yetersiz kalıyor. Bu sistemlerin İran Ordusu ile Devrim Muhafızları arasında bölünmüş olması da koordinasyonu ve etkinliği zorlaştırıyor.

Modern savaş hızla evrimleşti. Etkili savunma artık gelişmiş hayalet savaş uçakları, ileri radar entegrasyonu, elektronik harp, uydu verisi ve hava üstünlüğü varlıklarıyla gerçek zamanlı koordinasyon gerektiriyor—ki bu yetenekler İran’da henüz tam olarak gelişmiş değil.

Pakistan ve Hindistan arasındaki son hava çatışması, Çin’in savaş uçaklarının, uzun menzilli hava-hava füzelerinin ve entegre hava savunma-uyarı sistemlerinin etkinliğini gösterdi. J-10CE Çin’in en gelişmiş savaş uçağı olmasa da, iyi koordine edilmiş bir sistem içinde Fransız yapımı Dassault Rafale’yi PL-15 füzeleriyle düşürmeyi başardı.

Elbette İsrail Hava Kuvvetleri, Hindistan’dan çok daha ileri düzeyde ve bu kez ABD’den F-35 hayalet uçaklarını kullanma yetkisi aldı. Ancak gerçek şu ki Çin Halk Kurtuluş Ordusu, Tayvan üzerinden ABD müdahalesi ihtimaline karşı hazırlık yapıyor. ABD’nin F-22 ve F-35’lerine karşı koymak bu senaryodaki temel faktörlerden biri. İran, gelecekte İsrail’in F-35’lerine karşı etkili biçimde mücadele etmek istiyorsa, Çin dışında pek seçeneği kalmayabilir.

Yine de, Çin ile uzun süredir askeri işbirliği olan müttefik Pakistan bile birkaç yıl öncesine kadar Çin savunma sistemlerine tamamen bağımlı olmaktan kaçınmıştı. Bu durum, İran’ın Pekin’e hemen güvenerek askeri yapılandırmasını değiştireceğine inananları düşünmeye sevk etmelidir.

Bölgesel Algılar ve Yanılgılar

Genellikle göz ardı edilen bir diğer boyut ise, Çin’in diğer bölgesel aktörler tarafından nasıl algılandığıdır. Orta Doğu’nun büyük kısmında Çin ekonomik bir güç olarak saygı görüyor, ancak güvenlik aktörü olarak pek güvenilmiyor. Bölgede askeri ittifakları yok, barışı koruma geçmişi yok ve savaş zamanı diplomasisi yönetme konusunda sınırlı deneyime sahip. Cibuti’deki askeri üs, Çin’in yurtdışındaki tek askeri tesisi ve ortak tatbikatlara katılmasına rağmen Çin genel olarak çatışmalara karışmaktan kaçınıyor.

Bu düşük profil stratejisi, Çin’in genel dış politika ilkeleriyle uyumlu: iç işlerine karışmama, stratejik sabır ve ekonomik odak. Ancak aynı ilkeler, hızlı tepki, güç projeksiyonu veya sert güvenlik garantileri gerektiren krizlerde manevra kabiliyetini kısıtlıyor.

Tüm bu algılar doğru olabilir. Ancak bu algının temelindeki fikir sıklıkla yanlış anlaşılmıştır. Öncelikle, Çin kendisi de bir asırdan fazla süre Batı emperyal güçlerinden büyük acılar çekmiştir. Sonuç olarak, Batı tarzı yeni bir hegemonya kurma arzusu taşımaz—bu duruşu aynı zamanda kurucu komünist ideolojisiyle de örtüşür.

İkinci olarak, Çin’in liderliği yalnızca kendi uzun ve çalkantılı tarihinden değil, aynı zamanda Batı güçlerinin yükseliş ve çöküşlerinden de ders çıkarır. Belki de en önemli çıkarım, her büyük imparatorluğun nihayetinde aşırı yayılma yüzünden çöktüğüdür.

Binlerce kilometre ötedeki bölgelere güvenlik garantisi sunmak, bu tür bir aşırı yayılmanın tehlikeli ilk adımı olabilir. Buna karşılık, gelişmiş J-35 hayalet savaş uçakları ve en ileri hava-savunma füzelerini içeren savunma sistemleri satmak daha az riskli ve etkisini sınırlı tutar.

Bu, Çin’in tamamen pasif kalması gerektiği anlamına gelmez. Pekin, itidal çağrısı yapmak, BM aracılığıyla ateşkes girişimlerini desteklemek, Tahran ve muhtemelen İsrail ile gizli temaslar yürütmek için diplomatik ağırlığını kullanabilir. Yeniden inşa çabalarını destekleyebilir, gerekirse insani yardım sunabilir ve uzun vadeli bir barış stratejisi olarak bölgesel ekonomik entegrasyonu teşvik edebilir.

Ancak tüm bunlar, aktif bir askeri çatışmayı durdurmak için gereken yüksek riskli kriz diplomasisiyle karıştırılmamalıdır. Bu tür bir müdahale, Çin’in şu anda sahip olmadığı ve sahip olsa bile kullanmaya istekli olmayabileceği bir tür zorlayıcı araçlar gerektirir.

Özetle, Çin’in İsrail-İran çatışmasına kararlı şekilde müdahale etmesi gerektiği fikri, modern jeopolitiğin yapısal gerçeklerini göz ardı eder. Çin’in Orta Doğu’daki artan varlığı ona her zamankinden daha fazla diplomatik ağırlık kazandırsa da, bu ağırlık abartılmamalıdır.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Görüş

Trump’ın göçmen politikası Amerikan toplumunu daha da parçalıyor

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

ABD Batı saatiyle 13 Haziran itibarıyla, Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi gibi federal kurumların Kaliforniya’daki yasa dışı göçmen noktalarına yaptığı baskın sonucu çıkan çatışmaların üzerinden bir hafta geçti. Bu çatışma adeta yangın gibi yayılarak Kaliforniya’nın başkenti Los Angeles’tan başlayıp San Francisco, Dallas, Austin, New York ve Washington dahil olmak üzere ABD genelinde 24 şehre sıçradı. Göstericiler, federal hükümetin yasa dışı göçmenleri zorla sınır dışı etmesine şiddetle karşı çıksa da, Başkan Trump göçmen politikası kapsamında Ulusal Muhafızları ve bazı Deniz Piyadelerini devreye soktu ve protestocuları bastırmak için Ayaklanma Yasası’nı kullanmakla tehdit etti.

Aynı gün, ABD Temyiz Mahkemesi, bir federal yargıcın Trump’ın Ulusal Muhafızlar üzerindeki yetkisini iade etmesi yönündeki bir önceki geceki kararını askıya aldı ve bu şüphesiz Trump’ın sert önlemlerine hukuki bir koruma sağladı. Göçmen politikası etrafında patlak veren bu “alternatif iç savaş”, Amerikan toplumunun karmaşık yapısını ve çıkar çatışmalarını ortaya koyuyor ve Trump ile Cumhuriyetçi Parti’nin yönetim geleceğini ciddi şekilde sınamaya tabi tutuyor. Bu kriz, 2024’te gösterime giren Hollywood’un politik kehanet filmi Amerikan İç Savaşında görüldüğü gibi gerçek bir iç savaşa dönüşmeyecek gibi görünse de, Amerikan toplumunu daha da böleceği aşikâr.

6 Haziran’da federal kolluk kuvvetleri Los Angeles County’de yasa dışı göçmenlere yönelik bir operasyon başlatarak en az yedi noktaya baskın düzenledi ve 44 kişiyi gözaltına aldı. Aynı gece 500 protestocu Los Angeles şehir merkezinde toplandı; güvenlik güçleri göz yaşartıcı gaz, ses bombası ve plastik mermi kullandı. 7 Haziran’da, Kaliforniya’nın Paramount kentinde federal yetkililer ile protestocular arasında şiddetli çatışmalar patlak verdi. Gözaltıların engellenmesi üzerine Trump, Kaliforniya Valisi Newsom’u baypas ederek “Los Angeles’ı özgürleştirmek” amacıyla başkanlık notası imzaladı ve 2.000 Ulusal Muhafız askerini Los Angeles’a gönderdi.

Bu, 1965’ten bu yana bir ABD başkanının, eyalet yöneticisinin talebi olmaksızın bir eyaletin Ulusal Muhafızlarını ilk kez görevlendirmesi anlamına geliyor. 8 Haziran’da Trump, Kaliforniya’daki federal mülkiyeti “korumak” için 700 Deniz Piyadesi göndereceğini söyleyerek tehditlerini artırdı. Trump’ın Kaliforniya’ya yönelik idari baskıları, bu “iç karışıklığın” fitilini ateşledi ve yeni bir anayasal krizi tetikledi.

9 Haziran’da Vali Newsom ve Kaliforniya Başsavcısı Rob Bonta, federal hükümetin eyalet Ulusal Muhafızları ve Savunma Güçlerini kolluk kuvveti olarak kullanmasını engellemek amacıyla mahkemeye geçici tedbir talebinde bulundu. Ancak Kaliforniya’daki bir federal yargıç bu talebi reddetti ve üç gün sonrasına duruşma tarihi belirledi. 10 Haziran’da, gözaltılar devam ettiği için Los Angeles Belediye Başkanı Karen Bass, şehir merkezindeki yaklaşık bir mil karelik alanda sokağa çıkma yasağı ilan etti. Hemen ardından, Washington eyaletinin ikinci büyük şehri Spokane de Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi’ne karşı düzenlenen protestolar nedeniyle sokağa çıkma yasağı ilan etti…

Son bir haftalık kamuoyu ve açıklamalara bakıldığında, ülke genelini etkileyen bu yasa dışı göçmen krizi, derin çelişkileri ve güç mücadelelerini yansıtıyor; aynı zamanda ABD’deki siyasi kutuplaşmayı ve toplumsal parçalanmayı gözler önüne seriyor.

İlk olarak, bu durum göçmenliğin doğruluğu ya da faydası konusunda fikirlerin sert çatışmasına işaret ediyor. Amerika, göçmen hareketleriyle kurulan çok etnili bir federasyon ve sürekli göçle büyüyüp zenginleşen, yenilikçi ve dinamik bir ülke. Büyük göç dalgaları olmadan ABD doğmazdı, uzun süreli göçmen katkıları olmadan da güçlenemezdi. Trump’ın kendisi bile Alman göçmenlerin torunu. 5 Haziran’da, Almanya’nın yeni Şansölyesi Friedrich Merz ilk kez ABD’yi ziyaret ettiğinde, Trump’a anlamlı bir hediye verdi: dedesi Friedrich Trump’ın Almanya’daki doğum belgesi.

Ne Merz’in diplomatik uyarısı ne de Trump’ın göçmen kökeni, Amerikan toplumundaki göçmenlik temelli derin yarılmayı yumuşatabiliyor. Trump ve onun gibi muhafazakârlar ile Cumhuriyetçi Parti’nin temsil ettiği sosyal Darwinizm ve piyasa ekonomisi savunucuları, ABD’nin göç kriterlerinin çok düşük olduğunu; düşük nitelikli ve yasa dışı göçmenlerin ülkeye doluşarak Amerikalıların işini ve refahını çaldığını, Amerikan kimliğini ve bağlılığını zayıflattığını ve beyaz Amerikalıların statüsünü erozyona uğrattığını savunuyor. Bu nedenle Trump, ikinci başkanlık kampanyasında kazanırsa tüm yasa dışı göçmenleri sınır dışı edeceğini ve Amerikalıların—özellikle beyazların—kaybettiği işleri ve sosyal hakları geri alacağını vaat etmişti.

Ancak buna karşı çıkanlar—özellikle kültürel çoğulculuğu ve evrensel insan haklarını savunan Demokratlar—göçmenlerin ABD ekonomisini canlandırdığını savunuyor. Bu insanlar; hizmet, ulaşım, inşaat ve imalat sektörlerini ayakta tutan ucuz işgücü sağlıyorlar. Bu yüzden göçmenlere ayrımcılık yapılamaz, hele hele zorla sınır dışı edilemezler. Ayrıca, bazı göçmenler yasa dışı girmiş olsa bile, yerleşip topluma uyum sağladıktan, kendi geçimini sağladıktan ve aile kurduktan sonra Amerikan toplumunun ayrılmaz parçası haline geliyorlar. Onları zorla sınır dışı etmek sadece ekonomik yapıya zarar vermekle kalmaz, aynı zamanda ailelerin parçalanmasına, insani krizlere de yol açar.

İkinci olarak, bu, federal ve yerel çıkarlar arasındaki genel mücadelede bölgesel bir satranç hamlesidir. Bu kriz ilk olarak Kaliforniya’da patlak verdi ve federal hükümet ile bu ekonomik olarak güçlü eyalet arasındaki çıkar uyumsuzluğunu ve farklı hesapları yansıttı. Daha önce, ticarete büyük ölçüde bağımlı olan Kaliforniya Trump’ın gümrük tarifesi politikasına açıkça karşı çıkmıştı; göçmenlik anlaşmazlığı ise sadece mevcut çelişkilerin devamı niteliğinde olup eski karşıtlıkları daha da derinleştirmiştir. Kaliforniya, ABD’nin en büyük ekonomik eyaletidir ve ülke GSYİH’sinin %14’ünü üretmektedir. Uzun yıllardır çeşitli göçmen türlerine dayalı büyüyen eyalet ekonomisi, yasa dışı göçmenler için adeta bir sığınak haline gelmiştir. Gayri resmi istatistiklere göre Kaliforniya’da yaklaşık 2,3 milyon yasa dışı göçmen yaşamaktadır—bu, ülke genelindeki yasa dışı göçmenlerin %20’sine ve eyalet nüfusunun %5,9’una denk gelir ve ülke ortalamasının üzerindedir; üstelik bu kişilerin %74’ü çalışma yaşındadır. Eğer yasa dışı göçmenlerin büyük bölümü sınır dışı edilirse, Kaliforniya’daki işletmelerin iş gücü maliyetleri hızla artacak veya çalışacak insan bulunamayacak, bu da ekonomik durgunluk ya da gerilemeye yol açabilecektir. Bu yüzden Kaliforniya’nın siyasi ve ticari elitleri uzun süredir federal göçmenlik düzenlemelerine direnmektedir. Ticaret savaşı Kaliforniya’ya 40 milyar dolardan fazla kaybettirdi ve göçmen işçiler ile yerel işçiler arasındaki gerilimi artırdı. Göçmenlerin sınır dışı edilmesi Kaliforniya ekonomisini daha da zora sokacaktır.

Kaliforniya hem büyük bir vergi mükellefi hem de büyük bir federal bütçe transferi alıcısıdır; yani taraflar karşılıklı yüksek derecede bağımlıdır. Ancak Trump yönetimi, bu “sığınak kaleyi” yıkmak ve ulusal ölçekte yeni göçmen politikalarını teşvik etmek amacıyla Kaliforniya’nın “enerji karşıtı, suçluları koruyan, yasa dışı göçmenleri barındıran” politikalarını gerekçe göstererek 13 Haziran’dan itibaren federal fonları büyük ölçüde kesmeyi planladı. Vali Newsom ise Kaliforniya’nın federal hükümete yılda 80 milyar doların üzerinde katkı sağladığını, aldığı fondan çok daha fazla ödediğini vurgulayarak federal vergi ödemelerini durdurma tehdidinde bulundu. Federal hükümet ile Kaliforniya arasında uzun süredir biriken çelişkiler, Trump’ın radikal göçmenlik politikasıyla iyice alevlendi ve federal ajanların zorla gözaltı uygulamalarıyla patladı.

Üçüncü olarak, bu bir federal kolluk gücü ile yerel özerklik arasında yaşanan bir yetki çatışmasıdır. Amerika, federal yapıya sahip bir devlettir ve merkez ile eyaletler arasında yetki ayrımı keskin bir biçimde tanımlanmıştır. Normal şartlarda, dış ilişkiler ve savunma federal hükümetin görev alanındadır ve sınırlar ile limanların kontrolü nedeniyle göçmenlik işleri federal yetki kapsamındadır. Ancak en büyük göçmen eyaleti olan Kaliforniya, bağımsızlık ve özerklik vurgusuyla bilinir ve federal hükümetin göçmenlik, çevre ve eğitim gibi kamu yaşamını etkileyen konularda müdahalesine karşıdır. 2017’de kabul edilen Kaliforniya Değerler Yasası, federal otoritelerle göçmen verilerinin paylaşılmasını reddetmiş ve sınır dışı işbirliğini engellemiştir.

Bu çatışma aynı zamanda duygu ile akıl, güç ile hukuk arasında yaşanan bir mücadeledir. Kaliforniyalılar, federal hükümetin tarih ve gerçeklikten uzak, insan haklarını gözetmeyen göçmen sınır dışı uygulamalarını hem duygusal hem mantıksal açıdan reddetmektedir. Ayrıca uygulama sırasında belgelerin eksikliği, yöntemlerin sertliği ve kapsamanın genişliği de eleştirilmiştir. Dikkat çekici bir gelişme olarak, Newsom Trump’ın kendisinden onay almadan Ulusal Muhafızları sevk etmesini anayasaya aykırı olarak nitelendirdi. Deniz Piyadelerinin sevki de sivillerin işlerine asker müdahalesi yasağını ihlal ettiği gerekçesiyle eleştirildi. Kaliforniya Başsavcılığı, federal hükümetin ordu kullanmasını “yasadışı” olarak tanımladı, bu eylemin eyaletin Ulusal Muhafızları üzerindeki kontrolünü gasp ettiğini ve gerilimi artırdığını ifade etti.

Dördüncü olarak, bu Trump ile Newsom arasında bir güç gösterisi savaşıdır. İkisi de demokratik toplumda “karizmatik lider” profiline sahiptir; Trump Cumhuriyetçi Parti’ye mensup başkan, Newsom ise Demokrat Parti’nin önde gelen isimlerinden biridir. Newsom soylu bir aileden gelir, iki kez San Francisco Belediye Başkanlığı yapmış ve 2018’den bu yana iki dönemdir Kaliforniya Valiliği görevini sürdürmektedir. Demokrat Parti içinde tecrübeli, geniş bağlantıları olan radikal bir figürdür ve 2028 başkanlık seçimleri için ciddi bir adaydır. Genç yaşına rağmen siyasi hırsları yüksek olan Newsom’un bir sonraki adımı Beyaz Saray’dır. Trump ile girdiği sert çatışmalar, 2028 seçimlerinin bir provası olarak görülmektedir.

Trump’ın sert liderlik tarzı biliniyor. Bazı yorumculara göre, Newsom da Trump’a benzer yöntemlerle onu alt etmeye çalışıyor. Bu iki güçlü figür arasındaki çekişme Trump’ın ilk döneminden beri sürmektedir. Trump Beyaz Saray’a geri döndüğünden beri Newsom hem karşı blokta yer alıyor hem de eyalet düzeyinde ciddi yetkilere sahip. Ocak’ta Kaliforniya’da çıkan orman yangınlarında Trump, Newsom’u ihmalkâr olmakla suçlayıp federal yardım fonlarını kesmekle tehdit etmişti. Newsom da Trump’ı “iklim sorunlarını siyasallaştırmakla” eleştirmişti. Nisan’da Trump gümrük savaşlarını başlattığında, Newsom eyalet başsavcısına federal hükümete dava açması talimatını vermiş ve diğer eyaletlerde Beyaz Saray’a karşı ilk yasal mücadeleyi başlatmıştı. Trump’ın gözaltı tehdidine karşı Newsom meydan okumuş ve hükümeti kışkırtmıştı. Gözaltına alınması hâlinde hem kendisi hem de Demokrat Parti büyük bir mağduriyet ve destek kazanacaktı.

Beşinci olarak, bu, Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında yapılacak olan ara seçimlerin bir ön cephe savaşıdır. Trump’ın yasa dışı göçmenlere yönelik sert operasyonları, çok sayıda Demokrat milletvekilinin tepkisini çekti. Kaliforniya her zaman Demokratların kalesi ve önemli oy tabanı olmuş, Cumhuriyetçiler için de en zorlu bölge olmuştur. Trump bu “kanunsuzluk yuvasını” hedef alarak hem seçim vaatlerini yerine getirmeyi, hem gücünü pekiştirmeyi hem de Demokratları moral ve oy açısından zayıflatmayı hedefliyor. Bu sayede 2026 ara seçimlerinde Cumhuriyetçilerin zaferini garantileyip, 2028 başkanlık seçiminin yolunu temizlemeyi umuyor.

Sınır güvenliği, 2024 seçimlerinde Trump’ın en popüler başlıklarından biriydi. Cumhuriyetçilerin büyük farkla galip gelmesi, hem Trump’ın hem de partisinin halk desteği gördüğünü gösteriyor. Bu destek, göçmenlik konusunda vaatlerin yerine getirilmesini ve seçmenlere neden tekrar Cumhuriyetçilere oy vermeleri gerektiğinin açıklanmasını gerektiriyor.

Başkanın valiyi baypas ederek doğrudan asker sevk etmesinin yasal olup olmadığı siyasi çizgilere göre yorumlanacaktır. Ancak gözlemciler, 1957’deki Little Rock vakasını unutmaz: siyah öğrencilerin okula girişini engellemek için Ulusal Muhafızları kullanan ayrımcı valiye karşı Başkan Eisenhower, Muhafızları federal kontrol altına almış ve II. Dünya Savaşı gazisi 101. Hava Tümeni’ni sevk ederek öğrencileri korumuştu.

Bu olay ABD’nin medeni haklar mücadelesinde simgesel ve tarihi bir dönüm noktasıydı. Fotoğrafları, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yurtdışındaki elçiliklerde teşhir edilmişti. Yarım yüzyıl sonra, Ulusal Muhafızlar ve federal ordunun rolü yine iç politika krizlerinde gündeme gelmiş durumda. Ancak bugünkü siyasi ve toplumsal bölünme, 1950’lerden çok daha keskin olabilir. ABD’nin kapsayıcılığı ve özgüveni, açıklığı ve ilericiliği, sanki artık tamamen zıt bir konuma evrilmiş gibi.

Kaliforniya’nın bu çatışmadaki en sert tepkiyi göstermesi, tüm eyaletlerin yasa dışı göçmenlere aynı gözle baktığını göstermez, ancak Kaliforniya açıkça ABD toplumunun bir mikrokozmosudur. Trump’ın sert göçmen politikası, “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap” iddiasına hizmet eden sistematik bir projedir—fakat nasıl sonuçlanacağını zaman gösterecek.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Bir eyaletten fazlası: Alberta’nın ayrılıkçılığı üzerine düşünceler

Yayınlanma

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi

Kanada’nın batısında, uçsuz bucaksız bozkırları, zengin yeraltı kaynakları ve özellikle petrol ile doğal gaz üretimindeki ağırlığıyla bilinen Alberta eyaleti, son yıllarda federal yönetime karşı yükselen seslerle yeniden gündeme geliyor. Vergi, çevre ve enerji politikaları üzerine yaşanan anlaşmazlıklar, zaman zaman “ayrılalım mı?” sorusunu dahi masaya taşıyor. 2021’de yapılan eşitlik transferleri (equalization payments) referandumu ve özellikle 2025 federal seçim sürecinde alevlenen tartışmalar, bu eğilimlerin artık marjinal bir söylem olmaktan çıkıp toplumun daha geniş kesimleri tarafından da sahiplenildiğini gösteriyor.

Ancak Alberta’daki ayrılıkçı talepleri ve çıkışları yalnızca anlık ve öfkeli tepkiler olarak görmek eksik olur. Bu tepkiler, eyaletin tarihsel, ekonomik, kültürel ve çevresel dinamiklerinin kesişim noktasında gelişen çok katmanlı bir yapının ürünü. Ayrılıkçı söylemin yükselişini anlamak için yalnızca Ottawa’ya yönelik siyasi hoşnutsuzluğa değil; Alberta içinde büyüyen gelir eşitsizliklerine, enerji zenginliğinin toplumun geneline yansımamasına ve yerli halkların sistematik dışlanmasına da bakmak gerekiyor.

Kanada, yaklaşık 10 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın en büyük ikinci ülkesi. Doğudaki Halifax’tan batıdaki Vancouver’a uçuş süresi 5 ila 6 saat arasında değişiyor. Devasa bir coğrafya bu… Sadece yüzölçümüyle değil, aynı zamanda 10 eyalet ve 3 bölgeden oluşan federal yapısıyla, ekonomik ve kültürel çeşitliliğiyle de dikkat çeken bir ülke. Bu çeşitlilik yalnızca farklı etnik kökenlerden gelen toplulukları değil, aynı zamanda bölgesel kimlikleri ve siyasal yönelimleri de kapsıyor. Alberta’daki ayrılıkçılığı da, bu çok katmanlı yapının bir yansıması olarak düşünmek mümkün.

Son yıllarda bazı siyasi aktörler, Alberta’nın sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da Kanada’nın geri kalanından farklılaştığını savunmaya basladilar. Bu görüşe göre Alberta, bireysel özgürlük, girişimcilik ve düşük vergilendirme gibi değerleri önceleyen, kendine özgü bir siyasal kültür geliştirmiş durumda. İlginçtir ki, 2025 federal seçim sürecinde ayrılıkçılığı destekleyen bazı grupların kullandığı söylemler, Amerika’daki Trumpçı çevrelerle dikkat çekici paralellikler taşıyor. Bu da gösteriyor ki Alberta’daki ayrılıkçılık, artık yalnızca ekonomik değil; ideolojik ve kültürel bir kimlik ifadesine dönüşmüş durumda.

Alberta’da Ayrılık Düşüncesinin Kısa Tarihi

Kanada’da ayrılıkçılık dendiğinde akla gelen ilk örnek uzun yıllar boyunca Quebec oldu. Büyük oranda Fransızca konuşan nüfusu ve farklı tarihsel-kültürel yapısıyla Quebec, 1980 ve 1995’te iki kez bağımsızlık referandumu düzenledi. Özellikle 1995’teki referandum yalnızca %1,2 farkla reddedilmişti. Burada önemli bir farkı vurgulamak gerekiyor: Quebec’te ayrılıkçılık daha çok kültürel kimlik ve anayasal eşitlik talepleri üzerinden şekillenirken, Alberta’daki ayrılıkçılık ekonomik kaynakların paylaşımı, enerji politikaları ve siyasi temsil krizine odaklanıyor.

Alberta’da ayrılma fikri yeni değil. 1930’lu yılların Büyük Buhranı sırasında ekonomik sıkıntılar, halkın tepkisini Ottawa’daki merkezi yönetime yöneltmeye başladı. Bu dönemde iktidara gelen William Aberhart liderliğindeki Social Credit Partisi, eyaletin kendi ekonomik sistemini kurmasını savunuyordu. Merkeze karşı geliştirilen bu tutumlar açıkça “ayrılalım” demese de, Alberta’nın siyasi hafızasında iz bıraktı. (İyi bir Hristiyan olan Aberhart, yalnızca ekonomi politikalarıyla değil, gökyüzüne uzanan ahlak anlayışıyla da hatırlanıyor. Öyle ki, 1960’lara kadar Alberta semalarında uçan ticari uçaklarda, yolcular alkol servisi için eyalet sınırının dışına çıkmayı beklemek zorundaydı. Aberhart’ın etkisi bulutların bile üzerine sinmişti!)

1980’lerde dönemin Başbakanı Pierre Trudeau’nun başlattığı Ulusal Enerji Programı (NEP) Alberta’daki ayrılıkçı eğilimleri yeniden alevlendirdi. Federal hükümetin enerji kaynak ve gelirlerini ulusal ölçekte dengelemeye çalışması, Alberta’da “zenginliğimiz elimizden alınıyor” algısını doğurdu. Bu dönemde başlayan “Trudeau nefreti” bugüne dek canlılığını korudu; Pierre’in oğlu Justin Trudeau da başbakanlığı süresince bu tepkiden fazlasıyla nasibini aldı.

Bu atmosferde, Bati Kanada Konsepti (Western Canada Concept) gibi açıkça ayrılıkçı partiler sahneye çıktı. 2000’li yıllarda Alberta Bağımsızlık Partisi ve Ayrılıkçı Alberta Partisi gibi yapılar ortaya çıksa da geniş bir destek tabanı oluşturamadılar ve marjinal kaldılar.

Ancak 2019 seçimlerinden sonra tablo değişmeye başladı. Alberta’dan Liberal Parti’ye hiç milletvekili çıkmaması, “Ottawa artık bizi temsil etmiyor” söylemini yeniden canlandırdı. 2022’de iktidara gelen Birleşik Muhafazakâr Parti (United Conservative Party – UCP) lideri Danielle Smith, bu eğilimi daha da ileriye taşıdı. Anayasaya uygunluğu tartışmalı olan “Birleşik Kanada İçerisinde Alberta Egemenliği Yasası”nı çıkararak federal yasalara karşı koyma hakkını savundu ve ayrılıkçı söylemi kurumsallaştırmaya başladı.

2023 seçimlerinde UCP yeniden iktidara geldi. Kampanyada “egemenlik” teması ön plana çıkarıldı. Seçimden sonra da özellikle vergi, enerji ve sağlık politikalarında federal hükümete karşı mesafeli bir tutum sürdürüldü. Smith doğrudan bağımsızlığı savunmasa da, onu destekleyen bazı gruplar içinde ayrılık fikri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı.

Bu sürecin zeminini hazırlayan gelişmelerden biri de 2021’de yapılan eşitlik transferleri referandumuydu. Alberta halkının %61,7’si, Anayasa’nın mali eşitliği gözeten 36(2). maddesinin kaldırılmasını destekledi. Bu madde, federal hükümetin eyaletler arasında mali denge ve eşit kamu hizmeti sunumunu gözetmesini öngörüyor. Dönemin eyalet başbakanı Jason Kenney bu sonucu, Ottawa’ya karşı güçlü bir mesaj olarak yorumladı. Bu referandum, ayrılığı doğrudan getirmese de, eyaletin siyasi yöneliminde ciddi bir değişim habercisiydi.

Son olarak, 2025 seçimlerinde Liberallerin yeniden iktidara gelmesi, Alberta’daki güvensizlik duygusunu daha da keskinleştirdi. Seçimin hemen ardından ayrılıkçı söylemler daha görünür hale geldi. Mayıs ayında yayımlanan bir Angus Reid anketine göre, Albertalıların %36’sı Kanada’dan ayrılma yönünde oy vereceğini belirtti. Dahası, %17’si Alberta’nın Amerika’nın 51. eyaleti olmasını desteklediğini söyledi. Bu sonuçlar, yalnızca bir hoşnutsuzluğa değil, aynı zamanda Alberta’da aidiyet, temsil ve yönelim duygusuna dair derin bir tartışmanın varlığına işaret ediyor.

Alberta’nın Petrolü Var, Adil Paylaşım Tartışmalı

Alberta’nın ekonomik yükselişi, 1947’de Leduc’daki büyük petrol keşfiyle başladı. O tarihten bu yana eyalet, Kanada’nın enerji haritasında merkezi bir rol üstleniyor. Bugün Alberta, ülkenin petrol üretiminin yaklaşık %84’ünü gerçekleştiriyor. 2024 verilerine göre eyalette kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla (GSYİH) 72.000 Kanada doları civarında. Ancak bu yüksek üretim ve gelir rakamları, geniş halk kesimleri için aynı oranda refah anlamına gelmiyor.

Son on yıla, yani Liberallerin Ottawa’da iktidarda olduğu döneme baktığımızda, sıradan Albertalıların şikâyetlerinde haksız olmadıklarını gösteren pek çok gösterge var. Kanada’nın TÜİK’i (ama biraz daha dürüst ve güvenilir) olan StatsCan verilerine göre Alberta, bu dönemde düşük gelirli nüfus oranındaki artışta ülke genelinde ikinci sıraya yerleşti. Reel ücretlerde, yani enflasyona göre ayarlanmış maaşlarda %10’luk bir düşüş yaşandı. Bu, Kanada’daki en büyük gerileme. Üstelik eyalette asgari ücret, yedi yıldır yerinden kıpırdamadı. Halkın sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimi zorlaştı, elektrik fiyatları, otomotiv sigortası ve okul harçları hızla yükseldi. Alberta bu kalemlerde, diğer tüm eyaletleri geride bırakmış durumda. Toplu taşıma yetersiz, kırsal bölgelerde doktor bulmak giderek güçleşiyor.

Tüm bu tablo, Alberta’da yaşanan ekonomik sıkıntıların federal hükümetin baskısıyla açıklanamayacağını da gösteriyor. Son on yılda petrol üretimi %50’den fazla arttı. TMX boru hattı gibi büyük ölçekli projeler, doğrudan federal bütçeyle finanse edilerek devreye alındı. Üretim arttı, fiyatlar yükseldi. Buna rağmen, bu büyüme istihdam yaratmadı; tam tersine petrol sektöründe 30 binden fazla kişi işini kaybetti. Ücretler düştü, kamu hizmetleri zayıfladı.

Petrol üreticileri ise aynı dönemde 192 milyar dolar gibi rekor düzeyde kâr açıkladılar. Yani Alberta’da değer üretimi sürüyor ama bu değer, eşit bir şekilde paylaşılmıyor. Sorun, dışarıdan dayatılan bir adaletsizlik değil; içeride, servetin paylaşımıyla ilgili derin bir yapısal sorun.

Egemenlik Tartışmalarında Kimin Sesi Eksik?

Alberta’da toprak ve doğal kaynaklar söz konusu olduğunda yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve çevresel adaletsizliklerden de söz etmek gerekir. Bu noktada yerli halkların durumu, son derece hassas bir boyut kazanıyor. Çünkü onlar için toprak ve çevre yalnızca birer ekonomik kaynak değil; kimliklerinin, tarihsel varlıklarının ve kültürel sürekliliklerinin ayrılmaz bir parçası. Toprak, yalnızca üzerinde yaşanılan bir alan değil; atalarla bağ kurulan, kutsal kabul edilen ve gelecek kuşaklara aktarılması gereken bir yaşam alanı. Dolayısıyla çevresel yıkım ya da enerji projeleri, onlar açısından sadece ekonomik değil, doğrudan varoluşsal bir tehdit.

Alberta’daki yerli topluluklar, tarihsel olarak Kanada devletiyle imzalanan antlaşmalarla tanınmış belirli haklara sahip. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında yapılan Altıncı (Treaty 6), Yedinci (Treaty 7) ve Sekizinci Antlaşmalar (Treaty 8), belirli topraklar karşılığında sağlık, eğitim ve avlanma gibi temel hakları güvence altına almış metinler. Bugün Alberta’nın büyük bir bölgesi bu üç antlaşmanın kapsamına girmekte. Her ne kadar bazı Muhafazakâr çevreler bu hakları sorgulasa ve hatta inkar etse de, yerli halkların bu topraklar üzerinde hem yasal hem de tarihsel olarak güçlü hak iddiaları var.

Ne var ki, Kanada’daki pek çok meselede olduğu gibi, ayrılıkçılık tartışmalarında da yerli halkların konumu çoğu zaman göz ardı ediliyor. Oysa Alberta, bu antlaşmalar kapsamında olan birçok yerli topluluğa ev sahipliği yapmakta. İlk Uluslar Meclisi (Assembly of First Nations) ve birçok yerli lider, Alberta hükümetinin “egemenlik” odaklı söylemlerinde kendilerine yer verilmediğini vurguluyor. Ayrı bir Alberta senaryosunda, bu toplulukların toprak, öz yönetim ve kültürel haklarının nasıl korunacağı sorusu ise oldukca belirsiz. Bu yüzden pek çok yerli örgüt ve sol toplumsal aktör, ayrılıkçılık fikrine mesafeli ve temkinli yaklaşıyor.

Yerli halkların en güçlü endişelerinden biri de çevre meselesi. Birçok yerli lider, Alberta’daki enerji projelerinin hem kendi topraklarına zarar verdiğini hem de geleneksel yaşam biçimlerini tehdit ettiğini açıkça dile getiriyor. Bu nedenle mesele onlar için sadece siyasal temsiliyet değil, aynı zamanda hayatta kalma ve doğayla uyum içinde sürdürülebilir bir yaşam hakkı meselesi…

Zenginlik Yeraltından, Bedel Yeryüzünden

Alberta’nın ekonomik gücünün temelinde, petrol ve doğalgaz üretimi yer alıyor. Ancak bu üretim, sadece ekonomik eşitsizlikleri değil, aynı zamanda ciddi çevresel tahribatları da beraberinde getiriyor. Özellikle kuzey Alberta’daki petrol kumları projeleri, dünyadaki en yoğun karbon salınımı yapan endüstriyel faaliyetler arasında sayılıyor. Ormanların yok edilmesi, nehirlerin kirlenmesi, hayvan yaşam alanlarının bozulması ve aşırı su tüketimi bu faaliyetlerin doğrudan sonuçları arasinda. Bilim insanları, Alberta’nın mevcut enerji politikalarının, Kanada’nın iklim taahhütlerini yerine getirmesini imkânsız hale getirdiğini defalarca dile getirdiler ve getiriyorlar.

Ne var ki bu çevresel yıkım herkesi eşit biçimde etkilemiyor. Yerli topluluklar başta olmak üzere kırsal bölgelerde yaşayan halk, bu tahribatı hem ekonomik hem yaşamsal düzeyde doğrudan hissediyor. İçme suyuna erişim, sağlığa dair artan riskler, geleneksel avcılık ve balıkçılıkla geçinen toplulukların yaşam alanlarının daralması, mevcut üretim modelinin yol açtığı derin izlerden.

Ayrılıkçılık söylemlerinde sıkça tekrar edilen “doğal kaynaklarımızdan yeterince faydalanamıyoruz” şikâyeti, bu bağlamda oldukça dar bir perspektifi yansıtıyor. Çünkü burada kaynaklardan “faydalanmak”, yalnızca ekonomik kâr üzerinden değerlendiriliyor. Oysa bu üretim sürecinin hem insanlar hem de doğa üzerinde yarattığı tahribat, bu zenginliğin kimler tarafından ve nasıl paylaşıldığı sorusunu da beraberinde getiriyor.

Bu yüzden Alberta’daki toplumsal huzursuzlukları ve ayrılıkçı eğilimleri değerlendirirken, yalnızca siyasi ve ekonomik boyutlara değil, doğayla kurulan bu yıkıcı ilişkiye de dikkat kesilmek gerekiyor. Aksi hâlde tartışmalar sadece para ve kâr üzerinden yürür; yaşamın kendisi görünmez kalır.

Sonuç: Ayrılık Değil, Yüzleşme Zamanı

Bugün Alberta’daki ayrılıkçılık talebi, yalnızca anlık bir öfkenin ürünü değil; uzun süredir derinlerde biriken eşitsizliklerin, kimlik gerilimlerinin ve dışlanmışlık hissinin su yüzüne çıkış biçimlerinden biri.
Ancak bu taleplerin ardına dikkatle bakıldığında, ayrılıkçılığın kendi içinde barındırdığı bazı çelişkiler de yavaş yavaş belirginleşiyor. “Ottawa bizi engelliyor” diyenler, Alberta içinde artan gelir uçurumunu, petrol zenginliğinin bir azınlıkta yoğunlaştığını, kamu hizmetlerine erişimin giderek zorlaştığını ya göz ardı ediyor ya da dile getirmekten kaçınıyor.

Dahası, ayrılıkçı retorik çoğu zaman yerli halkların tarihsel ve hukuki haklarını, doğayla kurdukları yaşamsal bağları ve Alberta topraklarında süregelen çevresel yıkımı da görünmez kılıyor. Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan topluluklar, yalnızca siyasi olarak değil, varoluşsal olarak da dışlanıyor. Oysa mesele, yalnızca eyaletin Ottawa ile olan ilişkisi değil; eyaletin kendi içinde kime kulak verdiği, kimi yok saydığı ve kimin pahasına büyüdüğüdür.

Bugün Alberta’da ciddi bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya olunduğu inkâr edilemez. Ancak çözüm, ‘dış güçleri’ suçlamaktan değil; içerideki toplumsal eşitsizliklerle yüzleşmekten ve doğayla daha sürdürülebilir bir ilişki kurmaktan geçiyor. Bu nedenle mesele, ayrı bir Alberta kurmak değil; herkesin sesinin duyulduğu, adaletin ve ortak refahın paylaşıldığı bir Alberta’yı mümkün kılma meselesidir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English