Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.

ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.


Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.

Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.

Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.

Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.

Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.

Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.

1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.

“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.

Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.

1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.

Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.


¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)

DÜNYA BASINI

CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Beşar Esad yönetimi devrilmeden önce yazılmıştı. Suriye savaşının başlangıcından bu yana, başta ABD ve Birleşik Krallık olmak üzere Batı ülkeleri ile bölgedeki müttefiklerinin Suriye El Kaide’sinin (Nusra Cephesi) ve sonrasında Irak-Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) büyümesine nasıl katkı sundukları iyi belgelenmiş durumda. Daha 2012 yılında yazılan bir Amerikan istihbarat raporu, Suriye’nin doğusu ile Irak’ın batısında bir “İslam emirliği” kurulmasının neredeyse mukadder olduğuna işaret ediyordu. IŞİD Irak kentlerini birer birer ele geçirdiği sıralarda bunun bir “Sünni devrimi-öfkesi” olduğuna dair analizler de çokça yapılıyordu. Batılı istihbarat örgütleri, Suriye’ye yabancı cihatçıların taşınmasında ve silahlandırılmasında büyük bir rol oynuyordu. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Kit Klarenberg
Global Delinquents
4 Nisan 2024

22 Mart’ta Moskova’daki Crocus City Hall’da meydana gelen ve en az 137 masum insanın ölümüne, 60’tan fazlasının da ağır yaralanmasına neden olan korkunç toplu katliamdan sadece 24 saat sonra ABD’li yetkililer katliamdan IŞİD’in Güney-Orta Asya kolu olan IŞİD-H’yi sorumlu tuttu. Birçokları için bu suçlamanın bu kadar hızlı olması, Washington’un Batı kamuoyunun ve Rus hükümetinin dikkatini kararlı bir şekilde asıl suçlulardan -Ukrayna ve/veya Kiev’in en önde gelen vekil sponsoru Britanya’dan- uzaklaştırmaya çalıştığı şüphesini uyandırdı.

Dört tetikçinin nasıl devşirildiği, yönlendirildiği, silahlandırıldığı, finanse edildiği ve kimler tarafından öldürüldüğüne ilişkin tüm ayrıntılar henüz açıklanmadı. Kremlin, Kiev’in SBU’sunun [Ukrayna Güvenlik Servisi] nihai mimarlar olduğuna dair kanıtları ortaya çıkardığını iddia ederken, servis bunu reddediyor ve Rus yetkililerin saldırıyı önceden bildiklerini ve önleyebileceklerini fakat Ukrayna’ya yönelik saldırılarını artırmak için bunu yapmadıklarını iddia ediyor. Katillerin IŞİD’in Tacikistan kanadına bağlı bir kripto para cüzdanından para aldıkları bildirildi.

İşin aslı ne olursa olsun, sorumlu dört kişinin canavarca eylemlerine gerçekte kimin ya da neyin sponsor olduğuna dair hiçbir fikirleri olmadığı kesindir. IŞİD’in fanatik, aşırı dini köktencilikten ilham alan ana akım tasvirinin aksine, grup öncelikle kiralık bir silah. Herhangi bir zamanda, ortak çıkarlara bağlı bir dizi uluslararası bağışçının emriyle hareket eder. Finansman, silahlar ve emirler savaşçılarına dolambaçlı yollardan ve şeffaf olmayan bir şekilde ulaşıyor. Grup tarafından üstlenilen bir saldırının failleri ile nihai düzenleyicileri ve finansörleri arasında neredeyse her zaman katman katman kesintiler vardır.

IŞİD-H’nin şu anda Çin, İran ve Rusya’ya, başka bir deyişle ABD İmparatorluğu’nun başlıca düşmanlarına karşı dizildiği göz önüne alındığında, “ana” gruplarının kökenlerini yeniden gözden geçirmek zorunludur. On yıldan biraz daha uzun bir süre önce birdenbire ortaya çıkan, ana akım medya manşetlerine ve Batı kamuoyunun bilincine birkaç yıl boyunca hakim olduktan sonra tekrar ortadan kaybolan IŞİD, bir aşamada Irak ve Suriye topraklarının geniş bir bölümünü işgal etti. Burada kendi para birimini, pasaportlarını ve araç plakalarını çıkararak bir “İslam Devleti” ilan etti.

ABD ve Rusya tarafından bağımsız olarak başlatılan yıkıcı askeri müdahaleler 2017 yılında bu şeytani yapıyı ortadan kaldırdı. CIA ve MI6 hiç şüphesiz son derece rahatlamıştı. Ne de olsa IŞİD’in tam olarak nasıl ortaya çıktığına dair son derece garip sorular kapsamlı bir şekilde ortadan kalkmış oldu. Göreceğimiz üzere, terör örgütü ve halifeliği karanlık bir gecede şimşek çakması gibi değil, Londra ve Washington’da tasarlanan ve casusluk teşkilatları tarafından uygulanan özel ve kararlı bir politika sayesinde ortaya çıkmıştır.

‘Sürekli düşmanca’

RAND, merkezi Washington DC’de bulunan oldukça etkili bir “düşünce kuruluşudur.” Pentagon ve diğer ABD hükümet kuruluşları tarafından yılda yaklaşık 100 milyon dolarla finanse edilen bu kuruluş, ABD’nin ulusal güvenliği, dış ilişkileri, askeri stratejisi ve denizaşırı ülkelerdeki gizli ve açık eylemleri hakkında düzenli olarak tavsiyeler yayınlamaktadır. Bu açıklamalar çoğu zaman daha sonra politika olarak benimsenmektedir. 

Örneğin, “Çin ile savaş” gibi “düşünülemez” bir olasılık üzerine Temmuz 2016 tarihli bir RAND makalesi, Pekin ile “sıcak” bir çatışma öncesinde Doğu Avrupa’nın ABD askerleriyle doldurulması gerektiğini öngörüyordu çünkü Rusya böyle bir anlaşmazlıkta şüphesiz komşusu ve müttefikinin yanında yer alacaktı. Bu nedenle Moskova’nın güçlerini sınırlarında bağlamak gerekli görülüyordu. Altı ay sonra, görünüşte “Rus saldırganlığına” karşı koymak için çok sayıda NATO askeri bölgeye geldi. 

Benzer şekilde, Nisan 2019’da RAND Extending Russia [Rusya’Genişletmek] başlıklı bir rapor yayınladı. Moskova’yı “rejimin istikrarını baltalamak” amacıyla “aşırı genişlemeye” “yemlemek” için “bir dizi olası araç” ortaya koydu. Bu yöntemler arasında Ukrayna’ya “ölümcül yardım” sağlamak; Suriyeli isyancılara ABD desteğini artırmak; “Belarus’ta rejim değişikliğini” teşvik etmek; Kafkasya’daki “gerilimleri” kullanmak; “Orta Asya’daki Rus etkisini” ve Moldova’yı etkisiz hale getirmek vardı. Bunların çoğu daha sonra gerçekleşti.

Bu bağlamda, RAND’ın Kasım 2008’de yayınladığı Unfolding The Long War [Uzun Savaş’ın Açılışı] adlı rapor tedirgin edici bir okuma sunuyor. Aynı ay Bağdat ve Washington arasında imzalanan çekilme anlaşmasının şartları uyarınca koalisyon güçleri Irak’tan resmen ayrıldıktan sonra ABD’nin Terörle Küresel Savaşı’nın nasıl sürdürülebileceğini araştırıyordu. Bu gelişme, tanımı gereği, işgal resmen sona erdiğinde “stratejik bir öncelik” olmaya devam edecek olan Basra Körfezi petrol ve gaz kaynakları üzerindeki Anglo hakimiyetini tehdit ediyordu.

RAND, “Bu öncelik, uzun savaşı sürdürme önceliği ile güçlü bir etkileşim içinde olacaktır,” açıklamasında bulunuyordu. Düşünce kuruluşu, çekilmenin yarattığı güç boşluğu sırasında Irak’ta ABD hegemonyasını sürdürmek için bir “böl ve yönet” stratejisi önermeye devam ediyordu. Bu stratejinin himayesi altında Washington “[Irak’taki] çeşitli Selefi-cihatçı gruplar arasındaki fay hatlarını kullanarak onları birbirlerine düşürüp enerjilerini iç çatışmalara harcarken”, “sürekli düşmanca davranan İran’a karşı otoriter Sünni hükümetleri destekleyecek”ti:

“Bu strateji büyük ölçüde gizli eylemlere, bilgi operasyonlarına, konvansiyonel olmayan savaşa ve yerel güvenlik güçlerine desteğe dayanmaktadır… ABD ve yerel müttefikleri, ulusötesi cihatçıları yerel halkın gözünde itibarsızlaştırmak için vekalet kampanyaları başlatmak üzere milliyetçi cihatçıları kullanabilir… Bu, ABD tüm dikkatini [bölgeye] dönene kadar… zaman kazanmanın ucuz bir yolu olacaktır. ABD liderleri ayrıca Müslüman dünyasındaki Şii güçlenme hareketlerine karşı muhafazakar Sünni rejimlerin yanında yer alarak… süregelen Şii-Sünni çatışmasından faydalanmayı da seçebilir.”

‘Büyük Tehlike’

Böylece CIA ve MI6 Batı Asya’daki Sünni “milliyetçi cihatçıları” desteklemeye başladı. Ertesi yıl Beşar Esad, Katar’ın, Doha’nın geniş gaz rezervlerini Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye ve Türkiye’yi kapsayan 1.500 kilometre uzunluğunda 10 milyar dolarlık bir boru hattıyla doğrudan Avrupa’ya ulaştırma önerisini iptal etti. WikiLeaks tarafından yayınlanan diplomatik kablolarda kapsamlı bir şekilde belgelendiği üzere, ABD, İsrail ve Suudi istihbaratı yerel bir Sünni isyanını körükleyerek Esad’ı devirmek için derhal harekete geçmiş ve bu amaçla muhalif grupları finanse etmeye başlamıştır.

Bu çaba Ekim 2011’de, Muammer Kaddafi’nin televizyonda yayınlanan cinayetinin ardından MI6’nın Libya’dan Suriye’ye silah ve radikal savaşçıları yönlendirmesiyle hız kazandı. CIA bu operasyonu denetledi ve İngiliz istihbaratını, entrikalarını Kongreye bildirmekten kaçınmak için bir paravan olarak kullandı. Ancak Haziran 2013’te, dönemin Başkanı Barack Obama’nın resmi onayıyla, Teşkilat’ın Şam’daki gizli kapaklı suç ortaklığı “Timber Sycamore” adı altında resmileşti ve daha sonra itiraf edildi.

O dönemde Batılı yetkililer Suriyeli vekillerini her durumda “ılımlı isyancılar” olarak adlandırıyordu. Oysa Washington, bu vekillerin işgal ettikleri topraklarda köktendinci bir halifelik kurmaya çalışan tehlikeli aşırılık yanlıları olduğunun farkındaydı. Bilgi Edinme Özgürlüğü yasaları kapsamında yayınlanan Ağustos 2012 tarihli bir ABD Savunma İstihbarat Ajansı [DIA] raporu, bu dönemde Batı Asya’daki olayların “açık bir mezhepsel yön aldığını” ve radikal Selefi grupların “Suriye’deki isyanı yönlendiren ana güçler” olduğunu gözlemlemektedir.

Bu gruplar arasında El Kaide’nin Irak kanadı (EKI) ve onun şemsiye kolu olan Irak İslam Devleti (IİD) de yer alıyordu. Bu ikili, DIA raporunun sadece öngörmekle kalmayıp görünüşte onayladığı bir ihtimal olan IŞİD’i oluşturmaya devam etti:

“Eğer durum kötü giderse, Suriye’nin doğusunda ilan edilmiş ya da edilmemiş bir Selefi prensliği kurulma ihtimali var… Bu tam da muhalefeti destekleyen güçlerin Suriye rejimini izole etmek için istediği şey… IŞİD, Irak ve Suriye’deki diğer terör örgütleriyle birleşerek bir İslam devleti de ilan edebilir ki bu büyük bir tehlike yaratacaktır.”

Bu ciddi kaygılara rağmen CIA, bu “yardımın” kaçınılmaz olarak IŞİD’in eline geçeceğini bile bile Suriye’nin “ılımlı isyancılarına” hesapta olmayan büyüklükte silah ve para sevkiyatı yapmaya devam etti. Dahası, Britanya eş zamanlı olarak bir yandan yaralı cihatçılara tıbbi yardım sağlarken bir yandan da muhalif milisleri öldürme sanatında eğitmek için milyonlarca dolara mal olan gizli programlar yürüttü. Londra ayrıca Katar’dan satın aldığı çok sayıda ambulansı ülkedeki silahlı gruplara bağışladı.

Sızdırılan belgelere göre bu çabalardan elde edilen ekipman ve personelin El Nusra, IŞİD ve Batı Asya’daki diğer aşırılık yanlısı grupların eline geçme riski İngiliz istihbaratı tarafından kaçınılmaz olarak “yüksek” olarak değerlendirilmiştir. Yine de bu tehlikeye karşı koymak için eşzamanlı bir strateji yoktu ve operasyonlar hızla devam etti. Sanki IŞİD’i eğitmek ve silahlandırmak MI6’in tam da istediği bir sonuçmuş gibi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

HTŞ ile temas Irak’ın Şii müesses nizamı içinde tepkilere ve tartışmalara yol açtı

Yayınlanma

Şatri-Şara görüşmesi

Amwaj.media / 9 Ocak 2025

Haber: Eski Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra üst düzey bir Irak güvenlik heyeti yeni bir sayfa açmak amacıyla Şam’daki yeni Sünni İslamcı yöneticilerle bir araya geldi. Bu temas Irak’taki önde gelen Şii silahlı gruplar arasında tepkiye yol açtı. Heyet-i Tahrir Şam’ı (HTŞ) ezeli düşmanları olarak gören İran’a yakın bazı Iraklı gruplar, Suriye’de Türkiye destekli “teröristler” olarak tanımlanan gruplarla herhangi bir angajmana şiddetle karşı olduklarını söylüyor. Ancak Bağdat’ta HTŞ ile diyaloğun normalleşmeye başladığına dair işaretler var.

Haber: Irak Hükümet Sözcüsü Basim el-Avvadi, HTŞ lideri Ahmed eş-Şara ile yapılan görüşmelerin güvenlik odaklı olduğunu vurguladı. Diğer haberlere göre Iraklı ekip sınırların korunması ve yeniden dirilen İslam Devleti (IŞİD) tehdidi konularını ele aldı.

-Irak Ulusal İstihbarat Servisi (INIS) Direktörü Hamid al-Şatri’nin Irak Dışişleri Bakanı yerine heyete liderlik ettiğine dikkat çeken siyasi araştırmacı Haydar Barzanci, ziyareti “tamamen güvenlik odaklı” olarak niteledi ve dolayısıyla HTŞ’nin otoritesinin resmi olarak “tanınmasının” söz konusu olamayacağını ifade etti.

Irak’taki popüler bir Twitter/X hesabı, 26 Aralık’taki görüşmenin olağanüstü doğasına atıfta bulunarak, daha önce Şam’daki Sünni İslamcı bir hükümetin Şiileri “öldüreceği” ve “katletmeye geleceği” uyarısında bulunan tartışmalı Iraklı medyatik isimleri tiye aldı.

-Paylaşımda, özellikle Bağdat’ın Suriye geçici yönetimine diplomatik kanallar açtığı bir dönemde, söz konusu isimlerin HTŞ’yi eleştiren önceki açıklamalarını geri çekip çekmeyecekleri soruluyordu.

Şatri’nin Şam ziyareti Irak’ın siyasi sahnesinde de benzer hesaplaşmalara yol açtı. İran’ın en yakın müttefiklerinden bazıları, HTŞ’nin Türkiye’nin bölgesel emelleri için bir vekilden biraz daha fazlası olduğunu öne sürerek bu yakınlaşmayı zımnen eleştiriyor gibi göründüler.

-Ketaib Seyyid eş-Şüheda’nın lideri Ebu Ala el-Velayi 30 Aralık’ta Telegram’da yaptığı bir paylaşımda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “kan dökmekle” ve yalnızca “Irak’ın haklı evlatları” tarafından engellenebilen “yayılmacı bir projeyi” yürütmekle suçladı.

Velayi’nin açıklaması, aynı gün devlete ait Irakiya TV’ye verdiği mülakatta Suriye’nin yeni yöneticilerini “Türk yönetimi”ni temsil etmekle suçlayan Kanun Devleti bloğu lideri Nuri el-Maliki’nin iddialarının ardından geldi.

Bağlam/analiz: Şara ve Şatri’nin, Suriye’nin yeni atanan Dışişleri Bakanı Esad Hasan eş-Şeybânî ve İstihbarat Başkanı Enes Hattab eşliğinde yaptıkları görüşmenin geniş çapta paylaşılan görüntüleri birkaç hafta öncesine kadar hayal bile edilemezdi.

-Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen Şara 2003 yılında ABD öncülüğündeki Irak işgalinin ardından El-Kaide’ye katıldı. O dönemde Ebu Musab ez-Zerkavi tarafından yönetilen Irak’taki El-Kaide, acımasız taktikleri, sivilleri hedef alması ve ülkenin çoğunluğunu oluşturan Şii toplumuna karşı düşmanlığıyla tanınıyordu.

-Şara’yı El-Kaide’nin belirli operasyonlarıyla ilişkilendiren doğrudan bir kanıt olmasa da 2011 yılında IŞİD lideri Ebu Bekir el-Bağdadi tarafından El-Kaide’nin Nusra Cephesi olarak bilinen Suriye kolunu kurmakla görevlendirildi.

Nusra Cephesi 2014’te IŞİD’den resmen ayrıldı ve 2017’de HTŞ adını aldı ancak Irak’taki siyasi çevrelerin bir kısmı, grubun hâlâ bir terör örgütü olduğunu iddia etmeye devam ediyor.

-HTŞ’nin itibarındaki lekeyi temizlemek ve Batı’nın Suriye’ye uyguladığı yaptırımları kaldırmak Suriye’nin yeni yöneticilerinin önümüzdeki aylarda yürütecekleri diplomatik çabanın merkezinde yer alacak.

Irak’ın Şii siyaset içinde HTŞ ile normalleşmeye yönelik genel sessizliğe rağmen, önde gelen isimlerden gelen son açıklamalar en azından bazılarının yaklaşımlarını yeniden değerlendirebileceğini gösteriyor.

-Iraklı analist Lawk Ghafuri’ye göre Başbakan Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani’nin başını çektiği pragmatik bir kesim HTŞ ile siyasi ve ekonomik normalleşmeyi “zorunlu” ama gerekli bir gerçeklik olarak görüyor.

– Buna karşılık, İran destekli silahlı gruplar, Şam ile daha sıcak ilişkilerin kendi etkilerini zayıflatabileceğinden korkuyor. Özellikle Batılı yetkililerin bu grupları silahsızlandırmak veya düzenlemek için koordineli bir mücadele yürüttüğü dikkate alındığında bu endişeler daha da artıyor.

Şara ve Şatri arasında 26 Aralık’ta yapılan görüşmeden sonraki günlerde Sudani, görüşmenin “gizliliği” nedeniyle Iraklı milletvekillerinin tepkisiyle karşılaştı. Bazı milletvekilleri, görüşmede ele alınan konuların “belirsizliği” hakkında başbakandan açıklama talep ediyor.

-Ortaya atılan bir teoriye göre Sudani, elçisi aracılığıyla HTŞ ile İran arasında arabuluculuk yapmayı teklif etti. Bazı siyasi gözlemciler daha sonra bu teklifin yeni Suriye yönetimi tarafından reddedildiğini iddia etti.

Gelecek: Sudani’nin kendisini Şam ve Tahran arasında diplomatik bir kanal olarak sunmaya çalıştığına dair haberler gelmeye devam ediyor. Bazı gözlemciler Irak başbakanının gelecek yıl yapılması beklenen parlamento seçimleri öncesinde profilini yükseltmekte çıkarı olduğunu iddia ederken diğer uzmanlar IŞİD’in yarattığı güvenlik tehdidine dikkat çekiyor.

– İran Dışişleri Bakanlığı, 6 Ocak’ta yaptığı açıklamada, Suriye’deki gelişmelerin Sudani’nin 8 Ocak’taki ziyaretinde “kesinlikle” gündemin en önemli konularından biri olduğunu doğruladı. Irak’ın Halk Seferberlik Güçleri’nin (Haşdi Şabi) geleceğiyle ilgili mevcut hararetli tartışmaların da ikili diyaloglarda baskın bir konu olmaya devam etmesi bekleniyor.

-Bağdat ve Şam arasında daha fazla üst düzey temas, dikkatli bir şekilde yönetilmediği takdirde Irak’ın hassas siyasi bölünmelerini daha da kötüleştirebilir. Sudani’nin devam eden bölgesel diplomasi kampanyası bu noktada kritik bir rol oynayabilir, ancak bölgesel gelişmelerin hızı başbakanın çabalarını geride bırakabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Rus basınından değerlendirme: Trump’ın Grönland’a neden ihtiyacı var?

Yayınlanma

Seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump, Grönland’ın ABD’ye devredilmesi için Danimarka’ya gümrük vergisi tehdidinde bulundu. Ancak Grönland halkı ve Danimarka hükümeti, adanın geleceğine sadece Grönlandlıların karar verebileceğini belirtti. Rus uzmanlar, Trump’ın açıklamalarının asıl amacının ticaret ve savunma harcamaları konusunda Avrupa’ya baskı yapmak olduğunu ifade etti.

ABD’nin Grönland’a olan ilgisi ve bu adayı nasıl elde edebileceği, yeniden gündeme geldi. Seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump, 7 Ocak’taki son basın toplantısında, Grönland’ın ABD’ye verilmemesi durumunda Danimarka’ya yönelik gümrük vergileri uygulanabileceğini belirtti.

The New York Times (NYT) gazetesine göre, Trump’ın bahsettiği bu yaptırımlar, sadece Grönland üzerinde kontrolü bulunan Danimarka’ya değil, aynı zamanda Amerikan tüketicilerine de zarar verebilir.

Gazete, Danimarka’nın ABD’nin en büyük ticaret ortaklarından biri olmasa da ülkeden gelen malların ABD’de talep gördüğünü vurguladı.

ABD Nüfus Sayım Bürosu verilerine göre, Danimarka ABD’nin ticaret ortakları arasında 37. sırada yer alıyor. Barrons dergisi, Kasım 2023 itibarıyla son 12 ayda iki ülke arasındaki ticaret hacminin 9,8 milyar dolar olduğunu bildirdi.

NYT, ABD’de özellikle ilaçlar (insülin, çeşitli aşılar ve antibiyotikler), tıbbi cihazlar ve Lego oyuncaklarının popüler olduğunu aktardı.

Danimarka ve Grönland’ın yanıtı

Trump’ın Grönland konusundaki taleplerine rağmen, Danimarka şu an için bu konuda geri adım atmayı düşünmüyor. Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen, TV2 kanalına verdiği röportajda, Grönland’ın geleceğine yalnızca adanın sakinlerinin karar verebileceğini söyledi.

Frederiksen, Grönland hükümetinin başkanı ve adanın bağımsızlığını destekleyen partinin lideri Mute Egede’nin, Grönland halkının başka bir ülkeye satılma fikrine sıcak bakmadığını belirttiğine dikkat çekti.

2009’da imzalanan bir anlaşmaya göre, Grönland bağımsızlığını yalnızca ada halkının referandumda lehte oy kullanması durumunda ilan edebilir.

Egede, 4 Ocak’ta yaptığı bir açıklamada, 2025’te referandum yapılabileceğinin sinyallerini verdi: “Diğer ülkelerle iş birliğimiz ve ticaret ilişkilerimiz Danimarka’nın aracılığıyla kurulmak zorunda değil. Grönland’ın bağımsız bir devlet olabilmesi için gereken koşulları oluşturma çalışmaları başladı.”

Grönland’ın bağımsızlık arzusu

Grönlandlıların ABD’ye katılma isteyip istemediğine dair henüz bir sosyolojik araştırma yapılmamış olsa da adadaki nüfusun büyük bir kısmı Danimarka’dan bağımsızlık istemiyor.

Bu eğilimlerin ardında, özellikle Danimarka’nın geçmişte Grönlandlı kadınlara yönelik zorunlu sterilizasyon politikası gibi tartışmalı olayların etkisi bulunuyor. Ekim 2023’te, 12 yaşındayken Danimarkalı doktorların onayları olmaksızın rahim içi araç yerleştirdiğini söyleyen 67 kadının sayısı 143’e yükselmişti.

Danimarka ve Grönland yetkilileri, bu olaylarla ilgili özel bir soruşturma başlatmış olup, sonuçların Mayıs 2025’te açıklanması bekleniyor.

Trump’ın açıklamaları, yalnızca Danimarka’ya değil, diğer ticari ortaklara da baskı yapmak için kullanılan bir araç olarak değerlendiriliyor.

Yüksek Ekonomi Okulu (HSE) Merkezi’nde kıdemli araştırmacı Lev Sokolçik, Vedomosti gazetesine verdiği demeçte Trump’ın bu açıklamalarla ABD’nin ticaret anlaşmalarını yeniden gözden geçirmekten NATO müttefiklerinden savunma harcamalarını artırma taleplerine kadar geniş bir yelpazede müzakere pozisyonlarını güçlendirmeyi amaçladığını ifade etti.

“Bu, ‘Önce Amerika’ sloganı çerçevesinde bir retorik. Bu duruşa karşı çıkanlar ciddi bir baskıya maruz kalacak,” diyen Sokolçik, ayrıca Trump’ın bu açıklamalarının, uzun vadeli ABD-Çin rekabeti bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini ve Kuzey Kutbu’nun bu mücadelenin en önemli sahalarından biri olacağını belirtti.

Ancak Grönland’ın ABD’ye katılması, özellikle Cumhuriyetçi Parti içinde bu konuda bir fikir birliği olmaması ve Kongre’de böylesine bir anlaşmayı onaylama sürecinin zorluğu nedeniyle pratikte pek mümkün görünmüyor.

Sokolçik, bu durumun Trump’ın gerçek amacının, Avrupa ülkelerine ticaret ve savunma harcamaları konularında taviz verdirmek olduğunu öne sürdü.

Diğer yandan The Hill gazetesine göre, Senato ve Temsilciler Meclisi’ndeki bazı üst düzey Cumhuriyetçiler, Trump’ın yeni toprak satın alma girişimlerini desteklemeye hazır değil. Başka bir ülkeyle yapılacak herhangi bir anlaşmanın başarıyla gerçekleştirilmesi için Senato tarafından onaylanması gerekiyor. Bunun için 67 oy gerekli, ancak yeni dönemde Cumhuriyetçilerin sadece 53 sandalyesi bulunuyor.

Grönland neden önemli?

Rusya ve Kanada ile rekabet eden ABD, Grönland’ı kontrol altına alarak Kuzey Atlantik üzerindeki hakimiyetini pekiştirebilir ve kendisini bir Arktik gücü olarak konumlandırabilir.

Rusya ve Kanada gibi ülkelerle rekabet eden ABD, Grönland’ı kontrol altına alarak Kuzey Atlantik üzerindeki hakimiyetini pekiştirebilir ve kendisini bir Arktik gücü olarak konumlandırabilir.

Küresel ısınma ve Arktik buzullarının erimesiyle, bölgede petrol ve mineral gibi doğal kaynakların bulunduğu ortaya çıkmıştır. Rusya Bilimler Akademisi ABD ve Kanada Enstitüsü’nden Dmitriy Koçegurov, “Trump’ın Grönland’a olan ilgisini bu kaynaklar üzerinden anlamak mümkün,” açıklamasında bulundu.

Fakat Grönland’ın satışının önünde ciddi engeller bulunuyor. Bunlar arasında, satın alma sürecinin karmaşıklığı ve hem Danimarka hem de Grönland hükümetlerinin bu tür müzakerelere yanaşmaması sayılabilir. Koçegurov, Trump’ın asıl amacının Avrupa ülkelerine ticaret ve savunma harcamaları konularında taviz vermek için baskı yapmak olabileceğini ifade etti.

Trump Doktrini: ‘Grönland çıkışının amacı Çin’e güçlü bir mesaj göndermek’

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English